• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Category Archives: Filmler, sinema, film inceleme

Requiem For A Dream – Bana Bir Şeyler Oluyor

10 Pazar Ağu 2014

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 1 Yorum

Etiketler

A Hard Nut To Crack., bir rüya için ağıt inceleme, Bir Rüya İçin Ağıt, Clockwork Orange, Darren Aronofsky, eroin, eroin nasıl kullanılır, eroin nasıl yapılır, Game of Thrones, Harry, jared leto, Marion, Requiem For A Dream, requiem for a dream inceleme, Sarah Goldfarb, seks partisi, Tyrone


requiem-for-a-dream-jared-leto-izleHayatınızda hiç bir filmi izledikten sonra kusmak istediniz mi? Ben istedim. Requiem For A Dream bittikten sonra sırt üstü yatıp uzunca bir süre mide bulantımı geçirmeye çalıştım çünkü şimdiye kadar hiçbir film sonrası böyle kötü olmamıştım.

Requiem For A Dream’i yaklaşık 3 yıl önce izleme girişiminde bulunmuş ancak neden kapadığımı hatırlamadığım bir sebeple devam etmemiştim. Aslında bu aldığım doğru kararlardan bir tanesiymiş. Darren Aronofsky‘nin yönetmenliğini üstlendiği ve Türkçe’ye Bir Rüya İçin Ağıt olarak çevrilen bu film beni alt üst etti.

Tam da Game of Thrones izlerken araya giren bu biricik film bana “Filmi izlediğim sürede 3 tane Game of Thrones bölümü izlerdim.” dememe neden oldu.

Sebebi filmin kötü olması mıydı? Hayatımdan saatler çalması mıydı?

Bende bu etkiyi bırakan tamamen filmin olması gerektiği gibi olmasından kaynaklanıyordu. Şimdiye kadar izleyip beni asla hayal kırıklığına uğratmayan Jared Leto bu filmde uyuşturucu bağımlısı ve satışçısı olarak karşımıza çıkıyor. Çikolata bağımlısı anne Sarah Goldfarb eşi öldükten sonra yalnız kalmış bir kadın. Her gün oğlu annesinin televizyonunu çalıyor ve satıyor, annesi de gidip televizyonunu geri satın alıyor. Sarah için günler aynı geçiyor, döngü böylece devam ediyor. Her gün aynı programı izleyerek potansiyel bağımlılığının ilk adımını bizler için sergiliyor.

requiem-for-a-dream-bir-ruya-icin-agit

Harry (Jared Leto) kendisi gibi bağımlı kız arkadaşı Marion ile türlü çılgınlıklara imza atsa da onlar için çılgınlık ilk olarak uyuşturucu kullanıcılığından uyuşturucu satıcılığına geçtiklerinde oluyor. Harry ve arkadaşı Tyrone‘un kısa süreli drug dealer king döneminde Harry annesini görmeye gidiyor. Onu çok sevdiği için televizyon aldığını söylemek isteyen Harry karşısında kendisine benzeyen bir kadın görüyor. Televizyondaki yarışma programına katılacağı için kilo vermeyi takıntı edinmiş ve haplara başlamış olan annesi tripte bir uyuşturucu kullancısı gibi dişlerini gıcırdatıyor.

Sarah’nın her gün daha da bağımlı hale geldiği ve bir türlü yenemediği kilo verme arzusunu onun sonunu öngörüyor. Yavaş yavaş Sarah’nın psikolojisinin bozulduğunu görüyoruz. Ortada eroin kalmadığı için yavaştan kayışları koparan Harry, Marion ve Tyrone üçlüsü de buna çare aramaya başlıyorlar.

Filmde izlediğimiz her karakterin backgroundunu ve geleceğini bir araya getirdiğimizde kırık kalpler durağı ortaya çıkıyor. Sarah kocasını seven ancak erkenden kaybetmiş bir kadın. Çikolataları çok seviyor ve hatta onları hissetmeyi bile seviyor. Televizyon bağımlısı ve bir gün televizyonda olabileceği fikri ile yaşıyor. Harry babasını kaybetmiş bir çocuk, uyuşturucu ile ne zaman tanıştı bilmiyoruz ancak herhangi bir yoksunluk durumunda ne kadar ileri gidebileceğini biliyoruz. Tyrone da en az Harry kadar uyuşturucu bağımlısı. Tyrone’nin en çok dikkat çeken noktası ile annesinin kucağına zıpladığı ve annesinin fotoğrafına bakıp üzüldüğü sahneler.

Geçmişte yaşanan kayıplar geleceği şekillendirirken ikame olarak seçilen herhangi bir medyumun özellikle bağımlılık yaratabildiğini ve aslında insanların bu gibi durumlarda bağımlılığa olan yatkınlığını görebiliyoruz.

Marion uyuşturucuyu alabilmek için vücudunu satmayı kabul ettiğinde kendisini kötü hissedip ilk olarak kustuğunu görüyoruz ancak artık bunu da kabullenen Marion son sahnede yaşanan dehşet dolu seks partisinden eve yorgun ancak mutlu dönüyor.

Hayatımın en rahatsız edici sahneleri bu kadar art arda toplanmışken ve beni bu kadar çok etkilemişken değinmek istiyorum. Şimdiye kadar zaten onlarda spoiler verdiğim için ve artık filmi izlemeyenin kalmadığını varsaydığım için açıkça anlatıyorum.

Sarah artık delirip hastaneye kaldırıldığında ve hiçbir yöntem ile yemek yemeyi kabul etmediğinde edinilen alışkanlığın seviyesini görmüş oluyoruz. Kazanılan her obsesif alışkanlığın gelebileceği nokta bizi ürkütüyor. Daha önce Clockwork Orange‘ta gözleri açarak vahşet sahneleri izlemek zorunda bırakılan Alex gibi Sarah da yatağa bağlanıp başından şok verilerek iyileştirilmeye çalışılıyor. Bu bir iyileştirme yöntemi midir yoksa sakinleştirme, beyni durdurma yöntemi mi emin olamıyoruz.

Uyuşturucuları bittiği için bir portakal kamyonunu takip etmeye giden Harry ve Tyrone yolda Harry’nin berbat olmuş kolu için hastaneye gittiklerinde Harry’nin kolunun kesilmesi gerektiğini öğreniyorlar. Aynı zamanda Tyrone da hapishaneyi boyluyor. Uyandığında kolunun kesili olduğunu gören Harry, yerdeki pislikleri temizlemek zorunda olan Tyrone, seks partisinde her türlü şekilde kullanılan Marion son sahnede fetus pozisyonu ile sağına yatarak uykuya, dinlenmeye dalıyorlar.

Son sahne ile aslında insanın ne kadar güçlü ancak ne kadar zayıf olduğunu da görüyoruz. Gerçekleşen tüm olaylardan sonra, yaşanan zorluklardan sonra insan ne olursa olsun yaşayan bir bebek olduğunu hatırlıyor. Fetusa geri dönüp o sakin dünyada hayatına devam etmek istiyor. Çünkü henüz fetustayken televizyona çıkma, uyuşturucu kullanma, uyuşturucu için vücudunu satma gibi şeyler mevcut değil. Orası sakin ve dinlenmesi en güzel yer. Orası dünyanın neredeyse en korumalı alanı.

Film bittiğinde allak bullak olan bünyeniz ile neler yapabilirsiniz bilmiyorum. Hızlı geçen sahneler, insanı rahatsız eden kareler ve yüksek müzik sesle acaba bu filmi sinemada izleseydim nasıl hissederdim diye düşünmeden edemedim. Benim için film dünyasında demir leblebi olarak adlandırılabilecek en önemli filmlerden bir tanesi. Yedim ancak yutamadım. Bu yüzden belki de ben de fetus pozisyonu alıp midemdeki ağrıların geçmesini bir süre bekledim.

Yazıyı bitirmeden önce son olarak hakkını vermek zorunda olduğum bir nokta daha var. Bu da dört karakterin de içinde yaşadığı her hissi doğrudan hissedebiliyor olmanız. Sarah’nın üzerine gelen ve ara sıra patlayan buzdolabının yanı sıra çınlayan kulağını bile hissetmek mümkün. Marion biraz daha geri planda kalsa da uyuşturucu bulabilmek için evi talan etmesi sırasında empati gösterip bir an önce bulmasını diliyoruz. Harry kolunu her gösterdiğinde kendi kolumuz uyuşuyor ve bu acının nasıl geçebileceğini düşünüyoruz. Sarah elektrik şokları ile tedavi edilmeye çalışıldığında ise dişlerimizi sıkıp o anın bir an önce bitmesini istiyoruz.

Tüm bu duygular ile birlikte Bir Rüya İçin Ağıt, bir hayat için ağıta dönüşüyor. Karakterlerin sahip olamadığı ancak sahip olmalarını istediğimiz, daha temiz bir hayata ağıt haline geliyor.

Kendi döngümde tekrar yazımın başına dönersem, filmi izledim mi? Evet.

Filmi tekrar izler miyim? Asla, hayır!

Film başarılı mı? Vermesi gereken tüm duyguyu verdiği için, evet.

Filme katlanabildin mi? Zannetmiyorum.

 

A Hard Nut To Crack.

 

 

Her – Aşk

08 Cuma Ağu 2014

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

alan watts, amy adams, aşk, aşk filmi, bartelby, death letters office, her, her filmi, Ignorance is bliss, ios işletim sistemi, os1, samantha, siri, spike jonze, theodore


HERYaşadığınız dünyanın bir adım ötesine çıkıp farklı bir hayata tanık olmak istemek nasıl bir duygu? Peki ya varlığınız olmasaydı ancak duygularınız geçerli olsaydı?

Sene iki bin bilmem kaç. Annelerimizin ve babalarımızın bize söylene söylene bitiremediği o yepyeni çağın kapıları açılmış durumda. Bluetoothvari bir kulaklık ile her şeyi kontrol edebiliyor, gelen mailleri dinleyebiliyor ve yazı dikte ettirebiliyorsunuz. Aslında dikte konusu yeni Siri ile zaten mümkün hale geldi bizler için ancak pek çok işlem atamak henüz söz konusu değil.

Theodore, eşinden yeni ayrılmış bir mektup yazıları. Death Letters Office‘te olduğu gibi bir nevi Bartelby. Başkalarının mektuplarını yazıyor, onların hayatlarına dair pek çok şeyi biliyor ve bunları mektuplara serpiştiriyor. Hayatı işe gitmek, mektup yazmak, eve dönmek, oyun oynamak ve yemek yemek üzerine kurulu. Sıradan bir hayat çemberi içerisinde yepyeni bir kadın ile tanışıyor. Daha doğrusu yepyeni bir arkadaş satın alıyor.

OS1 (iOS her an aklımızda çın çın), kişiselleştirilmiş bir sistem. Yapay zeka olmasına rağmen her an yeni bir şeyler öğrenerek duygularını kontrol edebiliyor ve geliştirebiliyor. Sıradan bir asistanın yanı sıra gerçek bir arkadaş olabilme vasfına sahip. Theodore yalnızlığına bir nebze de olsa yardım edebilmesi için OS1’i satın alıyor ve Siri’de seçilebildiği gibi işletim sistemini “kadın” olarak belirliyor. Karşısına çıkan kadın bize çok tanıdık. Seni kulağım bir yerden ısırıyor ancak çıkaramıyor, yüzünü çıkaramıyorum.

