• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: kitap incelemesi

Tanios Kayası / Tanios-keşk

16 Pazar Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

amin maalouf, amin maalouf inceleme, amin maalouf kitapları, kitap incelemesi, tanios kayası, tanios kayası inceleme, yapı kredi yayınları


Amin Maalouf’un masalsı üslubu, küçük bir gerçeğin etrafına kurduğu yeniden yaratan hikaye ve zamanın asla değişmediğine bizi inandırışı.

Çivisi Çıkmış Dünya Haricinde şimdiye kadar hiç hayal kırıklığına uğratmadı beni Amin Maalouf. Leonardo Di Caprio gibi. Hal böyleyken Maalouf kitabı satın alırken hiç çekinmiyorum. Hemen alıveriyorum. Bakalım bu sefer beni ne bekliyor?

Bu sefer de işin içinde İstanbul, Osmanlı ve Mısır var. Doğduğu topraklardan çok uzaklaşmayan ve kendi çevresindeki hikayeleri anlatmayı seven Maalouf mekanları hep. Tanios adında bir gencin yaşadıklarının etrafına kuruluyoruz bu sefer. Haksızlığa gelemeyen, gizli bir aşkın meyvesi olan Tanios.

Tanios-keşk deniyor ona. Tabii ki bu ismin de bir hikayesi var.

Tanios Kayası eğer gerçek bir dönemi, tamamen gerçek kişiler ile birlikte anlatsaydı asla gıkımızı çıkarmaz, hayır bu da böyle değil! demezdik. Gerçekçilik konusunda Amin’in master yapmış olma ihtimali yüksek. Savaş öncesi, sonrası, kıtlık süreci, huzur dönemleri içinde halkın hangi düşünceleri taşıdığını çok iyi yansıtıyor. Toplum bilincinin nasıl işlediğini anlayabilmiş bir adam Maalouf, insanları biliyor, insanları tanıyor.

Tüm kitap boyunca sürekli Tanios’un büyümesini ve onu üzenlere ders vermesini bekliyorsunuz. O mutlu olsun istiyorsunuz. Sanki gizli bir aşkın meyvesi o değil de sizmişsiniz gibi. Thamar’a aşık olduğunda asla bitmesin bu ilişki diyorsunuz. Aşkı, sevmeyi ve sevişmeyi öğrendiği kadında kalsın hep, nasıl olsa o kadın da hem bedenini hem de ruhunu açmamış mıydı ona?

Bu kitapta beni duraksatan tek nokta Tanios’un yok oluş sahnesiydi. Evet, kayaya doğru gitmişti. Kendi adı ile yüzyıllarca anılacak kayaya gitmiş ve orada yok olmuştu.  Bilgeliğe giden yolda adımlar atıyordu evet ama yok olduktan sonra her şey bir anda sona ermiş oldu. Efsanenin kulaktan kulağa, dilden dile yayıldığını başka türlü görmek isterdim. Daha büyük kanıtlar ile yok olmasını örneğin.

İş bana kalsaydı, Tanios’u Thamar’ın çiçek kokan göğüslerinde bırakırdım. Tam da Kıbrıs’ta. Tam da dört yanı denizle ve sevgiyle çevrili yerde…

Oyunlarla Yaşayanlar – Oyuna Gelenler

12 Çarşamba Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

cemile, coşkun, iletişim yayınları, kitap incelemesi, oyunlarla yaşayanlar, oğuz atay, oğuz atay inceleme, oğuz atay kitapları


Kendi hayatlarını yalanları ile oyuna çevirenler vardır etrafımızda. Bir de yarattığı oyunları yaşayanlar. Bu iki insan türü ile de mutlaka karşılaşmışızdır. İlki olmayan şeyleri söyler, olmak istediğini anlatmaya çalışır ve ona bakarken her şey aşikardır. Yalan söylediğini de anlarsınız, aslında nerede olduğunu da ve ne olmak istediğini de. Çünkü yalanlar daima anlaşılmak üzere söylenir. En yersiz, en küçük yalanda bile söylenildiğinde anlaşılması umulduğu bir nokta vardır. Bu yüzden yalancının mumu yatsıya değil, bilinç fire verene kadar yanar.

İkincisi ise, hani şu hayatını oyun edenler, oyuna gelenler, oyunları hayat edenler. Onlar gerçekler ile oyunları birbirine çoktan karıştırmışlardır. Zaten hayatlarında “tutunacakları” gerçek bir gerçek de yoktur. Mutsuzluğun müptelasıdırlar. Yoksa bir düşünün, içimizden hangisi şimdi bavulunu alıp o çok sevdiğini düşündüğü kişinin yanına gidebilir?

Oyunlarda böyle değildir hiçbir şey. Karakterler ya da tipler aniden karar verebilirler her şeye. Sorumlulukları üç cümle sonra yok olup silinebilecektir. Perde değişecek, hayatları farklı noktalara akacaktır. Fakat gerçekte böyle olmaz hiçbir şey. Verdiğimiz kararlar ne o kadar çok hızlıdır ne de yaşamaya hazırızdır bu oyunları. Oyunları yaşamaya başlamak zaman alır, alışkanlık ve açık yüreklilik ister. Bir kez başladınızsa…

Bitmez.

