• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: can yayınları

İçimizdeki Şeytan / Bu Sefer Başka

04 Pazartesi Şub 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

anne oğul ilişkisi, aşk hikayesi, aşk romanı, can yayınları, içimizdeki şeytan, marthe, raymond radiguet, sabahattin ali, sigmund freud, şehvet


raymond-radiguet-icimizdeki-seytanSabahattin Ali’den sonra Raymond Radiguet’nin İçimizdeki Şeytan’ı bana biraz yavan geldi. Can Yayınları’ndan okuma fırsatı bulduğum ve 19 yaşında bir yazarın yazdığı kitap nereden baksanız meh.

İlk olarak kahramanımızın küçük bir çocuk oluşu dikkatimizi çekiyor. 1. Dünya Savaşı sırasında Fransa’da kendisinden büyük bir kız ile aşk yaşamaya başlıyor. O anda kendi ergenliğimize dönüyor, yaşamaya çalıştığımız aşkları nasıl yaşadığımızı hatırlıyoruz. En az onun kadar problemli ve sorunlu. Herkes bizi sevsin ama biz istediğimizi yapalım, sorumluluk kabul etmeyelim ama en büyük sorumlu biz olalım gibi. Bu yüzden küçük bir anlatıcının bize söyledikleri canımızı skıyor. Ergenliğe dönmüş oluyoruz, çoğumuzun istemediği o atarlı giderli zamanlara.

Ardından hikayenin kurgulanışı ile klasik bir aşk romanı okuduğumuzu anlıyoruz. Burada taraflardan bir tanesinin küçük olmasına gerek yok. Hikaye şehvetin ve aşkın bir araya geldiği topraklarda geçiyor. Hikayemizin dramatize kısmını seven genç kız oluşturuyor. İçimizdeki Şeytan’ın alınıp sevilesi tarafları olmasına rağmen bütüncül olarak bakıldığında geri planda kalıyor.

Bir annenin oğlunu evlendirmek isteyişi ancak daima gelini beğenmeyişi, işlediğimiz suçların aslında gerçekten su yüzeyine çıkmasını isteyişimiz gibi nokta atışlarının yanı sıra basit roman örgüsü ve beklenen son ile bitirmesi bize çantada keklik hissi veriyor. Şu anda kitabın yeni basımları yapılıyor mu bilmiyorum ancak arkakapakta abartılarak anlatılan genç dahi Raymond Radiguet’yi ya çok yanlış çevirdiler ya da o çok yanlış geldi.

Suyun Öte Yanı – Memleketim

03 Pazartesi Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

bulgaristan, can yayınları, feride çiçekoğlu, girit, hiu, sakız adası, suyun öte yanı, yunanistan


Nerelisin sen?

Küçüklüğümden beri cevap verirken en tedirgin olduğum sorulardan bir tanesi. Çift cevaplıyım ben. Babam Bulgaristan annem Yunanistan göçmeni. Bulgaristan’ı hiç ziyaret edemediğimden midir yoksa annemin tarafının hala Yunanistan’da olmasından mıdır bilinmez, kendimi hep Yunanistanlı hissetmişimdir. Bu yüzden Suyun Öte Yanı, Çiçekoğlu’nun olduğu kadar benim de memleketim.

Önce senaryosunun yazıldığı ve ardından kitaba dönüştürülen Suyun Öte Yanı’nı şimdiye kadar en az 7 kere okuma girişiminde bulunmuşumdur fakat bir türlü bitirmek nasip olmamıştı. Bu sefer kitap okumanın tam olarak ne demek olduğunu bilerek başladım işe ve tabii ki bitiverdi kitap.

Senelerdir neden okuyamadığımı da önsözü daha düzgün okuyunca anladım. Senaryodan kitaba çevrilmiş bir hikaye olduğu için kitap tam olarak uzun anlatımlarla, düzgün betimlemelerle dolu değil. Feride Çiçekoğlu yazdığı senaryoyu çok sevmiş olacak ki kafasında nasıl kaldıysa aynı şekilde yazmış. Zihin akışı gibi kesik kesik cümleler ve kesik kesik anlatımlar. Hikayenin özü aslında oldukça tatlı ve tanıdık. Özellikle hayatın insanı yormaya başladığını hissettiğiniz zamanlarda okuduysanız bu kitabı yakın görebilirsiniz kendinize.

Suyun Öte Yanı’nı görmeye çalışmak, “toprak”ını yanında taşımak ve diğer tüm imgeler sırasıyla göçmenlik ve hasretlik yaşayanların kanında yürür biraz. Ardından sevilmeler sevişmeler ve ayrılmalar. Hayat da zaten bunlar üzerine kurulu değil midir?

Yine de hikaye bana kalırsa kel kalmış. Evet evet bildiğiniz kel. Neden böyle peki? Örneğin Ertan’ın hayatına dair hiçbir şey öğrenemiyoruz. Bu adam neden hapse girmiş çıkmış, bu kadın neden sürekli polislerden korkuyor? Tamamen havada kalmış durumda. Geriye dair hiçbir şey bilmediğimiz için de hikayenin içine giremiyoruz. Öylesine dışarıdan bir okuma yapmışız gibi sanki. Hiçbir farkı bulunmamakta. İşte sırf bu iki nedenden (senaryodan çıkamayan üslup ve eksik hikaye) Suyun Öte Yanı beni hayal kırıklığına uğrattı. Keşke filmini de izleseymişim demedim değil tabii. Filmini de izleyeceğim ama çok şey ummamayı şimdiden öğrendim.

Yazın, Gene Yazın – Tahsin Yücel Kuralları

27 Pazartesi Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

can yayınları, deneme türünde örnekler, edebiyat eleştiri metinleri, levi strauss, tahsin yücel


Klasikler Niçin Okunmalı’dan sonra deneme ve eleştiri türüne kısa bir ara vermiştim çünkü beni yerden yere vuran gerçekler ile karşılaşmıştım kitapta. Ben ne kadar az şey biliyormuşum ve ne kadar çok bildiğimi sanıyormuşum gibi.

Şıp demiş, Tahsin Yücel’in kaleminden de aynı şeyler dökülmüş. Edebiyatın ne olup olmadığını, yazılanların hangi minvalde yazılması gerektiğini öncelikle tanrısından izin isteyerek yazmaya başlayan bu adam, Tahsin Yücel, beni yine kocaman edebiyat dünyasında mini minnacık hissettirdi. Efendime söyleyeyim o yazar, tabii ki şu şair derken benim tüm havam yine sönüverdi. Yine de Tahsin Yücel, benim adıma okuması daha kolay bir adam oldu. Yazın, Gene Yazın, benim bakış açımla iki farklı anlamdan oluşan bir tamlama. Yazın, edebiyat anlamına gelmesi ve eylem olan yazmak kelimesi. Böyle oyunları seviyorum.

