• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: oznurdogan.com

Mr. Nobody / Bay Hiçkimse C) Hepsi

16 Pazartesi Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, bay hiçkimsi, butterfly effect, diana kruger, jared leto, kaos teoremi, kuantum fiziği, maroia, münir göle, mr nobody, oznurdogan.com, tezer özlü


Film izlemek ve kitap okumak dönemsel aktiviteler halinde yer alır hayatımda. Bir dönem yüklü miktarda kitap okur, gözlerim kızarana ve sulanana kadar sayfaları kapatman. Bir dönem ise art arda 5 filme kadar çıkabilirim.

İş hayatıma yaklaşık 3-4 haftalık ara verdiğim bu dönemde tabii ki de boş bırakamazdım kendimi. Hemen Tezer Özlü’yü bitirip yeni bir Münir Göle kitabına başladım. Bir yandan da yeni filmler indirmeye koyulacaktım ki zevkine güvendiğim, şimdiye kadar bana tavsiye ettiği hiçbir filmde yanılmayan arkadaşım Mr.Nobody’i tavsiye etti. “İlk on dakikası çok karışık gelebilir.” gibi küçük çapta bir itlik yaptıktan sonra filmi izlemeye başladık.

İlk başta gerçekten sersemletici bir etkisi vardı. Bilimsel açıklamalar ile başlayıp durmadan ölen, yaşayan, küçülen ve büyüyen bir adam. Kimse “Benim aklım karışmamıştı ki!” demesin. Yemezler. Sevgili beyinciğimin hızla çalıştığını hissediyordum. Sürekli yeni sorular sorarak. Fakat sonra sorgulamayı bıraktım. Ne zaman çok fazla düşünürsem o kadar konudan uzaklaştığımı hatırladım. İzlemeye koyuldum. Uzun zamandır film izlemediğim için bir özlem duygusu ile takip ettim.

Mr.Nobody her ihtimalde yaşayabilen fakat  aslında yaşamayan bir adam. Hiçkimse, çünkü herkes. Film tamamen bu minvalde ilerlerken ve yüz binler olasılığı siz kendiniz de göz önünden geçirmeye başladığınızda zaten film amacına ulaşmış oluyor. En ufak bir hareketin bile yüzlerce nesneyi ya da olayı etkileyebildiğini düşünürsek (Butterfly effect) ve benim sınırlı aklımın bir süre sonra amele olduğu kuantum fiziği gibi olaylara gelirsek karşımıza bir kelime çıkıyor: ihtimaller.

Hangi ihtimali yaşamak istediğinize siz karar verirsiniz ya da karar vermeyerek bir karar vermiş olursunuz. 9 yaşındaki bir çocuğun ihtimaller denizinde 118 yaşına kadar yaşamak da varken 34 yaşında bir araba kazasında ölmek de var. Eğer mümkün kılınabilirse -ki şu anda olmadığını da iddia edemeyiz- aynı anda birden fazla ihtimalde yaşıyor da olabiliriz.

Geçmişi hatırlayabilirsiniz fakat geleceği hatırlayamazsınız tezi de bu yolla çürümüş olabilir. Gelecekten dönüp de kendine bir mesaj bırakmak bile mümkün. Kendi ihtimallerimizi baştan yazabilir, belki de ölümsüz olabiliriz!

mr-nobody-bay-hickimse-izle

Mr.Nobody bittiğinde aklımda birden fazla düşünce vardı. Birincisi filmin duygusal ve romantik yanı. Seçenek ne olursa olsun en doğru aşkı yüzlerce farklı şekilde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu hemen merak ettim. Şu anda neler yaşardım ki acaba? Hangi ihtimaller üzerine tasarlayabilirdim hayatımı?

İkincisi tabii ki de hayatımdaki tercih boyutu. Acaba en ufak bir hareketim hayatımda kimleri yok etti, kimleri ekledi, benim dışımda kaç kişiyi etkiledi? Örneğin bir alışveriş merkezinde son bedenini ben aldığım için bir eteğin, bir başka kişi nelere katlanmaz zorunda kaldı? Ah bu ben.

Filmin görselliği ve müzikleri de bir o kadar doyurucuydu. Sahnelerin gerçekçiliği, müziklerin akıp gidişi, renklerin canlılığı ve o minnak veletlerin güzelliği! Ölesiye güzel çocukları nasıl buldunuz ve Unutuş Melekleri’nin dudağımızın üzerine bıraktığı unutuş çizgisini nasıl hayal edebildiniz? Sorular sorarken yoruluyorum…

Mr.Nobody, son 20 dakikası ile hayatın şeridini gözlerimizin önünden geçirebilecek kapasiteye sahip bir film. İzleyiniz, izletiniz.

Birkaç küçük alıntı:

Young journalist: Everything you say is contradictory. You can’t have been in one place and another at the same time. Of all those lives, which one is the right one?
Nemo Nobody aged 118: Each of these lives is the right one! Every path is the right path. Everything could have been anything else and it would have just as much meaning.

——

Nemo Nobody aged 118: It should be written on every schoolroom blackboard: life is a playground or nothing.

Mr. Nobody – Bay Hiçkimse Trailer

Cervantes’e Quijote’den Selam Var

13 Cuma Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, cervantes, don quijote, don quixote, maroia, miguel de cervantes, oznurdogan.com, yapı kredi yayınları


Okulda bir kitabı okuyor olmak oldukça zor. Yaklaşık üç senedir ödev olarak verilen kitapları okumamak, okumamak için yüz bin takla atmak gibi huylara bürünüyorum. İşin içine zorunluluk girdi mi kendimi kaybediyorum, yatıyorum kalkıyorum bir türlü kendimi veremiyorum işe. Fakat yaklaşık üç senedir her okumadığım kitaptan sonra bir hüzün çöküyor ve her seferinde kendime “Bir dahaki kitabı okuyacağım.” diyorum. Böyle samimi bir itiraftan sonra Don Quijote ile olan dostluğumu anlatmaya başlayabilirim. Sanırım bu normal yazılardan biraz daha uzun olacak.

Önce bu kitabın neden roman geleneğinin babası olduğunu açıklayalım. İlk olarak kitabı elinize aldığınızda anlıyorsunuz zaten. Böyle kalın bir kitaptan böyle baba gibi bir kitaptan mutlaka bir şeyler çıkacaktır diye. Sonra üniversite hocalarının da yardımı ile anlamaya başlıyoruz. Romaneskten romana geçişi sağlayan bir yapısı var Don Quijote’nin. Daha önce hiç denenmemiş şeyleri yapıyor Cervantes. Bana kalırsa Cervantes koca bir deli. Böyle bir şeyi yazabilmek için normal olmamak gerektiği kesin. Nasıl ki Dali aklını özgür bırakıp tuvali hayata çeviriyorsa, Cervantes de aynı şekilde sayfaları hayata çeviriyor.