Çevrenizdeki herkesi oyuna dahil edersiniz. Bir bakmışsınız ki köpeğiniz bile iki ayağının üzerine kalkarak bir şeyler yapmaya çalışıyor. Geçmişe gidip gelir, olmak istediğiniz adamı çoktan olduğunuzu düşünür ve her durumdan muzdarip bir şekilde gezersiniz.

Oyunlarla Yaşayanlar, gerçeği yaşamaya vakti olmayanları oyunu. Oğuz Atay’ın dönüşmeye korktuğu bir kahramanı anlattığı oyun belki de. Kim demiş yazar karakterinden korkmaz diye?

Rolüne öylesine bir tutunur ki Coşkun, öylesine oyunun içine girer ki son nefesinde bile ölmekten rahatsız değildir.

Cemile ise Coşkun asla gidemeyeceğinden emindir.

Hayat size roller biçer, siz onları yaşamaya başlarsınız. Bir zaman sonra o kadar tekrara düşer ve her anın bir sonrakini devam ettireceğinden o kadar emin olursunuz ki yaptığınız programın dışına çıkan en ufak bir durum bile alt üst etmeye yeter sizi. Beklemediğiniz anda giden sevgiliniz, beklenmeyen anda gelen aşk, ölümler ve doğumlar. Tüm tekdüzeliği tek bir ağlama sesi yırtabilir. Oyunlarla Yaşayanlar, kendilerini oyunsuz hissettiklerinde, yani kapandığında tüm perde, tamamen çıplak hissedebilir. Oyun, daima devam edecekmiş gibi tekrarlanası, bittiğinde hayatı karartacakmış gibi yaşamdan uzaktır.

 

Uyuyan Adam / Uyuyamayan Kadın

03 Salı Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, georges perec, jethro tull, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kitapyurdu.com, maroia, oznurdogan.com, uyuyan adam


Her kitabın bir hikayesi bir anlatısı var bende. Nasıl olduğunu şu an hiç hatırlamadığım bir şekilde, bir adamla sanat ve kitaplardan bol bol söz ediyorduk. Şimdi ne adını hatırlıyorum ne de ne iş yaptığını. Sadece bildiğim bir şey vardı o da sanat ile alakalı bir sitesinin olmasıydı. Daha doğrusu blog kıvamında, sanat haberlerinin yayınlanacağı bir internet sitesi. Bir süre sonra bu sitenin pek çok alanı ile ben ilgilenmeye başlamıştım. Jethro Tull’ın gelişini ben müjdeliyordum, Ankara’da olanları ben yazıyordum fakat site bu ya, kimse girmiyordu. E içinde kadın da yok seks de. Site satmadı, biz sadece denemiş olmakla kaldık. O zamanlar çok kitap okuyor gibi görünmek ya da çok film izliyormuş gibi davranmak cool değildi. Sözüm ona. Sözüm… Of.

Fakat bu kişinin bana teslim ettiği bir internet sitesinin yanında bir de kitap vardı. Çok etkileneceğimi düşünmüş ve bana yollamıştı. Kitapyurdu.com’dan satın almıştı. İlk defa o zaman duymuştum bu siteyi. Sonra kitabı okumaya başladım ve fark ettim ki  minicik bir kitabın anlatacağı çok şey olabilir.

Durmadan bölümler çıkarıyordum kendime. Kitabın altını çizmek gibi bir huyum olmadığından kitabı doğrudan baştan yazmak zorunda kalıyordum. Demek ki kitap delik deşik olacaktı, eğer o cümleleri çizseydim.

Uyuyan Adam içimdeki sessizlikti. Kimsenin görmek istemediği en kirli ve durgun tarafımdı. Uyuyan Adam’ı okuyor olmak kendine kocaman bir aynadan bakmak, tüm dev aynalarını kırmaktı.

Dönüp dolanıp şu bölümü okuyordum fakat. En çok burayı sevmiştim:

Saatler, günler, haftalar, mevsimler boyunca her şeyden kopuyor, her şeyden soğuyorsun. Bazen, neredeyse bir tür sarhoşlukla, özgür olduğunu, seni bunaltan, senin hoşuna giden ya da gitmeyen hiçbir şey olmadığını keşfediyorsun. Ve oyun kağıtlarının ya da kimi gürültülerin, kendine sunduğun kimi gösterilerin sana sağladığı bu yıpratıcı olmayan havada, anların heyecanından başka leye yer vermeyen bu yaşamda, mükemmele yakın, büyüleyici, bazen de yeni heyecanlarla dolu bir mutluluk buluyorsun. çok mutlu bir parantez içindesin, her an esirgeniyor, korunuyorsun. çok mutlu bir parantez içinde, hiçbir şey beklemediğin, vaatlerle dolu bir boşlukta yaşıyorsun. görünmez, duru ve saydamsın. Yoksun artık: Saatlerin ardından, günlerin ardından, mevsimler geçerken, zaman akarken, neşelenmeden, 
hüzünlenmeden, geleceksiz ve geçmişssiz, öylece, düpedüz, apaçık yaşayaduruyorsun, tıpkı sahanlıktaki mustuktan damlayan bir su damlası gibi, pembe plastik bir leğende suya batırılmış altı adet çorap gibi, bir sinek ya da istiridyegibi, inek gibi, salyangoz gibi, bir çocuk ya da ihtiyar gibi, bir fare gibi.