Ünlü düşünürler, bilimadamları ve edebiyatçıları bir araya getirerek derdini anlatmaya çalışıyor Yücel bu kitapta. Sadece felsefenin değil, bilimin de edebiyata etkilerini araştırıyor ve bu neferlerin şimdiye kadar neler düşündüğünü, ona göre hangilerinin doğru olduğunu enine boyuna anlatıyor. Kendi çağındaki yazarlara da laf atmadan duramıyor. Tahsin Yücel’in hayata bakışına dair bir şeyler öğrenmek istiyorsanız bu kitaba biraz dalmanız kafi geliyor. Açık sözlü insanları çoktandır özlüyorduk.

Can Yayınları’nın dilimden düşürmediğim indirimi, “Yaz boyunca yüzlerce kitap 5 lira” sayesinde Tahsin Yücel’in herhangi bir romanını ya da hikayesini okumadan doğrudan denemesine geçiyorum. Benim için sert bir geçiş, yine de seviyorum bu tonton ihtiyarı.

Argümanları ile bir kez durup düşünmemize neden olan bu yazarın anlattıklarından not aldığım bazı yerler var. İşte bunlardan ilki, Yazının Ana Özdeği konusunda, kitabın 60. sayfasında yer alıyor:

“Hiç kuşkusuz, dil, hele yazın dili, kendi başına ele alınınca, “doğru ya da yanlış değildir, geçerlidir ya da geçersizdir: geçerli, yani tutarlı bir gösterge dizgisi”. Bu bakımdan, baştan sonra tersine çevrilmiş bir kurmaca evrende “sonsuz nokta”lar da geçerli sayılabilir, ama ancak böyle bir evrende. Buna karşılık, her öğe geçerliliğini bütünün başa öğeleriyle kurduğu bağıntılardan aldığına göre, bizimkine benzer olarak sunulan bir kurmaca evrende, “sonsuz nokta” söylemi de, göndergesini de sakatlar: her ikisinin de sakatlığıdır. Buna karşılık, gerçek yazar, söylemle nesnesi arasındaki denkliği sözcük ve tümce düzleminde kurmaz, yalnızca, dil, kurgu, odaklayım, hepsini sokar işin içine.”

Konudan tamamen ayrı değerlendirildiğinde tamamen boşmuş gibi görünen bu paragraf bütünlendiğinde ortaya kafa karıştırıcı, sorgulayıcı fakat edebiyat bilginizi yarıştırıcı bir metin çıkıyor.

Ne zaman bir edebiyatçının edebiyat bilgisi ile karşılaşsam, eşhedü çekip kalkan kaldırasım geliyor çünkü sanki Merlin’in ejderhası karşısında savunmasızmışım gibi hissediyorum. Tahsin Yücel son zamanlarda benim yeni ejderham olmayı başardı. Yine kendimi evreniçre küçük hissettim. Gidinin Tahsin’i. Tahsin ismini de severim.

 

Münir Göle’nin Kadınlık Üzerine Fısıltılar’ı

10 Cuma Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

can yayınları, eros ile psyche, mitoloji ve günümüz, mitolojide feminizm, mitolojideki tanrıçalar


Yüzyıllardır anlatılmaya ve anlaşılmaya çalışan varlık: kadın…

Tanrıçalardan tutun da ölümlülere kadar her bir kadın figürünün önemli bir rolü vardır tarihte ve mitolojide. Kimileri delicesine sevip aşık olmuşlar, kimileri ise en büyük kötülükleri içlerinde barındırabilecek kadar karanlıktırlar. Ama kadın, daima anlaşılmaktan uzak, anlamları soyut bırakacak kadar başkadır.

Eros ile Psyche, kitapta geçtiği şekli ile Psyke, mitolojide adlarından en çok bahsettiren iki karakterdir. Upuzun bir aşk hikayeleri ve sonunda da vuslatları vardır. Bu iki karakteri bu kadar önemli kılan şey ise birisi Eros’un Aphrodit’in oğlu oluşu, diğerinin de güzellikte tüm ölümlülerden ve ölümsüzlerden daha güzel olmasıdır. İki karakter de aşkın peşinde koşar. Aşkı anlamaya çalışır ve bunun için çaba sarf ederler. Yine de Eros ile Psyke’nin aşkında kafa karıştıran yüzlerce olay, binlerce ayrıntı vardır. Münir Göle tam da bizim kafamızın karıştığı yere parmağını basarak olaylara açıklık getirir. Okuduğunuz tüm aşk hikayelerine artık tabiri caiz ise kıllanarak bakacaksınızdır çünkü bir kere uyanmışsınızdır ve biliyorsunuzdur. Bilmenin aydınlığı çoktan inmiştir okumalarınıza.

Yazılmış bir hikayeyi yeniden yazmaya çalışan Apuleius ve Münir Göle, aynı anda büyük bir kaybolmanın içine düşerler. Dil o kadar kıvrak ve yanıltıcı, aynı zamanda baştan çıkarıcıdır ki anlatan aynen şöyle açıklar dili:

Dilde olağanüstü güçler saklıdır, pimi boşalmayagörsün, karanlıklardan bilinmedik yaratıklar bastırıverir.

İşte bu cümle ile anlattığı gerçeklik, kendisinin de neredeyse anlatı yılanları tarafından dibe çekilmeden öncesidir. Okudukları ile yeniden yazmaya, yeniden yazarken aslından tamamen bağımsız fakat bir o kadar da aslına bir hikaye yaratmaya başlayan anlatıcı, anlatılanların alt metinlerinde kaybolma ihtimalini hemen göze alır.

Altın Eşek adlı kitapta Eros ile Psyke’nin hikayesini yeniden yazan Apuleius, Persephone, Demeter, Athena, Odisseus’a kadar pek çok mitolojik karakterden de bahseder. Pan da nasibini alır tabii ki de. Apuleius’un anlattıkları kısa bir hikaye değildir. Üzeri çabucak örtülebilecek cümleler de değildir kaleminden çıkan.

Şarap, hem yakan ateş, hem susuzluk gideren sıvıdır; şarap hem yabanıl hem işlenmiştir; şarap hem ilaç, hem zehirdir; şarap hem esrimedir hem yıkımdır. Şara çifti içinde barındıran tanrıdır.

Bu yazıyı not alırken aklımdan geçen temel düşünce şarabın ne kadar iyi anlatıldığıydı fakat şu anda tekrar yazmaya başladığımda gördüğüm bir nokta var ki o da bu anlatılanın sadece şarap değil kadın da olduğu.

Ve birkaç sayfa sonra hikaye hızlanmaya, dolu doluya içine ihtiras, macera katılmaya başlamıştır. Afrodit denen hatun güzelliğini çaldığını düşündüğü, ölümlü olduğu halde herkesin ona tanrıymış gibi davranmasına müthiş şekilde sinirlendiği Psyke için planlar yapmaya başlar. Ona nasıl bir ceza vereceğini düşünür durur ve karar verir. Oğlu Eros’a aşkın tatlı ok ucuna zehirli bir aşk koymasını söyler. Dünyanın en çirkin adamına aşık olacaktır bu yüzüne bakmaya doyulamayacak kız. Erosbudururmu?