Gözümüze neler çarpıyor bu kitapta? Hangi elementler bu kitabı roman haline getiriyor? Romanın başlangıcı kabul edilen bu kitabın en önemli özelliği nedir? Tam bir dönem boyunca bu sorulara cevap vermeye çalıştık ve romanı neyin oluşturduğu neyin oluşturmadığına karar veremedik. Ortada tahminler vardı fakat hiçbirisi tam olarak açıklayamıyordu. Roman nedir sorusunu bir kez de ben size bırakıyorum ve Don Quijote’nin özelliklerinden, Cervantes’in tarzından başlıyorum.

Romanda öncelikli konulardan bir tanesi anlatıcıya güvenip güvenemeyeceğimiz. Cervantes romanın en başında bize bu hikayeyi başkasından duyduğunu ve aktardığını söylüyor. Fakat hikayeyi dinlediği kişiye de güvenilmeyeceğinden bahsediyor. İlk olarak bu noktada bir şüpheleniyoruz. Romanın ilerleyen bölümlerinde Don Quijote’den dinlediğimiz bölümlere de hiç güvenemiyoruz çünkü olmayan bir sevgilinin peşinden koşan, kendisini gerçek bir şövalye sanan ve herkesin bildiği üzere değirmenlerle savaşan bir adam. İşte bu noktada anlatıcının güvenilirliği neredeyse sona eriyor.

Tüm roman boyunca büyülenme durumu söz konusu. Don Quijote tamamen hayal dünyasında yaşıyor. Yaşadığı her şey kendi hayalleri ve büyülenmesi ile alakalı. Aynı zamanda Sancho da (daima yanında bulunan yardımcısı) vali olma hayali ile yanıp tutuşan bir adam. Don Quijote ve etrafında gerçekleşen tüm olaylar kitabın sonundaki “disenchantment” yani hayal kırıklığından sonra son buluyor. Sancho Panzo aslında hiçbir zaman için gerçek bir vali olamayacağını, olsa da bundan hoşlanmayacağını anlıyor. Don Quijote de yaşadıklarının bir hayal olduğunu anlıyor. Don Quijote’nin yaşadığı fantezi dünyasında her türlü hayale yer var. Sadece üzerinizi değiştirip tekrar ona göründüğünüzde kendinizi bambaşka birisi olarak tanıtabilir ve onu kandırabilirsiniz. Don, kandırılmaya ve kanmaya çok açık bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.

Kitap boyunca Don Quijote idealist bir tip olarak karşımıza çıkıyor fakat kitap realizm üzerine kurulmuş. Dönüşüme ve büyülenmeye inanan bir karakter olarak Don Quijote romanın en tezat karakteri oluyor. Kitabın realizm üzerine kurulduğunu ortaya çıkaran en önemli nokta ise adalet ve ahlak sistemlerindeki çürükler, eksikler ve kişilerin manipülasyonları. Roman boyunca herkesin birilerine yalan söylediğini, kandırmaya çalıştığını ya da istifade etmeye çalıştığını görüyoruz. Bu konuda sadece Don Quijote bir hayalin peşinden koşan, hatta bir oyuncağın peşinden koşan bebek gibi karşımıza çıkıyor. Onun hayal dünyasının sonu ancak gerçeklerin acısını tattığında geliyor.

Kitaptaki her bir karakter toplum içindeki farklı grupları sembolize ediyor. Küçük ya da büyük, ne oldukları fark etmeden hepsi hayatımıza dair önemli noktalara değiniyor. Belki de Don Quijote’yi yüzyıllardır en ön sıralara koyan nokta da bu. Zaman hiçbir şekilde Cervantes’in yazdığı bu önemli kitabı geriye atamıyor. Daima yeni, daima bizlere ait parçaları buluyoruz.

Ne ben anlatarak bitirebilirim Cervantes’i ne de Don Quijote bir blog sayfasında yazılacak kadar kısadır. Bu yüzden aylaklık, tembellik ya da koalalık etmeyin ve böyle baba kitapları okumadan geçmeyin. Romanın babasına Don Quijote’den selam getirdim.

Yaşamın “en” Ucuna Yolculuk

12 Perşembe Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, Cesare Pavese, leyla erbil, maroia, oznurdogan, oznurdogan.com, tezer özlü, yapı kredi yayınları


Bir garip kadın. Bir alışamadığımız Türk kadını. Şimdiye kadar kaç Türk kadını bu kadar açık konuşabildi? Açık açık ölümden, aşktan ve seksten bahsedebildi? Bir elin parmaklarını geçmiyor. Parmaklarım oysaki küçük. Parmaklarım yetersiz kalmasaydı, bu konuda.

Tezer Özlü için Türk Edebiyatı’nın Gamlı Baykuşu benzetmesini ilk kimin yaptığını bilmiyorum fakat en doğru tanımlama olmuş. Daha ötesi yapılamazmış. Bir garip kadın Tezer Özlü. Huzursuz, rahatsız, sakin, doygun. Cümleleri bile değişiyor işte bu yüzden. Tek bir nokta ile binlerce şey anlatıyor. Ünleme ve soru işaretine de işte bu yüzden gerek kalmıyor. Tezer Özlü, kendi dilbisini yaratma konusunda kimseye bir şey danışmıyor.

Kitabı çok uzun süre okudum okumadım sürüncemesi arasında kaldıktan sonra bitirdim. Bir kitabı bitiremeyeyazmam yeterli onu asla bitirememek için fakat bu seferki farklıydı, Tezer Özlü’ydü diye asıldım kitaba. İyi ki de asılmışım.

Cesare Pavese seven herifçioğlunun tekiyim. Yaklaşık 6 senedir mutlaka bir yerinde var Pavese hayatımın. Tezer’in de öyle. İşte bu yüzden benden bu kadar uzak bir kadına, gamlı ve baykuş bir kadına yakın hissediyorum kendimi. Çünkü bu kadının italic olarak yazdığı ve Cesare Pavese’ye ait olan yazılar aynı anda aynı kişi tarafından seçilmiş gibi. O ve ben.

Cümleler açık, cümleler İstanbul’u istemediği halde yolları oraya çıkan Tezer gibi. Tezer bu kadar güzel kadınken hem de. Neden aklında ölüm düşüncesi vardı?

Bazen ben de çok düşünüyorum ölümü. Yaşamı düşünmek daha zor geliyor. Ölüm daha basit ve kullanışlı. Örneğin herkese yakışmasa da zorunlu bir moda.