Kitabı böylesine yaşamak beni mahvediyordu. Bir fare gibi kapanıyordum kendime. Hiç bitmesin istiyordum bir de kitap. Böyle kitaplar neden bitecekti ki? Daha biraz dışarı çıkıp kimseyle konuşmadan eve dönmüşlüğüm bile yoktu.

Georges Perec, Uyuyan Adam’ı yazdığında gözleri fal taşı gibi kapalıydı bence. Gözleri fal taşı gibi kapalı.

Empati’nin Olasılıksız’lığı

28 Perşembe Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

adam fawer, öznur doğan, empati, jean christophe grange, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, olasılıksız, oznurdogan.com, şizofren aşka mektup


Yunanistan’a yolculuk başlamışken ve yol da hazır 6 saat sürecekken yeni bir kitaba başlamanın tam zamanı dedim yıllar önce. Dan Brown’ın kol gezdiği bir dönemdi sınıfta. Herkes güzel oranlarda kitap okuyordu. Bir kitap 12 kişi tarafından okunuyor ve sonra sahibine teslim ediliyordu. Dil sınıfı olarak güzel patlamalardaydık. Bir gün arkadaşım sınıfa Olasılıksız’ı getirdi.

Olasılıksız’ın iyi patlama gösterdiği bir dönemdi. Evet, herkesin okuduğu bir kitabı neredeyse ilk defa aynı dönemde okuyacaktım. İlki yaşamanın tedirginliğini yaşıyordum. Kitabı yanıma almış olmaktan mutluydum. Okumaya başladım. Olasılıksız şimdiye kadar okuduğum kitaplara bir nebze benziyordu fakat farklı bir örgüsü vardı. İlk olarak kafa içindeki sesleri duymak ve kendimce hesaplamalar yapabiliyor olmayı sevmiştim. Ardından daima bir yerlerde yanık et kokusu aradım. Şizofren değildim, henüz böyle bir koku hiç almamıştım ama Olasılıksız’da baş kahraman olmayı enteresan bir iç güdü ile istiyordum. Garip yaratık şu insan dediğimiz.

Olasılıksız’ı 6 saatlik yolculuğun sonunda bitirmiş olmanın keyfini yaşıyordum fakat tatilde okuyacak kitap kalmamıştı. Ben de kitabı tekrar kurcalamaya karar verdim. Jean Christophe Grange’de yaşadığım “Bu adamlar bunları nasıl yazıyor?” sorularına tekrar gark oldu beynim. Açıklama getirmek gittikçe zorlaşıyordu. Ardından Empati geldi.

Empati hikaye olarak bana daha yakındı. Zaten burnumun da yanık et kokusu alacağı yoktu. Domuz gibi sağlam bir bünyem vardı anlayacağınız. Deliliğin peşinde koşturmak da yoruyordu biraz. Yeterince söz etmiştim delilikten ve ona dair her şeyden. Şizofren Aşka Mektup’u bile daha öncesinde okumuştum. Beyin beyin değil, çöplük.

Empati’yi okudukça Olasılıksız’ı geri plana itmeye başladım. Empat olma isteği ile yanıp kavruluyordum. Empat nasıl olunabilirdi? Herhangi birisi gerçekten empat olabiliyor muydu? Ben hangi empat olmayı seçerdim? Empati’yi okurken sorular soru üstüne geliyordu. Öncelikle kendimi tanımam gerekiyordu. Sesleri mi daha çok seviyorum renkleri mi? Yoksa tatları mı?

Asla iştahsız bir çocuk olmadım. Ardında bir şey seçtim kendime. Empat tabii ki de olamazdım ama bir empat gibi yaşayabilirdim. Tatları duyabilirdim örneğin. Bir makarnanın hafif tok sesini, elmanın ise inceye yakın… Zamanla kendimi empat olduğuma da inandırdım. Birazcık sayko potansiyeli yok değil, evet. Fakat beni içine alacak bir aksiyon yoktu. Burası İstanbul’du. Haval cümlelere dahil olması için İstanbul’un en az bir 3 senesi vardı. Demem o ki, Adam Fawer yazmış icat etmiş, kahrını ben çekiyordum. Empati Olasılıksız’ı solda sıfırda bırakmıştı gözümde. Birçok kişi Olasılıksız’ı ilk gözağrısı olarak görüyor ve vazgeçmiyordu fakat ben Empati’yi daha önlere alıyordum listede.

Romanları hala okumamışlara sesleniyorum, hiçbir şey için geç değildir. Başlamak kazanmanın yarısı, el elden üstündür. Damlaya damlaya göl olma ihtimali ise bir hayli yüksek.

Cemo Bir Köy Adamıdır

22 Cuma Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

100 temel eser, öznur doğan, can yayınları, cemo, ince memed, köy, kütüphane, kemal bilbaşar, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, meb, oznurdogan, oznurdogan.com, tarla, türk dil kurumu, türk dil kurumu roman ödülü


Kemal Bilbaşar’ı bilir misiniz bilmem. Çanakkale’de doğmuş ve hayatını edebiyata adamış bir aydın adam. Cemo isimli kitap ile Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü alan ve kitabı MEB’in 100 Temel Eser listesine girmiş bir yazar. Kemal Bilbaşar, bilen için çok bilmeyen için hiç bir adam. Kemal sessiz ve sakin, gürültüsüz bir adam.