Bir kadına kadınlığını bir erkek hissettirir, ama kadının hissettiği kadınlığı yalnızca bir başka kadın sarsar. Bu noktada tanrıçaların bile dokunulmazlığı vardır.

Kadının sadece kendi ile olan savaşını değil kadın ile olan savaşını, ablaları, annesi ve diğer tüm kadın figürlerini nasıl bir savaşım içine soktuğunu anlatır Münir Göle kadın psikolojisine bakarak.

Upuzun anlatılması gereken ve gerçekten bir kitap boyunca çözümlenebilecek Psyke ile Eros’un aşkında Münir Göle, Apuleius, bir sürü soru ve cevap bulur fakat sormadığı bir soru vardır. Bu soruyu da ben sormak isterim:

Büyük bir aşkın, birbirine kavuşmak için her türlü zorluğu göze alan iki gencin aşklarının ilk başlarında yani Eros her gece yatağına gizli gizli gelirken Psyke’nin ve sadece tenlerini tanıdıklarında (Eros ile Psyke birbirlerinin yüzlerini aydınlıkta asla görmezler. Zaten tüm olay bunun etrafında düğümlenmiştir.) Psyke gerçekten sevmeye başlayabilmiş miydi Eros’u yoksa sadece cinsel içgüdüler ağır basıyordu ve kadınlığını sonuna kadar hissettiren, dokunan ve onu zevk ile titreten bu adama sırf bu yüzden kendini aşık mı zannediyordu?

Kadınlar, içinden çıkılması en karmaşık puzzle gibiler. Ne kadar çok cümle kurmaya başlıyorsanız o kadar çok dallanıp budaklanıp anlaşılmazlığa koşar adım gidiyorlar. Kadın psikolojisi tamamen ayrı bir çalışma konusu, vücudu dünyanın en güzel nesneleri arasındayken nasıl olur da vazgeçebiliriz ki kadını incelemekten ve kadın olmaktan.

Kadın olmak, kadın olmayı başarabilmek hem zorlu hem de zevkli bir sınav.

Perihan Mağden’den Radikal Yazıları: Son Yazılar

02 Perşembe Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 5 Yorum

Etiketler

can yayınları, iki genç kızın romanı, perihan mağden, radikal köşe yazıları, sahi mutsuz musun, son yazılar


Benim bağlanma problemim var. Şimdiye kadar ne bir kuaföre daima gidebildim ne de bir köşe yazısını sektirmeden okuyabildim. Her gün haber sitelerini açsam da  gazeteden okumadığım sürece bu haberleri dikkate alamıyorum. Bir garip eski kafa çalışıyor beynim iş gazeteye gelince. Fakat her sabah gazete alıyor muyum? Hayır.

Haberleri dinlediniz. Bu samimi itirafım ile yazıya başlamam beni gerçekten mutlu etti. Uzun zamandır dilimin ucunda, ha söyledim ha söyleyeceğim. Perihan Mağden ile tanışıklığım gene lise yıllarına denk düşüyor. Nam-ı diğer can hocam Seval Canpolat İki Genç Kızın Romanı’nı okuyun diyor. Tam da o dönemlerde Kanal D bize bir kıyak yapıyor ve Vildan Atasever’li aynı isimdeki filmi yayınlıyor. Perihan Mağden ile tanıştınız. Tanıştınız fakat yazı dili ile film dilinin tamamen farklı olduğunu unutuyorsunuz. Bu yüzden Mağden’in bir başka kitabını okumaya davetlisiniz.

Bir sene sonra Elif Şafak’ın Med Cezir’ini veren gazete, sanırım Sabah idi, Perihan Mağden’in Herkes Seni Söylüyor, Sahi Mutsuz Musun?

Perihan Mağden ile işte bu sayede tanışıyorum. Farklı imla kullanımı, büyüklü küçüklü harfler ile bir deneme kitabı olan Sahi Mutsuz Musun? beni biraz allak bullak ediyor. Edebiyatta böyle özgürlük mü olurmuş?

Aradan uzunca bir süre geçtikten sonra Perihan Mağden ile iki hafta önce D&R’da karşılaşıyorum. Son Yazılar olarak Can Yayınları’ndan çıkan kitap, Mağden’in Radikal’deki köşe yazılarından oluşuyor. İşte şimdi anladınız neden uzun uzadıya itiraf ettim her şeyi.

Son Yazılar, yıllar sonra biraz biraz akıllanan beynime ilaç gibi geliyor. Devlet mevlet, görüşler fikirler hep bir paralel hep bir yan yana koşturmacalarda. Yalnız tek bir sorun var. Perihan Mağden’in üslubu tamamen kendine has, alışık olmayan kıçta don durmuyor hesabı garipsemek üzerine garipsemek yaşıyorum. Ben ki Leyla Erbil’e selam etmeden duramayan hatun.

Üslupta hiçbir şeye lafım olmayacaktı, düşünceler de zaten aynı boyuttaydı fakat neden yerli yersiz bu İngilizce kelimeler? Gerçekten İngilizce’de anlatmak istediği konu ile ilgili cuk oturan sıfatlardır bunlar fakat, neden hepsi böyle, neden efendim neden? İt gibi takılıyorum bu soruya. Perihan’ın İngilizce kelimelerini takip etmeye dalıyorum, hop başa dönüyorum. Halbuki,

bahsettiği her konuya olmasa da çoğu konuya parmağımı onunla birlikte basmak istiyorum. Yaptığı benzetmelere kıs kıs gülüp zekasına hayran kalıyorum. Yine de “Sen beni bütürdün Perühan.”.

PS: Keşke kitapta yazıların gazete yayınlandıkları tarihler olsaydı. Böyle belirli dönemlere hitap eden yazılar bomboş bir zamanda asılı kalmış gibiler tarih olmadan.

Huckleberry Finn’in Serüvenleri

02 Perşembe Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

burlesk, burlesque, can yayınları, huckleberry finn analysis, huckleberry finn'in maceraları, Mark Twain, william shakespeare


Mark Twain, Amerikan Edebiyatı’nda bol bol bahsedilen “humour” “satiric” olayına el atan adam. Mark Twain’in yazdığı her hikaye ve roman şimdiye kadar hak ettiği övgüyü almaktan geri kalmadı. Peki neydi bu adamı bu kadar tatlı kılan, bu yazıları bu kadar okunan?

Tom Sawyer’ı henüz okumadığımı düşünürsek Mark Twain’e dair bir fikrimin olması kolay değildi ta ki Kısa Öykü dersimizde  The Celebrated Jumping Frog of Calaveras County hikayesini , 19.yy Amerikan Romanı’nda ise Huckleberry Finn romanını okuyana kadar.