Kefenlere cep dikilmesi çok yakındır. Ben de istiyorum ki kefenime yüzlerce kitap yaprağı sarsınlar. Öyle ölüvereyim işte. Uzatmanın alemi yok.

Uyuyan Adam / Uyuyamayan Kadın

03 Salı Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, georges perec, jethro tull, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kitapyurdu.com, maroia, oznurdogan.com, uyuyan adam


Her kitabın bir hikayesi bir anlatısı var bende. Nasıl olduğunu şu an hiç hatırlamadığım bir şekilde, bir adamla sanat ve kitaplardan bol bol söz ediyorduk. Şimdi ne adını hatırlıyorum ne de ne iş yaptığını. Sadece bildiğim bir şey vardı o da sanat ile alakalı bir sitesinin olmasıydı. Daha doğrusu blog kıvamında, sanat haberlerinin yayınlanacağı bir internet sitesi. Bir süre sonra bu sitenin pek çok alanı ile ben ilgilenmeye başlamıştım. Jethro Tull’ın gelişini ben müjdeliyordum, Ankara’da olanları ben yazıyordum fakat site bu ya, kimse girmiyordu. E içinde kadın da yok seks de. Site satmadı, biz sadece denemiş olmakla kaldık. O zamanlar çok kitap okuyor gibi görünmek ya da çok film izliyormuş gibi davranmak cool değildi. Sözüm ona. Sözüm… Of.

Fakat bu kişinin bana teslim ettiği bir internet sitesinin yanında bir de kitap vardı. Çok etkileneceğimi düşünmüş ve bana yollamıştı. Kitapyurdu.com’dan satın almıştı. İlk defa o zaman duymuştum bu siteyi. Sonra kitabı okumaya başladım ve fark ettim ki  minicik bir kitabın anlatacağı çok şey olabilir.

Durmadan bölümler çıkarıyordum kendime. Kitabın altını çizmek gibi bir huyum olmadığından kitabı doğrudan baştan yazmak zorunda kalıyordum. Demek ki kitap delik deşik olacaktı, eğer o cümleleri çizseydim.

Uyuyan Adam içimdeki sessizlikti. Kimsenin görmek istemediği en kirli ve durgun tarafımdı. Uyuyan Adam’ı okuyor olmak kendine kocaman bir aynadan bakmak, tüm dev aynalarını kırmaktı.

Dönüp dolanıp şu bölümü okuyordum fakat. En çok burayı sevmiştim:

Saatler, günler, haftalar, mevsimler boyunca her şeyden kopuyor, her şeyden soğuyorsun. Bazen, neredeyse bir tür sarhoşlukla, özgür olduğunu, seni bunaltan, senin hoşuna giden ya da gitmeyen hiçbir şey olmadığını keşfediyorsun. Ve oyun kağıtlarının ya da kimi gürültülerin, kendine sunduğun kimi gösterilerin sana sağladığı bu yıpratıcı olmayan havada, anların heyecanından başka leye yer vermeyen bu yaşamda, mükemmele yakın, büyüleyici, bazen de yeni heyecanlarla dolu bir mutluluk buluyorsun. çok mutlu bir parantez içindesin, her an esirgeniyor, korunuyorsun. çok mutlu bir parantez içinde, hiçbir şey beklemediğin, vaatlerle dolu bir boşlukta yaşıyorsun. görünmez, duru ve saydamsın. Yoksun artık: Saatlerin ardından, günlerin ardından, mevsimler geçerken, zaman akarken, neşelenmeden, 
hüzünlenmeden, geleceksiz ve geçmişssiz, öylece, düpedüz, apaçık yaşayaduruyorsun, tıpkı sahanlıktaki mustuktan damlayan bir su damlası gibi, pembe plastik bir leğende suya batırılmış altı adet çorap gibi, bir sinek ya da istiridyegibi, inek gibi, salyangoz gibi, bir çocuk ya da ihtiyar gibi, bir fare gibi.

Kitabı böylesine yaşamak beni mahvediyordu. Bir fare gibi kapanıyordum kendime. Hiç bitmesin istiyordum bir de kitap. Böyle kitaplar neden bitecekti ki? Daha biraz dışarı çıkıp kimseyle konuşmadan eve dönmüşlüğüm bile yoktu.

Georges Perec, Uyuyan Adam’ı yazdığında gözleri fal taşı gibi kapalıydı bence. Gözleri fal taşı gibi kapalı.

Bir de Baktım Yokum

02 Pazartesi Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

araf, öznur doğan, bir de baktım yoksun, can su boğuşlu, can yayınları, Cesare Pavese, dream tv, emre kongar, güven erkin erkal, maroia, merhmet barlas, oznurdogan.com, yekta kopan


Şimdiye kadar arkaya dönüp baktığımızda kimler vardı ki zaten? Bir de baktık en sevdiğimiz arkadaşlarımız, en sevdiğimiz dostlarımız, annemiz, babamız ya da diğerleri… Bir de dönüp baktık ki hayat bıraktığımız yerde değil.

Yekta Kopan’ı sadece televizyondan bilenlerin aksine kaleminin de iyi olduğunu bilmek beni rahatlatıyordu önceleri. Nasıl ki şişe dibi gözlüklü canım Emre Kongar’ın işi sadece Mehmet Barlas ile NTV’de didişmek değildi ve en sosyologtan daha sosyologtu, kitaplar yazıyordu. İşte Yekta Kopan da sadece tv’de var olan birisi değildi. Biliyordum fakat kitabını henüz okumamıştım. Bir Kopan gerçeği vardı ortada. Yeni bir kitap vardı bir de. Adı ile daha ilk anda bir kez dokunan hayata.

Arkadaşım kitabı bana hediye ettiğinde sevinmiştim bu yüzden. Uzun zaman sonra, uzun konuşmamazlıklardan sonra hediye etmişti hem de. İkimiz de ardıma baktığımızda yoktuk bir süre. Yok olmak hem acı verici hem acı çektiriciydi. Yok olmak aslında hep kötüydü.

Sonra kitabın kapağına baktım. Bir nefes alamama gibi oturuyordu boğaza. Arkasını çevirdim kitabın. Can Su Boğuşlu. Ne kadar uzun zamandır biliyordum seni. Dream Tv döneminden daha. Güven Erkin Erkal’a yardım ettiğin dönemden. Fotoğraf çekip yayınladığın dönemden. Kitap gittikçe anlam kazanıyordu. İçindekini merak ediyordum. Daha da merak ediyordum.

Kitabı bir solukta bitirdim.