Cemo’yu okul kütüphanesinden yürüttüğüm günü hatırlıyorum. İsmi dolayısıyla almış olma ihtimalim çok yüksek. Lisede kütüphaneden iyi kitap yürütmüşlüğümü düşünürsek kitap okuma aşkının bende küçük çapta kitap hırsızlığına dönüştüğünü görebiliriz. Ancak şimdiye kadar değer verdiğim tüm hocalarım şunu diyebilecek açık yüreklilikteydi, “Kitap çalmak öğrenciye mübahtır.” E o zaman en sevdiğim!

Cemo’yu uzunca bir süre okuma sırasında geri ettim. Köyü bilen, her yaz toprakla haşır neşir olma fırsatı bulan bir çocuk olarak Cemo daima cepteymiş gibi geldi. Bir şekilde Kemal anlatacak, ben okuyacağım ama sanki bu Kemal hep benim bildiklerimi anlatacak.

Kitabı okuma zamanım geldiğinde isme dikkat ettim o anda. Cemo. Neden Cemo’ydu? İnce Memed gibi miydi örneğin? Hikaye içinde hikaye, köy içinde yaşam mıydı? Cemo nereliydi? Okumaya başladım.

Irkların birbirinden ayrılıyor oluşundan hoşlanmam. Aslına bakarsanız ırk meselesinden hoşlanmam fakat bir tedirginlik de yok değil üzerimde. Meseleler açıldığında keyfi kaçan ve bu konularda tartışmaktan uzak olan da benimdir. Cemo’yu bu yüzden temkinli okumaya çalışıyorum. Kürt – Türk meselesinde iki arada gidip gelirken tarafsız bakmaya uğraşıyor, kitabın tadını almayı amaçlıyorum ve fakat sonra bakıyorum ki kendimi kasmama hiç bu kadar gerek yokmuş. Kemal zaten çoktan bilmiş kıvamını da, yapması gerekeni de. Bir Ege insanı olarak -Kemal ile aynı bölgedeniz- o an anlıyorum ki o yakın görmüş kendisine bu insanları. Çünkü ineği sağmanın, gebeliğin ve gebe kalamamanın anlamı tüm köylerde aynı.

Tüm köylerde eşkıyanın resmi de aynı fotoğrafı da. Köy dediğiniz işte bu yüzden Türkiye içinde genel geçer bir şey. Garık kelimesi başka yerde başka bir şey olsun. Eminim okurken anlayan en az 3 kişi vardır. Ya da kış geldiğinde köyün seferberliği… Bu da aynıdır köy dilinde. Köy dilinin kemiği imece üzerine kurulmuştur. Un biterse, yanda vardır. Yağ çoksa, birilerine verilebilir.

Yani kitap aslında tamamen ırklardan arınmıştı. Kürt, Türk, Çerkez, Laz! Kimse fark etmiyordu köyde. Eğer hamile kalamazsa kadın, tüm köylerde kusurlu ve geri plandaydı. Eğer hasat vakti geldiyse, tüm köy ile birlikte hasat yapılacaktı.

Köyün dili birlikti, aileydi. Birbirine ayakbağı olanların bile ayağına ayakkabıydı. Köy, toprak kokuyordu; saf aşk kokuyordu. Köy, adamakıllı köy kokuyordu.

Yenilik Haberi

16 Cumartesi Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Güncel, gündem, medya

≈ Yorum bırakın

Etiketler

antieksi, antisourtimes, öznur doğan, facebook, gezgin, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, müzik, mekanist, oznurdogan, oznurdogan.com, ozznurdgn, pinterest, sinema, twitter, uludağsözlük


Bu bloga başlarken aklımda hayatıma ve sevdiğim her şeye dair bir şeyler yazmak vardı fakat kitap tutkum bunların önüne geçti ve bloga yön verdi.

Şimdi yapmak istediğim şey yepyeni bölümlerle daha geniş çapta anlatmak her şeyi.

Bölümlerin neler olacağına karar verdim bile. Sırasıyla yazmaya başlayacak ve hayat dolu bir bloga dönüştüreceğim burayı.

Desteklerinize talip olduğum doğrudur. Yorumlamak, beğenmek ya da günahı kadar sevmemek… Hangisini düşünüyorsanız düşünün, hepsine hazırım.

Hayatlarımızı birleştirmeye ne dersiniz?

(Vesikalık fotoğrafımda ilk defa bu kadar güzel çıkmışım. Mmm..)