Mark Twain’in gerçek adı Samuel Langhorne Clemens. Yazdığı romanları Mark Twain mahlası ile yazıyor ve iyi ki de yazıyor. Can Yayınları’nın 380 kitapta fiyatı 5 liraya düşürdüğünü duyunca ve Huckleberry Finn’le karşılaşınca hemen aldım başladım okumaya. Huck Finn’in en başında dikkat çeken şey kitabı yazanın kimin olduğu konusu. Mark Twain küçük Huck’ı konuşturuyor fakat Huck arada yazara da laf atmayı bırakmıyor. Az yaman çocuk değil şu Huck. Edebiyatın güvenilmeyen, güvenilemeyen anlatıcılarındandır çocuklar, kadınlar ve deliler. Böyle ayrılmıştır hikayeler fakat ben Huck’ın en akıllıdan daha akıllı olduğuna eminim. Özellikle sahip olduğu eleştirel görüş yüzünden.

Biliyoruz ki Huck ve Tom, Mark Twain’in mini halleri. Eleştirmeyi, denemeyi, yenilmeyi ve başarmayı seviyorlar. Bu yüzden çocuk kitabı olarak elinize aldığınız kitap anında bitmeye yaklaşıyor.

Koca kitapta, (Can Yayınlarından çıkan baskısı 383 sayfa) dikkat çeken temalar şunlar:

1- Irkçılık ve Kölelik

2- Ahlaki ve Zihni Eğitim

3- Toplumdaki İkiyüzlülük

4- Medeniyet ve Doğa Çatışması

5- Din Eleştirisi

6- Çocukluk

7- Yalanlar ve Şakalar

8- Popüler Romanların Parodileri

9- Para

10- Batıl İnanç

Ve bir form olarak Burlesque (Burlesk). İşte böyle geniş bir alana yayılmış durumda çocuk kitabı dediğimiz kitap. Bana kalırsa hiçbir kitap çocuk kitabı değildir. Büyük kitabı da değildir. Bu kitapların hepsi sapına kadar kitaptır. Sapına kadar edebiyattır. Bir dönem boyuna okulda işlenesi, ıncığı cıncığı çıkarılasıdır.

Sırası ile kısa kısa açıklamak gerekirse bu temaları Huckleberry Finn’in ve tahmin edebileceğimiz üzere Tom Sawyer’ın neden üstün körü romanlar olmadığını anlayacağız.

Irkçılık ve kölelik: Köleliğin ve ırkçılığın en yüksek seviyelerde yaşandığı yerlerden birisi olarak Amerika’da bu küçük çocuk tamamen siyahilerin köle olarak kullanılmasına alışmış fakat Huck Finn’in diğerlerinden farklı olan düşünüş tarzı ile kendisinin de bazen arada kaldığı ve yapmaktan çekindi koca bir “köle kurtarma operasyonu”na girişiyor. Twain’in kitabı yazdığı dönem köleliğin kaldırıldığı ve sözde özgürlüğün getirildiği bir dönem olsa da bunun sadece teoride olduğunu gayet iyi biliyordu. Bu yüzden köleliğin ve ırkçılığın insana verdiği zarar  boyutlarını anlatıyordu kitapta. Kendisi de ırkçılığa karşı birisi olarak Huck Finn’i yanına almıştı. Baş kahraman da bu iki faktöre karşı çıkan küçük bir kahraman olup çıkıyordu.

Ahlaki ve Zihni Eğitim: Huck Finn mini minnacık bir çocuk olduğu için daima etrafında ona bir şeyler öğretmek isteyenler var fakat ah bu insanları nerelerinden tutsak. Büyüme ve yetişme çağında olan Huck Finn, kendi doğruları ile ilerlemeyi kabul eden bir çocuk. Widow Douglas ve Miss Watson’ı düşünürsek, iki zıt kutup arasında gidip gelen fakat sonunda kendi bildiğini okuyan bir Huck görürüz.

Toplumdaki İkiyüzlülük: Kitap boyunca dikkat çeken bir diğer konu da Huck çevresindeki kişilerin söyledikleri ile yaptıklarının birbirini tutmasıdır. Buna ilk örnek kasabaya yeni gelen hakimin verdiği karar olabilir. Babasından alınan Huck Finn, hakim kararı ile babasına geri verilecektir fakat burada büyük bir yanlışlık vardır. Huck Finn’in babası Huck’ın emanet edilmesi gereken son kişidir. Aynı zamanda verilen cezaların da uyumsuzluğu söz konusu. Küçük, ufak tefek suçlar idama kadar giderken beyaz adamların işlediği suçlar hiç de öyle büyük etki yaratmaz.

Medeniyet ve Doğa Çatışması: Huck Finn tamamıyla doğayı temsil eden bir karakter. Onun geçinmeyi biliyor, onu anlayabiliyor, onun içinde olmaktan mutlu. Widow Dougles onu daha “düzgün” “medeni” bir hale getirebileceğini iddia ediyor ve düşünüyor fakat Huck buna izin vermiyor ve kaçıyor. Bu sayede Twain’in doğayı methettiği, övdüğü gerçeğine ulaşıyoruz.

Din Eleştirisi: Mark Twain’in özel hayatına biraz daha burnumuzu soktuğumuzda sistemli dinlere karşı olduğu ortaya çıkıyor. Bu durumu Huckelberry’e yansıtan yazar tüm roman boyunca Finn üzerinden espiriler yapıyor, eleştiriyor ve gözümüze aşina gelen her şeyi eğip büküyor.

Çocukluk: Tüm hikayeyi ortaya çıkaran olay Huck’ın çocuk olduğunu görsek de verdiği kararlar ile aslında onun gerçek bir çocuk aklına sahip olduğunu söyleyemiyoruz. Jim’i kurtardığı durumlar, Tom ile yaptığı anlaşmalar ve diğer tüm açıklamalar onun çocukluğun keskin algısıyla yaşadığını gösteriyor. Her ne kadar Twain Jim ile Huck’ı birbirine benzetse de -ikisinin de savunmasız ve ailesinden uzakta olduğunu- fakat Huck yine de Jim’den daha üstün oluyor.

Yalanlar ve Şakalar: Yalanlar yalanlar, olaylar olaylar. Tüm roman boyunca yalanın bini bir para. İstedikleri kadar söylüyorlar. Ancak yalan söyleyen sadece Huck değil aynı zamanda Tom, aynı zamanda Widow Dougles, aynı zamanda Dük ve Kral. Etrafımız sarıldı, ellerinizi kaldırın! Dük ve Kral’ın söylediği yalanlar başlarına bela açarken ve onları ölümden bile kurtaramazken Tom’un söylediği yalanlar onu pek çok durumdan kurtarabiliyor. İşte bu noktada Huck, yalanın pembesinin o kadar da zararlı olmadığını çözüyor. : ) Şakalar ise bir diğer eğlence türü. Huck’ın Jim’e yaptıkları, Dük’ün ve Kral’ın tiyatro sahnesinde yaptıkları ve Tom’un Huck’a yaptığı en büyük şaka.

Popüler Romanların Parodileri: Romanda en dikkat çeken romantik karakter Tom’dur. Hayatını kitaplara göre yaşar, onlardan alıntılar yapar, örnekler verir ve başkalarının da o şekilde yaşamasını ister. Okuduğu romanları yanlış yorumluyor olsa da Tom’un hayatına enerji veren yegane faktör kitaplardır. Mark Twain’in yaptığı en büyük parodi ise Sheperson ailesi ile Grangerford’ların birbirini öldürmesidir. Doğrudan Romeo ve Juliet gibi olan bu hikaye dünya üstündeki en popüler romana da selam çakmıştır.

