• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: tezer özlü

Cüce Kalanların Annesi: Leyla Erbil

18 Pazartesi Kas 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, öznur doğan, edebiyat, feminist edebiyat, kadın ve toplum, kadınlık, leyla erbil, türk edebiyatı, türk edebiyatında kadının yeri, tezer özlü


leyla_erbil_canım_kadınBir yazarı ne zaman tanır ve sevmeye başlarsınız? Nasıl basarsınız bağrınıza onu ve bir anne ya da baba olarak kabul edersiniz?

Edebiyat dünyasının büyülü masalıdır yazarların bir anda aileye dönüşmesi. Aklın saati 12’yi geçti mi ne anne kalır yanında anne diye ne de baba. Artık edebiyatın saati çalıyordur, saat daima sevdiğin yazarı vuruyordur. Akrep ve yelkovan onun zamanını, onun zamansızlığını anlatıyordur.

Leyla Erbil ile ilk tanışmanızı şimdi hatırlıyor musunuz? Bir “vapur”da mı tutmuştu elinizi rıhtıma inerken düşmeyin diye yoksa bir deniz kıyısında mı vermişti gözlüğünüzü size; gözleriniz acımasın diye.

Ben Leyla Erbil ile tanıştığımda miniktim, küçüktüm çok ancak aklımı büyük sanıyordum. Okuduklarımın bana yetmeyeceğini biliyordum ancak yine de çok okudum sanıyordum. Ben Leyla Erbil ile tanışmadan önce kitapların anlamlarının yalnızca okuduklarımda olduğunu sanıyordum. Leyla Erbil, bir uyanış hikâyesidir bu yüzden. Yolculuğudur edebiyatseverin, yalnız başına yola çıkmayışıdır. Odysseus’a yardım eden tanrılar ve tanrıçalar gibidir kocaman bu küçücük kadın. Yalnız kalamayıştır.

Peki, neden sevilir bu kadar Leyla Erbil ve nereye koymuşuzdur biz onu? Aslına bakarsanız kocaman, kapkalın romanların kadını değildir Leyla, az lafın çok şey anlatabileceğini bilir. O yüzden eğer Leyla’nın kitaplarını ararsanız raflarda, ince narin kitaplara bakmalısınız kendisi gibi.

İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde Sema Bulutsuz ile tanıştınız mı Leyla Erbil ile de tanışmış olursunuz. Belki de arkadaşlığındandır böyle yakın yakına anlatması Leyla’yı belki de daima saygı duyduğu bir kadın olmasından ancak Sema Leyla’dan bahsederken gözleri dolar bazen, sesi titrer. İşte ben de tam olarak öyle tanıştım Leyla ile. Bildiğim tüm yazılardan farklıydı yazıları. Örneğin imla önemli değildi onun için. Bir virgül yerine üç nokta koyardı. Şimdiye kadar ona dayatılmış şeyleri neden kabul etsindi ki? Etmezdi elbet. Türk Edebiyatı’nın en dişli kadınıydı belki de. Tezer Özlü ile arkadaşlığı da bu yüzden öylesine sağlam öylesine doğruydu. Tezer kendi karanlığında hayatına devam ederken bir yerlerde Leyla’nın olduğunu bilerek rahatlıyordu. Kendi peşinde kendini arayan, kitaplarında yaralarını insanlara açan Tezer’e Leyla’nın arkadaşlığı birebir geliyordu. Bu iki kadın birbirine bir o kadar bağlı ve bir o kadar birbirinden ayrıydı. Tezer kaçar gider, koşardı. Ama Leyla kalmalıydı. Kaçamazdı. Devlet vardı savaşması gereken, sistem vardı. Ve hatta kendi vardı aklında.

Minicik bir kadının devleşmesiydi aslında hikâyesi. Hayatı boyunca hiçbir ödül almamıştı ve bunu kendisi istemişti. Verilen ödülleri de almaya gitmemişti bu yüzden. Nobel’e aday gösterilen ilk Türk kadın yazardı. Peki, neden –di’li geçmiş zaman var hep Leyla’da? Çünkü Leyla Temmuz ayının sıcaklı soğuklu bir gününde bizi, cücelerini annesiz bıraktı. Uzun zamandır Parkinson tedavisi gören Leyla dayanamadı artık. Aslında 1931 yılından bu yana “üç başlı bir ejderha” gibi dayandı Sultanahmet’in ortasında dikilen. Bir sürü hayatı bir arada yaşadı ve bize gösterdi pek çok şeyi.