Korkuyu Bekleyerek Yaşamak

09 Cumartesi Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

adam, öznur doğan, edebiyat, godot, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, korkuyu beklerken, maroia, oznurdogan.com, oğuz atay


Godot’yu beklemekten zor… Korkunun neye olacağı da belli değil, nasıl olacağı da. Nasıl korkacağını da bilemezsin, neden korkmayacağını da. Ama…

Oğuz Atay’a hikaye kitabı ile başlamak bana kalırsa en doğru tercih. Korkuyu Beklerken, kısa hikayelerden oluşan bir kitap. Ne kadar zor olabilirmiş ki Oğuz’u okumak diye düşünenler için başlangıç seviyesinde rahat okunabilir kitap. Oğuz’u anlamak mesele değil ki, Oğuz’u anlatabilmek mesele.

Türkiye’de yaşamak, sanat yapmak ve değerinin bilinmemesi üçlemesini yaşayanların listesi uzayıp gittikçe Oğuz Atay aklıma gelir. Sırf bu yüzden Mina Urgan olmak isterim ve Oğuz Atay’ı betimleyebilmek.

Korkuyu Beklerken’deki her bir hikaye kendi küçük korkularınızı sizi hatırlatacak kadar büyük. Tavanda yaşayan bir ölü ile yaşamak örneğin… Orada daima kalacak şekilde hem de. Kulağından küçük bir böcek inerken ölünün ve sen tam da geçmişin fotorağflarına bakarken. Gerçek mi ölü? Hayal mi yoksa? Tam arada kaldığın noktada işte, yani korkuyu beklerken, cevap bulman gerekmez. Hem ölü olmasa ne yapardın ki?

Bir beyaz manton vardır örneğin, karışır durursun insanların içine. İnsanlar da seni görürler fakat korkarlar mı desek, yadırgarlar mı? Beyaz manto meselesi biraz sıkıntılı. Sen biraz Beyaz Mantolu Adam’sındır, paran da yoktur ve başarısızsındır. Topluma ayak uydurabilir misin yani böyleyken sen. Nerelerde buldun kendini ve nasıl anlatabildin ki her şeyi, herkese, her zaman. Yazık.

Korkuyu Beklerken, küflenmiş ve paslanmış, sökülmüş ve dikilememiş bizlerin hikayeleri, korkuyu beklerkenki halimiz, geçmiş dönerkenki gerginliğimiz ve başarılarımız, başarısızlıklarımız, umutlarımız, umutsuzluklarımızın hikayeleri.

Hikayenin hikayesi, hikayelerin anlatımı mı olurmuş? Okusanız ya.

The Transparent Eyeball of the World: WikiLeaks

08 Cuma Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

adalet ve kalkınma partisi, afganistan, ak parti, amerika afganistan savaşı, amerika birleşik devletleri, amerika ırak savaşı, ankara, öznur doğan, emine erdoğan, iran, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, recep tayyip erdoğan, suriye, türkiye, wikileaks, wikileaks belgeleri, İstanbul, ırak


The Transparent Eyeball of the World: WikiLeaks

We have been heard many thing about WikiLeaks, but what is that WikiLeaks thing? With their explanation, “WikiLeaks is a not-for-profit media organisation. Our goal is to bring important news and information to the public. We provide an innovative, secure and anonymous way for sources to leak information to our journalists (our electronic drop box). One of our most important activities is to publish original source material alongside our news stories so readers and historians alike can see evidence of the truth. We are a young organisation that has grown very quickly, relying on a network of dedicated volunteers around the globe. “ When we look at this information we understand that they have got very big nose to interfere any kind of “high” protected places, documents etc.

Wikileaks team only published just a little bit of those documents because there was a group of bull running towards them . When they first started to release American diplomatic cables on 28 November 2010, and the amount of documents were just 251.000, we understood that bad things could be happen. Of course, bad things happened. Because of the secret cables, USA got into panic but didn’t want to show it. Later, Julian Assange, chief of the WikiLeaks was arrested for unrelevant subject because if he could stay much longer, every country is going to get it’s share.

Needless to say Turkey ,as a bridge country, was also on the list of diblomatic cables. While WikiLeaks was releasing much more cables about Iraq, Afghanistan War, we Turkey, didn’t interested in  those news but when we heard about Justice and Development Party (AKP), media started to publish papers, release fragmans etc. In those cables where Turkey was mentioned splashed everywhere and in an interesting way, we quickly forgot them. What kind of sorcery is this? Just one week and half is enough for us to forget everything. It is not only WikiLeaks but also unknown legislations, raises and many other things.

Though Turkey is ready to forget everything, there are some people who always remember. In the first cables which includes the documents of 2006, we have one calbe which engages in Ankara. And their numbers goes respectively until 2010, 5 cables,  3 cables, 7 cables, and 6 cables. The one which i want to explain and criticize is from 2008.

ID: 08ANKARA691

Subject: IMPLICATIONS OF AKP CLOSURE CASE AND OUR PUBLIC

Classification: Confidential

Origin: Embassy Ankara

And here is the text under the title of “Our Public Posture”:

“iNone of this changes the reality that Turkey is an extremely important ally in a dangerous region and that it is, despite many faults, more democratic and free than any other country in the Muslim world. We should not stifle, through our intervention, what should fundamentally be a debate by Turks about the future of their country that is essential if its democratic institutions are to mature. Doing so would make this a US issue in ways harmful to our interests, our influence and to democratic values here. We should stick to general principles, and let Turks sort out the details. At some point, as matters develop, our intervention to head off a political meltdown here may be necessary, but that moment isn’t now and may well never come. “

Let’s just think about what USA’s manner about all those wars which were done because of their eagerness and agressive policy upon the world. Let’s just come to face to face with the reailty of their unstable but indeed very active profile. Since USA does not want to risk itself and keep its perfect (?) combined unity, we can’t hear the voice of US. When it comes to thinking about its own public opinion they don’t shout, they don’t support one side. They always talk about how they can combine nations (?), make peace (?), make the world more livable.