Para: Huck’a göre çok da bir şey ifade etmeyen fakat kolaylıklara neden olduğunu anladığı para, Jim için tamamen özgürlüğe işarettir. Jim’in parası olmalıdır ki ailesini satın alabilsin, özgürlüklerini onlara verebilsin.

Batıl İnançlar:Jim ve Huck’un genel anlamda mantıklı iki karakter olduğunu düşünürsek bu karakterler herhangi bir batıl inanç söz konusu olduğunda deliye bağlıyorlar. Ancak bu batıl inançlar da yabana atılacak türden değil. Geleceğe dair olacağını söyledikleri pek çok şey bu batıl inançlar ile ortaya çıkıyor.

Son olarak Burlesk: Bir güldürü formu olan Burlesk, bulunulan dönemi eleştirmek, eleştirirken durumun dışına çıkmak ve çok alakasız durumlardan bahsediyormuş, alakasız kişileri söylüyormuş gibi yaparak doğrudan oku kalbine saplamaktadır. Köleliğin kaldırılmasından sonra yazılan bu roman ilk anda politik gelmese de aslında tamamen köleliğe anti temalar içerir, ayrıca doğrudan bulunduğu coğrafyaya hitap eder. Burlesk’in en büyük üstadı ise Shakespeare’dir. Okuduğunuz ya da izlediğiniz oyunlarda bambaşka bir dönemi izliyor gibi hissedersiniz, olaylar başka coğrafyalarda geçiyordur fakat… İşte burlesk, komedi ile siyaseti birleştiren, kör göze parmak bir formdur.

Bu uzun yazıyı toparlarsak, Huckleberry Finn, başlı başına uzunca bir tez konusudur. Huck denen velet can tatlısı, minnak, akıllı mı akıllıdır. Okusanız ya bu kitabı?

Kaçamak Bir Kaçamamak

17 Salı Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

azor adaları, öznur doğan, can yayınları, D&R, ip cambazı, kaçamamak, maroia, münir göle, yansılar kitabı, yapı kredi yayınları


Kitap indirimlerinin hastasıyımdır. Özellikle 10 liraya kadar satın alabildiğim kitaplarsa. Daha önce 4 liraya Münir Göle’nin Yansılar Kitabı’nı satın almış ve müthiş bir mutluluk duymuştum bu tanışmadan. Yansılar Kitabı‘nı da anlatmıştım hatta.

Aradan iki üç ay geçtikten sonra D&R’ın güzel bir kıyağında daha karşılaştık kendisi ile. Yansılar Kitabıı YKY’den çıkmıştı, bu sefer Can Yayınları’nın meşhur 5 liralık indiriminde bir araya geldik. Münir Göle adını görünce hemen aldım kitabı attım sepete. Kitabın adı Kaçamamak. Kaçamayalım bakalım dedim.

Tezer Özlü’den ve artık beni yoran üslubundan sonra dinlenmeye, sayfaları hızlıca çevirebilmeye ihtiyacım vardı. Münir Göle tam yerine rast geldi de manzara koydu. İçim rahatladı, sakinleştim ve limana yanaşmaya hazırlanan bir geminin rahatlığını hissettim.

Kaçamamak aslında kaçmaya çalışmanın, en büyük kaçamamak olduğunu anlatıyor. İnsanlar bir şekilde herhangi bir cisme ya da olaya ya da yere bağlıdır ve kaçmaya çalışmak başka bir şeye sığınmaktır, bu da aslında gerçek bir kaçamak değildir diyor. Kaçamamaktır bunların hepsi.

Azor Adaları’na yaptığı yolculuğu ve bu kitabı yazma sürecini anlatan Münir Göle, yolculukların üzerine kuruyor tüm anlatıyı. Şöyle bir  bölüm ilk dikkatimi çekenlerden:

Yalnızlık, yolculuk kavramından ayrı tutulamaz. Derin yalnızlık, başkasının varlığına bağlanmak zorundadır. Başkası, öteki, yalnızlığın derinliklerinden, o derinlerdeki yerden çıkagelir her zaman. Bu beklenmedik çıkışlara, bilse bile kimse hazırlıklı olamaz. Bellek izi, şiddetli bir duyum boşalımını tetikler.

Bu parçanın etrafında anlattığı şey, bir anıdan tetikleyiciler sayesinde kurtulamadığımızdır. Hiç sevmediğiniz ya da çok sevdiğiniz, hiç hatırlamadığınız yani dünyanın en uzak ihtimali gelen bir yaşantınız bile hatırlatan bir etken olduğu sürece çorap söküğü gibi gelecektir diyor. Doğru değil midir sizce de bu? İlkokuldan bir arkadaşınızla karşılaştığınızı düşünün. Sadece onu görmek bile en az 5 anıyı hatrınıza getirecektir. İşte bu hayatta yaşadıklarımızdan kaçamamamızın en önemli örneklerinden bir tanesidir.

Kitapları çizmeyi hiç sevmesem de işin kolayını buldum ve kurşun kalemi en yumuşak hale getirip cümlenin başına ve sonuna bir taksim ( / ) koymam yetiyor. Bu sayede kendimi oldukça mutlu hissediyor, daha rahat hatırlıyorum. Taksimlediğim bir diğer yazı ise şöyle:

Gemiyle engin denize yelken açmak, şimdiye dek sözünü ettiğim kaçmak’a en çarpıcı örneklerden biri kanımca. İyice küçültülmüş, dapdaracık, katı bir mekandan sonsuzluğu çağrıştıran bir sıvı mekana girmek, ama ikisini birbiriyle asla karıştırmamak. Beni bu adalara sürükleyen sezgiye daha yerinde bir eğretileme bulmak olanaksız görünmeye başladı.

Deniz, tüm hikayelerde yeni hikayeler başlatan ve sonunda olgunluk vaat eden bir varlıktır. Deniz, insanların üzerinde yaşayabildiği fakat daima korkusunu hissettiği bir yerdir çünkü engin ve anlaşılamazdır. Altında milyonlarca canlı vardır. Sadece bu değildir onu korkutucu kılan. Bir noktadan sonra karanlıktır dibe doğru, kapkaranlık! Ne zaman dalgalanacağını, kızacağını bilmek de zordur. İşte kendi hayatından kaçmak, bir şeyleri unutmak isteyenlerin başvuracağı korkulu yollardan birisi de budur fakat işin unutulan noktası ise etrafınız sadece deniz ve mavi ile kaplıyken düşünmek için yalnızca tek bir şeyiniz olacaktır: kaçmaya çalıştığınız şey.