Bir solukta arka bahçeye açılan gizli kapıya geldim. Araf’ta olmak gibiydi. Bir yanda ölüler vardı, yani asla yaşlanmayacak olanlar. Ölmek, bir yandan iyi bir yandan kötüydü. Ölmek demek, yaşlanmamak demekti. Daima o yaşta kalmak. Ve hatta bazı inançlara göre gençliğine bile dönecektin öldükten sonra.

Konuşmalar büyüyordu, yazılar çoğalıyordu. İki kişi kendi arasında konuşuyordu. Onları seyre dalıyordum. Ben okumaya devam ediyordum. Ne anlamlar çıkarıyordum.  Bir de bakıyorduk ki okuduğumuz sayfalar yok etrafımızda. Kitaplarımız başkalarında. Kitaplarımız ve kitapsızlıklarımız mağazalarda.

Arkamıza bakıyoruz ki en sevdiğimiz adam ya da kadın çok farklı olması gerekenden. Örneğin elinizi eskisi gibi tutmuyor. Örneğin anneniz sizi artık düzeltmeye çalışmaktan vazgeçmiş. E pes etmiş yani. Yani bezmiş.

Bir de baktım ki kitabın son sayfalarındayım. Bir de bakacağım ki iki sene sonra, kitabı yalnızca bu yazı ile hatırlayacağım.

Bir de baktım ki en sevdiğim insanlar çoktan uzaklaşmış ve yaşım 65. Ve kendimle konuşuyorum, Cesare Pavese olamadan.

Albert Camus’yü Okumak / Mutlu Ölüm ve Yabancı

28 Perşembe Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

albert camus, öznur doğan, düşüş, içimdeki deniz, kitap inceleme, kitap tanıtım, mar adentro, mutlu ölüm, oznurdogan.com, yabancı


Zordur. Albert Camus şimdiye kadar pek çok insan tarafından karmakarışık (!) bulunduğu için bir kenara bırakılmıştır. Albert Camus okuyacaklara en büyük tavsiyem tüm dikkatlerini kitaba vermeleri gerektiğidir.

Şimdiye kadar yalnızca üç Camus kitabı okumama rağmen bu izlenime çoktan kapıldım. Aslında daha ilk anlarda yani Camus ile ilk tanıştığımda anlamıştım bu adamla çok iyi anlaşamayacağımızı. Yabancı adlı kitabını çok kez duymuş fakat okuma fırsatı bulamamıştım henüz. Bir yerlerden bulmam gerekiyordu bu kitabı. O dönemde de Hürriyet Gazetesi kitapları dağıtmakla meşguldü. Ellerinde kalmış herhalde normalde yapmazlar böyle güzellikler. Aldım kitabı elime, başladım okumaya. Genç bünyeme ters düşüverdi Camus. Daha lise ikinci sınıftayım. Okuduğum kitapların içerikleri hiç Camus’leşmemişti. Anlamadım. Hikayeyi algılayamayan beynim kitabın kapağını da kapattırdı. İki buçuk sene sonra açabildim.

Yabancı bittiğinde kendimi bir çuvalın içinde taşıyormuşum gibi hissettim. Üzerimden dozer değil jet geçmişti. Yorulmuştum fakat garip bir galibiyet gülümsemesi vardı yüzümde. Albert Camus ile bir kez tanışmıştım ve benim tabiatımda tanıştığım insanları unutmak yoktu. Sadece ara veriyor ve biraz uzaklaşıyor, yorumlardan ve beynimin bağlantılarından uzaklaşıyordum. İkinci kitap müthiş bir kitapkurdu olan arkadaşım tarafından armağan edildi. Düşüş.

Üzerine bir şeyler yazmamı da istemişti kendisi. Sanırım yazdıktan sonra bu yazıyı ona yollamayı unuttum, ancak o da hiç aman efendim şuralarda bir Albert yazıyordu, Camus yazıyordu demedi. Olmaz! Dikkat gerek, takip gerek. Dönelim Düşüş’e. Düşüş benim için boyut ötesinde bir noktada oldu. Camus’yü okumak benim için hala zordu fakat aldığım keyif Yabancı’dan çok daha fazlaydı. O yazımın linki tam da şurada aslında.

Ve ardından doğum günümde bir diğer arkadaşımın hediye ettiği Mutlu Ölüm. Mutlu Ölüm benim için Camus üçlüsüne nokta atışı yapıyor. Dünya üzerindeki nadide threesomelardan bir tanesi olma özelliğine sahip. Sanki hepsi birbirini çoktan tamamlamışlar da birileri bunun haberini bize vermemiş gibi. Sonra düşünüyorum, Albert Camus’nun bunların hepsini tek bir roman için yazdığını hayal ediyorum. Konudan uzaklaşıyorum, Mutlu Ölüm üzerine düşünmeye başlıyorum.

Hem Mutlu Ölüm hem de Yabancı benim üzerimde buz parçasının dolaşması etkisi yaratıyor. İnsanın ne zaman ölmesi gerektiğini düşünüyorum Mutlu Ölüm’den sonra. Ne zaman kabul eder ki İçindeki Deniz’i? Bir seri katil olmayı başarabilir miydiniz peki? Bu hayatta kaç kişi bir tekerlekli sandalyeye bağlı kalarak yaşamayı kabul eder.

Albert Camus işte bunu yapıyor. Demir bir yumruk ile vuruyor karnınıza. Onda hiçbir şey tek boyutta değil. Sebepler ve sonuçlar, başlangıçlar ve bitişler… Hepsi bir flu fotoğrafta saklı.

Albert Camus okumak bana hiç kolay gelmesi. Çok kolay diyenin de alnını karışlamayı borç bilirim. Yeni kitaplara dalsak mı dersiniz?

Empati’nin Olasılıksız’lığı

28 Perşembe Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

adam fawer, öznur doğan, empati, jean christophe grange, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, olasılıksız, oznurdogan.com, şizofren aşka mektup


Yunanistan’a yolculuk başlamışken ve yol da hazır 6 saat sürecekken yeni bir kitaba başlamanın tam zamanı dedim yıllar önce. Dan Brown’ın kol gezdiği bir dönemdi sınıfta. Herkes güzel oranlarda kitap okuyordu. Bir kitap 12 kişi tarafından okunuyor ve sonra sahibine teslim ediliyordu. Dil sınıfı olarak güzel patlamalardaydık. Bir gün arkadaşım sınıfa Olasılıksız’ı getirdi.

Olasılıksız’ın iyi patlama gösterdiği bir dönemdi. Evet, herkesin okuduğu bir kitabı neredeyse ilk defa aynı dönemde okuyacaktım. İlki yaşamanın tedirginliğini yaşıyordum. Kitabı yanıma almış olmaktan mutluydum. Okumaya başladım. Olasılıksız şimdiye kadar okuduğum kitaplara bir nebze benziyordu fakat farklı bir örgüsü vardı. İlk olarak kafa içindeki sesleri duymak ve kendimce hesaplamalar yapabiliyor olmayı sevmiştim. Ardından daima bir yerlerde yanık et kokusu aradım. Şizofren değildim, henüz böyle bir koku hiç almamıştım ama Olasılıksız’da baş kahraman olmayı enteresan bir iç güdü ile istiyordum. Garip yaratık şu insan dediğimiz.

Olasılıksız’ı 6 saatlik yolculuğun sonunda bitirmiş olmanın keyfini yaşıyordum fakat tatilde okuyacak kitap kalmamıştı. Ben de kitabı tekrar kurcalamaya karar verdim. Jean Christophe Grange’de yaşadığım “Bu adamlar bunları nasıl yazıyor?” sorularına tekrar gark oldu beynim. Açıklama getirmek gittikçe zorlaşıyordu. Ardından Empati geldi.

Empati hikaye olarak bana daha yakındı. Zaten burnumun da yanık et kokusu alacağı yoktu. Domuz gibi sağlam bir bünyem vardı anlayacağınız. Deliliğin peşinde koşturmak da yoruyordu biraz. Yeterince söz etmiştim delilikten ve ona dair her şeyden. Şizofren Aşka Mektup’u bile daha öncesinde okumuştum. Beyin beyin değil, çöplük.

Empati’yi okudukça Olasılıksız’ı geri plana itmeye başladım. Empat olma isteği ile yanıp kavruluyordum. Empat nasıl olunabilirdi? Herhangi birisi gerçekten empat olabiliyor muydu? Ben hangi empat olmayı seçerdim? Empati’yi okurken sorular soru üstüne geliyordu. Öncelikle kendimi tanımam gerekiyordu. Sesleri mi daha çok seviyorum renkleri mi? Yoksa tatları mı?

Asla iştahsız bir çocuk olmadım. Ardında bir şey seçtim kendime. Empat tabii ki de olamazdım ama bir empat gibi yaşayabilirdim. Tatları duyabilirdim örneğin. Bir makarnanın hafif tok sesini, elmanın ise inceye yakın… Zamanla kendimi empat olduğuma da inandırdım. Birazcık sayko potansiyeli yok değil, evet. Fakat beni içine alacak bir aksiyon yoktu. Burası İstanbul’du. Haval cümlelere dahil olması için İstanbul’un en az bir 3 senesi vardı. Demem o ki, Adam Fawer yazmış icat etmiş, kahrını ben çekiyordum. Empati Olasılıksız’ı solda sıfırda bırakmıştı gözümde. Birçok kişi Olasılıksız’ı ilk gözağrısı olarak görüyor ve vazgeçmiyordu fakat ben Empati’yi daha önlere alıyordum listede.

Romanları hala okumamışlara sesleniyorum, hiçbir şey için geç değildir. Başlamak kazanmanın yarısı, el elden üstündür. Damlaya damlaya göl olma ihtimali ise bir hayli yüksek.

Cemo Bir Köy Adamıdır

22 Cuma Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

100 temel eser, öznur doğan, can yayınları, cemo, ince memed, köy, kütüphane, kemal bilbaşar, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, meb, oznurdogan, oznurdogan.com, tarla, türk dil kurumu, türk dil kurumu roman ödülü


Kemal Bilbaşar’ı bilir misiniz bilmem. Çanakkale’de doğmuş ve hayatını edebiyata adamış bir aydın adam. Cemo isimli kitap ile Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü alan ve kitabı MEB’in 100 Temel Eser listesine girmiş bir yazar. Kemal Bilbaşar, bilen için çok bilmeyen için hiç bir adam. Kemal sessiz ve sakin, gürültüsüz bir adam.

Cemo’yu okul kütüphanesinden yürüttüğüm günü hatırlıyorum. İsmi dolayısıyla almış olma ihtimalim çok yüksek. Lisede kütüphaneden iyi kitap yürütmüşlüğümü düşünürsek kitap okuma aşkının bende küçük çapta kitap hırsızlığına dönüştüğünü görebiliriz. Ancak şimdiye kadar değer verdiğim tüm hocalarım şunu diyebilecek açık yüreklilikteydi, “Kitap çalmak öğrenciye mübahtır.” E o zaman en sevdiğim!

Cemo’yu uzunca bir süre okuma sırasında geri ettim. Köyü bilen, her yaz toprakla haşır neşir olma fırsatı bulan bir çocuk olarak Cemo daima cepteymiş gibi geldi. Bir şekilde Kemal anlatacak, ben okuyacağım ama sanki bu Kemal hep benim bildiklerimi anlatacak.

Kitabı okuma zamanım geldiğinde isme dikkat ettim o anda. Cemo. Neden Cemo’ydu? İnce Memed gibi miydi örneğin? Hikaye içinde hikaye, köy içinde yaşam mıydı? Cemo nereliydi? Okumaya başladım.

Irkların birbirinden ayrılıyor oluşundan hoşlanmam. Aslına bakarsanız ırk meselesinden hoşlanmam fakat bir tedirginlik de yok değil üzerimde. Meseleler açıldığında keyfi kaçan ve bu konularda tartışmaktan uzak olan da benimdir. Cemo’yu bu yüzden temkinli okumaya çalışıyorum. Kürt – Türk meselesinde iki arada gidip gelirken tarafsız bakmaya uğraşıyor, kitabın tadını almayı amaçlıyorum ve fakat sonra bakıyorum ki kendimi kasmama hiç bu kadar gerek yokmuş. Kemal zaten çoktan bilmiş kıvamını da, yapması gerekeni de. Bir Ege insanı olarak -Kemal ile aynı bölgedeniz- o an anlıyorum ki o yakın görmüş kendisine bu insanları. Çünkü ineği sağmanın, gebeliğin ve gebe kalamamanın anlamı tüm köylerde aynı.

Tüm köylerde eşkıyanın resmi de aynı fotoğrafı da. Köy dediğiniz işte bu yüzden Türkiye içinde genel geçer bir şey. Garık kelimesi başka yerde başka bir şey olsun. Eminim okurken anlayan en az 3 kişi vardır. Ya da kış geldiğinde köyün seferberliği… Bu da aynıdır köy dilinde. Köy dilinin kemiği imece üzerine kurulmuştur. Un biterse, yanda vardır. Yağ çoksa, birilerine verilebilir.

Yani kitap aslında tamamen ırklardan arınmıştı. Kürt, Türk, Çerkez, Laz! Kimse fark etmiyordu köyde. Eğer hamile kalamazsa kadın, tüm köylerde kusurlu ve geri plandaydı. Eğer hasat vakti geldiyse, tüm köy ile birlikte hasat yapılacaktı.