The other think that i want to propound is how Turkey is portrayed in this picture. Just try to understand all words and catch that “important ally” word. This tiny pattern explaines everythinh. It explains how Recep Tayyip Erdogan tells lie about USA, how they act as an distant relative but in fact so close and this illustrates that USA is everywhere. It finds ally in every country, every places around the world. No matter how it destroys civils or babies, how all conspiracy theories can be totally true and how Justice and Development Party is hypocricy.

Main reason for USA not to attack us and interfere in our policy in public is the same reason. Iraq, Afghanistan, Vietnam or any other country which US goes to war with, US always repeats same things, “We’ll bring peace, we’ll bring democracy!” which means “We will kick your ass, kill your sons, f*ck your wifes and exploit your petrol!” with an evil laugh. And we shouldn’t forget this, when it comes to intervention about political route, US keeps this right in its hands.

How about Turkey? How about Justice and Development Party? And its wrothful president? When somebody from media says that you are in a relationship with USA, he almost kills him. Maybe just get shooted, pinned him down and maybe sent to jail. System is simple. Like USA, if there is something which is an open risk or accusation, Justice and Development Party has a right to make it “democratic”.

For those reasons, in Turkey WikiLeaks cables didn’t take too much intention because mass media had already been bought by them. If we add the lazy Turkish people who afraid of reading and writing, it is easy to forget all those important thing.

Zahir’in Ardındaki Görüntü

05 Salı Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerika, öznur doğan, can yayınları, erkek, fransa, kadın, kazakistan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, odysseus, oznurdogan.com, paulo coelho, penelope, roman, savaş muhabiri, simyacı, the zahir, yolculuk, zahir


Sınav stresi mi dersiniz yoksa iş mi, biraz uzaklaştım blogumdan ve kitaplardan. 1 haftadır herhangi bir yazı da yazmamışım. Zaman hızlı geçiyor fakat yakalamaya çalışıyorum ben onu.

Uzun zaman önce hediye gelen bir kitaptı bana Zahir. Paulo’nun daha önce Simyacı’sını okumuştum bir tek ve o yeterdi bu kitabı da okumaya. Ama olmadı. Başladım önce Zahir’e, her şey çok güzel gidiyordu. Nereydeyse sonlarına da yaklaşmıştım. Kalsa kalsa 80 sayfa kalmıştı. Bir şeyler oldu ve ben bu kitabı okumayı bıraktım.

Bir şeylere, birilerine benziyordu kitap. Nasıl derim bilmiyorum, sanki çok tanıdıktı bana ve ikinci bir okuma yapıyor gibiydim. Evet, tanıdık bir yüz  görmüş gibi hissediyordum fakat bir yandan da tekrara düşmenin gerginliği vardı.

Aradan yaklaşık bir sene geçtikten sonra kitabı tekrar elime aldım. Neden bıraktığımı bile hatırlamıyordum artık. Azıcık kalmış bu kitap zaten, bitirmeliyim hemen dedim ve bitirdim. Ağzımda kekremsi bir tat.

İlk olarak Zahir’den bahsedişi ve onu anlatışı çok güzeldi, kendi zahirini bulmaya çalışıyor insan tam da o anlarda. Acaba bizim de bir zahirimiz var mıydı? Ama bunlar biraz Rosebud biraz da tak tak takıntı kokuyordu. Şimdi tahminen pek çok kişinin “hadi oradan” dediğini duyar gibi olacağım. Oldum da.

Amacım Paulo’yu ya da kitabı kötülemek değil. Benim böyle bir tavırda olmam hiçbir şeyi değiştirmez. Amacım, birkaç gözü de olsa açabilmek. Coelho’nun kitapları aynı minvalde dönen kitaplar gibi geliyor bana. Aynı Grange gibi, aynı Brown gibi. Diğerlerinden tek farkı, daha çok manevi oluşu. İşte bu manevi noktalar insanı en çok çeken şeyler. Peki ya gerisi?

Kitabın son sayfalarında -spoiler içermekte- kitap boyunca yapılan alıntılar ve referanslar var. Ben en sonunda bu kitabın tüm karakterlerini ve temalarını, yerlerini ve hikayelerini bir başıma yazdım denmesini beklerdim. Esin kaynağı olarak bir şeyleri seçmek mantıklı fakat hayattan doğrudan alınıp sunulmuş gibi hissettim.

Bir diğer nokta ise, kahramanımız çölleri aşıp eşine kavuştuktan sonra hayatlarına kaldıkları yerden devam etmeleri, kadının hamile olması. Bu iki nokta kitabın bitişi için çok sıradan bir son olarak geldi bana. Kapı açıldığında orada kadını değil kendisini görseydi işte o zaman journey motive dediğimiz yolculuk motifi ve üzerine söylenen her şey daha da yerli yerinde olacaktı. Kitabın tek beni mest eden noktası, Odisseus ve Penelope benzetmeleri oldu. Mitoloji düşkünü olduğum için sevdim tamamen, bastım bağrıma.