Kitabın özellikle ortalarına doğru dikkat çekici bir ip cambazı betimlemesini kullanır Göle. İpin üzerinde her şeyi doğru yapmak zorunda olan ve bu cambazlığın sırrını kimseye vermeyen. Eğer sırrı verirse düşeceğinden emin olan bir cambazı anlatır. Alıntıladığım bu bölüm ise ip cambazlığı ile hayat cambazlığının birbirine benzetilmesidir:

Hayatını işiyle evi arasında onulmaz bir düzende gidip gelerek geçiren ürkek adamla, hayatının anlamını iki kule, iki tepe, iki direk arasına gerdiği telin üzerinde dans ederken hisseden ip cambazının yakınlığını, başparmağımın ucunu işaret parmağımın ucuna değdirerek oluşturduğum daireye benzetiyorum: Bir uçtan ötekine en uzak yol, iki uç arasında bir hendek mesafede.

Münir Göle’nin dikkatimi çeken bir özelliği de fotoğraflara düşkünlüğü. Azor Adaları’nda yanından ayırmadığı bir fotoğraf makinesi ile hayatı özdeşleştiriyor, onun üzerinde uzun uzadıya anlatıyor düşüncelerini. Fotoğraf benim için hayatın en büyük tanıklığı fakat şimdiye kadar hiçbir fotoğraf makinesinde düğmeleri çevirip de bir şeyler yapmadım. Hani şu Smart Mode vardır ya, daima sizin için bir şeyleri hazırlayan -ki çok da iyi değildir- işte öyle fotoğrafladım hayatı. Bilen bir gözden makineler, fotoğraflar ve yaşamı duymak farklı geliyor tabii ki:

Aynı teknoloji (üstün derecede fotoğraf makinesi üretenlerden bahsediyor) gezmenliği de bir boş zaman sanayiine dönüştürdü. Bu sayede, gözlerimiz, kentlerden en ücra köşelere kadar karşımıza çıkan ve kımıldayan her şeye, ellerindeki fotoğraf makineleriyle nişan alan , tükeninceye kadar fişeklerini boşaltan, gerçi dijital kameralarla fişekler de boşalmaz oldu, bu yeni topluluğa alıştılar. Onları yadırgamadan, hatta ne yapmakta olduklarını sorgulamadan seyretmeyi sürdürüyoruz. 

Uzun zamandır eleştiredurduğumuz bir noktaya laps diye ayağını bastıktan sonra farklı bir sayfada şunları söylüyor:

Deklanşöre basıldığında, makinanın içindeki perde bir an kapanıp görüntüyü kaydediyor. Paradoks burada işte: Fotoğraf makinesinin deklanşörüne basıldığı an, fotoğraf çekenin göremediği – kaçırdığı – tek an, aslında. 

İşte bir yazarı sırf bunun için bile sevebilirim. Kısacık, saniyenin yüzde birinde gerçekleşen bir anı yakalayabilen bir adamsa bu yazar, işte bu yüzden severim! İşte bu yüzden Münir Göle’nin tüm kitaplarını okuyabilirim.

Daha fazla parça paylaşıp anlatmak isterdim fakat sizin de keşfetmeniz gereken yerler olduğunu düşünüyorum. Haydi koşun D&R’a alın kitabı. Münir Göle okumak çok ucuz, algılamak paha biçilemez.

Bir de Baktım Yokum

02 Pazartesi Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

araf, öznur doğan, bir de baktım yoksun, can su boğuşlu, can yayınları, Cesare Pavese, dream tv, emre kongar, güven erkin erkal, maroia, merhmet barlas, oznurdogan.com, yekta kopan


Şimdiye kadar arkaya dönüp baktığımızda kimler vardı ki zaten? Bir de baktık en sevdiğimiz arkadaşlarımız, en sevdiğimiz dostlarımız, annemiz, babamız ya da diğerleri… Bir de dönüp baktık ki hayat bıraktığımız yerde değil.

Yekta Kopan’ı sadece televizyondan bilenlerin aksine kaleminin de iyi olduğunu bilmek beni rahatlatıyordu önceleri. Nasıl ki şişe dibi gözlüklü canım Emre Kongar’ın işi sadece Mehmet Barlas ile NTV’de didişmek değildi ve en sosyologtan daha sosyologtu, kitaplar yazıyordu. İşte Yekta Kopan da sadece tv’de var olan birisi değildi. Biliyordum fakat kitabını henüz okumamıştım. Bir Kopan gerçeği vardı ortada. Yeni bir kitap vardı bir de. Adı ile daha ilk anda bir kez dokunan hayata.

Arkadaşım kitabı bana hediye ettiğinde sevinmiştim bu yüzden. Uzun zaman sonra, uzun konuşmamazlıklardan sonra hediye etmişti hem de. İkimiz de ardıma baktığımızda yoktuk bir süre. Yok olmak hem acı verici hem acı çektiriciydi. Yok olmak aslında hep kötüydü.

Sonra kitabın kapağına baktım. Bir nefes alamama gibi oturuyordu boğaza. Arkasını çevirdim kitabın. Can Su Boğuşlu. Ne kadar uzun zamandır biliyordum seni. Dream Tv döneminden daha. Güven Erkin Erkal’a yardım ettiğin dönemden. Fotoğraf çekip yayınladığın dönemden. Kitap gittikçe anlam kazanıyordu. İçindekini merak ediyordum. Daha da merak ediyordum.

Kitabı bir solukta bitirdim.

Bir solukta arka bahçeye açılan gizli kapıya geldim. Araf’ta olmak gibiydi. Bir yanda ölüler vardı, yani asla yaşlanmayacak olanlar. Ölmek, bir yandan iyi bir yandan kötüydü. Ölmek demek, yaşlanmamak demekti. Daima o yaşta kalmak. Ve hatta bazı inançlara göre gençliğine bile dönecektin öldükten sonra.

Konuşmalar büyüyordu, yazılar çoğalıyordu. İki kişi kendi arasında konuşuyordu. Onları seyre dalıyordum. Ben okumaya devam ediyordum. Ne anlamlar çıkarıyordum.  Bir de bakıyorduk ki okuduğumuz sayfalar yok etrafımızda. Kitaplarımız başkalarında. Kitaplarımız ve kitapsızlıklarımız mağazalarda.

Arkamıza bakıyoruz ki en sevdiğimiz adam ya da kadın çok farklı olması gerekenden. Örneğin elinizi eskisi gibi tutmuyor. Örneğin anneniz sizi artık düzeltmeye çalışmaktan vazgeçmiş. E pes etmiş yani. Yani bezmiş.

Bir de baktım ki kitabın son sayfalarındayım. Bir de bakacağım ki iki sene sonra, kitabı yalnızca bu yazı ile hatırlayacağım.

Bir de baktım ki en sevdiğim insanlar çoktan uzaklaşmış ve yaşım 65. Ve kendimle konuşuyorum, Cesare Pavese olamadan.

Cemo Bir Köy Adamıdır

22 Cuma Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

100 temel eser, öznur doğan, can yayınları, cemo, ince memed, köy, kütüphane, kemal bilbaşar, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, meb, oznurdogan, oznurdogan.com, tarla, türk dil kurumu, türk dil kurumu roman ödülü


Kemal Bilbaşar’ı bilir misiniz bilmem. Çanakkale’de doğmuş ve hayatını edebiyata adamış bir aydın adam. Cemo isimli kitap ile Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü alan ve kitabı MEB’in 100 Temel Eser listesine girmiş bir yazar. Kemal Bilbaşar, bilen için çok bilmeyen için hiç bir adam. Kemal sessiz ve sakin, gürültüsüz bir adam.

