• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: leyla erbil

Cüce Kalanların Annesi: Leyla Erbil

18 Pazartesi Kas 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, öznur doğan, edebiyat, feminist edebiyat, kadın ve toplum, kadınlık, leyla erbil, türk edebiyatı, türk edebiyatında kadının yeri, tezer özlü


leyla_erbil_canım_kadınBir yazarı ne zaman tanır ve sevmeye başlarsınız? Nasıl basarsınız bağrınıza onu ve bir anne ya da baba olarak kabul edersiniz?

Edebiyat dünyasının büyülü masalıdır yazarların bir anda aileye dönüşmesi. Aklın saati 12’yi geçti mi ne anne kalır yanında anne diye ne de baba. Artık edebiyatın saati çalıyordur, saat daima sevdiğin yazarı vuruyordur. Akrep ve yelkovan onun zamanını, onun zamansızlığını anlatıyordur.

Leyla Erbil ile ilk tanışmanızı şimdi hatırlıyor musunuz? Bir “vapur”da mı tutmuştu elinizi rıhtıma inerken düşmeyin diye yoksa bir deniz kıyısında mı vermişti gözlüğünüzü size; gözleriniz acımasın diye.

Ben Leyla Erbil ile tanıştığımda miniktim, küçüktüm çok ancak aklımı büyük sanıyordum. Okuduklarımın bana yetmeyeceğini biliyordum ancak yine de çok okudum sanıyordum. Ben Leyla Erbil ile tanışmadan önce kitapların anlamlarının yalnızca okuduklarımda olduğunu sanıyordum. Leyla Erbil, bir uyanış hikâyesidir bu yüzden. Yolculuğudur edebiyatseverin, yalnız başına yola çıkmayışıdır. Odysseus’a yardım eden tanrılar ve tanrıçalar gibidir kocaman bu küçücük kadın. Yalnız kalamayıştır.

Peki, neden sevilir bu kadar Leyla Erbil ve nereye koymuşuzdur biz onu? Aslına bakarsanız kocaman, kapkalın romanların kadını değildir Leyla, az lafın çok şey anlatabileceğini bilir. O yüzden eğer Leyla’nın kitaplarını ararsanız raflarda, ince narin kitaplara bakmalısınız kendisi gibi.

İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde Sema Bulutsuz ile tanıştınız mı Leyla Erbil ile de tanışmış olursunuz. Belki de arkadaşlığındandır böyle yakın yakına anlatması Leyla’yı belki de daima saygı duyduğu bir kadın olmasından ancak Sema Leyla’dan bahsederken gözleri dolar bazen, sesi titrer. İşte ben de tam olarak öyle tanıştım Leyla ile. Bildiğim tüm yazılardan farklıydı yazıları. Örneğin imla önemli değildi onun için. Bir virgül yerine üç nokta koyardı. Şimdiye kadar ona dayatılmış şeyleri neden kabul etsindi ki? Etmezdi elbet. Türk Edebiyatı’nın en dişli kadınıydı belki de. Tezer Özlü ile arkadaşlığı da bu yüzden öylesine sağlam öylesine doğruydu. Tezer kendi karanlığında hayatına devam ederken bir yerlerde Leyla’nın olduğunu bilerek rahatlıyordu. Kendi peşinde kendini arayan, kitaplarında yaralarını insanlara açan Tezer’e Leyla’nın arkadaşlığı birebir geliyordu. Bu iki kadın birbirine bir o kadar bağlı ve bir o kadar birbirinden ayrıydı. Tezer kaçar gider, koşardı. Ama Leyla kalmalıydı. Kaçamazdı. Devlet vardı savaşması gereken, sistem vardı. Ve hatta kendi vardı aklında.

Minicik bir kadının devleşmesiydi aslında hikâyesi. Hayatı boyunca hiçbir ödül almamıştı ve bunu kendisi istemişti. Verilen ödülleri de almaya gitmemişti bu yüzden. Nobel’e aday gösterilen ilk Türk kadın yazardı. Peki, neden –di’li geçmiş zaman var hep Leyla’da? Çünkü Leyla Temmuz ayının sıcaklı soğuklu bir gününde bizi, cücelerini annesiz bıraktı. Uzun zamandır Parkinson tedavisi gören Leyla dayanamadı artık. Aslında 1931 yılından bu yana “üç başlı bir ejderha” gibi dayandı Sultanahmet’in ortasında dikilen. Bir sürü hayatı bir arada yaşadı ve bize gösterdi pek çok şeyi.

Önce kadının yerini öğretti bize Leyla. İkili karşıtlıklarda nerede kalıyordu kadın? Tam da gece/gecede’nin yanında. Kadın bilinmez bir varlıktı, bilinmek istenmiyordu. Bu yüzden her hikâyesinde deli kadınları anlattı. Ondan sonra pek çok kadın yazar Leyla’dan yola çıkarak yazdı hikâyelerini, romanlarını. Kadınlar neden delirirdi? Ne kadar çok soru vardı kadınlar ile ilgili… Hepsi, hepsi Leyla’nındı. Tüm sorular Leyla’ya çıkıyordu. Doğanın içindeydi kadın, Leyla bunu çok iyi biliyordu. Doğaya karşılık kurulan medeniyetin içinde, kadınların sesi olmaya çalıştı. Kadın olmaya çalıştı. Kadınlığın büyüsünü, kadının doğasını, doğadaki kadını anlattı. Tek tek, ilmek ilmek anlattı hem de. Ve tam bir kadın olarak.