Kitap bitti, her şey yerli yerindeydi, eksikler ya da fazlalar yoktu ama geride kalan bir kitaptı benim için.

Uzun zamandır ilk defa bir kitap için böyle düşündüğümü düşünürsek…

Cezmi Ersöz’e 3 Varken

29 Salı May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 6 Yorum

Etiketler

öznur doğan, bana türkçe bir ekmek ver, cezmi ersöz, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kitap yorumları, maroia, oznurdogan.com, şizofren aşka mektup


Şimdiye kadar Cezmi Ersöz’ü kaçınız okudu bilmiyorum. Adı çok  duyulmuş, çok bahsedilmiş, yaftalanmış ya da yapıştırılmıştır ama ben bu adamın bahsedildiği kadar okunduğunu düşünmüyorum.

Lise boyunca üzerimde bir arabesklik. Artık nereden de görmüşsem Şizofren Aşka Mektup’u görmüş ve duymuşum. Dünyanın en alınmaz kitabı oluvermiş benim için. Alamıyorum ve büyük bir tutku ile bu kitabı okumak istiyorum. Bir türlü fırsat bulup satın alamıyorum fakat dilimde müthiş bir Cezmi Ersöz var. Nasıl hoşuma gidiyor o buram buram arabesk, buram buram “ben aşığım!” havaları. Böyle havalar rica ediyorum hayatın hiçbir döneminde olmasın. Bu yüzden de inat ediyorum, o kitabı okumalıyım! Satın almaya gidiyorum kitabı, ne göreyim? Bitmiş. Koskocaman Şizofren Aşka Mektup nasıl biter? Cezmi’m (?) yazmış benim onu yahu!

Neyse diyor Bana Türkçe Bir Ekmek Ver’i alıyorum. Cezmi cezmidir işte. Ne kadar farklı yazabilir ki diyorum. Ekmeği de duygusal istiyordur bu adam. Aşkla yaklaşıyordur ekmeğe. Nasıl olsa doyum söz konusu. Fakat benim tahmin ettiğim konularla hiç alakası çıkmıyor Bana Türkçe Bir Ekmek Ver. Kısacık kitabı kısacık sürede okuyup bitiriyorum ki gidip Şizofren Aşka Mektup’u alayım. Ergenim, damarlarımdan asilik ile karışık yüksek promilde arabeskizm akıyor. Akamayagörsün.

Ardından arkadaşım hediye ediyor Şizofren Aşka Mektup’u. Okuyorum.

“E bu neymiş yahu?” deyip kitabı yarısında bırakıyorum. Ergeniz de o kadar değil. Ama kimseye de söyleyemiyorum keza çok yırtmışlığımız var kendimizi Cezmi diye. Nenem ölsün sarı gelin, işte olaylar böyle ilerlerken ve ben kitap bilincinden uzak, kendi arabeskimde gömülüyken kaldırmıyor kafam Ersöz’ü. Yaşlanmak mı gerek yoksa başka bir şey mi? Nasıl bu kadar üzerine basa basa anlatılır her şey. Böylesine açık ve gözler önünde?

Şaşırmamak elde değil. Olmayan kitap kültürüm Cezmi’yi reddediyor, kanımız da uyuşmuyor. Ben bir dönem leyla gibi Cezmi peşinde koştuğumla kalıyorum. Aklıma geldikçe gülüyorum. Şizofren Aşka Mektup’tan bölümler okuyarak sözde sevilene yazdıklarımı hatırlıyorum. Çocukluk yine de güzel, ergenlik de öyle fakat yüksek oranda Cezmi, adam öldürebilir.

Karaosman’lardan Yakup Kadri

28 Pazartesi May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, cezmi, cumhuriyet, eylül, kiralık konak, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kurtuluş savaşı, maroia, mustafa kemal atatürk, oznurdogan.com, türk edebiyatı, yaban, yakup kadri karaosmanoğlu, İstanbul


Eminim ki bu adamı tanıyorsunuz… Karaosmanoğlu Yakup Kadri. Ansiklopedide böyle çıkacaktı karşınıza. Bu sefer ben ondan bahsediyorum. Türk Edebiyatı’nın temellerine oturan adamlar vardır. Bu adamlar ilk modern romanları yazmış, ilk kez psikolojiden bahsetmiş üzerine bir de sosyal ve siyasi mesajlar vermişlerdir. Versinler, güzel.

Yaban denildiğinde akla ilk gelen kişi tabii ki Yakup Kadri Karaosmanoğlu oluyor. Tüm lise ve ilkokul kütüphanelerinde mutlaka Yaban’dan üç tane var, Kiralık Konak’tan da iki. Onu bu kadar ulaşılır ne kılıyor peki? İlk olarak aslında Yakup Kadri okumak çok zevkli çünkü sizinle konuşuyor gibi anlatıyor. Bir hikayesi var anlatacak. Anlatsın, güzel.