Cemo’yu okul kütüphanesinden yürüttüğüm günü hatırlıyorum. İsmi dolayısıyla almış olma ihtimalim çok yüksek. Lisede kütüphaneden iyi kitap yürütmüşlüğümü düşünürsek kitap okuma aşkının bende küçük çapta kitap hırsızlığına dönüştüğünü görebiliriz. Ancak şimdiye kadar değer verdiğim tüm hocalarım şunu diyebilecek açık yüreklilikteydi, “Kitap çalmak öğrenciye mübahtır.” E o zaman en sevdiğim!

Cemo’yu uzunca bir süre okuma sırasında geri ettim. Köyü bilen, her yaz toprakla haşır neşir olma fırsatı bulan bir çocuk olarak Cemo daima cepteymiş gibi geldi. Bir şekilde Kemal anlatacak, ben okuyacağım ama sanki bu Kemal hep benim bildiklerimi anlatacak.

Kitabı okuma zamanım geldiğinde isme dikkat ettim o anda. Cemo. Neden Cemo’ydu? İnce Memed gibi miydi örneğin? Hikaye içinde hikaye, köy içinde yaşam mıydı? Cemo nereliydi? Okumaya başladım.

Irkların birbirinden ayrılıyor oluşundan hoşlanmam. Aslına bakarsanız ırk meselesinden hoşlanmam fakat bir tedirginlik de yok değil üzerimde. Meseleler açıldığında keyfi kaçan ve bu konularda tartışmaktan uzak olan da benimdir. Cemo’yu bu yüzden temkinli okumaya çalışıyorum. Kürt – Türk meselesinde iki arada gidip gelirken tarafsız bakmaya uğraşıyor, kitabın tadını almayı amaçlıyorum ve fakat sonra bakıyorum ki kendimi kasmama hiç bu kadar gerek yokmuş. Kemal zaten çoktan bilmiş kıvamını da, yapması gerekeni de. Bir Ege insanı olarak -Kemal ile aynı bölgedeniz- o an anlıyorum ki o yakın görmüş kendisine bu insanları. Çünkü ineği sağmanın, gebeliğin ve gebe kalamamanın anlamı tüm köylerde aynı.

Tüm köylerde eşkıyanın resmi de aynı fotoğrafı da. Köy dediğiniz işte bu yüzden Türkiye içinde genel geçer bir şey. Garık kelimesi başka yerde başka bir şey olsun. Eminim okurken anlayan en az 3 kişi vardır. Ya da kış geldiğinde köyün seferberliği… Bu da aynıdır köy dilinde. Köy dilinin kemiği imece üzerine kurulmuştur. Un biterse, yanda vardır. Yağ çoksa, birilerine verilebilir.

Yani kitap aslında tamamen ırklardan arınmıştı. Kürt, Türk, Çerkez, Laz! Kimse fark etmiyordu köyde. Eğer hamile kalamazsa kadın, tüm köylerde kusurlu ve geri plandaydı. Eğer hasat vakti geldiyse, tüm köy ile birlikte hasat yapılacaktı.

Köyün dili birlikti, aileydi. Birbirine ayakbağı olanların bile ayağına ayakkabıydı. Köy, toprak kokuyordu; saf aşk kokuyordu. Köy, adamakıllı köy kokuyordu.

Zahir’in Ardındaki Görüntü

05 Salı Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerika, öznur doğan, can yayınları, erkek, fransa, kadın, kazakistan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, odysseus, oznurdogan.com, paulo coelho, penelope, roman, savaş muhabiri, simyacı, the zahir, yolculuk, zahir


Sınav stresi mi dersiniz yoksa iş mi, biraz uzaklaştım blogumdan ve kitaplardan. 1 haftadır herhangi bir yazı da yazmamışım. Zaman hızlı geçiyor fakat yakalamaya çalışıyorum ben onu.

Uzun zaman önce hediye gelen bir kitaptı bana Zahir. Paulo’nun daha önce Simyacı’sını okumuştum bir tek ve o yeterdi bu kitabı da okumaya. Ama olmadı. Başladım önce Zahir’e, her şey çok güzel gidiyordu. Nereydeyse sonlarına da yaklaşmıştım. Kalsa kalsa 80 sayfa kalmıştı. Bir şeyler oldu ve ben bu kitabı okumayı bıraktım.

Bir şeylere, birilerine benziyordu kitap. Nasıl derim bilmiyorum, sanki çok tanıdıktı bana ve ikinci bir okuma yapıyor gibiydim. Evet, tanıdık bir yüz  görmüş gibi hissediyordum fakat bir yandan da tekrara düşmenin gerginliği vardı.

Aradan yaklaşık bir sene geçtikten sonra kitabı tekrar elime aldım. Neden bıraktığımı bile hatırlamıyordum artık. Azıcık kalmış bu kitap zaten, bitirmeliyim hemen dedim ve bitirdim. Ağzımda kekremsi bir tat.

İlk olarak Zahir’den bahsedişi ve onu anlatışı çok güzeldi, kendi zahirini bulmaya çalışıyor insan tam da o anlarda. Acaba bizim de bir zahirimiz var mıydı? Ama bunlar biraz Rosebud biraz da tak tak takıntı kokuyordu. Şimdi tahminen pek çok kişinin “hadi oradan” dediğini duyar gibi olacağım. Oldum da.

Amacım Paulo’yu ya da kitabı kötülemek değil. Benim böyle bir tavırda olmam hiçbir şeyi değiştirmez. Amacım, birkaç gözü de olsa açabilmek. Coelho’nun kitapları aynı minvalde dönen kitaplar gibi geliyor bana. Aynı Grange gibi, aynı Brown gibi. Diğerlerinden tek farkı, daha çok manevi oluşu. İşte bu manevi noktalar insanı en çok çeken şeyler. Peki ya gerisi?

Kitabın son sayfalarında -spoiler içermekte- kitap boyunca yapılan alıntılar ve referanslar var. Ben en sonunda bu kitabın tüm karakterlerini ve temalarını, yerlerini ve hikayelerini bir başıma yazdım denmesini beklerdim. Esin kaynağı olarak bir şeyleri seçmek mantıklı fakat hayattan doğrudan alınıp sunulmuş gibi hissettim.

Bir diğer nokta ise, kahramanımız çölleri aşıp eşine kavuştuktan sonra hayatlarına kaldıkları yerden devam etmeleri, kadının hamile olması. Bu iki nokta kitabın bitişi için çok sıradan bir son olarak geldi bana. Kapı açıldığında orada kadını değil kendisini görseydi işte o zaman journey motive dediğimiz yolculuk motifi ve üzerine söylenen her şey daha da yerli yerinde olacaktı. Kitabın tek beni mest eden noktası, Odisseus ve Penelope benzetmeleri oldu. Mitoloji düşkünü olduğum için sevdim tamamen, bastım bağrıma.