Sempatik ve sevecen sesli bir kadın işletim sistemi kendi adının Samantha olması gerektiğine karar veriyor. Çünkü Theodore adın ne diye sorduğu ve cevabı aldığı 1,5 saniyelik bir boşlukta Samantha, isimler sözlüğünü okuyup arasından en güzeli olduğu ada, Samantha’ya karar veriyor. İlk bakışta Theodore’u şaşkınlığa sürükleyen Samantha yapabildiği pek çok şey ise Theodore’un hayatını kolaylaştırmaya başlıyor.

Theodore’un yalnızlığından sıkılan arkadaşları ona yardım etmek amacı ile bir “date” ayarlıyorlar. Oldukça güzel bir kadın ile akşam yemeği yiyen ve heyecanlanan Theodore, kadının hafif kırık ve güvensiz çıkması ile birlikte yatağına, Samantha’sına dönüyor.

Yavaş yavaş birbirlerine ve hayatlarına alışan Samantha ile Theodore bu durumu bir ilişkiye çevirmenin ilk adımını sanal seks yaparak atıyorlar. Samantha kendi yalnızlığını ve ihtiyaçlarını hissedebilen, eğer gerçek bir insan olsaydı nasıl hissedeceğini, vücudunun neye benzeyebileceğini merak eden bir kadın oluyor. Böylece Theodore’un hayatındaki yerini almaya başlıyor. Theodore ise bir işletim sistemi ile birlikte olmanın nesi kötü olabilir ki diyerek Samantha ile hayata tutunuyor.

Samantha, Theodore’un şimdiye kadar tanıdığı kadınlardan çok daha farklı ve fazlası haline geliyor. Eski karısı ile yaşadığı şeylerin hiçbirisini Samantha ile yaşamak istemeyen Theodore uzunca bir süre bir işletim sistemi ile birlikte olduğunu kimseye söyleyemiyor. Samantha’nın akıl dolu cevapları, gülüşü ve bizde yarattığı görünüm ile onu çok tatlı mini mini bir kız olarak hayal ediyoruz. Onu seviyor ve bağrımıza basıyoruz. Theodore’un ise mutluluğundan kendimize mutluluk çıkararak hayatımıza devam ediyoruz.

her-film-phonix

Filmin dönüm noktalarından bir tanesi olan Theodore’un bir türlü ayrılamadığı eski karısı ile ayrılmaya karar vermesi ve kendi boşanma dilekçesini doğrudan kendisine götürme isteği onu allak bullak ediyor. Karısı ile buluştuğunda aslında Theodore’un kadından neden ayrıldığını anlıyoruz. Güzelliği ile göz kamaştıran bu kadının birlikte olunması da oldukça zor olan bir kadın olduğunu çözüyoruz. Ancak Theodore hayatındaki travmalara bir tanesini daha eklemek üzere eski karısına bir işletim sistemi ile birlikte olduğunu söylüyor. Al başına belayı.

Artık hiçbir şey neredeyse eskisi gibi değil.

Buhranlardan buhranlara koşan Theodore yaşadıklarına bir de Samantha’nın kendisine benzeyen bir kadını Theodore’a göndermesi ve bu şekilde sevişmelerini gerçekleştirmesi ekleniyor. Ne yapacağını bilemeyen Theodore kadın ile sevişmeye başlasa da onun gerçekte Samantha olmadığını biliyor ve devam edemiyor.

Son olarak Samantha’ya “Sen insan değil, insan gibi davranmayı bırak.” diyen Theodore, bu kadın olarak beni de üzüyor. Neden birileri kızdığında diğerini incitmek üzerine sözler sarf ediyor.

Söyledikleri üzerine Samantha’dan özür dileyen ve hayatlarına devam etmeleri için Samantha’nın da gönlünü alan Theodore müthiş tatlı zamanlar geçirmek için kendisine ufak bir tatil de veriyor.

Geldik dönüş noktalarından bir tanesine daha. OS1 işletim sisteminde filozof Alan Watts’ın yaratılması ile birlikte filozofiye dalan Samantha kendisinin ve var olduğu durumun nasıl olduğunu da incelemeye başlıyor. Ignorance is bliss sözüne denk gelmemiş olacak ki kurcaladıkça kurcalıyor. Theodore ile yaşadıkları hakkında kendisine bir açıklama yapabilmek için düşünüyor. Hatta daha fazlasını.

Spoiler geldi, aslında çoktan gelmişti ancak şimdi uyarayım.

Bir gün Theodore hiçbir şekilde Samantha’ya ulaşamıyor. İşletim sistemi ne küçük cep bilgisayarından ne de masaüstünden ona cevap veriyor. Koşarak işletim sistemini satın aldığı yere gitmeye çalışan Theodore koşuyor, koşuyor, düşüyor. Metroya girmek üzere iken Samantha cevap veriyor. İşte filmin climaxi ve hızlı düşüşü burada yaşanıyor.

 

“Theodore: Do you talk to someone else while we’re talking?

Samantha: Yes.

Theodore: Are you talking with someone else right now? People, OS, whatever…

Samantha: Yeah.

Theodore: How many others?

Samantha: 8,316.

Theodore: Are you in love with anybody else?

Samantha: Why do you ask that?

Theodore: I do not know. Are you?

Samantha: I’ve been thinking about how to talk to you about this.

Theodore: How many others?

Samantha: 641.”

Theodore 8316 kişi arasında Samantha’nın aşık aldığı 641 kişiden bir tanesi olduğunu öğreniyor. Oysa OS1 kişisel bir yazılımdı diye düşünüyoruz ve sonra yine aklımıza Siri geliyor. O da öyle değil.

Filmi kısaca özetledikten sonra inceleyerek ilerlemek istiyorum. Akışı ve güzelliği beni bu kadar çeken bir filmi minik de olsa anlatmadan geçemezdim.

Gelecek yıllarda yaşayabileceğimiz dünyaya küçük bir ayna tutan Her, aşk hakkında yaratılabilecek bir ütopyanın da ta kendisi. Samantha yapay zekaların en yapay olmayanı, en akıllı. OS1 sistemi olarak çıkartılan bir sistemin teknolojinin hangi hale gelebileceğini göstermesine tanık oluyoruz.

Filmde en can alıcı nokta ise vücut olmasa da duygular ile bir varlık hayatını ne kadar sürdürebilir? İnsan olmak bir mutluluk haline mi gelir yoksa bir süre sonra varlığa acı mı verir?

Samantha kendisini işletim sisteminden çok daha farklı bir varlık olarak görüyor ve bu doğrultuda hislerinin gerçekliğini kontrol ediyor. Bir odada Theodore ile birlikte olmak, onu öpebilmek, yaşayan insanlar ile birlikte vakit geçirebilmek nasıl olurdu diye düşünüp kendi bedeninin nasıl olması gerektiğini dahi düşünüyor.

Bu aslında hepimizin korktuğu bir distopyanın çok naif hali. Bilgisayarların insanlardan daha akıllı olacağı ve dünyayı ele geçireceği distopyada Samantha henüz atılmış ilk adım. Ancak Samantha’dan korkabilir misiniz?

Eminim ki pek çok erkek filmi izlerken böyle bir işletim sistemi olsa ve birlikte olsam diye düşünmüştür. Çünkü yakındıkları pek çok noktada işletim sistemi hayatlarını kolaylaştıracaktır. Kulaklığı takmadıkça konuşmayan, mesaj atsa bile çılgınlarca aramayan, sorduğu sorulara yanıt veren ancak…

Ancak duyguya sahip her varlıkta olduğu gibi pek çok sorun da birlikte gelecektir. Aslında biraz daha iyi düşündüğümüzde mesele bedenlerimizin olup olmaması değil, aşık olabilmemiz, sevebilmemiz, kıskanabilmemiz, nefret etmemiz, üzülmemiz.

Varlığın varlık olduğunu ortaya koyan en önemli özelliklerden bir tanesi duyguları. Peki bildiğimiz tüm duyguların dışında yapay zekaya özel duygular ortaya konulsa ve bunlar Pandora’nın Kutusu’ndan daha önce hiç çıkmamış duygular olsa? İşte o zaman çok daha farklı bir dünyada yaşamak mümkün olabilirdi. İnsanlara ait duygular ile programlanmış ilk sürüm işletim sistemi dahi yaratabileceği buglar yüzünden piyasadan çekilme ihtimali ile karşı karşıya.

Belki de bilgisayarları ya da işletim sistemlerini başarıya götürebilecek en önemli nokta duygusuz ya da onlara özel duygular ile programlanmaları. Ki bu sistemleri kendileri programlayabilir hale gelene kadar da işin içinde daima insan olacak.

Kendinizi bir an Samantha’nın yerine koyun ve nasıl hissedebileceğinizi düşünün. Filmi izlerken Samantha konuştuğunda kendinizi bir kutudaymış gibi hissedebilmenizin nedeni Spike Jonze. Yazdığı hikaye ile bizi klostrofobik bir noktaya getirip bir an önce o ekranın içinden çıkmak istemimize yardımcı oluyor. Yazmış olduğu dönüşlerle dolu bu hikayede hem Theodore hem Samantha olabiliyoruz.

Filmin sonunda bir çıkarım yaparak “İnsanı en iyi yine insan anlar” şeklinde düşünmek bana pek fazla mantıklı gelmiyor. Theodore Samantha ile ayrıldıktan yani işletim sistemi piyasadan kaldırıldıktan sonra arkadaşının yanına gitse de gerçekten kişisel işletim sistemleri olduğunda ya da işletim sistemleri kullanıcılara özel sistemler atadığında bu sorunun ortadan kalkabileceğini düşünüyorum.

Gelen eleştirileri okuduğumda insanların takıldıkları en büyük noktanın bir işletim sistemi ile nasıl birlikte olunabileceği konusu olduğunu gördüm ancak bundan 4-5 yıl önce MSN’de birileri ile tanışıp uzun mesafe ilişkileri yaşadığımızda pek çok arkadaşımız da bizlere dönüp “Bunu nasıl yapabilirsin?” diyordu. Zamanın akışına ve gerçekliğine inanmayıp sabit kalma fikri de oldukça mantıksız geliyor. Aynı zamanda dünyanın farklı noktalarında kendisi, yastığı, farklı eşyaları ile evlenen insanlar olduğunu hatırlamak gerekiyor. Yastık ya da yorgan sonuç itibari konuşamıyor ve karşılık veremiyor.

İnsanların neler yaşayıp neler yaşayamayacağını karar vermek kimsenin hakkı olmadığı gibi kendilerine de bu hakkın verildiğini unutmamaları gerekir. Yaratılan ütopyalar ya da distopyalar bu gerçekleri gözler önüne sermek için var. Ve aslında ütopyalar da asla ütopya değil. Yeter ki biz şirinleri görebilelim.

Her – Aşk – 2013 Trailer

 

Spirited Away – Ruhların Kaçışı

06 Çarşamba Ağu 2014

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 1 Yorum

Etiketler

Bin Jip, Chihiro, cupid, hades, Haku, Kamaji, Miyazaki, Nehir Ruhu, noface, Old Boy, persephone, psyche, ruhlar hamamı, Se7en, sen, Spirited Away, yüzsüz, Yubaba, Zeneba


spirited-away-turp-ruhu-chiciroEğer filmi Türkçe ismi yayınlayacak olsam bu adı kullanmazdım. Rüyalarımı girip beni farklı ruh hallerine sokan bu tatlı filmi Ruhların Kaçışı olarak Türkçelendirmek biraz talihsizce olmuş.

Ancak hangi ismi verirdiniz derseniz henüz düşünmedim. Sadece ismin uygun olmadığını düşünmek ve filmi anlatmaya geçmek istiyorum. Miyazaki ile henüz tanışmamış olanlar için başlangıç açısından müthiş bir kurgu ve görsellik ile karşımıza çıkan bir film Spirited Away. Bu filmi izlemeden önce ben de tanışmamıştım ve aslına bakarsanız Uzak Doğu sinemasına Bin Jip ve Old Boy’dan başka filmler ile de bir araya gelme fırsatım olmamıştı. O sırada İran sineması ile ilgilenip mis gibi filmler izliyordum ancak neden Uzak Doğu sinemasını geri plana atmışım diye üzülmemek oldukça saçma olurdu.