Bir yazarı seversiniz evet ve onu yüceltmeye dair yüzlerce nedeniniz vardır. Leyla’yı sevmek için sayılabilecek nedenler yalnızca yazar olmak değildi benim için. Leyla benim üniversite yaşamım oldu. Aydınlanmam oldu. Kendimi bir kadın olarak görmüyor muydum ki ondan önce? Belki de medeniyet denilen, tek dişi kalmış canavarın beni nasıl göstermek istediğine göre şekil alıyor, kabıma sığıyor ve taşmamayı kabul ediyordum. Leyla bana engin deniz olmayı öğretti. Bilir misiniz bilmem, deniz bazı dillerde erkek bazı dillerde kadındır. Bir rahim gibidir deniz ve ben de ona kadın demeyi tercih ederim. Karanlıktır çünkü geceye doğru. Yalnızca ayın ışığını kabul eder üzerinde. Güneşin heybeti, medeniyeti altında kavrulmak istemez. Bir anda ayın güzel göğsüne bırakır kendini. Onlar iki iyi arkadaşlardır. Doğanın içindendir ikisi de. Kadın doğasına yakındır.

Leyla Erbil’i sevmek için bir kitabını okuyup ilk bakışta anlamamak yetiyor sanırım. Özellikle işe Cüce ile başlıyorsanız gittikçe zorlaşıyor mesele. Bir yanda Leyla bir yanda Zenime. Bir yanda deliler ve diğer yanda da deliler. Bir deliye karşı kaç deli vardır toplumda? Aslında gördüğümüz tüm toplum delidir ve deliler “akil”ler. Kadın olduğunu bilmez Zenime, kadın olduğu için delileştirilmiştir. Onun deliliği toplumdan gelir kadından değil. Deli kadın Leyla’nın deliliği de öyledir. Cüce de şöyle der bu yüzden:

“Ah, işte o güç saçların ki (öteki kadınlara örttürdüler üzerini sımsıkı korku kefenleriyle; korkunç birer cinsel organdan başka bir şey olmadığına ikrar getirttikleri bedenleriyle birlikte.”

Zamanının içinde ve ötesinde bir kadın sözüdür bu. Kadınları kimler metalaştırdı? Hangi ellerde kızlıkları kadın oldu ve kadınlıkları delilik? Sorular niye bu kadar fazla? Gittikçe Leyla’nın aklına giriyorum.

Düşünüyordu Leyla, bir örtü ile neler yaratılabilir diye kadınların üzerinde. Aman diyeyim hanımım, dizin ve üzerleri görünmesin. Ve tabii ki başın! Haşa! Toplumun kadınla alıp veremediğini kadına vermek isterdi Leyla. Ne olursa olsun Sezar’ın hakkı Sezar’a, kadının hakkı kadınaydı. Bu yüzden aktivist bir kadın olarak TİP’te yer almıştı. Deliliği daha fazla insana duyurabilmek için.

Kadın kimdi, kimdi bu cüceler ve nerelerde dolaşıyorlardı, işte bunu anlatmak istiyordu Erbil. En başından, tarihin derinliğinden insanlığın kökeninden başlıyordu anlatmaya. Adem ile sinsi Havva’nın hikayesini bize anlatıyordu. Kadındı orada da bir olaya neden olan. Yarım akıl ve çelim akıl. Çelinmeye hazırdı kadın, yoldan çıkmaya. Kadın bir meyve uğruna tüm cennetinden vazgeçendi. Şimdi bir de böyle düşünelim, Adem’i düşünmemiş miydi ki Havva atlıyordu Leyla’nın kollarına? Havva yalnızca Adem’ini değil bahçesini ve geleceğini düşünüyordu. Hikâye başlatmanın ne demek olduğunu biliyordu. Bir hikâye başlatmak için bir suçlunun olması gerektiğini de. Adem’e kalsa bahçesinde her şey var, hurisi de yanında tabii ki. Esnaf deyimi ile işler oldukça güzel, hayat Adem’in yörüngesinde. Yörüngen çıkıntısı kadın ve yılan oldu. Yılan kadına fısıldadı. Adem’e fısıldasa Adem dinlemezdi elbette. Kadını seçti yılan. Yılanı seçti kadın. Kadın kirlenmek istedi aslında özüne dönmek istedi. Çamurdan değil miydi? Çamurdan bir gezegene düşmeye korkmazdı kadın. Leyla da korkmuyordu işte. Çamura bulanabilirdi istediği zaman. Kadını anlatmak için bahsedilen aydınlığın içinde çamuru bulmalıydı.

Leyla’nın cücesi yalnızca Zenime değildi. Bizdik aynı zamanda. Her bir kadındı. Kocalarımız döverdi de severdi de. Biz ölsek de çocuklarımız onları döven babalarına geri dönerdi. Zenime’nin yaşaması için bir erkek gerekirdi kaburga kemiğinden doğduğu. Bir bağ gerekirdi tüm medeniyet ve toplum ve ataerkil yapı ve erkek ile. Erkek olmadan kadın hiçbir anlam ifade etmezdi bize göre. Leyla havanın kurşun gibi ağır olduğu bir gün bağır bağır bağırıyordu, UYAN.

Yıllar sonra Leyla’nın sesine bir ses geldi uzaklardan. Mine Söğüt’ün sesi yankılandı raflarda. Deli kadınları anlatmak istedi o da Leyla gibi. Deliliğe methiyeler düzmek istedi. Leyla gibi minik de değildi bu kadın. Kocaman gözleri, keskin çizgileri ile belki de delirmeye hazırdı. Deli Kadın Hikayeleri’ni yazdı ve gönüllerde taht kurmayı başardı.

Bir kadın, bir kadını iyi anlat ve bir erkekten daha fazla acıtır. Bir kadın deliliği bir kadına daima tekinsiz gelir ancak deli olmayan kadın bir gün ansızın delirebileceğini bilir. Mine Söğüt kadınların neden delirdiğine baktı derinlemesine. Söyledikleri Leyla’dan ne eksik ne fazlaydı. Bir kadını delirtebilecek yegâne şeyin bir erkek olduğunu buldu sonunda. İkili karşıtlıkta erkeğe denk düşen her şeydi kadını yok etmeye çalışan. Kadın yok olmak istemiyordu. Deli Kadın Hikâyeleri yüzlerce kadının aynı dünya üzerinde delirmesiydi. Aynı babanın ona tecavüz etmeye çalışmasıydı. Evlatlarının yine onlar tarafından çalınmasıydı. Kadınlardan çalınan yalnızca evlatları değil, kimlikleriydi de.

En az Leyla kadar gerçekti Mine’nin anlattıkları. Deli Kadın Öyküleri’nde şöyle diyordu Mine:

“Bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez. İşte bu yüzden, bu şehirde ben her gün kendimi defalarca öldürürüm.” Kendini öldüren, delilik ile öldüren kadınların hikâyesini yazarken daima göz kırptı Mine minik kadın Leyla’ya. İkisi de çok iyi biliyordu ki dünyanın neresinde olursa olsun bir kadın daima bastırılmak istenecekti. Delilik, büyücülük ve müzik, tekinsiz olan her şey kadına ait kalacaktı. Erkek kendini öne çıkarmak için kadının üzerine basıyor ancak onsuz da olamıyordu.

Leyla Erbil öldüğünde Mine Söğüt cenazesine gitti mi bilmiyorum ancak küçük cinlerini toplayıp Leyla’yı güldürmek için elinden geleni yapabileceğini biliyorum.

Leyla Erbil öldüğünde Sema Bulutsuz cenazesine mutlaka gitmiştir onu da biliyorum. Ve bir kardeşi ölmüş gibi hüzünlü, eski bir yaprağa dönüştüğünü hissediyorum.

Leyla Erbil öldüğünde ben ona dair daha bir sürü şeyi bilmediğimi biliyordum ancak hiçbir şey öksüz kalmak kadar sert değildi.

Leyla Erbil öldüğünde solgun ve naif Tezer Özlü ne yaptı bilmiyorum ancak olduğu yerde yalnız kalmayacağını bilmenin iyi hissettirdiğini tahmin edebiliyorum.

Aşiyan Dergisi Ocak Sayısı 

Öznur Doğan

“Gecede” Saklı Kalan Vapur ve Dahası – Leyla Erbil

11 Salı Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerikan kültürü ve edebiyatı ders kitapları, gecede, leyla erbil, odysseus, sema bulutsuz, türkiyede kadın olmak, toplum baskısı, toplum ve kadın, toplumda kadının yeri, vapur


Size en bildiğim hikayeyi, Leyla’nın Gecede’sinde ikinci sırada yer alan Vapur’u anlatayım…

Boğaziçi’nde bir gün, aniden kaptanı olmadan gezinmeye başlayan bir vapur bu. Halkların kardeşliği, ayaklanmanın ruhunda başlıyor yaşamaya. Tüm halk davetli onun gösterilerine. Bu vapur konuşuyor, bu vapur şaklabanlıklar yapıyor, bu vapur halkını ve tarihini anlamaya çalışıyor. Herkes onunla hem çok ilgili hem çok ilgisiz.. Kim anlatıyor bu hikayeyi? Minicik bir kız. Vapuru gerçekten gördüğünü söyleyen, onu inkar etmeyecek olan bir kız. Hem kadın hem çocuk. Kim güvenir bu anlatıcıya? Leyla ondan dinliyor Vapur’un hikayesini.

Annesi ile yine deniz kıyısına indikleri ve annesinin Penelope gibi sürekli bir şeyler ördüğü, yine de denize doğru yola çıkan Odysseus’u beklerken denize sırtını döndüğü bir akşamda görüyor küçük kız vapuru. Babasının da denize gittiğini biliyor, uzun zamandır da görünmemiş ortalarda. Annesine sesleniyor, “Vapura bak, vapura bak!“. Küçük bir çocuk, bir ayaklanmanın ilk dakikalarına şahit oluyor, heyecanlı ve tamamiyle kendini vermiş bir şekilde. Annesi ise yılların ağırlığı, Odysseus’unu beklemenin yorgunluğu ile, “Ne oluyorsun hiç mi vapur görmedin?” diyor. Asıl keskin olan annenin bu cümlesinden sonra kızın anlatıcılığa dönüp “Balıkçının sandalı da o gece batmıştı.” demesi. Başlangıcın olduğu yerde, yeni heyecanların tam da doğduğu noktada çünkü, daima söndürmeye hazırlanan bir yangın tüpü ve itfaiye vardır. Başlayan her şey, insanlar ve ilgilerini kaybetmeleri, onlara göre sıradanlaşmaları yüzünden bitmeye mahkumdur.

“Hiç nöbetçisi, vardiyacısı olmada, adamsız bir vapur kaçar mı? Vapur olur da kopar gider de kaptanı ortaya çıkmaz mı? Benim gemime ne oldu? Hani benim vapurum? Ben neyin kaptanıyım şimdi? Şimdi ben ne olacağım diye sormaz mı?… Öteki vapurlar da severlerdi kaptanlarını: Aziz kaptan, Temel kaptan, Ömer kaptan, kaç kez vapurunu şuraya buraya çarptıran Asım kaptan ve babam. Babam neredeydi benim?”

Neredeydi bu küçük kızın babası? Hangi gemi ile birlikte açılmıştı denize? Mektuplar geliyordu bir yerlerden fakat nereden atıyordu mektupları? Denizin büyüklüğü karşısında küçük çocuğun küçüklüğü vardı. Babası gitmişti, belki de geri gelmeyecekti. Vapur o anda onun görmediği babası da olabilirdi. Özgür ve yanlarında. Türlü şaklabanlıklar yapıp iş sıradanlaştığında varlığını bile duyumsamayacağı babası.

Vapur ile donanma gemileri savaş halindedir. Nasıl olur da kaptanı olmadan, sadece bir uyanış ile bir vapur denizde tek başına gezebilir? Donanma vapurun peşinde koşmakta, önüne geldiği gibi silahlarını şehre de doğrultmaktadır. Halk, karışık ruh hali ile (kolektif şuur) önce donanmadan yanadır. Donanma devlettir, devlet güçlüdür. Asilikleri ve isyanı bastıracaktır. Fakat donanma başarısız olur. Vapur donanma ile kedinin fare ile oynadığı gibi oynar. Halk o anda gaza gelmiştir, onlardan birisi sanki büyük bir oyunu kazanmıştır. Ya ya ya şa şa şa , va pur va pur çok yaşa’dır o andan sonra söyledikleri. Vapur, onların kazandığı zaferdir. Kendisi için, halkının uyanması için deli divane koca “deniz”in ortasında “donanma”ya kafa tutmaktadır. Tarihte yaşanılanları, sesli ve yürekten söylemektedir vapur. Tüm halk etrafa kaçışıyor, vapuru görebilmek için sahile iniyordur. O anda annenin dilinden şu sözler dökülür: Tanrım sen koru onu, bize bağışla, kaza bela verme.

Bir annenin kaybetmekten korktuğu çocuğuna söylediği söz müdür bu yoksa yıllardır uzaklarda olan kocasıyla özdeşleştirdiği vapura mı? Yani kocasına mı? Bir devrimin, bol ayaklanmalı ve beklenmedik gösterilen başlangıç noktası olan vapurun kendisine mi üzülmektedir? Halkın kanı devrime, donanmaya karşı çıkan onlardan bir güce mi ısınmıştır?

Vapur belki de devam edecektir hayatına fakat halk bir gariptir. Unutmaya ve umursamamaya hazırdır. Tüm şaşası ile herkesi başucuna toplayan vapur bir süre sonra cazip gelmeyecektir, hem polisler ve jandarmalar da basıyordur mahalleleri. İnsanlar kaçıyor, korkuyor, mahalle aralarından yitip gidiyordur. Şu vapurun gözü kör olsun, başına neler açmaktadır insanın. Gözden kayıp gider vapur bir süre sonra. Arkada ise sorular kalmıştır, cevapsız ve bir o kadar bol cevaplı:

“Boğazda hiçbir nenleri değiştirmeksizin salt hokkabazlık edip çevreyi güldürdüğünü sanarak, salt insanların temel yaşamalarını bozmayıp arada bir eğlendirdiği, avuttuğu için, bir bakıma kandırdığı, başladırmaya değil de boyun eğmeye doğru itelediği için onları, çaresiz, tek, umutsuz sandığı için, kıymış mıdır kendisine vapur?”

…

“Uykularımızın içinde bugün bile düdük sesleri duyarak uyandığımızı biliyor mudur?”

“Annemin ölene dek öncekilerden daha hızlı ve severek ördüğünü biliyor mudur?”

“Karnına, göğsüne basa basa öldürdüğümüz annemin?”

…

“Babam kimdi benim ve neredeydi?”

Cüce – Serpent

07 Cuma Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

cüce, cüce inceleme, chanel, leyla erbil, leyla erbil inceleme, leyla erbil kitapları, lilith, türk edebiyatı incelemesi, şeytan


Kadınları bir yılana, bir deliye çeviren neydi? Kadınları Havva yapan, onları erkeklerin yanında ölmeye mecbur bırakan? Kadınları karıncalar ile bir yaşatan neydi? Daha doğrusu ortak noktaları nelerdi ve kadınlar neden delirirdi?

Zenime imiş adı. Chanel’den giyinmeyi seviyor, birden fazla dil biliyor, TİP’li. Savaşım nedir biliyor, paylaşım nedir biliyor ve evini karıncalar ile paylaşıyor. Darmadağınık evinde, doğanın tam ortasında oturan bu kadın arada bir Leyla Erbil’i evine kabul ediyor. Leyla Erbil, ziyaretlerinde ondan hikayesini dinliyor bol bol. Bu yüzden Cüce’nin girişinde kitabın yazılış nedenini ve Zenime’yi anlatıyor. Zenime yaşamın son senelerinde bir şeyler yazmaya, karalamaya başlıyor. Sayfalar numaralandırılmamış ve yazılar birbirinden bağımsız yine de bir bütün. İşin içinden çıkmayı Leyla Erbil bizlere bırakıyor. Biz Zenime olalım istiyor belki de. Deliliğin ucundan biraz dönerek, biraz çalışanları ve çalışmayanları, ölen kadınları ve yaşayan ölü kadınları görelim diye.

Aklıma gelen nokta ise bunun yeniden yazım sürecinde Leyla Erbil’in ne kadar katkıda bulunduğu kısmı. Tekrar yazma işleminden geçmese de bir derleme bir toparlama sonrası sunulan kitapta nereleri eklemişti acaba? Çıkardığı bölümü yazıyordu Leyla Erbil önsözünde. Bize karşı daima samimi.

Kendini anlatmayı sevmeyen ve günlüğü samimi bulmayan bir kadınmış Zenime Hanım. Yine de yazdığı yazılar onun günlüğüymüş gibi. Benliğinden çıkarak uzaktan kendine bakmış, uzaktan çevresine bakmış, uzaktan tarihe ve geçmişe bakmış.

“Ah, işte o güç saçların ki (öteki kadınlara örttürdüler üzerini sımsıkı korku kefenleriyle; korkunç birer cinsel organdan başka bir şey olmadığına ikrar getirttikleri bedenleriyle birlikte.” 

Ah, bir de bu kadınlara deli diyorsunuz fakat görmüyorsunuz… Göremiyoruz ki deli dediğimiz deli kadınlar topluluğu gerçeği gerçek ötesi olarak görebilen kadınlar. Kadın dediğimizde kaçının aklına geliyor olmadığında hayatın anlamsız, hayatın daha acımasız olacağını? Şeytanlaştırılan, yılanlaştırılan kadınların metalar ardından kaybolduğunu düşünüyor muyuz? Kadına sadece kadın olduğu için ve saçının teli gözüktüğü için taciz, tecavüz edebilme hakkını nereden buluyoruz? Bu erillik nereden geliyor?

İşin ilginç yann Zenime Hanım’ın da sanrılar içerisinden kadınlığın eşiğinden öğretinin eşiğine savrulup duruyor olması. Kitabın çok ilerisinde, sonlara doğru yani, gazeteci geldiğinde ve ona “YÜKSEL!” dediğinde onun bir erkek sesine ihtiyaç duyduğunu ve bu eril emir ile gerçekten yükseltiğini itiraf etmesi.

“Yıldırım koşarak geldi aneeeeeyyy! diye seslendi, kapının önünde kaydı düştü dizleri kanadı, aneey, sen bana bir renksiz televizyon verecekmişin ver, dedi. Ama sen taşıyamazsın ki onu, anneni de çağır gelsin dedim, taşırım aneey anam odun kırıy? Baban nerede? Kavede o. Bekle, dedim.” 

Erkek, köyde kadını çalıştırır fakat şehirde işler değişir. Kadın çalışsa da parasını harcayamayacak, kendi özgürlüğünü ilan edemeyecektir. Örneğin eşinden daha fazla kazanamayacaktır çünkü bu bir erkek için onur kırıcıdır. Kadın dediğin odun kırıcıdır canım işte. Odunu köyde kırar gerçekten fakat şehirde odun kırmak kolay değil. Tek bir odun üzerine uzmanlaşmak gerek. Bu yüzden yüzlerce kadın intihar eder, dövülür ya da cinayet işler. Kadınlar, cinnet, cinayet. Kadının üzerine gitme.

“,,, çünkü kimse içinden çıktığı çirkeften leke almadan gezinemez bu gezegende, artık bil bunu; bir yazarın tutmasa da bir dediği ötekini, sabuklayıp abuklasa da görünmelidir hayal perdesinde elinde pastavla ve çemkirmelidir cesim laflarla ki getirmeli ses ve öfke kabul ve red, kırmızı ve siyah dediler görün, göz göze gel, göze iliş, göze gir, bakıl, söyle, ki tenceren kanariken maymunun oynariken gir parlamentoya çık aredimentoya bul adamını yanaş eyi dolaş hoşamediyle höşmer…”

Kirliydik işte biz. Zenime Hanım’ın evi de bu yüzden kirliydi. Bir kere temiz doğmamız imkansızdı çünkü insanın içinde vardı bu. Medeniyetin tam orta yerinde vardı. Bu yüzden kirliydik. Nasıl çıkabilirdik o çirkeften hem de leke ve yara almadan? Çıkamadık ha keza. Yine de önce başkalarını kirletme düşüncesi ile çalkalandık. Biz kirli olamazdık da sanki daima “onlar” kirliydiler. Onlar işte canım. Medeniyetin korktuğu, doğanın kucak açtığı her şey. Sanatçı ve bebek de dahil.

 “bir geri toplum tortusundan başka hiçbir şey olmayan tüm ailenden bir an önce bakmıştın kurtulmaya”

Evlen! Çünkü yalnız kalamazdın. Yalnız kalman demen tehdit oluşturman demek. Birey olabilmen demen. Ne bakmak zorunda olduğun bir çocuk ne de evlendirdiğin ailelerin vardır bekarlıkta çünkü. Gidebilirsin, yürüyebilirsin istersen sevdiğinle fakat evlilik ve aile bağları en az m.ö. yapıtları gibi çürümüştür, nefesi kokan bir canavardır. Hani şu zırhlı ejder işte. Leş yediği için nefesi hep daha kötü kokan.

“Yıldırım geldi koşarak, aneey, anam ölmüüş dedi… Sıcaktı o gün, bostanda çapalamış patlıcanları, sulamış toprağı, çalı çırpıyı toplamış, ahıra varmış akşam inmiş, sağmış inekleri, babası döndüğünde kahveden bulmuş onu yatakta ölü, “Anan öldü,” demiş Yıldırım’a, yumruklamış oğlanı, ağzı yüzü kan içinde!.. Yıldırım, Yıldırım bak bana, dedin, kal benimle okuturum seni, dayak yemezsin, hem de bana yardımcı olursun git gelde? Kalmam ben, ben isterim babamııı! diye koştu gitti futbol oynadığı arsaya…”

Erkekti çünkü babası. Yıldırım’ın annesi de dövse de ben onun sıcaklığına muhtacım dememiş miydi? Demişti tabii ki. Dövüyordu ama bakıyordu işte aileye. Tüm gün kahvede de otursa gece geliyordu ya yanına. Yıldırım da onun gibi olacaktı işte. Yıldırım başka kimi görecekti büyürken? Kime özenecekti. Halbuki Yıldırım’ın babasından nefret etme ihtimali de vardı, annesi ile birlikte olduğu için.

Ve son olarak Zenime’nin bir yılana dönüşmesi. Kadın, tarihin başına dönüyordu o an. Baştan ve yoldan çıkarıcı, hani şu elmayı verici. En başından beri düşmandı bu yüzden kadın. Onun yüzünden düşmemiş miydi Adem de Cennet’ten? Cennet’te rahat batmıştı keza. Havva meraklıydı, yılan Şeytan’ın ta kendisiydi ve Şeytan da aslında Lilith’ti. Tarih ve tüm mitolojiler böyle anlatıyordu kadını ve erkeği. Kadını erkeğin omurgasından yaratmıştı bir Tanrı. Tanrı ilk malzemeden çalandı.

Leyla Erbil, Zenime Hanım ile kirliliğinden (!) korkmayan kadınların portreleridir. Kadın olmak, doğanın olabilmenin değerini bilirler.

 

Üç Başlı Ejderha / Çok Hayatlı İnsan

06 Perşembe Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

üç başlı ejderha, fatih sultan mehmet, kanunu sultan süleyman, leyla erbil, sultanahmet


Leyla Erbil’in bir hikayesini okuduktan sonra kitaplarını okuma şerefine nail olmanın mutluluğu ile ve uzun süredir beklediğim kitapların bana ulaşması sayesinde güzel bir yolculuğa başlıyorum. İlk kitap Üç Başlı Ejderha, ardından Cüce ve ardından Gecede. Şimdilik 3 adet Leyla kitabı var elimde fakat gerisinin geleceğine adım gibi eminim. Biraz süre alacak yeni bir kitap alma faslı çünkü odamı kitap mezarlığına çevirmeme kararı aldım.

Nereden geliyor Leyla Erbil tanışıklığı? İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı hocalarından biri olan Sema Bulutsuz’un Gecede adlı kitaptan Vapur hikayesini dersimizde işlemesi ile. Ardından gelen dersler, anlatıılar ve bizim üzerine kafa yorduğumuz kitaplar. Deli kadınlar, Mine Söğüt’ün kendine has dili, daima aklımda kalan Tezer Özlü ve Leyla Erbil yakınlığı… Bunların hepsi ve daha fazlası varken aslında geç bile kaldım ben ona.

Üç Başlı Ejderha iinde iki adet hikaye bulunan bir novella. Erbil’in anlaşılması zor üslubu ve güçlü kaleminden çıkan bu novellacığın ilk bölümü Üç Başlı Ejderha, diğeri ise Bir Kötülük Denemesi. İkisi de adamın midesine taş gibi, kemik gibi oturan yazılar.

Üç Başlı Ejderha’nın en büyük özelliği tamamen Erbil üslubu, Erbil yazım kuralları ile yazılmış olması. Nokta ya da virgülün yerinde “,,,” var. Üç virgül. Hani şu son zamanlarda artık sürekli kullanılan ve tabiri caizse boku çıkarılan “…” var ya. Tam da onun gibi. Fakat işin profesyonelinden çıkan bir imlayı kırma eylemi bizim yapmaya çalıştıklarımızdan çok daha farklı boyutlarda etki yaratıyor.

Kocaman bir heykel hem de ta Delfi’den kalma. Sultanahmet’in ortasına getiriliyor. Fatih Sultan’dan Kanuni’ye, oradan da günümüz İstanbul’una kadar yıprana yıprana ve üç başından yara alarak geliyor. Leyla Erbil’in önemli bir özelliği daha var. Sizin için önemli yerlerin altını çiziyor. İtalik ve büyük yazılmış yazılar kalbini oluşturuyor onun hikayelerinin. Şöyle başlıyor kitap:

“Zile basışından geldiğini anlarım,,, sık gelmez yılda birkaç kez,,, unutacakken onu,,, tıka basa roman dolu sanki,,, sanki boşaltmaya yazamadıklarının zehrini,,, yazar değil kendisi,,, helecan,,, ya değilsem evde,,, bir seferinde döndüğümde bakkaldan,,, eşiğe oturmuş bekliyordu beni,,, zeytin ekmek almıştım,,, çay yaptım,,, ilk kez görmüş gibi yedi yuttu zeytinleri,,, zavallı yavrum Alamanya’da yok mu zeytin,,, kapılara sığamayan koca bir adam oldu şimdi,,, sonunu bilmediğim bir ilk cümle fırlatır ortaya: BÖYLECE O HAYATA BİR SÜRE DAHA DAYANMA GÜCÜ ELDE EDİYORUM.”

Oğlundan ve hayatından koparılmış bir kadının hikayesidir Üç Başlı Ejderha. Üç yılan doğurur rüyalarında oğlu yerine. Oğlu ölmüştür çoktan ve onu anlatacak birisi vardır mektuplar ile.

“Üç Başlı Ejderha İstanbul’daki en eski Yunan sütunudur. Sütun 3 yılanın birbirine dolanmasından oluşmuş bir sarmaldır. Adlarından biri de Burmalı Sütun olan bu sütun Sultanahmet Meydanı’ndaki bugünkü yerine taşınmadan önce Delfi Tapınağı’ndaydı.”

Sanıyorum Leyla Erbil’i tek seferde ya da tek kitap ile anlatabilmek asla mümkün olmayacaktır çünkü hiçbir kitabı için ödül almamıştır -bunu isteyerek tercih etmiştir- “dava”sından dönmemiş, Türkiye’nin en aydın kadınlarından birisi olmuştur. Seni seviyorum Leyla.

“Gelinim çay yapıyordu. ‘Evi basıyorlar’ diye bağırdı. Komşumuz Pakize, ‘Bize gelin’ dedi.”

“Ah!,,, içinde boş inançlardan başka değer taşımasına izin verilmeyen ve durmadan sığınacak koltuk altı aramak zorunda bırakılan biz-halk, (avam, cemaat, taban, yoksul, cahil, ahali, köylü, kentli, kasabalı, baldırı çıplak, amele, aşiret, ümmet, cemaat, proleterya, millet) ulu Tanrı’yla iç içe geçmiş parçalanamaz ve kurtulunamaz ve kutsal cihan imparatorunun yüksek amaçları önünde elbette duramazdık ayakta,,, küçük, bayağı, acılarımızın dedikodularıyla sürekli,,,”

“babam peygamber Muhammed’e inanmazdı”

Ataerkil toplumda görülen ve mimari yapılar üzerinde bile erkeklik arayan mantık, kadının ölen çocuğuna üzülmek ile üzülmemek arasında kalması, imparatorluk içerisinde yaşanan ve eril olmanın verdiği nereden geldiği belli olmayan haklı gurur, korkuyu yayabilmesi için yapıldığına inanan ejderha heykeli ve yönetime göndermeler yapan anlatıcı kadın. Üç Başlı Ejderhda, sakin kalamayan, deliliğe yakın bir kadının, evi basılmış, etrafındaki tüm erkekleri öldürülmüş bir kadının hikayesidir.

Ardından gelen Bir Kötülük Denemesi ise insanı ters yüz eden bir yazıdır. Neden böyle peki? Çünkü Leyla Erbil insanın içindeki kötülüğü dışarı vurmaya çekinmez. İnsanı hiçbir zaman için müthiş ve hatasız bir yaratık olarak görmez. İnsanlar olarak biz hatalı ve egolu doğmuşuzdur. Bu yüzden kötü yönlerimiz saklanabilecek durumda da değildir. Öyle ballanacak, medeniyet medeniyet diye ağlanacak halimiz yoktur demek ister. En büyük medeniyetin işte bu yüzden medeniyetsizlik olduğunu savunur. Orada insanların egoları, sanatçılara atfedilen ve Freud’un da yansıtma yöntemi olarak söylediği, pislik, cani, dedikoducu, ensest ve diğerleri. Aslında bize ait olan ve daima görmekten kaçtığımız. Leyla Erbil Türk toplumuna giyotin gibi inen bir aynadır, 2 yaşımdan beri var olduğumu bildiğim.

 

Yaşamın “en” Ucuna Yolculuk

12 Perşembe Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, Cesare Pavese, leyla erbil, maroia, oznurdogan, oznurdogan.com, tezer özlü, yapı kredi yayınları


Bir garip kadın. Bir alışamadığımız Türk kadını. Şimdiye kadar kaç Türk kadını bu kadar açık konuşabildi? Açık açık ölümden, aşktan ve seksten bahsedebildi? Bir elin parmaklarını geçmiyor. Parmaklarım oysaki küçük. Parmaklarım yetersiz kalmasaydı, bu konuda.

Tezer Özlü için Türk Edebiyatı’nın Gamlı Baykuşu benzetmesini ilk kimin yaptığını bilmiyorum fakat en doğru tanımlama olmuş. Daha ötesi yapılamazmış. Bir garip kadın Tezer Özlü. Huzursuz, rahatsız, sakin, doygun. Cümleleri bile değişiyor işte bu yüzden. Tek bir nokta ile binlerce şey anlatıyor. Ünleme ve soru işaretine de işte bu yüzden gerek kalmıyor. Tezer Özlü, kendi dilbisini yaratma konusunda kimseye bir şey danışmıyor.

Kitabı çok uzun süre okudum okumadım sürüncemesi arasında kaldıktan sonra bitirdim. Bir kitabı bitiremeyeyazmam yeterli onu asla bitirememek için fakat bu seferki farklıydı, Tezer Özlü’ydü diye asıldım kitaba. İyi ki de asılmışım.

Cesare Pavese seven herifçioğlunun tekiyim. Yaklaşık 6 senedir mutlaka bir yerinde var Pavese hayatımın. Tezer’in de öyle. İşte bu yüzden benden bu kadar uzak bir kadına, gamlı ve baykuş bir kadına yakın hissediyorum kendimi. Çünkü bu kadının italic olarak yazdığı ve Cesare Pavese’ye ait olan yazılar aynı anda aynı kişi tarafından seçilmiş gibi. O ve ben.

Cümleler açık, cümleler İstanbul’u istemediği halde yolları oraya çıkan Tezer gibi. Tezer bu kadar güzel kadınken hem de. Neden aklında ölüm düşüncesi vardı?

Bazen ben de çok düşünüyorum ölümü. Yaşamı düşünmek daha zor geliyor. Ölüm daha basit ve kullanışlı. Örneğin herkese yakışmasa da zorunlu bir moda.

Kefenlere cep dikilmesi çok yakındır. Ben de istiyorum ki kefenime yüzlerce kitap yaprağı sarsınlar. Öyle ölüvereyim işte. Uzatmanın alemi yok.

Tezer Özlü’den Kalanlar

26 Pazartesi Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aile, almanya, anadolu, öznur doğan, berlin, kalanlar, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, leyla erbil, maroia, oznurdogan.com, tezer özlü, yaşamın sonuna yolculuk, İstanbul


Ve bazı kadınlar ölene kadar güzeldir. Ruhları o kadar yakındır ki doğaya, bir yudum ölüm ister. Ölmeden rahatlayamayan kadınlar vardır içimizde ve bu kadınlar hep daha da güzeldir.

Tezer Özlü ile tanışmam çok eski bir vakte gitmiyor. Herkesi kaçırmışlığım olduğu gibi ona da bir selam veremeden, yollarımız çakışamadan doğmuşum ben. Selamsız ve sabahsızlığım buradan geliyordur belki de. Çabuk vazgeçebiliyor oluşum en çok bundan geliyor belki. Çünkü vazgeçilmeyecek insanları hep kaçırdım ben. Onlar Almanya’ya doğru hareket ettiklerinde ya da Viyana’ya ya da Anadolu’ya, ben yoktum bile ortalarda. Selamsızlığım ve sabahsızlığım bundan geliyordur belki de.

Ve fakat bazı kadınlar ölene kadar güzeldir yani ölesiye güzeldir. Erken ölürler o yüzden. Zamansızlık kimseye yakışmaz da onlara yakışır işte. Ne yazmış kitaplarının arkasına; Tezer Özlü, Türk edebiyatının gamlı prensesi.

Gerçek bir prenses kadar narin, gülüşünde bin cam var sanki kırılmaya hazır. Gözlerindekiler bebek değil, çoktan büyümüşler. Gamlı bir de evet, cümleleri cümle cümle. Noktaları da adam akıllı nokta. Soru işareti ve ünlem arayanlar hep yanlış kapıda ararlar bu bağlamda. Tezer kullanmayacak kadar noktalıdır. Hayatın biteceğini bilir, ümit etmenin acıyı uzatacağını da.

Neden bu kadını yakın bildim kendime dersek? Şöyle bir geri gitmeniz yeterli olacaktır blogda. İkimiz de Cesare Pavese sevdalısıyız. Tezer, Cesare’ın peşinden gitmiş gezdiği otelleri gördüğü yerleri görebilmiş. Ben sadece okuyabildim Cesare’ı. Okudum da anlayabildim mi? Bir ay sonra okuduğumda farklı bir şey anlayacağımı bile bile baktım şiirlerine. En üste koydum şiirler arasında kitabını. Tezer de benim gibi en çok Cesare’ı seviyor. Bir de Kafka’yı. Bir de Dostoyevski’yi.

Kendimi nimetten sayıp ben kendimi Tezer’le eşleştirirken Tezer aslında benden milyonlarca adım ileride bulunuyor. Acının hayat üzerindeki en büyük gerçeklik olduğunu biliyor. Gerçekçi ve bilinçli yaklaşıyor hayata. En büyük mutluluğun acıdan geldiğini biliyor. Özdeki acıdan haberdar, doğarken ağlamanın ne demek olduğunu hatırlatıyor.

Tezer aslında biraz;

kirpi gibisin çocuk
her tarafın diken
kim elini uzatsa
delik deşik

üstelik sen de kan içindesin

Bense onu bu yüzden daha da çok kıskanıyorum. Kalanlar’da şöyle notları paylaşılıyor Tezer’in, benim seneler boyu yazamayacağım şeyler ve belki de hissedemeyeceğim. Duyguların gerçeğe ulaşmasının tek yolu benim için okumak ve anlamaya çalışmak. Bir bakımdan empati kurmak.

Gün gelir de böyle hissedebilirsem diye şimdiden not ediyor;

Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım. Çıldırmanın beni ne kadar ilgilendirdiğini biliyorum, bu yüzden onu kendi kafamda ve beynimde yaşamaya kalktım. Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirdim.

…

Çılgınlığın boyutları yok. Sallanan, boyutsuz bir boşluk. Orada daha yüksek, daha geniş, daha derin algılanıyor, boyut yok. 

…

Yaşamımın annemin ve babamın yaşamıyla bir ilintisi olduğunu düşünmüyorum. Bir ana ve babadan olma değilim. Bir yaban otu gibi Anadolu yaylasında bittim. Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım. 

…

İşte böyle benim Tezer’le cümlelere kavuşmam. Sözler bitiyor Tezer’den sonra. Öznur’un iki dönemi var bu blogta anlaşılan, bir Tezer’den Önce bir Tezer’den Sonra.

Deli Kadınlar Mine Söğüt ve Leyla Erbil

13 Pazartesi Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, deli kadın hikayeleri, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, leyla erbil, maroia, mine söğüt, oznurdogan.com


Deli Kadın Hikayeleri Mine Söğüt tarafından yazılmış deliliğe bir methiye. Bir rüyaya değil birden fazla deliye yakılmış ağıtlar serisi aslında.

Deli Kadın Hikayeleri’nde neler mi var? Neler yok ki? Daha ilk sayfası sizi hazırlıyor görüntülere; Delirerek ölenlere… yazıyor. Kendisini asan kadınlar ve çocuklar ve babalar.

Ve her hikayenin kendine ait pencereleri var. Açıyorsunuz ve dalıyorsunuz seyre. İki hikaye arasında da kadınlardan görüntüler. Harika şekilde çizilmiş resimler, güzellikle yazılmış şiirler.

Mine Söğüt deliliğin ne demek olduğunu iyi biliyor kelimeleri delirtmeyi biliyor. Kesik kesik, nefes alıp veriyor kitaptaki deliler. Deliliğin kötülüğünden değil bize aitliğinden bahsediyor bir de. İçimizdeki deliye elini uzatıyor. “Çıksın istediği gibi.” diyor. Çünkü “Delirerek ölmek kolay değil, marifet.” diyor.

Neden Leyla Erbil ile kardeş Mine Söğüt? Neden deliler?

Çünkü deliliğin sıradanlığına dikkat çekip bize hatırlamak istemediklerimizi hatırlatıyorlar. İkisinin de üslubu farklı fakat üst üste konulduğunda birbirini tamamlıyor gibi. Kendi dilbilgilerini yaratıyorlar, noktalar onlar için sadece nokta değil aslında nokta belki de nokta değil.

Leyla Erbil Vapur hikayesinde toplu bir delilikten bahsediyordu. Vapur özgürlüğünü ilan ediyordu evet, hem de cambazlık gösterilerinde de bulunuyordu. 

Leyla Erbil’i nasıl yakın hissediyorsam kendime, Mine Söğüt de öyle yakın geldi bana. Haydi gelsinler şöyle de birkaç methiye yazalım, göğe bakalım.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...