Yaban’ı bu kadar sevdiren ve değerli kılan şeyi düşünürsek aslında içimizdeki İrlandalıyı ortaya çıkardığı için seviyoruz. Hepimiz bir anlığına bir yerlerde yaban olabileceğimiz için seviyoruz. Kolumuz bacağımız kopsa da fark etmez, yaşadığımız sürece aşkta da yaban olabiliyoruz çünkü hastalıkta da. Bazen ailemize bile yabanız, yabancıyız. Hal böyleyken ve herkes kocaman bir dünyada birbirinden farklı milyonlarca yabanken, Yaban’ı sevmemek imkansız. Bir de Yakup Kadri’nin mesaj verme kaygısı ile yazdığı romanları bu uğurda yazıldığını bilerek okuyorsanız değmeyin keyfinize. O saatten sonra olsa olsa karşınızdaki adam Karaosman’lardan Yakup. Bizim Yakup yahu. Hani şu bir şeyler söyleyen durmadan tanıdıklarına. Söylesin, güzel.

Yaban’ın birkaç yerinde ağlamışlığımın varlığını kabul edersek bir de Yakup biraz daha yakındır bana. Ağlatabilen insan, ağlayabilecek insandır. Bu en azından yazarlar için böyledir. Biliyorum ki etrafımız bizi sürgüne yollamaya, yaban etmeye hazır tiranlarla dolu. Ellerinde kocaman sopaları ile gütmeye çalışan herkesi. Gütmezse, güzel.

Kiralık Konak gözümde Yaban’dan bir tık geride. Yalnız Kiralık Konak’ta beni hiçbir şey değil de en çok ilgilendiren şey işte o kiralık konaklar. Bir tutkudur alıyor beni, eskiden yaşamalıydım diye. Yaşamalıydım da görmeliydim her şeyi… Ben de kiralayabilirdim pekala bir konak. Bir tekne de kiralardım üstüne üstlük. Aşklar da yaşanırdı usturuplu ve heyecanlı. Sadece Kurtuluş yazarı değildi yani Yakup Kadri. Elbette inanıyordu Cumhuriyet’e de Aşk da özgürdü onun fikrinde, Türkiye de. Özgürse, güzel.

Sizin Rosebud’ınız Ne?

27 Pazar May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, biyografi parçacıkları, citizen kane, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, paul celan, picasso, pierre assouline, rosebud, rudyard kipling


Citizen Kane’i kimler izledi? Tarihin en önemli filmlerinden birisi olan Citizen Kane’in en önemli noktası Rosebud’tı. Peki neydi Rosebud? Kane ölmeden önce son olarak Rosebud diyordu ve bu kelime büyük bir sır haline geliyordu. İnsanlar yorumlar yapıyor, evinin yani şatonun her tarafı alt üst ediliyor ve Rosebud bulunmaya çalışılıyordu. Hayatına giren kadınlar için bir gönderme olup olmayacağı düşünülüyor ve en sonunda sadece bizler seyircilerin gördüğü bir gerçek ortaya çıkıyordu.

Rosebud aslında bir kızaktır. Kane, küçükken yani ailesinin yanından henüz alınmamışken bu isimli kızakla en güzel günlerini geçiriyordu. Rosebud aslında sıradan bir eşya, bir kızak olmaktan çok bir ideali, geçmişi ve yaşanmış yaşanmamış her türlü duyguları resmediyordu. Örneğin bir çocuğun kahkahası saklıydı o kızakta, kışın en çetin yağışlarında anneden izin alarak kapının önüne çıkışı anlatıyordu, Pal Sokağı Çocukları gibi heyecanla sokaklara hakim olmayı anlatıyordu kızak. Bir de ait olduğu şeylerin ondan koparılmışlığının acısını hatırlatıyordu. Rosebud, Kane için binlerce şey demekti.

İşte böyle bir hikayeden sonra Pierre Assouline, ünlü biyografi yazarı, tarihin ünlü kişilerinin rosebudlarını bulmaya kalkıyor ve bizim için o kişilerin hayatlarına kapı açıyor. Rudyard Kipling’in, Paul Celan’ın, Picasso’nun rosebudlarını anlatıyor bize. Küçük parçalardan kocaman bir dünya yaratabilmemize neden oluyor. Verilen ile verilmeyeni çözmeye teşvik ediyor, kendi hayatımıza yönlendiriyor.

Herkesin bir rosebudı vardır bence hayatında. Belki de bir iskemle, belki bir baston ve belki bir kalem. Belki Kane’in kızağı gibi geçmişten kalma bir eşya, belki de bir kişi. Şimdi kendi rosebudımı düşünüyorum da lise 1’de bana kestirilmek zorunda bırakılan saçım geliyor aklıma. Küçük bir kutuda, bukle halinde. Ne kısa ne de uzun olduğu için aykırı görülen, tek düze olmadığım için gözlerine batan müdüriyetin ve işte o en büyük ikilikte özgürlük ve esaret ikiliğinde esarete boyun eğmek zorunda kalmış bir öğrencinin sevdiği saçı… Minik bir kutu içinde.

Peki sizin Rosebud’ınız ne? Bir yüzük mü yoksa oyuncak mı? Neden öylece bağlısınız o parçalara, neden ayrılmak istemezsiniz?

← Older posts

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...