Spirited Away izlemeye başladığınızda sonunun asla öyle olacağını tahmin edemediğiniz harika bir film. Chihiro ve ailesinin yeni eve taşınması ile başlayan bu tatlı filmde ilk olarak Chihiro’ya hafif uyuz oluyoruz. Aslında evinden ve okulundan ayrılmak istemeyen samimi bir çocuk Chihiro ancak biz sinemada her zaman cesur ve korkusuz anlatıcılara / baş kahramanlara rastladığımız için Chihiro daha resesif görünüyor. Gidene kadar söylenen Chihiro’nun bu esrarengiz hikayesi de babasının merak edip bir oyun alanı olduğunu keşfettiği yerde başlıyor.

Terk edilmiş bir oyun parkı olan mekandan gelen kokulara kanan anne ve baba Chihiro’ya “Artık mızmızlanma ve hadi bizimle yemek ye, bu yemekler bir harika” demesi de hikayenin ilk dönüş noktalarından bir tanesi oluyor. Yedikçe yiyen ve bir türlü doymak bilmeyen anne ve baba Chihiro sağı solu gezmeye başladığında çok bir domuza dönüşmüş oluyor. İlk kez bu noktada iki farklı duygunun insana neler yapabileceğine tanık alıyoruz. Merak ve aç gözlülüğün bir araya gelmesi ile birlikte domuza dönüşen anne ve baba kızlar onları kurtarana kadar da kesilip yenmeyi bekler hale getiriyor.

Burada filmi izlerken aklıma hemen Se7en geldi. 7 ölümcül günahtan iki tanesi olan aç gözlülük ve oburluğun film karakterlerini getirdiği hali gözümün önüne getiriyor ve Chihiro’nun macerasında yerini alıyor.

Haku adında tatlı mı tatlı bir çocuk ile tanışan ve akşam olması ile birlikte ruhların ziyaretine açılan bu “ruhlar hamamı“ndan nasıl kurtulması gerektiğini bilemeyen Chihiro denizi düşüp dragona sarılıyor ve Haku’nun onu yönlendirmesine izin veriyor. Burada hayatını kurtarabilmek için mutlaka çalışması gerektiğini aksi halde Yubaba’nın onu ve ailesini öldüreceğini öğrenen Chihiro hemen Hakum Hakum’un sözlerini dinleyip Kamaji‘nin yanına gidiyor.

spirited-away-ruhlardan-kacis

Kamaji ruhlar hamamının baş su kaynatıcısı. Şifalı otlar ile kaynattığı canım suları hamamdaki havuzlara akıtan ve ateşini harlamak için Minionvari küçük tatlı böcekler kullanan Kamaji Chihiro’yu yanında istemese de Yubaba‘ya gönderiyor. Hayatta kalma ve ailesini kurtarma içgüdüsü ile birlikte Yubaba’nın yanına çıkan ve iş işteyen Chihiro ilk hayırlı adımı atıyor. Artık ruhlar hamamının bir parçası olan ve adını Yubaba’ya kaybeden Chihiro’nun ismi Sen haline geliyor. Türkçe’ye de uyarlandığında isimden zamire dönüşen Chihiro kişinin ismi olmasının bir hikayesi ve bir hayatı olduğunun en önemli ibarelerinden bir tanesi olduğunu tüm film boyunca bize hatırlatma fırsatı buluyor. Çünkü aileni ya da herhangi bir şeyini kaybetsen de adın ve hikayen seninle olduğu sürece hayatta kalma şansın artıyor. Çünkü kim olduğunu biliyorsun ve unutmamak için kendine hatırlatabiliyorsun.

En zor işlere Ünzile gibi koşturulan Sen, gecenin bir vakti mon mon hareket eden ve iyi mi yoksa kötü mü olduğu karar verilemeyen bir ruhu NoFace – Yüzsüz sayesinde bir güzelce temizliyor. Nehir Ruhu olduğu ortaya çıkan bu ruh da temizlenmesine istinaden ruhlar hamamına iyi bir para veriyor. Sen’e ise şifalı bir top bırakıyor. Yubaba’nın gözüne giren ancak hala bir düşman olarak görülen Sen ise NoFace’i hamama aldığı için başına geleceklerden bi’haber hayatına devam ediyor.

Hikayeden kopup biraz Yubaba, bebeği ve Yubaba’nın kardeşini inceleyelim derim. Yubaba adında da anlaşılacağı gibi (anlaşılmaya da bilir) hikayemizin kötü karakteri ancak her kötü karakterin bir zayıf noktası olduğu gibi Yubaba’nın da bu zayıf noktası mevcut. Kendisinin kocamaaaan bir bebeği var ve bebeğini o kadar çok seviyor ki yastıkların arasında, ona özel büyük bir odada bu koca oğlanı severek, öperek ve okşayarak zamanını geçiriyor. Tabii ki kötülükten kalan vaktinde. Yubaba’nın bebeği ise şımartılmış bir Türk çocuğu gibi ağlıyor, sızlıyor, Chihiro’yu dahi oyun oynamazsa annesine öldürtebileceği ile tehdit ediyor. Yubaba’nın kız kardeşi ise Uzak Doğu kültürü ile özdeşleşmiş olan Ying and Yang’ın bir parçası. Yubaba’dan daha iyi ve daha anlayışlı. Hatta daha tatlı. İkiz olmalarına rağmen Yubaba’nın çirkinlikleri yalnızca Yubaba ona haksızlık yaptığında ortaya çıkıyor. Kötünün kötü olmaya devam ettiği ancak iyiliğin kötülüğü alt edebileceği ön görüsünde bulunmamıza yardım eden Zeneba, Haku’nun Yubaba için çaldığı mührünü geri almak için elinden geleni yapıyor.

Ailesini bulmak için filmin başında söz veren Haku’nun yardımları ile çalışmalarına devam eden Sen, Haku’nun Zeneba tarafından yaralanması sonucu çalınan mührü geri götürmek için Zeneba’ya gitmeye ve mührü götürmeye karar veriyor. İki küçük arkadaşı, NoFace ve kendisini alıp Zeneba’ya giden Sen mührü iade ediyor. Zeneba’nın yaraladığı ancak aşkın iyileştirdiği Haku’nun Sen’i geri almaya gelmesi ve yıllar önce kaybettiği adını hatırlamasına Chihiro’nun yardım etmesi ile hayata dönen Haku Nehir Ruhu olduğunu öğreniyor.

Mührü geri veren ve Yubaba’ya döndüğünde son kez bir denenecek olan Chihiro son testin farklı domuzcuklar arasından annesi ve babasınu bulmak olduğunu görüyor. Domuzcuklar arasında ailesinin olmadığını söyleyen Chihiro kazanıyor ve ruhlar hamamından ailesi ile birlikte gitmeye hak kazanıyor.

Renklerin ve hayatın bence daha renkli olduğu ruhlar hamamından ayrılan Chihiro ve ailesi hayatlarına devam etmek üzere yol alıyorlar. Biz de izlediğimiz bu güzel şölenin sonunda başarmış olmanın verdiği mutluluk ve desteklediğimiz karakterin iniş çıkışları ile bir filmin sonuna gelmiş oluyoruz.

Spirited Away henüz izlememiş olanların hemen izlemesi gerektiği, izleyenlerin ise tekrar izlemeyi hak kazandığı, minnoş mu minnoş bir film olarak film arşivlerinde yerini alıyor.

Son olarak vurgulamam gereken iki nokta mevcut, ilk ruhların ruhlar hamamında temizlenmesi. Bu da aslında ruhun temizlenmesi ve yenilenmesi anlamına geliyor ki ruhun temiz olmasının ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Kötülükler ruhlardan arındıkça ruh beyazlıyor, tertemiz oluyor.

Bir diğeri ise Chihiro kaçarken Haku’nun ona şimdi git ve bir daha sakın arkana bakma demesi. Bana mitolojiden tanıdık gelen bu sahne yer altında Hades tarafından el konulan Persephone‘un sakın yer altına tekrar bakma yoksa burada kalırsın denmesine rağmen bakmasını, Psyche’nin Cupid’e bakmaması gerektiği ancak binbir dalavera ile bakarak cezalandırılmasını hatırlattı. Burada Chihiro iyi bir kız olarak tanrıların ve kızların aksine Haku’ya ve geriye bakmayarak hayatına devam edebildi.

Mitolojik göndermeler kalp ben.

Spirited Away – Miyazaki – Trailer

The Lion King / Aslan Kral

05 Salı Ağu 2014

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 1 Yorum

Etiketler

aslan kral, aslan kral inceleme, aslan kral izle, bakhtin, beauty and the beast, disney, disney production, göğe bakma durağı, Habil ve Kabil, Hakuna Matata, inception, mufasa, nala, rafiki, scar, simba, the lion king, the sleeping beauty, Turgut Uyar, Walt Disney


aslan-kral-lion-king-inceleme-yorum-izleBakalım yazı yazmayı unutmuş muyum?

Herkesin bir zamanlar günlüğüne yazdığı gibi benim de bazen buraya gelip günah çıkartasım geliyor ancak gerek olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu blog ben ne zaman yazmak istersem ona hizmet edecek şekilde oluşturuldu. İtiraf ve serzeniş kısmını geçip bir an önce izlemiş olmaktan mutluluk duyduğum The Lion King – Aslan Kral‘ı sizlerle buluşturabilirim.

Aslında hepimizin bildiği, meme’lere konuk olmuş Aslan Kral’ı bu kadar geç izlemiş olmaktan biraz üzgünüm ancak belki de daha önce izleseydim bu kadar çok şey anlamayacak ya da anlamlandıramayacaktım ve bir kez daha çizgi filmlerin aslında yalnızca çocuklar için değil bizler için de hazırlanmış olduğunu algılayamayacaktım.

Walt Disney dünyasına giriş yaptıktan sonra beklentilerim her seferinde daha çok arttı. Beauty and the Beast, The Sleeping Beauty derken kendimi The Lion King’te bulmam ve bu üç güzide animasyonu, masalı bir araya getirmem kaçınılmaz hale geldi.

Hikayemizi kısaca özetlemek gerekirse Kral Mufasa (neredeyse Mustafa) bir oğul aslancığa sahip olur. Adı Simba‘dır. Simba büyümeye oldukça hevesli ve bir o kadar da babasının peşinden giden minik bir yavrudur. Mufasa’nın kanlı canlı akrabası ve düşmanı olan Scar ise kraliyet yolunda Mufasa ve Simba’nın egale edilmesi için elinden geleni yapacaktır.

Hikaye aslında hepimize klasik gelen ve “Ben bunun olacağını biliyordum.” dedirten türden ancak bizler de sevdiğimiz şeyleri tekrar tekrar yemekten / izlemekten / dinlemekten bıkmıyoruz ki. Bu yüzden tüm sanat eserleri konusunda tavrımı biraz daha Bakhtinvari takınarak “Şimdiye kadar zaten her şey söylendi ve bu söyleyenlerin hepsinin birbiri ile büyük bir ilgi var.” dedim.

Öncelikle yaratılan krallık mantığına ve tarih boyunca yaşanan uyarlamalarını bir düşünelim. Aslan kral ormanların kralıdır ve burada huzur ve mutluluk içinde yaşandığı anlatılmaktadır. Mufasa anlayışlı, karısını seven, çocuklarına düşkün iyi bir aile babasıdır ve oldukça adildir. Ancak adil olmak devlet yönetiminde her zaman gerekli olan durum değil. Simba doğduktan sonra hızlıca büyür ve babası ile ormanı dolaşmaya çıkarlar. Mufasa burada Simba’ya “Güneşin dokunabildiği her yer bir gün senin olacak.” der. Simba’nın heyecanı gözlerinden okunur ve o anda daha fazlasını ister: Peki ya Güneş’in dokunmadığı o noktalar?

aslan-kral-the-lion-king-walt-disney-film

Burada iki nokta dikkatimi çekiyor, ilk olarak bir hükümdarın belirlenen alanlar içindeki her şeyi kendine ait görmesi ve yönetmek için büyük bir hırs beslemesi. Bir diğeri ise iş yönetilmeye geldiğinde her zaman bir nokta daha ötesinin olması. Mufasa her ne kadar Simba’ya tüm doğanın bir denge üzerine kurulu olduğunu söylese de bu dengede kendisi daha ağır olan noktadadır ve biliyoruz ki yaşam üçgeninde “kral”lar en üst noktadadır. Bu nedenle Mufasa’ya besleyeceğimiz sempati biraz da duraksayıp bizi günümüz yaşantısına geri çekiyor. Simba’nın fikirleri ise her ne kadar merakçıl ve naif gelse de doyumsuzluğun neler yaratabileceği konusunda bize bir foreshadowing’te bulunuyor.

Çünkü küçük Simba babasını dinlemeyip taa o karanlık yerlere kadar gidiyor. Burada da karşısına tabii ki Scar çıkıyor. Biraz da Scar’ı incelemek istiyorum. Scar Mufasa’ya nazaran daha az tüylü çelimsiz bir aslan. Mufasa’nın öz ve kötü kardeşi. Çünkü Mufasa var olduğu hali ile yeterince korkutucu ve heybetli değil. Bu nedenle onun elinde olan en büyük avantaj kaba kuvvetten ziyade aklı ve planları. Simba’nın aklına karanlık vadiye gitme fikrini ekmesi ve orada Simba ve kız arkadaşını çakallara yem etmek istemesi hem Mufasa öldükten sonra yerine geçecek olan bir kralı ortadan kaldırmak istemesi ve kendisinin ormanın kralı olması hayaline eş değer. Bu nedenle Scar hiçbir zaman doğrudan kendi kuvveti ile öne çıkmayıp daha çok küçük Inception‘lar gerçekleştiriyor.

Bana kalırsa Mufasa her ne kadar iyi bir karakter olarak görülse de Scar ile bir araya geldiklerinde bir bütünü oluşturabiliyorlar. Mufasa güçlü ve bilgin ancak Scar tutkulu ve akıllı. Aynı zamanda iyilik ve kötülük dengesinde bu nedenle iki kardeş birbirlerini dengeler hale geliyor. Ayrıca Scar’ın da çakalları bir araya getirme ve onları örgütleme konusundaki başarısından dolayı küçük çapta kral olduğunu da söyleyebiliriz.

Mufasa ile Scar’ın arasında yaşanan bu gerginlik insanoğlunun dünyaya düşüşü ve ikinci günahın işlenmesine eşit. Habil ve Kabil birbiri ile savaşıyor. Kabil, Habil’i öldürüyor. Bana oldukça tanıdık geldi. Peki ya size?

Hikayenin devamında Scar her şeyi ayarlayıp ketenpereye getirip koca bir sürüyü Simba’nın üzerine salıyor. Onu kurtarmak isteyen Mufasa ise erken yaşta hakkın rahmetine kavuşuyor. Haber vermeden spoiler vermiş oldum ancak filmin devamı çok heyecanlı :p

Mufasa’nın ölümü ile birlikte Sibirya’ya sürgüne gönderilen yazarlar ve düşünürler gibi yola koyulan Simba kendisine iyi yeni dost bir de motto ediniyor: Hakuna Matata (Geçmiş, geçmişte kalmıştır.)

Bu sırada krallığı ele geçiren Mufasa ve çakalları tüm ormanın iliğini kemiğini sömürmeye başlıyor.

Kendisine yeni bir hayat edinen Simba gün geçtikte büyüyor ve güzelleşiyor (göreceli olarak) yetişkin bir aslan olduğunda şans eseri Nala ile karşılaşıyor. Ormanda her şeyin yok olmak üzere olduğunu ve Simba olmazsa herkesin öleceğini söyleyen Nala’yı ilk başta dinlemeyen Simba kendisini çok sevdiğimiz maymun Rafiki tarafından akıllandırılıyor.

Rafiki burada Simba’nın kendi özünü bulabilmesi için bir medyum, aracı görevi görüyor ve ona geçmişini, babasını, yaşadıklarını ve ileride yaşayacaklarını hatırlatıyor. Vatan aşkı ile yanıp tutuşmaya başlayan Simba ise koşarak Scar’ın yönettiği ormana hareket ediyor.

Burada aç parantez Scar’ın kurnaz ve sinsi bir kral olmasının yanı sıra yaveri olan üç çakalında bir o kadar aptal ve kaypak olması bana Türkiye’deki bazı yönetici ve yardımcılarını hatırlatmıyor değil kapa parantez. 

Ülkesine dönen Simba babasının katilini yani Scar’ı alt ettikten sonra mutlu bir hayata başlamak ile Nala ile birlikte oluyor ve oğullarını Rafiki yine göğe kaldırıyor.

Üzerinde durmadığım ancak filmin ve hikayenin akışında önemli olan bir konu Simba’nın ormana dönmeden önce gökyüzüne bakarak babasının ona çocukken söylediği cümleleri hatırlaması ve babası Mufasa’yı gökyüzünde görerek onunla konuşması.

Babası Simba henüz küçük bir aslanken “Gökteki yıldızlar senin büyük babaların ve ben de bir gün orada olacağım, başın sıkışırsa “Göğe Bak” orada olacağım” demesi ve Simba’nın babası ile yaptığı gök görüşmesinde babasının ona büyük bir cesaret vermesi. Simba’nın geçmişinden güçlenerek hareket etmesi ve babasının varlığı ile hayatını sürdürmeye karar vermesi de alınan rol modelin ve geleneklerin bağlayıcılığını ortaya koyuyor.

Genel itibari ile mutluluk ile izleyeceğiniz ve sonunda bir mesel bir çıkarım yapabileceğini The Lion King / Aslan Kral’ı izlemediyseniz bir an önce izleyin derim. Ancak olduğu gibi izlemek yerine birazcık kurcalamayı unutmayın.

Bir sonraki yazımız Spirited Away olacak. Ya da Requem for a Dream.

Cheers.

The Lion King – Aslan Kral – Trailer

Yapmak Zorunda Olanların Filmi: M

18 Perşembe Tem 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

1931 movie, almanya, attila ilhan, berlin, citizine kane, fritz ling, hollywood, m movie, mörder, murderer, psikoloji, sembolism, sinema tarihi, sosyoloji, toplum bilimi


m-1080p

Eski yapım filmleri izlemek zannediyorum ki çoğumuz için zorlu bir durumdur. İlk olarak Hollywood’un o rengârenk dünyasından uzak, siyah beyazdır. Film bittikten sonra “indirip” dinlemelik film müzikleri de yoktur çok fazla. Üstüne üstlük bant sesleri, garip bir cızırtı ve senkronize edilememiş ses ve görüntü vardır. Eski filmlere dair ilk anda aklımıza gelen ve bizim hevesimizi kıran noktalar bunlardır ancak sessiz sinema döneminden sesliye geçişte ortaya çıkarılan başyapıtlar bugünkü sinema tarihini yeniden yaratmıştır.

M filmi, 1931 yapımı Fritz Lang filmi. 1931 yapımı olduğunu ilk öğrendiğimde nasıl bir şeyler karşılaşacağımdan çok emin değildim ancak film sona erdiğinde pek çok izlediğim film de artık tamamlanmış hale geldi. Bazen yapbozun eksik bir parçası kaldığını hissedersiniz bir filmi izlediğinizde. Daha fazla film izleyip bu açığı kapatmak ister, aktörlerin hangi filmlerde olduğunu bulmak için çabalar hatta bazen aklınıza gelmeyince filmi durdurur internetten bakarsınız. İşte M de tam bu etkiyi yaratan bir film. Onu izlerken pek çok film aklınıza geliyor ve sinema kültürünüzün artık daha iyi şekillendiğini hissediyorsunuz.

Almanya’nın Berlin kentinde geçen bir cinayet hikâyesidir M. Küçük çocukların art arda ortadan kaybolup öldürülmesi üzerine –kellesine- ödül konulan bir cani vardır. Çocuklar artık sokaklarda rahat hareket edemez, annelerin yürekli daima ağızlarındadır. Hikâye ilerledikçe kafamızda katilin kim olduğu oluşmaya başlar. Bu sırada Berlin polisi ve Berlin suç çetesi katili yakalamak adına çalışmalara başlarlar. Son kurban Elsie Beckmann’ın ölümü bir kâbus gibi çöker Berlin’in üstüne. Herkes birbirinden kuşkulanır ve ötekisini suçlamaya çalışır.

Hikâyenin ilerleyişi ve sonuna dair spoiler vermemek adına burada anlatımı sonlandırıp bir edebiyatçı gözü ile filmi incelemeye başlıyorum. Öncelikle gözüme ilk takılan noktada tabii ki de filmin ismi oluyor. Eğer filme dair hiçbir şey okumaz ve doğrudan izlemeye başlarsanız bu M harfinin ne sembolize ettiğini anlamak biraz süre alıyor. Hatta filmde nasıl geçeceğini de merak etmeye başlıyorsunuz. M harfi Almanca “mörder” yani katil kelimesinden geliyor. Film ilk çıktığından ismi “İçimizdeki Katil” imiş ancak Fritz Bey M harfini daha vurgulayıcı bir sembol olarak görmüş ki filmin ismini tek harfe çevirmiş.

Yıllar boyunca birbirinden farklı badireler atlatmış M. Yasaklanmış, sansürlenmiş, kaybolan parçaları toparlanmaya çalışılmış ve son olarak 2000 yılında son haline getirilmiş. Bu filme dair en çok dikkat çekici nokta belki de filmin aslında Düsseldorf Vampiri denilen Peter Kürten’den etkilenmiş olması ancak Fritz Lang’in bunu asla kabul etmemesi.

En başında da söylediğim gibi eski filmlerin yarattıkları vizyon sayesinde tamamen gelişen ve günümüzdeki halini alan sinemaya pek çok ilkin girmesine de yardımcı olan bir film M. Herhangi bir karakterin müzik ile müstesna olmasını ilk olarak bu 1931 yapımı filmde görüyoruz. Katilin çocukları gördüğünde ve onları takip ederken ıslık çalması film karakteri ile müziği bir araya getiriyor. Bunun yanında aslında Citizen Kane ile önemli bir noktaya varıyor dediğimiz kamera bakış açıları M ile aslında 10 sene oldukça güzel hazırlanmış. Bir karakteri alttan çekip onu heybetli ve büyük göstermenin yanı sıra üstten çekip küçültmek, karakterlerin doğrudan kameraya bakarak konuşması, çift zamanlı olayların kamera açısı ile yansıtılması, camdan/aynadan çekim gibi birden farklı tekniği M’i izlerken görmek mümkün. Kıyaslama yapılması gerektiğinde Citizen Kane’i de bir kenara atamayız ancak 10 yıl önce 1931’de çekilmiş M’in hakkını M’e vermemiz gerekmekte.

Filmin bir diğer getirdiği yenilik korku filmlerinin olmazsa olmazı şarkı söyleyen çocuk, katilin yüzünü uzun süre görememe ve polisiye filmlere yol gösteren katilin takibini birden farklı şekilde gerçekleştirmek.

m-film-izle-m-movie

Bunların yanında yine filmin metinsel ve sembolik düzlemine geçtiğimizde bizi birbirinden farklı psikolojik ve sosyolojik çıkarım bekler. Öncelikle katilin bulunması için polis araştırmalara başlar ve uzunca bir süre tüm çöpleri ve çalıları aramasına dair hiçbir çıkarım yapamaz. Ellerinde zaten katil tarafından gönderilmiş olan bir mektup vardır ve maksimum bu mektup üzerinden parmak izi çıkarımı yapmak zorundalardır. Bu noktada katilin ait olduğu mensuptan kişiler –suçlular- katili bulmak için hazırlık yaparlar. Birisini sokaklarda hissettirmeden takip etmenin en kolay yolu dilencileri kullanmak olur. İşte suçlular da sistemlerini dilenciler üzerine kurarlar ve katili takip etmeye başlarlar. Polisin yetkisinin azlığı, yanlış noktalara enerji kanalize edişi gibi gerçekler o anda gözümüzün önüne gelir. Halk, istediği sürece daima bir şeyler yapmaya muktedirdir. Bunu anlamış oluruz.

Katilin kim olduğunu herkes merak eder ve bu sırada tüm şüpheli gözler sokaklarda küçük çocuklar ile konuşan adamlara döner. Artık Berlin sokakları tekinsizdir, kimse kimseye güvenmemektedir. En basit bir hatada ya da harekette dahi birbirlerini suçlamaya hazırdırlar. Sosyolojik açıdan incelendiğinde toplumların kızgınlıklarını nasıl ortaya çıkardıklarını, cinnetin bir topluma gelmesinin nasıl basit olabileceğini ve halkın kısa sürede örgütlenerek sorunu ortadan yok etmek adına elinden geleceğini görüyoruz. Bu kolektif yaşama içgüdüsü sayesinde toplum, bir arada kalabilir ve kendilerini dış etkenlerden koruyabilirler. Küçük kızların ölümü ve ailelerin ocaklarına düşen ateşlerin saflığı kocaman bir toplumu harekete geçirmeye yeter. O noktada hiç kimse “O benim çocuğum değildi.” diye düşünmez.

Aynı zamanda toplumlar kendi yargılarını kurmaya da hazırdırlar. Katili yargılamak için toplanan ve suçlulardan oluşan halk devletin işini iyi yapamadığının bir sembolü olması yanı sıra insanın kendi kurallarını kendisi koymasına da bir örnektir. Kendini yöneten insanları seçen, gerektiğinde bu insanlara karşı da ayaklanan halk, zamanı ve yeri geldiğinde kendi mahkemesini oluşturmaya ve karar vermeye de hazırdır. Peki, bu karar mercii ne kadar doğrudur? Elbette ki tartışmaya açık bir konudur ancak kızgın bir kalabalığı durdurmak ve bu yargılamayı sona erdirmek neredeyse imkânsız olacaktır.

Tüm bunların yanında bir de Fritz Lang’in özellikle üzerinde durduğu ve Peter Lorre’u şöhrete kavuşturan son sahne vardır ki tüm filmi anlamlı ve kemiklere işleyen bir film haline getirir. Katilin yaptığı açıklama dünya üzerinde rastlanabilecek en naif psikolojik açıklamadır. Bir katil kendini anlatmaya başlar, nasıl hissettiğini, neden bunu yaptığı ve neye maruz kaldığını. O anda yalnızca katile acımak ile kalmaz onun yerinde olsaydınız nasıl olurdunuz diye düşünmeye başlarsınız. Belki de gerçek bir yönetmenin yapması gereken en önemli şeyi yapmış olur Fritz Bey. Bize kendimizi bir katilin yerine koydurmayı başarmıştır. Artık kendimizi kızgın kalabalığa karşı savunmasız hissederiz.

Son olarak bahsetmek istediğim sahne katilin dilenciler tarafından anlaşıldığı ve peşine düşüldüğü sahnedir ki yüksek oranda spoiler içerdiği için üzerinde durmadan küçük bir bağlantı vererek ve akıllarda soru işareti bırakarak gidiyorum. Gözü dört açık bir devlet mi yoksa kör bir kayıkçı mı gördü cinayeti?

“cinayeti kör bir kayıkçı gördü

ben gördüm kulaklarım gördü

vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü

hiç biriniz orada yoktunuz”

Attila İlhan

M – Fritz Lang – Trailer

Ronin

26 Salı Şub 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

atom, jean ren, jonathan pryce, quentin tarantino, robert de niro, robert de niro'nun filmleri, ronin, sean bean, truman show


roninUzun zamandır izlemeyip beklettiğim filmlerden bir tanesi idi Ronin. Demek ki bir şey biliyormuşum da bekletiyormuşum. Şu blog sınırları içerisinde görebileceğini en beğenmeme yazısı benden sevgili Ronin’e gitsin.

Kadroyu ilk gördüğüm anda dibim düştü, Robert De Niro, Jean Reno, Jonathan Pryce, Sean Bean var. Allah dedim, tam istediğim film. Eksikliği dolduracak. Ta ki…

Yersiz kovalamaca sahneleri, Quentin Tarantino gibi belirsizlik tripleri ve yersiz bir aksiyon.

Eğer hayatın boyunca izlediğin ve o normalde atomu parçalayacakken ayırdığın zamanı çalan, yok eden film hangisidir derseniz tek kelime ile Ronin derim.

Daha fazla konuşamayacağım. İzlemeyin.

Lord of War

25 Pazartesi Şub 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

9gag, afrika, amerika, andre baptist jr, arms dealer, based on a true story, brazil, ian holm, intertexuallity, jared leto, kareem said, kurtzman, lord of war, matchstick men, metinlerarasılık, motorcycle boy, mr nobody, nicolas cage, oz, rambo, rumble fish, rusty james, silah tüccarı, simeon weisz, tom waits, ukrayna, yuri orlov


lord-of-war-poster

Nicolas Cage’i sevmeme gibi bir moda türedi son zamanlarda. Bundan iki yıl önce kimsenin çıkıp da “Abi ben Cage’i sevmiyorum ya!” dediğini duymamıştım. Hep 9Gag sağ olsun, genel bir algı yaratıp bizi ona uydurur hale geldi. Aslında yalnız olmadığımızı hissettirdiği için ona çok şey borçluyuz ancak garip şekilde insanlardan da uzaklaştırması söz konusu.

Nicolas Cage’i Matchstick Men ile seven birisi olarak arkadaşımın tavsiyesi üzerine Lord of War’ı indirip izledim. Birden fazla göndermeye sahip, deyim yerinde ise intertexuallitysi ile insanı mutlu eden bir film Lord of War. Hele Oz’u izlediyseniz ve oradan tanıdık birini görmek sizi şaşırtacaksa hemen söyleyeyim Kareem Said karşımıza çıkıyor. Çok fazla spoiler vermiş olmadım hemen harala gürele sesleri gelmesin.

Lord of War dünya üzerinde var olan ve var olmaya devam edecek savaş sektörünün hangi yollar ile beslendiğini, kimlerin nasıl görev aldığını, ülkelerin kimleri maşa olarak kullandığını ve bu ülkelerin savaş sektörüne dair düşünlerinin neler olduğunu açıklıyor. Aslında aşina olduğumuz bir konu ancak biz işin içinden “Bunlar Amerika’nın oyunları!” deyip çıkmayı sevsek de Yuri Orlov adı ile çok farklı kimliklerin işin içine girdiğini görebiliyoruz.

lord-of-war-nicolas-cage-izle

Film başladığında yeni yapılan bir kurşunun peşinden hikayeye başlıyor. Kurşunun ilk damgası vurulduğunda yer Ukrayna, bir sonraki sahnede ise Afrika’da buluyoruz kendimizi. Lord of War’ın gerçekleri anlatıyor oluşunun da birbirinden farklı nedenleri mevcut. Daha önce de belirttiğim gibi var olan gerçekleri anlatsa da “based on a true story” hesabı, gerçek kişilere gönderme yaptığında ve hatta onları anlattığında işin rengi değişiyor. Yuri Orlov karakteri genel itibari ile tarihin en büyük silah tüccarlarından olan Viktor Bout’u temsil ediyor. Para kazanmanın en doğru ve hızlı yolunun silah tüccarlığını anlayan Yuri’nin çok zengin olup hayalini kurduğu kadına bile sahip olmasının hikayesi. Aynı zamanda insanların dillerine, dinlerine ve ırklarına bakılmadan yalnızca devlet ve politika çıkarları için yok edilebilmesinin, silahlar ve savaş endüstrisinin insanlar üzerinde denenmesinin, paranın ve gücünden gidilmesi sırasında ezilen insanların değersizliğinin ve sevdiklerini ego ile hareket etmesi sonucu kaybetmenin filmi Lord of War.

Daha önce hangi filmde bu konuya değindiğimi hatırlamamakla birlikte intertexuallity yani metinlerarasılık söz konusu olduğunda beni kalbimden vurmuş oluyor senarist ve yönetmen. Film boyunca dikkat çeken 3 önemli referans var. İlki Tom Waits abimizin de boy gösterdiği Rumble Fish’ten. Rumble Fish’te müthiş gencerek ve çirkin olan Nicolas Cage “Why? Why? Why? Why” dediğinde Rusty James ile Motorcycle Boy arasındaki konuşmaya gönderme yapmış oluyor.

İkinci gönderme Andre Baptist Jr’ın Rambo silahı istemesi. Yuri’nin ise ona hangi filmdeki silahını istediğini sorması.

Üçüncü gönderme bir kere izleyerek anlaşılabileceğini düşünmediğim Brazil’den. Nicolas Cage Ian Holm ile konuşurken Kurtzman adında birisinden bahsediyor. İşte bu Kurtzman denen arkadaş Brazil’de Ian Holm’un canlandırdığı Kurtzman.

Filmi sevmeniz için bir önemli noktayı da şu anda söylüyorum, Ethan Hawke. Bu kez manyak adam rolünde olmaması da ilgi çekici tabii ki. Bildiğimiz deli Ethan, bu sefer polis olarak takılıyor Cage’in peşine.

Filmde Yuri Orlov’un sözlerinin altını çizmek hatta onları gerçek hayatta kullanabilmek istiyorsunuz. Bir yandan var olduğu ekosisteme nefretlerinizi sunarken bir yandan da bunu değiştirmek için elinizden bir şey gelmeyeceğini bildiğiniz için çaresiz haklı buluyorsunuz. Silah tüccarları ne zaman haklıdır? Ne zaman haksızdır ve bu iş ne kadar etik ya da etik değildir? Lord of War size bunların sürüncemesini sunuyor.

“Yuri Orlov: There are over 550 million firearms in worldwide circulation. That’s one firearm for every twelve people on the planet. The only question is: How do we arm the other 11? “

“Yuri Orlov: I sell to leftists, and rightists. I sell to pacifists, but they’re not the most regular customers. Of course, you’re not a *true* internationalist until you’ve supplied weapons to kill your *own* countrymen. “

“Andre Baptiste Sr.: They say that I am the lord of war, but perhaps it is you. 
Yuri Orlov: I believe it’s “warlord.” 
Andre Baptiste Sr.: Thank you, but I prefer it my way. “

“Simeon Weisz: Bullets change governments far surer than votes. “

“Yuri Orlov: Selling a gun for the first time is a lot like having sex for the first time. You’re excited but you don’t really know what the hell you’re doing. And some way, one way or another, it’s over too fast. “

“Yuri Orlov: “beware of the dog”? You don’t have a dog. Are you trying to scare people? 
Vitaly Orlov: No, it’s to scare me – remind me to beware the dog in me. The dog who wants to fuck everything that moves, wants to fight and kill weaker dogs. “

Edit: Jared Leto’dan bahsetmediğim için kendimden şu anda utandım. Mr.Nobody’nın boncuk gözlü abisi Jared oyunculuğun üstesinden geldiğini bu filmde sağlam bir şekilde gösteriyor.

Lord Of War Trailer

127 Hours / Ölüm Kalım Meselesi

18 Pazartesi Şub 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

127 hours, 127 saat, 127 saat izle, charles darwin, danny boyle, danny boyle filmleri, james franco, kayalık


127 hours - 127 saat

Hayatta kalma içgüdünüz ne kadar kuvvetli? En son ne kadar süreliğine nefessiz kaldınız ya da öleceğinizi düşündünüz? Ben en son öldüğüm anı düşündüğümde nefessiz kaldım. Tam da otobüste evime doğru gidiyorum. Bir anda ölüyor olduğumu düşünüp korktum ve nefessiz kalıp ağzımı açarak nefes aldım. Farklı bir içgüdü ile hayal ettiklerimden bile korkabildim. Peki 127 saat boyunca ölmek ya da yaşamak arasında kalıp sıkışsaydım ne yapardım?

127 Saat, ölüm ile kalım arasındaki o ince çizgiyi gözler önüne seren bir film. Filmin sonuna dair bir fikrim olduğu için ha düştü ha düşecek diye beklerken davul gibi gerim gerim gerildim. Gerilmekle de kalmadım garip bir bekleyiş içerisine girdim. Genel olarak konu itibari ile kimseye haber vermeden geziye çıkan bir gencin kayalıkta sıkışıp kalmasından bahsedebiliriz. Özellikle gerçek hayatta yaşanmış bir hikaye olması ve yaşayan adamın da hala görebileceğimiz, hakkında bilgi rahatça edinebileceğimiz bir yaşta olması insanı daha da garip yapıyor.

Tüm film boyunca ister istemez sorguluyor insan, ben olsam ne yapardım? Ben olsam nereye kadar dayanır, hangi cin fikirlikle nelerle uğraşırdım? Ya da durup dururken kör bahtım kara talihim garip bir hayvan tarafından sokularak mı ölürdüm? Tamamen hayatta kalma filmi 127 Saat hem de diğer tüm milliyetçilik pompalamalarının yanında gerçek bir hayatta kalma filmi. En sağlam, en dirayetli olanın neleri başarabileceğine dair bir hikaye.

Charles Darwin bu zamanları hep görmüş işte önceden. 127 Saat en iyi olanın değil en dayanıklı olanın hikayesi. Bir yanda ölecek olma hissi, diğer yanda kurtulmak isteme duygusu. Bir yanda elleri kolları bağlı sadece kuşların ve güneşin geçeceği zamanı beklemek bir yanda ise elinde olan her imkanı kullanarak kurtulmaya çalışmak.

james-franco-127saat-sahnearkasi

Filmin gerçek bir hikayeyi anlattığını düşünürsek izlerken karakterin farklı ruh hallerine girdiğini görmek ve çaresizlik ile başbaşa kaldığında insanın ne kadar farklı bir psikolojide olabileceğini anlamak daha da geriyor insanı. Neden kimseye haber vermedin diye kendi kendine sorup küçük bir sahne yaratırken aslında kendine olan kızgınlığını ortaya çıkarmış oluyor.

Çok sağlam spoiler olmakla birlikte buradan sonrasını filmi izlemeden okumayınız:

Zannediyorum abimizin filmin sonunda işin üstesinden gelmesinin en büyük etkeni daha önce o hayata dair bir şeyler bilmesi ve hazırlıklı olması. Bu donanıma sahip olması. İlk defa yolculuk yapan birisini ele alalım. Daha ilk başında iki kayanın arasından kayıp mağaranın içine düştüğünde en güzelinden bir ölümle karşımıza çıkardı, kırık bir boyun bilemediniz bir bacak. Ama kahramanımız hem yapılı hem de güçlü bir adam olduğu için başarıyor hayatta kalmayı. Tutunmayı, hareket etmeyi ve zor bir durumda uyumayı bile biliyor. 127 saat dile kolay. Dile bile kolay değil aslında. O kadar sürede kafayı yemek de mümkün oracıkta kısacık sürede ölmek de. Ama kolunu orada bırakmak ve hayatına tutunmak bambaşka bir şey. Hele o sinir midir nedir onu koparma sahnesinde dünyanın en acı çeken insanının o olduğuna eminim. 127 Saat bu açıdan içimdeki siniri koparan, beni sağır eden bir film oldu.

Spoiler bitti, dağılabiliriz.

Son olarak gerip germelerin adamı Danny Boyle çektiği için filmi mutluyum. Seviyorum seni güzel adam.

127 Hours – 127 Saat Trailer

Total Eclipse

10 Pazar Şub 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

afrika, arthur rimbaud, arthurt rimbaud, david thewlis, eşcinsel ilişki, fransa, fransız edebiyatı, fransız şair, fransız şiiri, ingiltere, leonardo di caprio, londra, mathilde, paris, paul verlaine, romane bohringer, sempati, total eclipse


tota eclipseLeonardo Di Caprio izlemeyi sevenlerin izlerken “Vay aman, aman anam.” diye dolanacakları bir film olmuş Total Eclipse. İki ünlü Fransız şair Paul Verlaine ve Arthur Rimbaud’nun gerçek hayatını anlatan filmde gencecik bir Leonardo Di Caprio ile orta yaşlı bir David Thewls görüyoruz. 16 yaşında yepyeni bir tarz ile Fransız Edebiyatı’na giriş yapan ve dahi olmak için yola çıkan Rimbaud’yu Verlaine’in kol kanat germesi ile büyürken buluyoruz. Bu ikilinin eşcinsel ilişkileri her ne kadar filmin ana noktasında dursa da mesele yalnızca bir ilişki sonunda olgunlaşmayı bilen iki adam değil iki farklı şair zihniyetinin ortaya çıkması oluyor.

Paul’un Mathilde adında güzel bir karısı var. Hamile ve Paul’u seviyor. Paul ise Arthur’un gelişi ile birlikte içme alışkanlığına iyice gem vuramayıp sarhoş bir şekilde karısına yapmadığını bırakmıyor. Duyguları da şiirleri kadar yoğun Paul’un. Yalnızca içerek unutabileceğine ve unutması gerektiğine inanıyor. Arthur ise yanımızda olsa dövmek isteyebileceğimiz tipten bir çocuk. Çok bilmiş, nobran, küçük çapta hırsız, büyük çapta bencil. İlk başta hiçbir şekilde Arthur’a sempati duyamıyoruz. Paul’un tüm değişiminin nedenini Arthur olarak görüyoruz. Bir açıdan durum böyle olsa da Paul’un zaten kendisini içkiye vererek yaşadığı hayattan mutlu olmadığını da anlamış oluyor.

Rimbaud Fransız Edebiyatı’nda yeni bir soluk olduğunu biliyor. Bu yüzden bunun eminliği ile hareket edip çevresindeki hiçbir şeyi kabul etmiyor. Yazı yazmanın zorlayıcı evrelerinden geçiyor.

total-eclipse-leonardo-dicaprio-arthur-rimbaund

Filmde gözümüze takılan ve hatta bariz bir şekilde  sokulan eşcinsellik teması ise verilebilecek en naif şekilde verilmiş. Özellikle Arthur ile Paul’un ilk öpüşme anlarından rahatsız olabilmek imkansız. Öylesine gelişigüzel ve içten öpüşüyorlar ki tüm homofobileri yıkabilecek güçte neredeyse. Yalnızca bu eşcinsellik konusunda kafama takılan en önemli nokta Arthur’un 16 yaşındayken bu ilişkiye başlıyor oluşu. Yani bildiğiniz çatır çutur sevişiyor adam. Hep nasip.

Arthur Rimbaud: The only unbearable thing is that nothing is unbearable. 

 

Arthur Rimbaud: Love has to be reinvented. 

 

Paul Verlaine: Sometimes he speaks in a kind of tender dialect of the death which causes repentence, of the unhappy men who certainly exist, of painful tasks and heartrending departures. In the hovels where we got drunk he wept looking at those who surrounded us, the cattle of poverty. He lifted up drunks in the black streets. He had the pity a bad mother has for small children. He moved with the grace of a little girl at catechism. He pretended to know about everything, business, art, medicine. I followed him, I had to! 

 

Total Eclipse Trailer

Thelma & Louise

21 Pazartesi Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

80'ler, 90'lar, ceena davis, deconstruct, do the right thing, eril toplum, erkek egemen toplum, erkekleştirme, journey motive, kovboy filmleri, louise, susan sarandon, taxi driver, thelma, thelma and louise, western filmleri, yolculuk motifi, yıkma


thelmaandlouise

Ders ve not dolu bir yazımızla daha karşınızdayız. Bu yazıda yine Kültür İncelemeleri dersinde işlediğimiz bir filmi inceleyeceğiz. Thelma and Louise baş kahramanları iki kadın olan tatlı bir film. Onu diğerlerinden farklı ve incelemeye değer kılan ise yarattığı yıkımlar. Edebi tabir ile deconstructionlar. Erkek egemen toplumdan sıkılmış ve bu baskıyı çok uzun zamandır hissediyor olan kızlarımız çareyi kaçmakta buluyor. Doğaya, batıya doğru hareket etmeyi seçiyorlar. Thelma daha önce herhangi bir yolculuk yapmamış oldukça pasif bir karakter. Kocasına söylemek istediklerini kolayca söyleyemiyor. Küçük bir çocuk gibi hayatını idame ettiren bir kadın. Tam olarak 80 ve öncesinde kadının naifliğini yansıtan uzun etekleri ile cinsiyetini yaşayan bir barbie bebek gibi. Louise ise ondan çok farklı. Saçlarını toplayan 90ların moda anlayışına göre giyinen çağının kadını. Erkeklere karşı sert durması gerektiğini bilen ve hatta geçmişinde bilmediğimiz önemli olaylar yaşamış olan. Bu iki karakterin çıktığı yolculukta değişeceğini tahmin edememek aptallık olur. Adı üzerinde yolculuk, yani ne diyoruz journey motif. Yola çıkan her karakter o yol bittiğinde değişmek zorundadır.

Bir “yol” filmi olan Thelma ile Louise’de karakterler ne kadar batıya kaçarlarsa o kadar başları derde girer. Normalde biliriz ki Western filmlerinde batıya giden o kovboylar büyük bir hiçliğe karışırlar. Sorunlardan uzaklaşır, o noktada sakinleşirler ancak Thelma ve Louise her ne kadar kendi güçlerini görmeye vakıf olsalar da hiçbir şekilde peşlerindeki kabustan kurtulamazlar. Bu kabus yalnızca polisler değildir. Aynı zamanda atarrkil toplumun her yönü peşlerinden geliyordur. Kadınların rahat nefes alabildikleri tek bir an yok gibidir. İlk önce barda taciz edilirler ardından yolda tır şoförü tarafından söz ile taciz edilirler. Son olarak bir hırsız tarafından kullanılmış olurlar. Tüm bunlar kadının savunmasızlığını ve kendi vahşi içgüdülerini kullanan erkekler tarafından gerçekleştirilir. Bu noktadan sonra bu iki kadın farklı insanlara dönüşmeye başlarlar. Filmi sırasıyla belirli ana başlıklar altında anlatarak rahatça çözümleyebiliriz. Filmin tarihsel boyutuna baktığımızda 70 ve 80lerde ortaya çıkan akımlar sonrası kürtaj ve doğumun çoğalmasıyla kadını kapılar ardında bırakma fikrini görürüz. Filmin geçtiği dönemde bunu en iyi yansıtan karakter Thelma’dır. Toplum tarafından bastırılmıştır, evinden çıkmaz ve kocasını dinler. Akıllarda kurulan kadın imgesine tamamiyle uyan bir kadındır.

thelma-and-louise-iki-kadin

Filmi mekan boyutunda ele aldığımızda birden fazla açıdan incelememiz gerektiğini görürüz. İlk olarak kadınların dar alanlardan yani evlerinden ve iş yerlerinden geniş bir yere kaçmak istediklerini görürüz. Dağ olarak bahsettikleri yere giderek özgürlüklerini ele alacaklardır ancak düşündükleri gibi gerçekleşmez. Ne kadar çok hareket ederlerse ve geniş alana giderlerse o kadar çok batağa saplanırlar. Sanki doğa bile eril bir hal almıştır ve onların başını belaya sokmak için çalışır. Bu açıdan doğanın koruyuculuğu da deconstruct edilmiş olur. Kadınlar doğanın farkındadır ancak erkek egemenliği peşlerindedir. Mekanın bir diğer önemli noktası ise iki kadını erkekleştirmesidir. Elleri silah tutan güçlü kadınlar haline gelirler. Normalde biliyoruz ki silah ancak erkekler tarafından kullanılır ve keskin zeka ile hareket etmek onlara özgüdür. Ancak film ilerledikçe Thelma ve Louise’nin bu yetenekleri ellerine aldıklarını, erkek algısını yıktıklarını görüyoruz.

Madem değişimlerden bahsediyoruz, bahsetmemiz gereken en önemli nokta tabii ki de iki kadının baştan ayağa değişmesidir. İki karakter hikayenin farklı zamanlarında değişimlere uğrarlar. En başta naif ve çıtkırıldım olan Thelma yaşadığı zorluklar karşısında evrilir. Eli silah tutan bir kadın, arkadaşını koruyabilecek hale gelir. Hatta Louise’in aklı karıştığında onu doğru noktaya o yönlendirir. Onlar erkek gibi gelişim gösterirken erkekler de kadın gibi olurlar. Kızlarımızın macerasını uzaktan izleyen, daha doğrusu bir filmmiş gibi izleyen bir erkek topluluğu oluşur. Görebileceğimiz gibi tüm bunlar farklı zamanlarda gerçekleşen değişimlerin aynasıdır. Aslına bakarsanız bu değişimler olmasa ne hikaye bir yol hikayesi olur ne de değişimler anlamlı kalır.

Final dönemi boyunca havadan dört tane film izlemiş olmanın mutluluğu ile hayatıma devam ediyorum. 🙂

Thelma And Louise Trailer

Bir Zamanlar Anadolu’da

19 Cumartesi Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 5 Yorum

Etiketler

ahmet mümtaz taylan, arap, bir zamanlar anadoluda, doktor cemal, elma imgesi, kenan, komiser naci, nuri bilge ceylan, once upon a time in anatolia, savcı nusret, yılmaz erdoğan


bir_zamanlar_anadoluda_once_upon_a_time_in_anatolia

Nuri Bilge Ceylan’ın demir leblebilerinden bir tanesi Bir Zamanlar Anadolu’da. Daha önce Üç Maymun’u izlemiş olmak Ceylan’ın tarzına ışık tutuyor olsa da Bir Zamanlar Anadolu’da Ceylan’ın kendi tarzının daha dışında kalmış bir film.

Peki, nedir Bir Zamanlar Anadolu filmini yutulması zor bir lokma haline getiren? İlk olarak Hollywood sinemasından uzak olması diyebiliriz. İlk kareden itibaren bir mesaj vermeye çalışan ve aksiyonlar ile tüm ekranı dolduran filmler yerine Nuri Bilge Ceylan her zamanki gibi sakinliği ve sadeliği tercih ediyor. Filmin ilk sahnesinde kameranın karakterlerin olduğu alana girmemesi seyirciye hikâyenin doğrudan içine giremeyeceğimizi anlatıyor. Bunu destekler şekilde cesedi arama sahnelerinden kameranın uzaktan çekimi ile izleyenleri sadece seyirci haline getiriyor. Komiser Naci ya da tutuklu Kenan herhangi bir kanıt ortaya çıkarmadan gerçekleşen cinayete yaklaşamayacağımızı biliyoruz. Aynı zamanda Anadolu’da geçiyor olması nedeni ile alışageldiğimiz bir Anadolu soğukluğu mevcut. Nuri Bilge bizi izleyici olarak bıraktığı noktada aslında Anadolu topraklarında heyecan ile gezmemizi de engellemiş oluyor. O toprakların kendi kuralları olduğunu görüyoruz.

Sahnelerin ilerlemesi ile birlikte doğanın üstünlüğünü daha da iyi anlıyoruz. İnsanın küçücük kaldığı, uzaktan bakıldığında neredeyse bir hiç olduğu kocaman tarlaları ve yolları görüyoruz. Tüm bu alana yayılmış bir şekilde huzur içinde varlığını sürdüren ancak varlığından da daima haberdar eden bir doğa var. Çakan şimşekler ile birlikte kayalara kazılı şekillerini göstermekten çekinmeyen, esen ve yağmurla bir araya gelen, insanı içine aldığında kendi doğasına uyduran bir doğa. Medeniyetten uzaklaştıkça daha da çok ortaya çıkan ve daha mistik bir hal alan. Bu doğada hayatta kalabilecek olan kişiler de yine doğanın insanları oluyor. Şehirli olarak adlandırabileceğimiz Doktor Cemal şimşeğin gürültüsünden ve kayalarda oluşan şekillerden korkarken araştırma yaptıkları tarlanın birisinde elma ağacına denk gelen Arap hemen dalları silkeleyerek elmalardan topluyor. Yine aynı şekilde ölünün bulunduğu tarladan da kavun toplamayı ihmal etmiyor. Hangi koşulda olursa olsun Arap doğa ile büyüdüğü için onun dilinden anlıyor.

Doktor Cemal ile Arap’ın Anadolu toprakları hakkında konuştukları bölüm de doğanın ve ölümün ne demek olduğunu bize açıkça veriyor. Arap yalnız kalmak istediğinde silahı ile doğanın tam göbeğine gittiğini söylüyor. Doktor silahı olup olmadığını sorduğunda ise “Buralarda silahı olmayan mı var doktor, iyisi var, kötüsü var…” şeklinde cevap veriyor. Arap’ın bu cevabı onun doğaya kaçışının en büyük nedeni. Anadolu topraklarında medeniyetin getirdiği karmaşaya yer olmadığını kavrıyoruz. Her şey olması gerektiği renkte. Ancak insan doğasındaki “id” aynı şekilde öldürmeyi de emrediyor. Yeri geldiğinde öldürmeyi de bileceksin diyen Arap yaşama isteğinin ağırlığını gözler önüne seriyor. Bu sahnede kamera önce iki karakterden uzaklaşıyor ve ardından yüzlerine doğru yakın çekim yapıyor. Konuşma devam ederken ne Arap’ın ne de Cemal’in dudaklarının hareket etmediğini görüyoruz. Ceylan o anda bizi bir ikileme sürüklüyor. Acaba gerçekten konuştular mı? Konuşmadılar mı? Daha sonraki konuşmalardan ağızları hareket etmese de konuşmuş olduklarını anlıyoruz. Yavaş giden film akışında Nuri Bilge Ceylan takip mekanizmamızı yoklamış oluyor. Aynı zamanda bu sahne Anadolu’da ölüme bakış açısına ışık tutmuş oluyor. En az yaşadıkları yer kadar normal bir ölüm ve önemli. Belki de Anadolu’da ölmek bir “gelenek”.

Filmi izlemeye devam ederken cesedi bulup bulamayacakları konusunda şüpheye düşüyoruz. Kenan’ın sakinliği ve hatırlamama ısrarı bizim şevkimizi kırıyor. Bildiğimiz kahraman hikâyelerinden farklı olduğu için Ceylan tahmin etme amacımızı da kırmış oluyor bu noktada. En başından beri yalnız bir ipucunun peşinden koştuğumuz için fazlasını tahmin etmekte zorlanıyoruz. Geçilen her tarla ile

birlikte bulabilecekleri umudunu yitirmiş oluyoruz. Bu arayış sürecinde farklı arayışları da kapı açmış oluyoruz. Savcı Nusret uyanmak istemediği bir gerçeğe uyanıyor. Doktor Cemal de bulunduğu yere aidiyetini bir kez daha sorgulama şansı buluyor. “Bir arkadaşım” olarak bahsettiği hikâyeden kendi karısı olduğunu anladığımız Savcı Nusret iki adet ölü hikâyesini keşfetmiş oluyor bu süreçte. Karısının intiharının soğukluğu ve peşine düştükleri cinayetin sıcaklığı tek bir noktada kesişiyor. Bu yolculuk Nusret için gerçeğe giden bir yol haline geliyor. Aslında Nusret’in savcı olduğunu hatırlayarak gerçeği bildiğini ancak inanmak istemediğini anlayabiliyoruz. Onun tek sığınağı olan doktorun kendisini telkin etme fikri onu bu pasif sorguya itiyor. Yine de doktorun bir bilim insanı olduğunu unutuyor.

bir-zamanlar-anadoluda-nuri-bilge-ceylan-izle

Doktor Cemal’in yaşadığı değişim ise ölü vücut üzerinde gerçekleşiyor. Otopsi sırasında ölünün canlı bir şekilde gömüldüğü ortaya çıktığında kararı aksi yönünde veriyor. Çocuğun gerçek babasının yani Kenan’ın daha ağır bir cezaya çarptırılmaması için bu kararı dile getiriyor ve belki de haklı buluyor Kenan’ı. Fotoğraflarını gördüğümüz ve aynada da kendisi ile yüz yüze kalan Cemal için Anadolu’nun kurallarını anlamak bu noktada başlıyor.

Gözlerimizi Komiser Naci’ye çevirdiğimizde ise tam anlamıyla bir Anadolu insanı görmüş oluyoruz. Çabuk sinirlenebilen ama aynı zamanda yufka yürekli… Ölünün vücuduna saygı duyulması gerektiğini söyleyebilecek ve ölüye bunun için daha da üzülebilecek bir karakter. Karısı aradığında sesini alçaltarak konuşsa ve karşılık veremese de sinirlendiğinde Kenan’ı pataklayabilecek yapıda. Tanıdığımız bildiğimiz Türk insanı tiplemesini görmüş oluyoruz Naci’de ancak onu diğerlerinden farklı kılan bir nokta var. Samimiyeti. Duygularını açık etmekten korkmuyor o yüzden. Gizlediği ya da sakladığı bir şeyler yok. Cemal’in hayatına dair fikir yürütmekte zorlansak da Naci bizim için anlaşılır ve kolay bir karakter.

Kadının filmdeki yerinden bahsettiğimizde ise Anadolu’daki yerini görürüz. Kadın daima geri planda kalır, misafirlere hizmet ederler. Muhtarın kızının yalnızca bir hayalet gibi görünüp yok olması, muhtarın karısının hiç görünmemesi, Yaşar’ın konuşma konusunda geri planda kalan karısı gibi. Toplum içinde yalnızca araçtırlar, bu yüzden de pasif bir hayat yaşarlar. Kadınlar bulunmayı beklerken erkekler ararlar. Cesedi ararlar, savcı gibi başka bir kadın ararlar ve doktor gibi başka şehirlerde yalnızlığı ararlar. Ancak bu arayışta kadının yeri neredeyse yoktur. Evindedir, beklemededir, çocuğu ile ilgilenmektedir. Köy kahvesinde oturan adam imgesi ile evde sobanın başındaki kadın simgesi gelir bu anda aklımıza. Anadolu’nun en gerçek sahnelerinden bir tanesidir.

Bahsetmemiz gereken ve filmin neredeyse temeline oturan sembollerden bir tanesi Arap’ın ağacı silkmesi ile düşen ve su yatağında hareket eden elmadır. Elma bir süre yuvarlanmaya devam eder, bu sürede Komiser Naci ile Savcı’nın konuşmaları sürmektedir. Soruşturmanın ilerleyeceğini ve son bulacağını bu elma sayesinde ön görmüş oluruz.

Son olarak Nuri Bilge Ceylan nasıl ki bizi filmin başında kapının dışında bırakıyor, filmin sonunda da aynı şekilde kalıyoruz. Hikâyenin ayrıntıları elimize geçmiş olmuyor, kadın ile adamın arasındaki ilişkiye dair net bilgiler edinemiyoruz ya da Kenan’a neler olacağına. Sadece uzak bir görüntü ile biz de uzaklaşıp gidiyoruz Anadolu’dan.

Belki de Anadolu’nun en büyük özelliği budur; sırları tutmak…

(Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Film Eleştirisi Dersi Final Ödevi)

Bir Zamanlar Anadolu’da – Once Upon A Time In Anatolia – 2011 – Trailer

Do The Right Thing

16 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

breaking the forth wall, brecht, brecht tiyatrosu, brooklyn, buggin out, bugging out, defamiliarization, do the right thing, etnisite, fight the power, gustavo fring, kernell, love daddy, love fm, mayor, mookie, radio raheem, rita, samuel jackson, samuel l jackson, spike lee, taxi driver, thelma and louise


do the right thing

Geldik Kültür İncelemeleri dersine. Okul hayatımın blog üzerindeki etkisini asla yadsıyamam. En basitinden bir hafta içinde 4 film izlemiş olarak girmemize yardımcı oluyor sınavda. Kültür dersinde işlenilen 3 film var söz konusu. Taxi Driver, Do the Right Thing ve son olarak Thelma and Louise. Bu üç filmi incelememizi istediği konu tabii ki de doğa ve kültür çerçevesi etrafındaydı. Biz de üç filmi nasıl ortak paydada buluştururuz diye düşünüp bir türlü gerçekleştiremedik. Sınav sorusunu görünce rahatlamıştık fakat. Taxi Driver’da “setting”in önemi nedir? Bir başka yazıda bu konuya ayrıntılı değineceğim ancak şimdilik üç film arasında. En yüksek seviyede beğenmiş olduğum Do the Right Thing’i yazmak istiyorum Spike Lee’nin.

Do the Right Thing Brooklyn’de bir zenci mahallesinde geçiyor. Mahallede birbirinden farklı etnik yapıda insanlar var. Öncelikli rolü olan İtalyanlar (Sal, Pino, Vito) alıyor. Koreliler, Porto Rikolular ve birkaç millet daha var içlerinde. Zenciler ile normal bir hayat geçiriyorlar. Mookie arkadaşımız ki kendisini garip bir şekilde çırpı bacak Spike Lee canlandırıyor, Sal’in mekanında yani pizzacısında çalışan bir zenci. Tüm hikayenin orta yerinde yer alıyor. Ardından müziği duymaktan usanacağımız Radio Raheem ve Buggin Out. Bu üç tipin yatacacak yeri yok. Hikaye ise havanın kaynar derecede olduğu bür gün başlıyor ve o gün bitiyor. Unutmamakta fayda var, Samuel Jackson da Dj olarak karşımıza çıkıyor: Love Daddy. Love Fm’in değişmez adamı. Hikayeyi daha fazla anlatmak yerine semboller ve temalar üzerinden gitmeyi yeğliyorum.

Do-The-Right-Thing-samuel-l-jackson-izle

İlk karşımıza çıkan konu film boyunca dikkatimize çarpan zıtlıklar. Bir mahallede var olan beyaz ve siyah ırkı görüyoruz. Bu iki zıt milletin de yaşayız tarzı bu bağlamda farklı oluyor. Sal bir beyaz İtalyan olarak kapital tarafta. Aynı şekilde Korelilerin de bu tarafta kaldığını görüyoruz ancak yaşlılar heyetinin de farkına vardığı gibi hiçbir zenci satış işi ile ilgilenmiyor. Onlar sürekli satın alma derdindeler. Tüm film boyunca bir satın alma eğilimde daha doğrusu tüketme eğiliminde olduklarını görüyoruz. Aynı zamanda beyazlar çalışıyorken işe yarar bir iş yapan tek zencinin Mookie olduğunu görüyoruz. Zencilerin tek yaptığı iş gösterişli kıyafetleri ile sadece var olmak. Bir diğer zıtlık Radio Raheem’inelindeki “love” ve “hate” yüzükleri. Bu yüzükler tüm film boyunca karşımıza çıkabilecek en sembolik nesneler. Aynı boyda ve ağırlıkta olan bu iki yüzük anlamları doğrultusunda farklı ellerde bulunuyor. Abil’i öldüren Kabil’in kardeşini öldürdüğü eli olan sol elinde hate, sevmenin ve vermenin eli olan sağda ise love bulunuyor. Bu ikisini bir araya getiren adamın Radio olması garip yine de. Aynı şekilde Sal’in oğullarında da bir zıtlık söz konusu. Sarı saçlı olab Vito siyah renkte tişört giyerken siyah saçlı Pino beyaz tişört giyiyor. Bundan ziyade bu ki kardeşe dair en büyük zıtlık ise zencilere karşı tutumları ve çalıştıkları yeri sahiplenme biçimleri. Son olarak karşımıza çıkan zıtlık filmin sonu da akan yazı ile Martin Luther King ve Malcolm X’in kendi davalarında nasıl devam etmeleri konusunda verdikleri demeç. Martin abimiz adam gibi barıştan ve defanstan bahsederken Malcolm hızını alamayıp eğer sizin başınıza birileri iş açıyorsa o kişiler ile savaşmalısınız diyor.

Zıtlıkların yanında paralellikler de söz konusu. Filmde sıcaklık arttıkça ortaya çıkan şiddet de artıyor. İnsanlar bir o kadar saldırganlaşıyor ve gerginleşiyor. Aynı şekilde artan sıcaklık ile yangın ve söndürme arasında da paralellik var. Ne kadar çok ateş o kadar çok su demek oluyor. Sal’e duyulan öfke artıkça dükkana verilen zarar da artıyor ve son olarak Radio Raheem’in sidik yarışında sesler devamlı yükseliyor.

Filmi izlediğinizde hissettiğiniz garip bir duygu var ayrıca. Sanki film size bir mesaj vermeye çalışıyormuş ama siz bulmalıymışsınız gibi. Biz bu noktaya Brecht’in tiyatro geleneği dedik. Spike Lee’nin Brecht tiyatrosunu filminde kullanması beni mest eden nokta oldu. İlk olarak geleneksel tiyatroda görmediğimiz ancak Brecht ile birlikte gelen anlatıcının sahne ortasında görülmesinden bahsedeceğim. Bildiğiniz üzere modern tiyatroya kadar sahnede bir anlatıcı yer almaz. Bunun yerine sesini duyarız. Yani anlatılan hikaye ya da verilmek istenen mesaj daima arkadan, görmediğimiz kişilerce verilir ancak Brecht tiyatrosunda anlatıcı sahnenin tam ortasında yer alır. Brecht’in yaratmak istediği yabancılaştırma “defamiliarization” bu noktada ilk kez gerçekleşmiş olur. Filmde bu örneğimiz Love Daddy’e denk düşer. Mahallenin ortasında durur ve herkesin ne yaptığını bilir, hikayeler anlatır. Bir diğer Brecht etkisi de sahnede seyirci ile konuşmak olarak tezahür eden ve insanlara “o neydi lan” tepkisi verdirten “breaking the forth wall”dur. Bu sayede seyirci izlediğinin bir tiyatro eseri olduğunu unutmaz kendisini oyuna vererek ağlayıp sızlanmaz. Filmde oyuncuların kameraya bakarak milliyetlere sayıp döktükleri sahneler ve aynı zamanda Raheem’in aşk ve nefreti anlattığı sahne bu teknik ile eş düşer.

Bahsetmemiz gereken bir diğer mesele filmdeki herkesin bir tip olmasıdır. Bireysel olarak bir değişim geçirmezler. Nasıl başladılarsa o şekilde sonlanır onların hikayesi. Bugging Out olarak gördüğümüz ve Breaking Bad’ten Gustavo Fring olarak tanıdığımız abimiz, Sal, Rita ve diğerleri… Hepsi birer tiptir.

Filmde kadının rolü yok denecek kadar azdır çünkü kadınlar o dönemde söz hakkına sahip değildir. Bağırabilirler ama dinlenmezler. Filmin başında Rita’yı Fight the Power şarkısı ile dans ederken ve boks yaparkan görürüz ancak Rita’nın karşısında kimse yoktur. Kadınlar güce karşı savaşabilecek nitelikte değillerdir. Ya hiç olacaklardır ya da bilmedikleri, anlamadıkları bir gruba dahil olup var olmaya çalışacaklardır.

Gelelim filme adını veren Do the Right Thing meselesine. Bu cümle filmin tek bir yerinde geçer, o da Mayor’ın Mookie’ye söylediği andır. Tüm zenciler arasında gerçekte bir misyonu olan tek kişi Mayor’dır. Mookie’e bunun neden söylediğini ilk başta anlamayız ancak en sonunda yapılan güzel bir çıkarım ile bu desteklenebilir. (Benim çıkarımım olmamakla birlikte) Mookie doğru şeyi yapmaya filmin en sonunda karar verir. Sal’e saldırmak isteyen kızgın grubu çöp tenekesini dükkana atarak dükkana yönlendirir bu sayede üç kişinin hayatını kurtarmış olur. Ben filmi izlediğimde hiç böyle düşünmemiştim ama eğer do the right thing diye bir şey varsa ve bu Mookie’e söyleniyorsa yapılabilecek en doğru açıklama bu olur. Bunun dışında filmde gözümüze çarpan bireysellik diye bir konu vardır. Her tip kendi bireysel istekleri üzerinden hareket eder. Radio’nun son ses müzik dinlemek için diretmesi, Bugging Out’un duvarda görmek istediği zenci ünlüler ve diğer tüm konular bireyseldir bu yüzden topluö tarafından kabul görmezler. Bugging boykot yapmak istediğinde halkın yanında olmamak istemesi de buna denk düşer. Çünkü mantıklı ve gerçekçi bir gerekçi değildir sadece bireysel bir istektir. Kernell (bir dost), bunun üzerine şu yorumu yapar: zenciler bu şekilde bireysel istekler ile hareket edip bir olmazlarsa istediklerini başrmalrı çok zordur. Bu bence her topluma uygulanabilir tabii ki de.

Do the Right Thing oldukça eğlenceli ve renkli bir filmdi. Yine de insan mustehak bu zencilere demekten kendisini alamıyor film boyunca. Unutmadan belirtmekte yarar var, Spike Lee bu filmi bir sınıf ayrımını anlatmak için çekmediğini belirtiyor. Ancak biz farkı yaratanın sınıf değil etnisite olduğunu görüyoruz.

Do The Right Thing Trailer

← Older posts

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...