Önce kadının yerini öğretti bize Leyla. İkili karşıtlıklarda nerede kalıyordu kadın? Tam da gece/gecede’nin yanında. Kadın bilinmez bir varlıktı, bilinmek istenmiyordu. Bu yüzden her hikâyesinde deli kadınları anlattı. Ondan sonra pek çok kadın yazar Leyla’dan yola çıkarak yazdı hikâyelerini, romanlarını. Kadınlar neden delirirdi? Ne kadar çok soru vardı kadınlar ile ilgili… Hepsi, hepsi Leyla’nındı. Tüm sorular Leyla’ya çıkıyordu. Doğanın içindeydi kadın, Leyla bunu çok iyi biliyordu. Doğaya karşılık kurulan medeniyetin içinde, kadınların sesi olmaya çalıştı. Kadın olmaya çalıştı. Kadınlığın büyüsünü, kadının doğasını, doğadaki kadını anlattı. Tek tek, ilmek ilmek anlattı hem de. Ve tam bir kadın olarak.

Bir yazarı seversiniz evet ve onu yüceltmeye dair yüzlerce nedeniniz vardır. Leyla’yı sevmek için sayılabilecek nedenler yalnızca yazar olmak değildi benim için. Leyla benim üniversite yaşamım oldu. Aydınlanmam oldu. Kendimi bir kadın olarak görmüyor muydum ki ondan önce? Belki de medeniyet denilen, tek dişi kalmış canavarın beni nasıl göstermek istediğine göre şekil alıyor, kabıma sığıyor ve taşmamayı kabul ediyordum. Leyla bana engin deniz olmayı öğretti. Bilir misiniz bilmem, deniz bazı dillerde erkek bazı dillerde kadındır. Bir rahim gibidir deniz ve ben de ona kadın demeyi tercih ederim. Karanlıktır çünkü geceye doğru. Yalnızca ayın ışığını kabul eder üzerinde. Güneşin heybeti, medeniyeti altında kavrulmak istemez. Bir anda ayın güzel göğsüne bırakır kendini. Onlar iki iyi arkadaşlardır. Doğanın içindendir ikisi de. Kadın doğasına yakındır.

Leyla Erbil’i sevmek için bir kitabını okuyup ilk bakışta anlamamak yetiyor sanırım. Özellikle işe Cüce ile başlıyorsanız gittikçe zorlaşıyor mesele. Bir yanda Leyla bir yanda Zenime. Bir yanda deliler ve diğer yanda da deliler. Bir deliye karşı kaç deli vardır toplumda? Aslında gördüğümüz tüm toplum delidir ve deliler “akil”ler. Kadın olduğunu bilmez Zenime, kadın olduğu için delileştirilmiştir. Onun deliliği toplumdan gelir kadından değil. Deli kadın Leyla’nın deliliği de öyledir. Cüce de şöyle der bu yüzden:

“Ah, işte o güç saçların ki (öteki kadınlara örttürdüler üzerini sımsıkı korku kefenleriyle; korkunç birer cinsel organdan başka bir şey olmadığına ikrar getirttikleri bedenleriyle birlikte.”

Zamanının içinde ve ötesinde bir kadın sözüdür bu. Kadınları kimler metalaştırdı? Hangi ellerde kızlıkları kadın oldu ve kadınlıkları delilik? Sorular niye bu kadar fazla? Gittikçe Leyla’nın aklına giriyorum.

Düşünüyordu Leyla, bir örtü ile neler yaratılabilir diye kadınların üzerinde. Aman diyeyim hanımım, dizin ve üzerleri görünmesin. Ve tabii ki başın! Haşa! Toplumun kadınla alıp veremediğini kadına vermek isterdi Leyla. Ne olursa olsun Sezar’ın hakkı Sezar’a, kadının hakkı kadınaydı. Bu yüzden aktivist bir kadın olarak TİP’te yer almıştı. Deliliği daha fazla insana duyurabilmek için.

Kadın kimdi, kimdi bu cüceler ve nerelerde dolaşıyorlardı, işte bunu anlatmak istiyordu Erbil. En başından, tarihin derinliğinden insanlığın kökeninden başlıyordu anlatmaya. Adem ile sinsi Havva’nın hikayesini bize anlatıyordu. Kadındı orada da bir olaya neden olan. Yarım akıl ve çelim akıl. Çelinmeye hazırdı kadın, yoldan çıkmaya. Kadın bir meyve uğruna tüm cennetinden vazgeçendi. Şimdi bir de böyle düşünelim, Adem’i düşünmemiş miydi ki Havva atlıyordu Leyla’nın kollarına? Havva yalnızca Adem’ini değil bahçesini ve geleceğini düşünüyordu. Hikâye başlatmanın ne demek olduğunu biliyordu. Bir hikâye başlatmak için bir suçlunun olması gerektiğini de. Adem’e kalsa bahçesinde her şey var, hurisi de yanında tabii ki. Esnaf deyimi ile işler oldukça güzel, hayat Adem’in yörüngesinde. Yörüngen çıkıntısı kadın ve yılan oldu. Yılan kadına fısıldadı. Adem’e fısıldasa Adem dinlemezdi elbette. Kadını seçti yılan. Yılanı seçti kadın. Kadın kirlenmek istedi aslında özüne dönmek istedi. Çamurdan değil miydi? Çamurdan bir gezegene düşmeye korkmazdı kadın. Leyla da korkmuyordu işte. Çamura bulanabilirdi istediği zaman. Kadını anlatmak için bahsedilen aydınlığın içinde çamuru bulmalıydı.

Leyla’nın cücesi yalnızca Zenime değildi. Bizdik aynı zamanda. Her bir kadındı. Kocalarımız döverdi de severdi de. Biz ölsek de çocuklarımız onları döven babalarına geri dönerdi. Zenime’nin yaşaması için bir erkek gerekirdi kaburga kemiğinden doğduğu. Bir bağ gerekirdi tüm medeniyet ve toplum ve ataerkil yapı ve erkek ile. Erkek olmadan kadın hiçbir anlam ifade etmezdi bize göre. Leyla havanın kurşun gibi ağır olduğu bir gün bağır bağır bağırıyordu, UYAN.

Yıllar sonra Leyla’nın sesine bir ses geldi uzaklardan. Mine Söğüt’ün sesi yankılandı raflarda. Deli kadınları anlatmak istedi o da Leyla gibi. Deliliğe methiyeler düzmek istedi. Leyla gibi minik de değildi bu kadın. Kocaman gözleri, keskin çizgileri ile belki de delirmeye hazırdı. Deli Kadın Hikayeleri’ni yazdı ve gönüllerde taht kurmayı başardı.

Bir kadın, bir kadını iyi anlat ve bir erkekten daha fazla acıtır. Bir kadın deliliği bir kadına daima tekinsiz gelir ancak deli olmayan kadın bir gün ansızın delirebileceğini bilir. Mine Söğüt kadınların neden delirdiğine baktı derinlemesine. Söyledikleri Leyla’dan ne eksik ne fazlaydı. Bir kadını delirtebilecek yegâne şeyin bir erkek olduğunu buldu sonunda. İkili karşıtlıkta erkeğe denk düşen her şeydi kadını yok etmeye çalışan. Kadın yok olmak istemiyordu. Deli Kadın Hikâyeleri yüzlerce kadının aynı dünya üzerinde delirmesiydi. Aynı babanın ona tecavüz etmeye çalışmasıydı. Evlatlarının yine onlar tarafından çalınmasıydı. Kadınlardan çalınan yalnızca evlatları değil, kimlikleriydi de.

En az Leyla kadar gerçekti Mine’nin anlattıkları. Deli Kadın Öyküleri’nde şöyle diyordu Mine:

“Bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez. İşte bu yüzden, bu şehirde ben her gün kendimi defalarca öldürürüm.” Kendini öldüren, delilik ile öldüren kadınların hikâyesini yazarken daima göz kırptı Mine minik kadın Leyla’ya. İkisi de çok iyi biliyordu ki dünyanın neresinde olursa olsun bir kadın daima bastırılmak istenecekti. Delilik, büyücülük ve müzik, tekinsiz olan her şey kadına ait kalacaktı. Erkek kendini öne çıkarmak için kadının üzerine basıyor ancak onsuz da olamıyordu.

Leyla Erbil öldüğünde Mine Söğüt cenazesine gitti mi bilmiyorum ancak küçük cinlerini toplayıp Leyla’yı güldürmek için elinden geleni yapabileceğini biliyorum.

Leyla Erbil öldüğünde Sema Bulutsuz cenazesine mutlaka gitmiştir onu da biliyorum. Ve bir kardeşi ölmüş gibi hüzünlü, eski bir yaprağa dönüştüğünü hissediyorum.

Leyla Erbil öldüğünde ben ona dair daha bir sürü şeyi bilmediğimi biliyordum ancak hiçbir şey öksüz kalmak kadar sert değildi.

Leyla Erbil öldüğünde solgun ve naif Tezer Özlü ne yaptı bilmiyorum ancak olduğu yerde yalnız kalmayacağını bilmenin iyi hissettirdiğini tahmin edebiliyorum.

Aşiyan Dergisi Ocak Sayısı 

Öznur Doğan

Zaman Dışı Yaşam’ın Senaryosu

04 Cumartesi Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

Cesare Pavese, senaryo, tezer özlü, Turgut Uyar, zaman dışı yaşam


Madem bir Tezer Özlü’dür tutturdum ve devam ediyorum o zaman Zaman Dışı Yaşam’ı okumadan geçemezdim. Tezer Özlü gördüğüm gibi satın alma hastalığını yakalanmış olmalıyım ki bu sefer tongaya düştüm.

Efendim efendim, ön kapağında “senaryo” yazan bu kitabı tamamen özgün bir senaryo olarak düşünerek satın aldım fakat ikinci sayfasına bakma nezaketinde bulunsaymışım her şey ortaya çıkarmış.

Tezer Özlü kendi yazılarından yola çıkarak yazmış bu eseri. Çocukluğun Soğuk Geceleri, Kalanlar ve Yaşamın Ucuna Yolculuk’tan parçalar bulduğum bu senaryoyu okumak kısa süreli bir hatırlama yarattı bende. Olayları hatırlıyordum, cümleler de birbirine benziyordu. Yine de Cesare Pavese’nin sözlerini okuyor olmak hoş tuttu gönlümü.

Cesare Pavese ile bu kadar kendini özdeşleştirmesi, sırf onun intihar ettiği odayı görebilmek için İtalya’ya gitmesi ve tamamen özgür bir kadın olarak hareket etmesi Tezer Özlü’de sevmekten vazgeçmeyeceğim özellikler.

Fakat sabahtan akşama kadar Tezer Özlü okumaya kalkmayıvereyim, boğuluyorum. Yapıma ters benim bu kadar çok yoğun depresyon hissetmek. Bünyeme aykırı. Tezer Özlü bende sürekli kaldığım, artık tamamen kendi kokumun olduğu kapalı bir odayı çağrıştırıyor artık. Keşke camları ve kapıları açmayı deneseymiş Tezer de. En azından bir çıkış olabileceğini görürmüş. Zaten asıl mesele çıkış görmek istememesi fakat bendeki de umut işte.

En başında daha hikayenin yani daha yeni yeni Tezer Özlü oluyorken neler yaşadın, neden yaşadın da böyle oldu hayatın? Bunları anlattın hep kitaplarında ama sanki eksik, sanki bir şeyler daima eksik. Ne diyelim, göğe bakınız orada Turgut Uyar’la ya da Pavese’yle.

Mr. Nobody / Bay Hiçkimse C) Hepsi

16 Pazartesi Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, bay hiçkimsi, butterfly effect, diana kruger, jared leto, kaos teoremi, kuantum fiziği, maroia, münir göle, mr nobody, oznurdogan.com, tezer özlü


Film izlemek ve kitap okumak dönemsel aktiviteler halinde yer alır hayatımda. Bir dönem yüklü miktarda kitap okur, gözlerim kızarana ve sulanana kadar sayfaları kapatman. Bir dönem ise art arda 5 filme kadar çıkabilirim.

İş hayatıma yaklaşık 3-4 haftalık ara verdiğim bu dönemde tabii ki de boş bırakamazdım kendimi. Hemen Tezer Özlü’yü bitirip yeni bir Münir Göle kitabına başladım. Bir yandan da yeni filmler indirmeye koyulacaktım ki zevkine güvendiğim, şimdiye kadar bana tavsiye ettiği hiçbir filmde yanılmayan arkadaşım Mr.Nobody’i tavsiye etti. “İlk on dakikası çok karışık gelebilir.” gibi küçük çapta bir itlik yaptıktan sonra filmi izlemeye başladık.

İlk başta gerçekten sersemletici bir etkisi vardı. Bilimsel açıklamalar ile başlayıp durmadan ölen, yaşayan, küçülen ve büyüyen bir adam. Kimse “Benim aklım karışmamıştı ki!” demesin. Yemezler. Sevgili beyinciğimin hızla çalıştığını hissediyordum. Sürekli yeni sorular sorarak. Fakat sonra sorgulamayı bıraktım. Ne zaman çok fazla düşünürsem o kadar konudan uzaklaştığımı hatırladım. İzlemeye koyuldum. Uzun zamandır film izlemediğim için bir özlem duygusu ile takip ettim.

Mr.Nobody her ihtimalde yaşayabilen fakat  aslında yaşamayan bir adam. Hiçkimse, çünkü herkes. Film tamamen bu minvalde ilerlerken ve yüz binler olasılığı siz kendiniz de göz önünden geçirmeye başladığınızda zaten film amacına ulaşmış oluyor. En ufak bir hareketin bile yüzlerce nesneyi ya da olayı etkileyebildiğini düşünürsek (Butterfly effect) ve benim sınırlı aklımın bir süre sonra amele olduğu kuantum fiziği gibi olaylara gelirsek karşımıza bir kelime çıkıyor: ihtimaller.

Hangi ihtimali yaşamak istediğinize siz karar verirsiniz ya da karar vermeyerek bir karar vermiş olursunuz. 9 yaşındaki bir çocuğun ihtimaller denizinde 118 yaşına kadar yaşamak da varken 34 yaşında bir araba kazasında ölmek de var. Eğer mümkün kılınabilirse -ki şu anda olmadığını da iddia edemeyiz- aynı anda birden fazla ihtimalde yaşıyor da olabiliriz.

Geçmişi hatırlayabilirsiniz fakat geleceği hatırlayamazsınız tezi de bu yolla çürümüş olabilir. Gelecekten dönüp de kendine bir mesaj bırakmak bile mümkün. Kendi ihtimallerimizi baştan yazabilir, belki de ölümsüz olabiliriz!

mr-nobody-bay-hickimse-izle

Mr.Nobody bittiğinde aklımda birden fazla düşünce vardı. Birincisi filmin duygusal ve romantik yanı. Seçenek ne olursa olsun en doğru aşkı yüzlerce farklı şekilde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu hemen merak ettim. Şu anda neler yaşardım ki acaba? Hangi ihtimaller üzerine tasarlayabilirdim hayatımı?

İkincisi tabii ki de hayatımdaki tercih boyutu. Acaba en ufak bir hareketim hayatımda kimleri yok etti, kimleri ekledi, benim dışımda kaç kişiyi etkiledi? Örneğin bir alışveriş merkezinde son bedenini ben aldığım için bir eteğin, bir başka kişi nelere katlanmaz zorunda kaldı? Ah bu ben.

Filmin görselliği ve müzikleri de bir o kadar doyurucuydu. Sahnelerin gerçekçiliği, müziklerin akıp gidişi, renklerin canlılığı ve o minnak veletlerin güzelliği! Ölesiye güzel çocukları nasıl buldunuz ve Unutuş Melekleri’nin dudağımızın üzerine bıraktığı unutuş çizgisini nasıl hayal edebildiniz? Sorular sorarken yoruluyorum…

Mr.Nobody, son 20 dakikası ile hayatın şeridini gözlerimizin önünden geçirebilecek kapasiteye sahip bir film. İzleyiniz, izletiniz.

Birkaç küçük alıntı:

Young journalist: Everything you say is contradictory. You can’t have been in one place and another at the same time. Of all those lives, which one is the right one?
Nemo Nobody aged 118: Each of these lives is the right one! Every path is the right path. Everything could have been anything else and it would have just as much meaning.

——

Nemo Nobody aged 118: It should be written on every schoolroom blackboard: life is a playground or nothing.

Mr. Nobody – Bay Hiçkimse Trailer

Yaşamın “en” Ucuna Yolculuk

12 Perşembe Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, Cesare Pavese, leyla erbil, maroia, oznurdogan, oznurdogan.com, tezer özlü, yapı kredi yayınları


Bir garip kadın. Bir alışamadığımız Türk kadını. Şimdiye kadar kaç Türk kadını bu kadar açık konuşabildi? Açık açık ölümden, aşktan ve seksten bahsedebildi? Bir elin parmaklarını geçmiyor. Parmaklarım oysaki küçük. Parmaklarım yetersiz kalmasaydı, bu konuda.

Tezer Özlü için Türk Edebiyatı’nın Gamlı Baykuşu benzetmesini ilk kimin yaptığını bilmiyorum fakat en doğru tanımlama olmuş. Daha ötesi yapılamazmış. Bir garip kadın Tezer Özlü. Huzursuz, rahatsız, sakin, doygun. Cümleleri bile değişiyor işte bu yüzden. Tek bir nokta ile binlerce şey anlatıyor. Ünleme ve soru işaretine de işte bu yüzden gerek kalmıyor. Tezer Özlü, kendi dilbisini yaratma konusunda kimseye bir şey danışmıyor.

Kitabı çok uzun süre okudum okumadım sürüncemesi arasında kaldıktan sonra bitirdim. Bir kitabı bitiremeyeyazmam yeterli onu asla bitirememek için fakat bu seferki farklıydı, Tezer Özlü’ydü diye asıldım kitaba. İyi ki de asılmışım.

Cesare Pavese seven herifçioğlunun tekiyim. Yaklaşık 6 senedir mutlaka bir yerinde var Pavese hayatımın. Tezer’in de öyle. İşte bu yüzden benden bu kadar uzak bir kadına, gamlı ve baykuş bir kadına yakın hissediyorum kendimi. Çünkü bu kadının italic olarak yazdığı ve Cesare Pavese’ye ait olan yazılar aynı anda aynı kişi tarafından seçilmiş gibi. O ve ben.

Cümleler açık, cümleler İstanbul’u istemediği halde yolları oraya çıkan Tezer gibi. Tezer bu kadar güzel kadınken hem de. Neden aklında ölüm düşüncesi vardı?

Bazen ben de çok düşünüyorum ölümü. Yaşamı düşünmek daha zor geliyor. Ölüm daha basit ve kullanışlı. Örneğin herkese yakışmasa da zorunlu bir moda.

Kefenlere cep dikilmesi çok yakındır. Ben de istiyorum ki kefenime yüzlerce kitap yaprağı sarsınlar. Öyle ölüvereyim işte. Uzatmanın alemi yok.

Yitik bir Ülkede Şiir Okuyan Kız

05 Perşembe Nis 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öpücük damlası, bülent karslıoğlu, Cesare Pavese, düş görümlüğü, hakan cem, hiçlik kulesi, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, mecnun dalı, ogün kaymak, oznurdogan.com, sana şiir yazmasam olur mu, tezer özlü, yay ve ipek, yeşim ağaoğlu, yitik ülke yayınları, şükrü sever, şeref bilsel


Genç yaşın kısmi alzheimerıyımdır ben. Hatırlamam çoğu şeyi. Görsel hafızam kuvvetlidir fakat, bir gördüğümü bir  daha unutmam. Yine de kitaplardan cümleleri, zor hatırlarım hep. Yitikülke’yi nereden bulduğumu hatırlayamıyorum mesela. Ama tesadüfler güzeldir. Üzerine filmler yapılır tesadüflerin. Tesadüfler belki de tesadüf değildir. Rastlantı diye bir şey de aslında yoktur. Mesele oraya gelmeye başlarsa benim de bu kadar bilinçsiz ve unutkan oluşumun bir nedeni vardır belki de.

Bir soruya cevap verdim, Maveraünnehir nereye dökülüyordu? Ece Ayhan döküyordu bu nehiri hem de Meçhul Öğrenci Anıtı’nda. Sonra bir baktım elimde kitaplar. 7 kitap ve 8 hayat ile çıktım Cumhuriyet Gazetesi’nden. Daha önce sürekli önünden geçip göz kırptığım gazeteden.

6’sı şiir kitabı, 1 tanesi de hikaye. Şiirleri seven, Uyar’a uyan Ayhan’a bakış atan, İlhan’ın dizine başını koyan birisi olarak sevindim elbet. Başladım okumaya hayatları.

Denizin derinliği –

Yok zaman!

(…)

*

Kurşun –

İnsan öldürür!

(…)

*

Beşik sabırdır – 

O derin sessizlik!

(…)

*

Ses filiz verdi

dil sözü dokudu!

(…)

yolun nedir diye soruyorlar

bilmeden yolun ne demek olduğunu.

tek bir yıldız çıkınca, konuştuğunu duyuyorsun şeylerin

kayıp defneyaprakları, çınlayan eller

evin duruşunu alıyor boşalmış gök

yolum budur diyorum

denizin bahçesini eşeliyor yağmur.

tezer özlü pavese’nin izini sürdü uzaklarda

ben senin izini halikarnas’ta

yüzleştim hesaplaştım

….

tezer pavese’nin peşinden gitti

ben hayallerimin

sen pavese olmaktan çook uzaksın

bense tezer’e daha yakın

yanlışlarımız çoktu galiba.

Tuz 

aşkına!

bütün ırmaklar

bildiklerine denizi anlatır

denizdir düşünen, yüzünden okunur bunlar

siz hiç okunmuş bir gemi gördünüz mü kağıdın üstünde

ve beklenmedik imgeler gibi çıkan denizaltılar

işte benim ellerim de öyledir

öyledir ya da böyle

-ellerim benden önce görülmüştür-

…

Kaos yılı bu sene: Beklemişsiniz

Düşkırıklıklarının askısı, yüzlerimizde

Masada duruyor Kafka*: Kabarık ve okunmasız

hepsi bu: yüzyıllarla savrulan rıhtan

bir izim anlağında yerkürenin.

Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde Tezer Öznur Olmak

02 Pazartesi Nis 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

almanya, çocukluğun soğuk geceleri, öznur doğan, delilik, elektro şok, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, tezer özlü, yaşamın sonuna yolculuk


Kitabın sayfasını kapadığımda böylesine bir hayatla karşılaşacağımı bilmiyordum. İnsanın arkadaşlarının “Deli o, yakalayın!” diye bağırabileceğini bilmiyordum mesela. Bir doktorun daima hastasından istifade etme isteğini hayal edebiliyordum da elektrik şoku verirken dolguların titrediğini tahayyül bile edemezdim.

İçimin donduğunu hissettim. Guguk Kuşu sendin belki de. Ve belki de Şef’le aynı durumdaydın. Konuşmamayı seçip sadece izlemek, Almanya ve başka ülkeleri yaşamayı beklemek Bir erkeğin sıcaklığını hissederek uyumayı tercih etmek.

Deliliğe yakılacak ağıtlar olduğunu biliyordum ama deliliğin bu kadar delicesine yaşatılmak istendiğini unutmuştum.  Çocukluğunun soğuk gecelerinin neden böyle soğuk olduğunu artık biliyordum, içim üşüyordu. Böyle donuk bakmakta haklıydın aslında, böylesine sakin.

Deli olmayı daha çok isteyip deli kalmaktan daha çok korktum bu sefer. Sıradan bir yaşantı değildi çünkü bu, elektro şokların başı ve sonu biliniyordu ama ortası asla.

Ben kendimi bazen hiç tatmamış olsam da o elektro şokların ortasında hissediyordum.

Zaman ilerlemekten vazgeçiyordu, sonsuzluğa düşen damla gibiydim.

Kitabın kapağını kapattığımda içim buz tutuyordu, otobüsün demirini tutan elim ise çoktan parçalanmıştı.

Tezer Özlü’den Kalanlar

26 Pazartesi Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aile, almanya, anadolu, öznur doğan, berlin, kalanlar, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, leyla erbil, maroia, oznurdogan.com, tezer özlü, yaşamın sonuna yolculuk, İstanbul


Ve bazı kadınlar ölene kadar güzeldir. Ruhları o kadar yakındır ki doğaya, bir yudum ölüm ister. Ölmeden rahatlayamayan kadınlar vardır içimizde ve bu kadınlar hep daha da güzeldir.

Tezer Özlü ile tanışmam çok eski bir vakte gitmiyor. Herkesi kaçırmışlığım olduğu gibi ona da bir selam veremeden, yollarımız çakışamadan doğmuşum ben. Selamsız ve sabahsızlığım buradan geliyordur belki de. Çabuk vazgeçebiliyor oluşum en çok bundan geliyor belki. Çünkü vazgeçilmeyecek insanları hep kaçırdım ben. Onlar Almanya’ya doğru hareket ettiklerinde ya da Viyana’ya ya da Anadolu’ya, ben yoktum bile ortalarda. Selamsızlığım ve sabahsızlığım bundan geliyordur belki de.

Ve fakat bazı kadınlar ölene kadar güzeldir yani ölesiye güzeldir. Erken ölürler o yüzden. Zamansızlık kimseye yakışmaz da onlara yakışır işte. Ne yazmış kitaplarının arkasına; Tezer Özlü, Türk edebiyatının gamlı prensesi.

Gerçek bir prenses kadar narin, gülüşünde bin cam var sanki kırılmaya hazır. Gözlerindekiler bebek değil, çoktan büyümüşler. Gamlı bir de evet, cümleleri cümle cümle. Noktaları da adam akıllı nokta. Soru işareti ve ünlem arayanlar hep yanlış kapıda ararlar bu bağlamda. Tezer kullanmayacak kadar noktalıdır. Hayatın biteceğini bilir, ümit etmenin acıyı uzatacağını da.

Neden bu kadını yakın bildim kendime dersek? Şöyle bir geri gitmeniz yeterli olacaktır blogda. İkimiz de Cesare Pavese sevdalısıyız. Tezer, Cesare’ın peşinden gitmiş gezdiği otelleri gördüğü yerleri görebilmiş. Ben sadece okuyabildim Cesare’ı. Okudum da anlayabildim mi? Bir ay sonra okuduğumda farklı bir şey anlayacağımı bile bile baktım şiirlerine. En üste koydum şiirler arasında kitabını. Tezer de benim gibi en çok Cesare’ı seviyor. Bir de Kafka’yı. Bir de Dostoyevski’yi.

Kendimi nimetten sayıp ben kendimi Tezer’le eşleştirirken Tezer aslında benden milyonlarca adım ileride bulunuyor. Acının hayat üzerindeki en büyük gerçeklik olduğunu biliyor. Gerçekçi ve bilinçli yaklaşıyor hayata. En büyük mutluluğun acıdan geldiğini biliyor. Özdeki acıdan haberdar, doğarken ağlamanın ne demek olduğunu hatırlatıyor.

Tezer aslında biraz;

kirpi gibisin çocuk
her tarafın diken
kim elini uzatsa
delik deşik

üstelik sen de kan içindesin

Bense onu bu yüzden daha da çok kıskanıyorum. Kalanlar’da şöyle notları paylaşılıyor Tezer’in, benim seneler boyu yazamayacağım şeyler ve belki de hissedemeyeceğim. Duyguların gerçeğe ulaşmasının tek yolu benim için okumak ve anlamaya çalışmak. Bir bakımdan empati kurmak.

Gün gelir de böyle hissedebilirsem diye şimdiden not ediyor;

Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım. Çıldırmanın beni ne kadar ilgilendirdiğini biliyorum, bu yüzden onu kendi kafamda ve beynimde yaşamaya kalktım. Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirdim.

…

Çılgınlığın boyutları yok. Sallanan, boyutsuz bir boşluk. Orada daha yüksek, daha geniş, daha derin algılanıyor, boyut yok. 

…

Yaşamımın annemin ve babamın yaşamıyla bir ilintisi olduğunu düşünmüyorum. Bir ana ve babadan olma değilim. Bir yaban otu gibi Anadolu yaylasında bittim. Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım. 

…

İşte böyle benim Tezer’le cümlelere kavuşmam. Sözler bitiyor Tezer’den sonra. Öznur’un iki dönemi var bu blogta anlaşılan, bir Tezer’den Önce bir Tezer’den Sonra.

Sözler Değil, Eylem. Artık Yazmayacağım.

29 Çarşamba Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 3 Yorum

Etiketler

ölüm gelecek, öznur doğan, bedrettin cömert, Cesare Pavese, italya, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, tezer özlü, uyku hapı, yapı kredi yayınları, şiirler


diye yazıyor Cesare Pavese İtalya’daki otel odasında son cümlelerini yazarken. Hayat ona fazla geliyor artık. Nasıl desek, biraz kaçmak uzaklaşmak istiyor hayattan. Çünkü o bir şair, huzursuz hep. Tedirgin bir çocuk gibi.

Kadınları seviyor mu sevmiyor mu çok büyük muammalar var ortada. En çok onlardan yakınıyor. Bana kalırsa aslında en çok onları seviyordu ve fakat onlardan kaçmak da ayrı bir felsefeydi onun için.

Evet, kadınlardan kaçmak zordur. Çünkü bir kadın daima bilincindedir etrafında olanların. Cesare ise açık bir av, sürekli kanayan bir yara gibi. Pansuman edeceklerini söyleyenler de etmiyorlar elbette. Cesare hep daha yaralı.

Şiir yazıyor bu yüzden, uzun uzun şiirler. Anlaması zor, çevirmesi zor şiirler yazıyor. Birden fazla çevirisi olabilecek şeyleri yazıyor, tek anlamlı değil çoğul anlamlarla yazmayı seviyor. Hikayeler yazıyor, romanlar yazıyor. Aynı zamanda günlük de yazıyor. Şimdiye kadar hiçbir kere devamlı olarak günlük tutamadığımdan sebep bir kere daha seviyorum Cesare’ı.

Hayat ona ağır gelmeye başlıyor. Yaşam tat vermiyor ve o kendi hayatına kıyabilme cesaretinin herkeste olmayacağını biliyor. Yer İtalya, bir otel odası. Cesare tüm uyku haplarını içiyor. Ve sonrasında orada ölü bulunuyor.

İntihar edenlere hep farklı bir yakınlık duymuşumdur. Derin hissederim onların yokluklarını. Çünkü büyük insanlardır intihar edebilenler. En asileridir hayatın. Yaşamak sıradan bir eylemdir çünkü. Kendi hayatına kendi ellerinle son verebilmek – ki başlatan kendisi değildir – bir insanın güçlü olduğunu gösterir.

Cesare hem güçlüydü, hem de bir çocuk gibi savunmasız. Cesare şairdi biraz. Ondan sebep hep gel ve gitli. Cesare yazıyordu biraz, İtalyancayı çoğu kişi için daha cazip hale getirerek. Cesare ölüyordu biraz, Tezer Özlü ondan etkilenecekti. Cesare aklımdaydı biraz, bana tüm şiirler kitabı ile birlikte hediye edilecek kadar. Ben tarafından sevilmişti Cesare, az da değil üstelik, kalp dolusu. Kitabı daima en üstte kalacak kadar.

“Gelecek ölüm – gözleri gözlerin olacak
sabahtan akşama dek, gözünü kırpmadan,
sağırcasına, eski bir vicdan acısı gibi
saçma bir alışkanlık gibi
ardımızdan kovalayan bu ölüm
gelecek bir gün
Boş bir sözden ayrımsız olacak gözlerin
aynada kendini gördüğünden ayrımsız her sabah,
suskun bir çığlık, bir sessizlik olacak.
Ey sevgili umut, o gün biz de bileceğiz
hem yaşam hem hiçsin sen bile, ey sevgili umut!

Herkese birdir bakışı ölümün
Gelecek ölüm – gözleri gözlerin olacak
bir alışkıyı bırakırcasına
ölü bir yüzün belirdiğini görürcesine aynada
kenetli bir dudağı dinlercesine
sessizce ineceğiz o dipsiz burgaca..”

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...