Köyün dili birlikti, aileydi. Birbirine ayakbağı olanların bile ayağına ayakkabıydı. Köy, toprak kokuyordu; saf aşk kokuyordu. Köy, adamakıllı köy kokuyordu.

Aşkın Ömrü Kaç Yıldır?

21 Perşembe Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

aşk, öznur doğan, doğan kitap, edebiyat, frederic beigbeder, gaziosmanpaşa, kitap çadırı, maroia, oznurdogan.com, renan akman, ışk


Lise ikinci sınıfta kitaplar ile yüz göz olmaya başlayınca dedim ki bol bol kitap almalıyım. Fakat o zamanlar mideme dikkat etme gibi bir problemim var. Harçlığımın %50’si yemeğe gidiyor. Homunu homunu yemek yiyorum. (Bu oran %150’e çıkacaktır son sene) Gaziosmanpaşa’nın merkezinde kitap çadırı! A-ha! dedim, işte tam da burası benim aradığım yer. Kitap çadırını 5 kere tavaf etmeme rağmen kendime göre bir kitap bulamadım. Hem fiyatları yüksek gelmişti hem de basımlarının kötü olduğu 75.000 kilometreden belli oluyordu.

Son çıkış bölümüne yaklaşırken gözüm bir sepete ilişti. Bir sürü kitap… Seçmece bunlar seçmecee! Seçmeye koyuldum, sanki seçmeyi çok biliyormuşum gibi. Bir kitap çekiyorum, yazarın adını bilmiyorum. Bir kitap çekiyorum, kitabı ömrüm boyunca hatırlamayacağıma anında beynimin söz verdiği… Bir kitap çekiyorum sümmehaşa! Allah allah! Kocaman sepet yahu işte, nasıl olmaz güzel bir kitap? Güzel kitapları da çok iyi biliyorum ya!

Artık sepet atıl yetil olmaya başlayınca karşıma iki kitap çıkıverdi. İlki Aşkın Ömrü Üç Yıldır! Doğan Kitap’tan çıkmış, yazarı Frederic Beigbeder, çevireni Renan Akman. E güzel. Aşkın ömrünü bulmuşlar, aşka zaman biçmişler. Ameliyat masasına almamışlardır herhalde aşkı diyorum. Frederic’in ismini gözüm tutuyor. Kitap da ince mi ince. Mis! Şimdiki para ile 4 lira 75 kuruşa alıyorum kitabı. Sudan ucuz! Bir diğer kitap ise Gecenin Anlamı. (Bu kitap benim için özeldir ve şu anda Polonya’da olan arkadaşım Ceren’e armağan etmişimdir. Etmese miydim?)

Kişisel gelişim kitaplarından nefret eden ben, aman canım aşkı da öyle mahvetmemiştir diyerek dalıyorum romana. Kimyasallar, katalizörler, kıvır and zıvır birbirinden ayrı şeyler. Roman desen roman değil, mektuplaşmalar fakat bir karşılıklı görüşme değil.  Üzülüyorum yanlış kitap seçimi yaptığıma. Sonuçta 5 lira vermişliğim var. 5 lira demek 2 gün yemek demek. La havla vela! Kitaba kaldığım yerden devam ediyorum, aşkın ömrünün üç yıl olduğuna beni kafadan inandıramayan Frederic, mecburen tozlu raflarda kalıyor.

Bana kalırsa aşkın ömrü yok. Aşk ya yaşıyor ya da ölüyor. Bir ilişki aşkın ölmesi ile de başlayabiliyor, yemyeşil yeşermesi ve hayat bulması ile de. Aslında aşk üzerine bu kadar konuşmak yersiz, aşk bu kadar anlatılması gereken bir şey değil. Aşık adam şöyle yapar, aşık kadın böyledir genellemelerinin hepsi eksik. Aşk, paradoksaldır, görecelidir. Aşk ışk kelimesinden gelir. Işk da yaratmanın özüdür. Yani aşkı da sen yaratırsın, ışkı da.

Aşk üzerine bu kadar çok konuştuktan sonra ben de kendimi yalanladım. Ah bu ben, kendimi, nerelere vursam? Ya da bursam! Ödev yapmalıyım. Zaman ilerliyor. Tik, tak. Tik, tak!

Bana Yakın Bir Gülten Akın

20 Çarşamba Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

öznur doğan, beyaz mantolu adam, göğe bakma durağı, gülten akın, ilkyaz, kadınsı, kaplan, kestim kara saçlarımı, maroia, oznurdogan.com, raşit çavaş, seyran destanı, sonbaharda bir salı, sunay akın, Turgut Uyar, yağmur altındaki adam


Gülten Akın’ı okumaya başlamak yeni bir maceraya sürüklenmek demek. Önsözde Raşit Çavaş’ın bahsettiği şey de tam olarak bu. Şöyle bir alıntı ile çıkıyorum yola:

“Ülkede yasaklar artıyorsa, çağa ters düşen gelenekler hala sürüyorsa, erkeklik kavramı ve baskısı kadınlar üzerinde hala sürüyorsa, bütün bunlara, sadece ‘kara saçları’nı keserek değil bütün dizeleriyle karşı çıkan bir Gülen Akın’ı baktığınız her yerde göreceksiniz.”

Gülten Akın pek çoklarımızın bilmediği bir şair. Nedeni çok basit. Say denildiğinde yüzlerce erkek şair sayarsınız da art arda, kadın şairlerde tıkanır kalırsınız. Çünkü sanki hiçbir iş olmadığı gibi edebiyat da kadının işi değildir. Kadın bu ya, otursun evde. Elinin kadın hamuru ile ne şiire ne yarin zülfüne ne de bam teline dokunsun. Kadın çünkü, otursun ve çocuk büyütsün. Ancak Gülten’in niyeti yok oturmaya evde, biçki dikiş de bilir de en çok kelimeleri işlemeyi bilir kağıt üzerine.

Şöyle sıralıyorum Gülten’in şiirlerinden parçaları, ilk olarak Sonbaharda Bir Salı

“Bir büyük şehrin kalabalığında

Yaşadığını duyuyordu her şeye rağmen”

Kocaman şehirlerde, minicik kalabilen insanları biliyordu o örneğin. Yaşamanın tadını da biliyordu, birisini yaşatmanın da. Birisi ile birlikte  yaşamanın ne demek olduğunu da biliyordu, günlerin yaşanamayışını da.

Beyaz Mantolu Adam gibi Yağmur Altındaki Adam‘ı gözlüyordu gizlice. Yağmurun yenilemenin yanında yeniden günahla yıkadığını hatırlatıyordu. Yağmur belki de akla düşen bir seldi, tüm hatıraları silmek üzere hazırlanmış. Yağmur aslında içimizdeki yeldi, tüm anıları süpürmek üzere hazırlanmış.

Gülten’in kelimeleri aksak, Gülten’in kelimeleri tekrar ve tekrar üzerine. Kelimelerle oynamayı seviyor Gülten. Neden bana yakın bu kadın? İşte bu yüzden bana yakın bir Gülten Akın. Kadınsı şiirinde kendine bakıyor, içindeki adamın var oluşuna, ikisinin bir araya gelişine tepeden bakıyor. Nelere aldandık ve nelere aldanmadık ki şimdiye kadar. Bizi bu adamlar mahvetti.

Sonra kesiveriyor saçlarını, Kestim Kara Saçlarımı diye ilan ediyor. Kadını bağlayan tüm urganlardan, tüm yargılardan ve olaylardan koparmaya çalışıyor. Kesiyor kara saçlarını, illa da bele kadar inme zorunluluğunda olan. En kadın saçları. Gülten’i bu yüzden seviyorum, ben de çok zaman önce Kestim Kumral Saçlarımı. Son olarak

“Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi

Bir yaşantı ile karşılayanlara

Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum.”

Aşkı biliyor, kadınlığı biliyor bu kadın da yalnızlığı mı bilmeyecek? Kaplan şiirinde yalnızlığa adım atıyor sakin ve sessiz

“Yalnızlık bakımlı otlar arasında

Kendiliğinden açan çiçek.”

Yani, yalnızlığa ne siz karar verebilirsiniz ne de bir başkası. Yalnızlık asidir, tek başına hareket etmeyi sever. Nerede bir güzel ot var, onun dibinde biter. İstenmeyen ot misali.

İlkyaz gibi karşımda sonra… “Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya”

Söyle be kadın, bu kez söyle. Nelerdir bu ince şeyler ve kimlerdir bu kimseler? Kimsesizler ve şeysizlere yol göster. Oturalım, birlikte çözelim… Tüm heceleri anlamaya çalışalım. Zaman hızlıca akıp gidiyor, zamanı tutabilene aşk olsun. Bir oturalım şöyle, ellerimize bakalım, ele bakalım. Eller ne diyor bize, biz nasıl bakıyoruz onlara. Bir bakalım. Turgut da gelsin, birlikte göğe bakalım.

Şiirlerde kendimi bulmaya çalışmam belki de Gülten’in beni anlatmaya çalışmasındadır.

“Bense yirmi yıl bakmadan çizdim duvarları

Bir anaç çizgide derinleşerek”

Derinleşerek büyümek mümkün böyle şiirler ve şairlerle. Derinleşmek, kendinin en derinine inebilmek. Çıplak bir halde bakabilmek kendine. İşte belki de bu yüzden, her yeri anlatan, her şeyi anlatan duvarları çizdik birlikte. Çünkü hangi ülkeye gidersen git, duvarlar daima sokağı yani bizi anlatırlar.

Politikanın tam içine düşmüş, siyasete nefer, kılıcını kuşanmış, destana gider. Seyran Destanı’nı yazmış bir de. Destanlar imkansız göründükleri için destandır, kulaktan kulağa, ağızdan ağıza gezmiştir kocaman bir ömür boyunca. Destansıdır bu yüzden, akla gelmeyecek gerçekleri taşır. Bir adamı, bir kadını, direnen insanları taşır.

Sonra sadece şiirlerden ayrı bu satılar kalıyor geriye:

“İnsan

Bazan

İçinden içinden büyür insan bazan.” 

“Bir de seni seviyorum fotoğrafı

Neden sen yoksun içinde unutmuşum bunu

Atmışsın kendini çerçeveden dışarı.”

“Her denize kıyı olabilir misin?”

Gelin birlikte, en az bir denize, bir kıyı olmayı deneyelim.

Yenilik Haberi

16 Cumartesi Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Güncel, gündem, medya

≈ Yorum bırakın

Etiketler

antieksi, antisourtimes, öznur doğan, facebook, gezgin, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, müzik, mekanist, oznurdogan, oznurdogan.com, ozznurdgn, pinterest, sinema, twitter, uludağsözlük


Bu bloga başlarken aklımda hayatıma ve sevdiğim her şeye dair bir şeyler yazmak vardı fakat kitap tutkum bunların önüne geçti ve bloga yön verdi.

Şimdi yapmak istediğim şey yepyeni bölümlerle daha geniş çapta anlatmak her şeyi.

Bölümlerin neler olacağına karar verdim bile. Sırasıyla yazmaya başlayacak ve hayat dolu bir bloga dönüştüreceğim burayı.

Desteklerinize talip olduğum doğrudur. Yorumlamak, beğenmek ya da günahı kadar sevmemek… Hangisini düşünüyorsanız düşünün, hepsine hazırım.

Hayatlarımızı birleştirmeye ne dersiniz?

(Vesikalık fotoğrafımda ilk defa bu kadar güzel çıkmışım. Mmm..)

Gelmiş Bulundum

14 Perşembe Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, bedirhan toprak, duygular, Edip Cansever, gelmiş bulundum, içinden doğru sevdim seni, koro, maroia, masa da masaymış ha, mendilimde kan sesleri, naif, oznurdogan, oznurdogan.com, pas, ruhi bey, su, tragedyalar, ts.elliot, yerçekimli karanfil, şair, şey şey şey ve şeylerden, şiir incelemesi


Bu adamlar şair, bu adamlar hepimizden farklı. Edip Nazım Hikmet ile başlayan şiir serüveni Edip Cansever’le devam eder. Ardından Gülten Akın gelecektir, bunun da farkındayım. Şiirler ile haşır neşir ve hatta can ciğer kuzu sarması olabilmemin nedeni onları okuyabilmek için bir zaman beklemek değil. Şiir, her an her saatte okunabilecek bir şey… Yeter ki kimi okuduğunuzu bilin.

Edip Cansever! Bir garip bakışlı adam. Şöyle çakmak çakmak açtı mı gözlerini dünyaya, demek ki bir şiir çıkacak elinden. Dikkat! Yaralar şiirler. Edip Cansever’in en büyük silahıdır şiir, arkada kemerinde saklar. Gerektiğinde en hızlı da o çeker silahını, kimsenin esamesi okunamadan.

Gelmiş Bulundum Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan şiir kitaplarından. Hazırlayan Bedirhan Toprak. Peki kimdir Behirhan Toprak? Neden elini Edip’e bulamıştır? Edip kadar duygu yüklüdür çünkü, Edip kadar naif.

“çıplaktım
bütün mevsimlerini yağan bir yağmur görüyordum o bütün mevsimlerini
yağan yağmurun bütün çınarların bütün yapraklarından damla damla
ışıklarını görüyordum o bütün mevsimlerini yağan yağmurun bütün
çınarların bütün yapraklarından damla damla ışıklarının aktığı bütün
o unutuş ırmağının yüreğini görüyordum o bütün mevsimlerini yağan
yağmurun bütün çınarların bütün yapraklarından damla damla ışıklarının
aktığı bütün o unutuş ırmağının yüreğinin haykırışını
ellerimde görüyordum
gözlerimde görüyordum
saçlarımda görüyordum”

diyordu. Karmaşıktı Edip kadar. Edip’e hep Cemal diyesim gelir.

Sonra düştüm Edip’in peşine, Gelmiş Bulundum’un sayfalarını araladım, tüm sayfalarını sayfalar içinde kapadım.

Masa Da Masaymış Ha… şiirinde masaya ne koyduysa aynısını koydum. Yaşama sevincimi koydum, anahtarlarımı, çiçekleri, sütü, yumurtayı, pencereden gelen ışığı, havanın yumuşaklığını…

Şair kere şair adam, masaya aklında olup bitenleri de koymayı başarıyor, biranın dökülüşünü de. Canım bira çekiyor, gribim bu günlerde. Bira bana yasak. Bırakın Edip içsin. Edip’le bira içesim gelir.

Sonra bu narin adam, bu çakmak bakışlı, sigarasını yakarken elini siper yapan adam Yerçekimli Karanfil’i yazar.

Biliyor musun? az az yaşıyorsun içimde

Oysa ki seninle güzel olmak var

Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi

Sen yerçekimli bir karanfilsin, düş içimize diyor. İçime çektiğim karanfilsin, bir sevdanın büyütüldüğü…

Sonra Şey Şey Şey ve Şeylerden çıkıyor karşıma. Nerenden başlasam seni soymaya, sevgili şiir. Şöyle beylik lafların var, şöyle incelikli;

bir adam kendi tiyatrosunda, tamam
bir köpek sokak değiştirdi, korkak
ici süt dolu bir lokanta, ve kapandı
ben ağzıma geleni söyledim, öyle
gene bir ağaç öttü, bu kaçıncı.

sevişsek olmaz mıydı, varan bir
elbette olurdu, bir kır çiçeği bir bulut
bir gülüş kanamak üzere, ve gizli
ve çabuk tarafından bir şey, şarap
aşk gene kelime değiştirdi, vahşi.

güneşe çıktık, bunu unutma, varan iki
ne uzak bir sesimiz vardı, efsane
gelince çile geliyordu bir çay
oysa biz iki demiştik, varan üç
gözler ki demeye kalmadı, derin.

kimbilir ne seviştik ki saat kaç
elleri tetikte bütün gazetelerin.

Hiçbir bölümü atıp kaçamıyor, çırpıp kurtulamıyorum. Sanki bir kelimeyi yerinden oynatsam tüm mısralar taarruza geçeceklermiş gibi. Sanki tüm kelimeler düşman olup gideceklermiş.

Aklım okulumda, aklım sınavların açıklanmasında. Aklıma şiir dersi geliyor, T.S.Elliot. Ne yapmış bu zat-ı muhterem? Şiir benim değil mi, yıkarım gelenekleri demiş. Bir aşk şarkısı yazdırmış anlatıcısına ama aşk şarkısı asla aşk şarkısı olamamış. Şiiri de uzun, adam akıllı. Mısralar desen çıkmış yoldan. Kafiye ve uyak var, ama bildiğimiz gibi değil. Sonra gözüme çarpıyor işte Edip’in bir şiir, hemen aklıma Elliot geliyor. Tahtakale şiirinde gözümün önünde birden fazla şair oluyor.

İnsanın kendi tragedyasını yazıyor Edip. Tragedyalar III / Koro. Hep beraber birbirimizin hikayesini anlatmaya başlıyoruz;

birden bire yapayalnızsanız her yerde
ve bundan korkuyorsanız
en küçük şeylerden bile. örneğin birine saati sorsanız
karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize
biriyle bir şeyler konuşsanız
ve her gün kitaplar, dergiler alsanız. postacı her gün mektup getirse
sözgelimi bir resmi dairede
fazlaca oyalansanız
şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste neden olmasın
kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
tuhaftır
sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.

Ben şairi, kelimeleri ile severim. Edip’le kelimeleşesim gelir.

Su, Pas ve cendilimde Kan Sesleri. Sen sen ve sen! Siz üçünüz! Yani nasıl koparayım cümleleri, nasıl anlatayım derdimi? Yardımcı da değilsiniz sorularıma. İşiniz ve gücünüz sorun yaratmak.

Ama kırıyorum zincirlerini şiirlerin, mısraları özgür bırakmak adına.

“Herkes dünyayı bir yanından onarıyor sanki”

“Bir gün, bir uzun gün bir aynanın önündeyim

Kirpikler ve saçlar bitti

Gövdem duvara sürte sürte inceltilmiş bir nesne gibi

Dalgın ve uzun

Uzun ve sisli

Ben ki gövdemle tattım gövdemi, iyi bilirim”

“Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar

Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

Mendilimde kan sesleri.”

Yıkarsın ve yeniden yaparsın, en sonunda yeniden yıkarsın Edip. Kelimelerin dostu ve kelimelerin düşmanısın. Ruhi Bey’e takmışsın kafayı, Ruhi aşağı, Ruhi yukarı. Bırak rahat şu adamı!

Yine de bir kadına İçinden Doğru Sevdim Seni diyebilirsin, büyük aşk sözleri edebilirsin. Büyük aşk sözleri nasıl yakışıyor ağzına, tekrar söyle;

“içinden doğru sevdim seni
bakışlarından doğru sevdim de
ağzındaki ıslaklığın buğusundan
sesini yapan sözcüklerinden sevdim bir de
beni sevdiğin gibi sevdim seni
kar bırakılmış karanlığından”

Seyir defterinin satırlarını açmakta üstüne yok, kelimeler inci tanesi. Doğanın sana verdiği bu ödülden, çıldırıp yitmemek için, iki insan gibi kaldın, birbiriyle konuşan iki insan. Doğanın ona verdiği hediyeyi bilmem ama hediyeleşesim gelir Edip’le.

Edip! adından gelir senin böyle edip oluşun. Böylesine can’ı ve canan’ı sever, şair tabiatlı oluşun. Şairleşesim gelir seninle.

← Older posts

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...