Kitap bitti, her şey yerli yerindeydi, eksikler ya da fazlalar yoktu ama geride kalan bir kitaptı benim için.

Uzun zamandır ilk defa bir kitap için böyle düşündüğümü düşünürsek…

Dan Brown Külliyatı

13 Salı Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

altın yayınları, anagram, öznur doğan, bahis, bilgisayar, can yayınları, da vinci şifresi, dan brown, dijital kale, elmas, evan mcgregor, ihanet noktası, jean christophe grange, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kripteks, maroia, melekler ve şeytanlar, oznurdogan.com, sait faik abasıyanık, yunanistan


Çakmak çakmak bakan adamları severim. Aslında çakmak çakmak kim bakarsa baksın severim ben. Bir çocuk da olsa bu, bir kadın da… Biraz Sait Faik Abasıyanık’tır bir yanım, sevdiğim şeylere dair yazasım gelir.

Dan Brown ile tanışıklığım lise yıllarıma dayanıyor. Jean Christophe Grange var bir süredir ortalarda bir de bir Dan Brown’dır gidiyor. Hemen el atıyorum, ilk kitaba. Da Vinci Şifresi. Arkadaşlarım çoktan bitirmişler, ben o sırada benim diğer çakmak adamla ilgilendiğim için pek pas vermeme taraftarıyım Dan’e ama kan da çekiyor, işin içinde polisiye var gerilim var. Başlıyorum Da Vinci Şifresi’ni okumaya.

Şaşmaya hazır aklım dakikasına şaşıyor ve ben hayatımda ilk defa o kadar uzun bir kitabı 6.5 saat içerisinde okumuş oluyorum. Bunu gurur duyulacak bir şey olarak söylemiyorum fakat şu anda. Sadece belirtmek istediğim şey arada sadece yemek yediğim. O andan itibaren en acayip Dan Brown hayranı ben olabilirim, ama pek atak değilim bu konuda. Dur bakalım ihtiyatındayım, ya diğer kitapları kötüyse?

Da Vinci Şifresi serimi, düğümü ve çözümü ile bir bütün geliyor bana. Kripteksler çözülürken ilk ben bulamadığım için kendime kızıyorum bazen. Bazen de sayfaların çabucak bitiyor oluşuna takıyorum. Altın bu işi bilmiyor diye yakınacağım neredeyse, bak Can Yayınlarına! Öyle mi yapılır bu iş? Ama yine de doğru bir mantıkla ilerliyor, merak öğesini daima canlı, okunabilirliğini fazla kılıyor bu kısa yazılar. Kitabı okuduktan sonra arkadaşıma veriyorum ve Matematik hocamın elinde görüyorum kitabı. 5 teneffüs peşinden koşturduktan sonra kitap sonunda benim oluyor!

Ardından Melekler ve Şeytanlar geliyor, bunun da hastasıyız. Özellikle son sahnelerdeki aksiyonda nefesimin kesildiğini hissediyorum ve hatta çok uzun süre anagramlara takıyorum. Böyle bir dövme yaptırmaya bile karar veriyorum hatta yaptırmaya karar verdiğim dövme işte tam da kitapta geçen elmas dövmesi. Dan Brown ikinci kitabı ile de beni mest etmiş oluyor. Bir çakmak adam daha olmaya başlıyor kalbimde. Benim gönlüm geniş fakat, herkese yer var. Seviniyorum bu işe.

Melekler ve Şeytanlar’ı ayrımlarından ötürü de seviyorum. Kitapların henüz filmleri çıkmamış durumda ve her şey benim hafızamda benim kurduğum yerde. Karakterler hiç de filmdekilere benzemiyor sonradan fark edeceğim üzere.

Ardından Dijital Kale geliyor. Fakat buna pek ısınamıyorum. Fazla teknik geliyor bana. Sorsanız bilgisayar delileri bu kitaba vurgunlar, hesaplar işin içine girdi mi ben yokum. O yüzden dil bölümünü seçmedim mi zaten neredeyse?Tamamen sebep bu olmasa da etken olma oranı oldukça yüksek. Kitabın sonuna bir de bir şifre koymuş hain Dan, gözümden düşmeye yer arıyor sinsice. Ben o şifreyi nasıl çözeyim? Öyle bakıyorum olmuyor, böyle bakıyorum bir şeye benzetemiyorum. Kendi kendime sinir oluyorum, zaten üniversiteyi de kazanamam ben böyle dangalak kafayla. Dan Brown bana bir depresyon kıyısından dönmeye patlıyor.

İhanet Noktası’nı Yunanistan’da yengemin kitaplığında buluyorum. Deli gibi seviniyorum ama kitabın adını bir türlü aklımda tutamıyorum. Hala yazarken “Kehanet Noktası” diyorum. Nereden geldiyse artık bu? Kitap yine sarıyor başlarda beni fakat artık sabit bir Dan Brown mantığı esir alıyor beni. Nasıl olsa has oğlan ya da has kız halletmeyecek mi bu işi? Kaçıyor keyfim. Çakmak Christophe’a nasıl kırıldıysam çakmak Dan’e de öyle kırılıyorum. İhanet Noktası benim Grange’de yaşadığım hayal kırıklığının bir diğer noktası. Yine -aferin ki onlara – bizimkiler kazanıyor. Aklımda “Kızlaaar, yine kazandııık.” gibi cümleler mevcut. Ben Brown’un hep aynı kalmasına uyuz olmuşum, ters köşe olamamanın sinirini yaşıyorum. Ve nasıl ki Grange’ye arar veriyorsam, Dan’e de ara veriyorum.

Kayıp Sembol büyük bir gürültü ile çıkıyor ve fakat ben satın almıyorum. O yüzden onun fotoğrafını buraya koymak gibi bir niyetim yok. Okuduktan sonra belki hakkında bir yorum yapabilirim.

Toparlamak gerekirse – ki aslında toparlamak zorunda da değildim ama – Dan’in kitaplarında iyi bir çocuk olabilirsen şirinleri hep görebiliyorsun. Evet, müthiş aksiyon sahneleri geçiyor, evet gerçekten kapılıyorsun hikayeye fakat hayatın en büyük gerçeğini atlıyor Dan her seferinde. Hayatta sadece iyiler kazanmaz. Hatta, kötülerin kazanma oranı daha yüksektir, bahis oranları da bu yüzden düşük.

Melekler ve Şeytanlar, Da Vinci Şifresi film haline getirildiğinde, ikisi de bazı noktalarda benim için hayal kırıklığı oldu. Da Vinci Şifresi’ndeki kripteks sayısı azlığı ve Melekler ve Şeytanlar’daki son uçma sahnesinin düzgün bir şekilde verilmemiş olması bir hayal kırıklığıydı evet ama işin içinde de Evan McGregor var. Nasıl kötü der şu deli gönül? Diyemiyorum. Evan’ı her yerinden öhöm, her şekilde seviyor ve besliyoruz.

Salut!

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com.

Vazgeç
Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası