• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: edebiyat

Cüce Kalanların Annesi: Leyla Erbil

18 Pazartesi Kas 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, öznur doğan, edebiyat, feminist edebiyat, kadın ve toplum, kadınlık, leyla erbil, türk edebiyatı, türk edebiyatında kadının yeri, tezer özlü


leyla_erbil_canım_kadınBir yazarı ne zaman tanır ve sevmeye başlarsınız? Nasıl basarsınız bağrınıza onu ve bir anne ya da baba olarak kabul edersiniz?

Edebiyat dünyasının büyülü masalıdır yazarların bir anda aileye dönüşmesi. Aklın saati 12’yi geçti mi ne anne kalır yanında anne diye ne de baba. Artık edebiyatın saati çalıyordur, saat daima sevdiğin yazarı vuruyordur. Akrep ve yelkovan onun zamanını, onun zamansızlığını anlatıyordur.

Leyla Erbil ile ilk tanışmanızı şimdi hatırlıyor musunuz? Bir “vapur”da mı tutmuştu elinizi rıhtıma inerken düşmeyin diye yoksa bir deniz kıyısında mı vermişti gözlüğünüzü size; gözleriniz acımasın diye.

Ben Leyla Erbil ile tanıştığımda miniktim, küçüktüm çok ancak aklımı büyük sanıyordum. Okuduklarımın bana yetmeyeceğini biliyordum ancak yine de çok okudum sanıyordum. Ben Leyla Erbil ile tanışmadan önce kitapların anlamlarının yalnızca okuduklarımda olduğunu sanıyordum. Leyla Erbil, bir uyanış hikâyesidir bu yüzden. Yolculuğudur edebiyatseverin, yalnız başına yola çıkmayışıdır. Odysseus’a yardım eden tanrılar ve tanrıçalar gibidir kocaman bu küçücük kadın. Yalnız kalamayıştır.

Peki, neden sevilir bu kadar Leyla Erbil ve nereye koymuşuzdur biz onu? Aslına bakarsanız kocaman, kapkalın romanların kadını değildir Leyla, az lafın çok şey anlatabileceğini bilir. O yüzden eğer Leyla’nın kitaplarını ararsanız raflarda, ince narin kitaplara bakmalısınız kendisi gibi.

İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde Sema Bulutsuz ile tanıştınız mı Leyla Erbil ile de tanışmış olursunuz. Belki de arkadaşlığındandır böyle yakın yakına anlatması Leyla’yı belki de daima saygı duyduğu bir kadın olmasından ancak Sema Leyla’dan bahsederken gözleri dolar bazen, sesi titrer. İşte ben de tam olarak öyle tanıştım Leyla ile. Bildiğim tüm yazılardan farklıydı yazıları. Örneğin imla önemli değildi onun için. Bir virgül yerine üç nokta koyardı. Şimdiye kadar ona dayatılmış şeyleri neden kabul etsindi ki? Etmezdi elbet. Türk Edebiyatı’nın en dişli kadınıydı belki de. Tezer Özlü ile arkadaşlığı da bu yüzden öylesine sağlam öylesine doğruydu. Tezer kendi karanlığında hayatına devam ederken bir yerlerde Leyla’nın olduğunu bilerek rahatlıyordu. Kendi peşinde kendini arayan, kitaplarında yaralarını insanlara açan Tezer’e Leyla’nın arkadaşlığı birebir geliyordu. Bu iki kadın birbirine bir o kadar bağlı ve bir o kadar birbirinden ayrıydı. Tezer kaçar gider, koşardı. Ama Leyla kalmalıydı. Kaçamazdı. Devlet vardı savaşması gereken, sistem vardı. Ve hatta kendi vardı aklında.

Minicik bir kadının devleşmesiydi aslında hikâyesi. Hayatı boyunca hiçbir ödül almamıştı ve bunu kendisi istemişti. Verilen ödülleri de almaya gitmemişti bu yüzden. Nobel’e aday gösterilen ilk Türk kadın yazardı. Peki, neden –di’li geçmiş zaman var hep Leyla’da? Çünkü Leyla Temmuz ayının sıcaklı soğuklu bir gününde bizi, cücelerini annesiz bıraktı. Uzun zamandır Parkinson tedavisi gören Leyla dayanamadı artık. Aslında 1931 yılından bu yana “üç başlı bir ejderha” gibi dayandı Sultanahmet’in ortasında dikilen. Bir sürü hayatı bir arada yaşadı ve bize gösterdi pek çok şeyi.

Önce kadının yerini öğretti bize Leyla. İkili karşıtlıklarda nerede kalıyordu kadın? Tam da gece/gecede’nin yanında. Kadın bilinmez bir varlıktı, bilinmek istenmiyordu. Bu yüzden her hikâyesinde deli kadınları anlattı. Ondan sonra pek çok kadın yazar Leyla’dan yola çıkarak yazdı hikâyelerini, romanlarını. Kadınlar neden delirirdi? Ne kadar çok soru vardı kadınlar ile ilgili… Hepsi, hepsi Leyla’nındı. Tüm sorular Leyla’ya çıkıyordu. Doğanın içindeydi kadın, Leyla bunu çok iyi biliyordu. Doğaya karşılık kurulan medeniyetin içinde, kadınların sesi olmaya çalıştı. Kadın olmaya çalıştı. Kadınlığın büyüsünü, kadının doğasını, doğadaki kadını anlattı. Tek tek, ilmek ilmek anlattı hem de. Ve tam bir kadın olarak.

Bir yazarı seversiniz evet ve onu yüceltmeye dair yüzlerce nedeniniz vardır. Leyla’yı sevmek için sayılabilecek nedenler yalnızca yazar olmak değildi benim için. Leyla benim üniversite yaşamım oldu. Aydınlanmam oldu. Kendimi bir kadın olarak görmüyor muydum ki ondan önce? Belki de medeniyet denilen, tek dişi kalmış canavarın beni nasıl göstermek istediğine göre şekil alıyor, kabıma sığıyor ve taşmamayı kabul ediyordum. Leyla bana engin deniz olmayı öğretti. Bilir misiniz bilmem, deniz bazı dillerde erkek bazı dillerde kadındır. Bir rahim gibidir deniz ve ben de ona kadın demeyi tercih ederim. Karanlıktır çünkü geceye doğru. Yalnızca ayın ışığını kabul eder üzerinde. Güneşin heybeti, medeniyeti altında kavrulmak istemez. Bir anda ayın güzel göğsüne bırakır kendini. Onlar iki iyi arkadaşlardır. Doğanın içindendir ikisi de. Kadın doğasına yakındır.

Leyla Erbil’i sevmek için bir kitabını okuyup ilk bakışta anlamamak yetiyor sanırım. Özellikle işe Cüce ile başlıyorsanız gittikçe zorlaşıyor mesele. Bir yanda Leyla bir yanda Zenime. Bir yanda deliler ve diğer yanda da deliler. Bir deliye karşı kaç deli vardır toplumda? Aslında gördüğümüz tüm toplum delidir ve deliler “akil”ler. Kadın olduğunu bilmez Zenime, kadın olduğu için delileştirilmiştir. Onun deliliği toplumdan gelir kadından değil. Deli kadın Leyla’nın deliliği de öyledir. Cüce de şöyle der bu yüzden:

“Ah, işte o güç saçların ki (öteki kadınlara örttürdüler üzerini sımsıkı korku kefenleriyle; korkunç birer cinsel organdan başka bir şey olmadığına ikrar getirttikleri bedenleriyle birlikte.”

Zamanının içinde ve ötesinde bir kadın sözüdür bu. Kadınları kimler metalaştırdı? Hangi ellerde kızlıkları kadın oldu ve kadınlıkları delilik? Sorular niye bu kadar fazla? Gittikçe Leyla’nın aklına giriyorum.

Düşünüyordu Leyla, bir örtü ile neler yaratılabilir diye kadınların üzerinde. Aman diyeyim hanımım, dizin ve üzerleri görünmesin. Ve tabii ki başın! Haşa! Toplumun kadınla alıp veremediğini kadına vermek isterdi Leyla. Ne olursa olsun Sezar’ın hakkı Sezar’a, kadının hakkı kadınaydı. Bu yüzden aktivist bir kadın olarak TİP’te yer almıştı. Deliliği daha fazla insana duyurabilmek için.

Kadın kimdi, kimdi bu cüceler ve nerelerde dolaşıyorlardı, işte bunu anlatmak istiyordu Erbil. En başından, tarihin derinliğinden insanlığın kökeninden başlıyordu anlatmaya. Adem ile sinsi Havva’nın hikayesini bize anlatıyordu. Kadındı orada da bir olaya neden olan. Yarım akıl ve çelim akıl. Çelinmeye hazırdı kadın, yoldan çıkmaya. Kadın bir meyve uğruna tüm cennetinden vazgeçendi. Şimdi bir de böyle düşünelim, Adem’i düşünmemiş miydi ki Havva atlıyordu Leyla’nın kollarına? Havva yalnızca Adem’ini değil bahçesini ve geleceğini düşünüyordu. Hikâye başlatmanın ne demek olduğunu biliyordu. Bir hikâye başlatmak için bir suçlunun olması gerektiğini de. Adem’e kalsa bahçesinde her şey var, hurisi de yanında tabii ki. Esnaf deyimi ile işler oldukça güzel, hayat Adem’in yörüngesinde. Yörüngen çıkıntısı kadın ve yılan oldu. Yılan kadına fısıldadı. Adem’e fısıldasa Adem dinlemezdi elbette. Kadını seçti yılan. Yılanı seçti kadın. Kadın kirlenmek istedi aslında özüne dönmek istedi. Çamurdan değil miydi? Çamurdan bir gezegene düşmeye korkmazdı kadın. Leyla da korkmuyordu işte. Çamura bulanabilirdi istediği zaman. Kadını anlatmak için bahsedilen aydınlığın içinde çamuru bulmalıydı.

Leyla’nın cücesi yalnızca Zenime değildi. Bizdik aynı zamanda. Her bir kadındı. Kocalarımız döverdi de severdi de. Biz ölsek de çocuklarımız onları döven babalarına geri dönerdi. Zenime’nin yaşaması için bir erkek gerekirdi kaburga kemiğinden doğduğu. Bir bağ gerekirdi tüm medeniyet ve toplum ve ataerkil yapı ve erkek ile. Erkek olmadan kadın hiçbir anlam ifade etmezdi bize göre. Leyla havanın kurşun gibi ağır olduğu bir gün bağır bağır bağırıyordu, UYAN.

Yıllar sonra Leyla’nın sesine bir ses geldi uzaklardan. Mine Söğüt’ün sesi yankılandı raflarda. Deli kadınları anlatmak istedi o da Leyla gibi. Deliliğe methiyeler düzmek istedi. Leyla gibi minik de değildi bu kadın. Kocaman gözleri, keskin çizgileri ile belki de delirmeye hazırdı. Deli Kadın Hikayeleri’ni yazdı ve gönüllerde taht kurmayı başardı.

Bir kadın, bir kadını iyi anlat ve bir erkekten daha fazla acıtır. Bir kadın deliliği bir kadına daima tekinsiz gelir ancak deli olmayan kadın bir gün ansızın delirebileceğini bilir. Mine Söğüt kadınların neden delirdiğine baktı derinlemesine. Söyledikleri Leyla’dan ne eksik ne fazlaydı. Bir kadını delirtebilecek yegâne şeyin bir erkek olduğunu buldu sonunda. İkili karşıtlıkta erkeğe denk düşen her şeydi kadını yok etmeye çalışan. Kadın yok olmak istemiyordu. Deli Kadın Hikâyeleri yüzlerce kadının aynı dünya üzerinde delirmesiydi. Aynı babanın ona tecavüz etmeye çalışmasıydı. Evlatlarının yine onlar tarafından çalınmasıydı. Kadınlardan çalınan yalnızca evlatları değil, kimlikleriydi de.

En az Leyla kadar gerçekti Mine’nin anlattıkları. Deli Kadın Öyküleri’nde şöyle diyordu Mine:

“Bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez. İşte bu yüzden, bu şehirde ben her gün kendimi defalarca öldürürüm.” Kendini öldüren, delilik ile öldüren kadınların hikâyesini yazarken daima göz kırptı Mine minik kadın Leyla’ya. İkisi de çok iyi biliyordu ki dünyanın neresinde olursa olsun bir kadın daima bastırılmak istenecekti. Delilik, büyücülük ve müzik, tekinsiz olan her şey kadına ait kalacaktı. Erkek kendini öne çıkarmak için kadının üzerine basıyor ancak onsuz da olamıyordu.

Leyla Erbil öldüğünde Mine Söğüt cenazesine gitti mi bilmiyorum ancak küçük cinlerini toplayıp Leyla’yı güldürmek için elinden geleni yapabileceğini biliyorum.

Leyla Erbil öldüğünde Sema Bulutsuz cenazesine mutlaka gitmiştir onu da biliyorum. Ve bir kardeşi ölmüş gibi hüzünlü, eski bir yaprağa dönüştüğünü hissediyorum.

Leyla Erbil öldüğünde ben ona dair daha bir sürü şeyi bilmediğimi biliyordum ancak hiçbir şey öksüz kalmak kadar sert değildi.

Leyla Erbil öldüğünde solgun ve naif Tezer Özlü ne yaptı bilmiyorum ancak olduğu yerde yalnız kalmayacağını bilmenin iyi hissettirdiğini tahmin edebiliyorum.

Aşiyan Dergisi Ocak Sayısı 

Öznur Doğan

Aşkın Ömrü Kaç Yıldır?

21 Perşembe Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

aşk, öznur doğan, doğan kitap, edebiyat, frederic beigbeder, gaziosmanpaşa, kitap çadırı, maroia, oznurdogan.com, renan akman, ışk


Lise ikinci sınıfta kitaplar ile yüz göz olmaya başlayınca dedim ki bol bol kitap almalıyım. Fakat o zamanlar mideme dikkat etme gibi bir problemim var. Harçlığımın %50’si yemeğe gidiyor. Homunu homunu yemek yiyorum. (Bu oran %150’e çıkacaktır son sene) Gaziosmanpaşa’nın merkezinde kitap çadırı! A-ha! dedim, işte tam da burası benim aradığım yer. Kitap çadırını 5 kere tavaf etmeme rağmen kendime göre bir kitap bulamadım. Hem fiyatları yüksek gelmişti hem de basımlarının kötü olduğu 75.000 kilometreden belli oluyordu.

Son çıkış bölümüne yaklaşırken gözüm bir sepete ilişti. Bir sürü kitap… Seçmece bunlar seçmecee! Seçmeye koyuldum, sanki seçmeyi çok biliyormuşum gibi. Bir kitap çekiyorum, yazarın adını bilmiyorum. Bir kitap çekiyorum, kitabı ömrüm boyunca hatırlamayacağıma anında beynimin söz verdiği… Bir kitap çekiyorum sümmehaşa! Allah allah! Kocaman sepet yahu işte, nasıl olmaz güzel bir kitap? Güzel kitapları da çok iyi biliyorum ya!

Artık sepet atıl yetil olmaya başlayınca karşıma iki kitap çıkıverdi. İlki Aşkın Ömrü Üç Yıldır! Doğan Kitap’tan çıkmış, yazarı Frederic Beigbeder, çevireni Renan Akman. E güzel. Aşkın ömrünü bulmuşlar, aşka zaman biçmişler. Ameliyat masasına almamışlardır herhalde aşkı diyorum. Frederic’in ismini gözüm tutuyor. Kitap da ince mi ince. Mis! Şimdiki para ile 4 lira 75 kuruşa alıyorum kitabı. Sudan ucuz! Bir diğer kitap ise Gecenin Anlamı. (Bu kitap benim için özeldir ve şu anda Polonya’da olan arkadaşım Ceren’e armağan etmişimdir. Etmese miydim?)

Kişisel gelişim kitaplarından nefret eden ben, aman canım aşkı da öyle mahvetmemiştir diyerek dalıyorum romana. Kimyasallar, katalizörler, kıvır and zıvır birbirinden ayrı şeyler. Roman desen roman değil, mektuplaşmalar fakat bir karşılıklı görüşme değil.  Üzülüyorum yanlış kitap seçimi yaptığıma. Sonuçta 5 lira vermişliğim var. 5 lira demek 2 gün yemek demek. La havla vela! Kitaba kaldığım yerden devam ediyorum, aşkın ömrünün üç yıl olduğuna beni kafadan inandıramayan Frederic, mecburen tozlu raflarda kalıyor.

Bana kalırsa aşkın ömrü yok. Aşk ya yaşıyor ya da ölüyor. Bir ilişki aşkın ölmesi ile de başlayabiliyor, yemyeşil yeşermesi ve hayat bulması ile de. Aslında aşk üzerine bu kadar konuşmak yersiz, aşk bu kadar anlatılması gereken bir şey değil. Aşık adam şöyle yapar, aşık kadın böyledir genellemelerinin hepsi eksik. Aşk, paradoksaldır, görecelidir. Aşk ışk kelimesinden gelir. Işk da yaratmanın özüdür. Yani aşkı da sen yaratırsın, ışkı da.

Aşk üzerine bu kadar çok konuştuktan sonra ben de kendimi yalanladım. Ah bu ben, kendimi, nerelere vursam? Ya da bursam! Ödev yapmalıyım. Zaman ilerliyor. Tik, tak. Tik, tak!

Korkuyu Bekleyerek Yaşamak

09 Cumartesi Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

adam, öznur doğan, edebiyat, godot, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, korkuyu beklerken, maroia, oznurdogan.com, oğuz atay


Godot’yu beklemekten zor… Korkunun neye olacağı da belli değil, nasıl olacağı da. Nasıl korkacağını da bilemezsin, neden korkmayacağını da. Ama…

Oğuz Atay’a hikaye kitabı ile başlamak bana kalırsa en doğru tercih. Korkuyu Beklerken, kısa hikayelerden oluşan bir kitap. Ne kadar zor olabilirmiş ki Oğuz’u okumak diye düşünenler için başlangıç seviyesinde rahat okunabilir kitap. Oğuz’u anlamak mesele değil ki, Oğuz’u anlatabilmek mesele.

Türkiye’de yaşamak, sanat yapmak ve değerinin bilinmemesi üçlemesini yaşayanların listesi uzayıp gittikçe Oğuz Atay aklıma gelir. Sırf bu yüzden Mina Urgan olmak isterim ve Oğuz Atay’ı betimleyebilmek.

Korkuyu Beklerken’deki her bir hikaye kendi küçük korkularınızı sizi hatırlatacak kadar büyük. Tavanda yaşayan bir ölü ile yaşamak örneğin… Orada daima kalacak şekilde hem de. Kulağından küçük bir böcek inerken ölünün ve sen tam da geçmişin fotorağflarına bakarken. Gerçek mi ölü? Hayal mi yoksa? Tam arada kaldığın noktada işte, yani korkuyu beklerken, cevap bulman gerekmez. Hem ölü olmasa ne yapardın ki?

Bir beyaz manton vardır örneğin, karışır durursun insanların içine. İnsanlar da seni görürler fakat korkarlar mı desek, yadırgarlar mı? Beyaz manto meselesi biraz sıkıntılı. Sen biraz Beyaz Mantolu Adam’sındır, paran da yoktur ve başarısızsındır. Topluma ayak uydurabilir misin yani böyleyken sen. Nerelerde buldun kendini ve nasıl anlatabildin ki her şeyi, herkese, her zaman. Yazık.

Korkuyu Beklerken, küflenmiş ve paslanmış, sökülmüş ve dikilememiş bizlerin hikayeleri, korkuyu beklerkenki halimiz, geçmiş dönerkenki gerginliğimiz ve başarılarımız, başarısızlıklarımız, umutlarımız, umutsuzluklarımızın hikayeleri.

Hikayenin hikayesi, hikayelerin anlatımı mı olurmuş? Okusanız ya.

ben de az e.e.cummings değilmişim

29 Pazar Nis 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, öznur doğan, e.e.cummings, edebiyat, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, şiir


kelime*n yarısını çalıyor karanlık
b**lki de tümünü
ben yine tamam***nmamış
devam ediyorum/
-(e)miyorum
susuyorum
sustuğumu söylemediğim için de
y****zabiliyorum
muyum?

incomplete…

29.8.2010 23:09

Hişt Hişt Saif Faik!

28 Salı Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

öznur doğan, edebiyat, kalafat, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, martı, oznurdogan.com, sait faik abasıyanık, sema bulutsuz, semaver, sivriada, sivriada geceleri, son kuşlar, sotiri, tahir, yapı kredi yayınları


Size bir adamdan bahsedeceğim; bir deniz adamından. Bir güneş ve mehtap, yıldız ve ay, adalar ve Ege adamından bahsedeceğim. Sait Faik’ten bahsedeceğim.

İki isim o dönemler kullanılmazsa olmuyor, Abasıyanık ailesine gelen yeni bir değer Sait Faik olarak adlandırılıyor. Sene 1906 Sait doğduğunda, daha dönem Osmanlı. Büyüyor Sait, farklı ülkelerde eğitim görüyor. Yazmaktan hiç vazgeçmiyor. Diğerlerinden farklı bir hikaye tarzı var onun çünkü o durumları yazıyor.

Bir çocuğun gülümsemesi mi? Hay hay, Sait Faik yazacaktır en ufak kıpırtıdaki anlamı. Bir Semaver mi? Sait Faik etrafında dönen hikayeleri yazacaktır bu sefer de.

Sait Faik bir yazı makinesi, hikayelerini yazdıkça yazıyor. Uslanmayan bir çocuk gibi. “Yapma.” diyen de yok tabii bu çocuğa, o da fırsat biliyor bunu. Aslında iyi ki de biliyor.

Lise yıllarında “Durumhikayesiniçabuksöyleçabukzamangeçiyorsınavsorusubitiyor!!!!!!” sorularına karşılık düşüyor Sait Faik Abasıyanık. Kitaplarda birkaç hikayesi yarım yamalak veriliyor. Kimse ağız tadı ile Sait Faik okumuyor çünkü o sadece bir sınav sorusu cevabı.

Alıyorum Son Kuşlar kitabını elime, başlıyorum okumaya. Ben bir kadın tanıyorum Sait Faik’i tanıdığım gibi; Sivriada Geceleri’ni okurken ve anlatırken sesi titreyen bir kadın. Sema Bulutsuz. Leyla Erbil’den okurken de böyle titrer sesi, gözleri dolar.

Kitabı okuyorum, hikayelere dalıyorum. Hikayeleri çiziyorum aklıma, aklımda tutuyorum. Ta ki gelene kadar Sivriada Geceleri’ne. Hemen tanıyorum hikayeyi, Sema Bulutsuz okutmuştu bize  bunu. Tekrar keyif alarak okuyorum bu sefer. Ve görüyorum ne kadar usta  bir yazar ile karşı karşıyayım.

Bir martıya hikaye yazıyor Sait faik, bir Sivriada gecesinde. Bir martı ölüyor bu hikayede, birkaç adam görüyor bunu. İkisi balıkçı ve birisi Faik. Şöyle anlatıyor Abasıyanık bu görüntüyü;

“Sotiri ile Kalafat, çalı çırpı aramaya gittiler. Ben kıyıda beyaz çakıllara oturdum. Üç adım ötede, akşamın şimdi güvermiş renklerine doğru kırmızı bacaklarını sallayan bir martıya daldım.

Martı arka üstü yatmıştı. Kırmızı ördek ayakları ara sıra havayı dövüyordu. Ne oluyor, diye martıya doğru gittim. Hayvanın gözleri açıktı. Güzel kafası da ara sıra sallanıyordu.

Sotiri, sırtında kıyıya düşmüş boş bir portakal sandığı ile tepemde gözüküverdi.

-Ne oluyor bu martıya, Sotiri? dedim.

-Ölüyor be! dedi, ne olacak?

-Sahi ölüyor mu?

-Yok, yalandan. Ölüyor işte…

…

Onlar ateşi yakıp topladıkları midyeleri bir teneke üstünde pişirirken ben hala martının yanı başındaydım. Kalafat:

-Ne oluyorsun be? dedi. Şair misin, ne boksun?

-Martı öldü de… dedim.

-Martı da ölür, dedi. İnsan ölmüyor mu?

Dünyanın yaratılışındaydık şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış ateşin karşısında okumak üzereydim.

…

Kalafat:

-Ee, dedi, anlat bakalım şu martının ölümünü…

-Martı, dedim, üç adım ötemdeydi. Güneş yeni batmıştı. Doğudan bir mavi karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı.

Kalafat’la Sotiri birbirlerine bakakaldılar.

-Ee, sonra? dediler.

Kalafat’a baktım. Gözlerini kapamıştı.

-Dinliyor musun Kalafat? dedim.

Cevap vermedi. Sotiri ondan tarafa döndü. Dikkatle baktı.

-Uyudu, dedi, bana anlat.

-Ölen martıyı tanıyordum, dedim. Hani iki hafta önce ölen Tahir’in martısıydı. Başka türlü bir martıydı o. Ötekiler gibi bağırmazdı. Bir kayanın tepesine çıkar, oradan Tahir’in sandalını gözlerdi. Uçardı doğru Tahir’in sandalına. Surattan da anlardı kerata. Tahir somurtkan adamdı. Pek keyifsizse yanına sokumazdı. Uzaktan gözlerdi. Pek keyifliyse gelir, sandalın kıçına otururdu. Yemlerin kafasını, kılçıklarını, bekçi balıklarını, ince izmaritlerini Tahir fırlatır ona atardı. Ara sıra konuşurlardı da. Ne Tahir onsuz, ne o Tahir’siz yaşayabilirdi. Üç gün sır sırta rüzgar esse, Tahir de balığa çıkmasa, martı tenezzül edip de çöp mavnalarına doğru kanat çırpmazdı. Tembel miydi, şair miydi bilmem ki?…”

İşte böyle bir adam Sait Faik. Bir martı üzerine bir hikaye yazabiliyor ve bam teline dokunabiliyor adamın. Hiç beklenmeyen masallar anlatıp inandırabiliyor bizleri.

Şair midir, ne boktur bilmem ama Sait Faik Abasıyanık kalbimdir.

Gariban Leylekler Evi

27 Pazartesi Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ahmet haşim, öznur doğan, bursa, edebiyat, gariban leylekler evi, gurebahane-i laklakan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, leylek, lise, maroia, oznurdogan.com, yapı kredi yayınları


Şimdi size hepinizin mutlaka duyduğu ama pek çok kişinin okumadığı, aslında kendi alanında oldukça öncü bir kitaptan bahsedeceğim.

Lise yıllarında ismi için herkesin söyleyecek bir lafı vardır, kimisine çok uzun gelir kimisi için tam bir sınav sorusudur. Hocalar da genelde Ahmet Haşim’in bu eserinden bahsetmekten vazgeçmezler çünkü zaten oldukça güzel bir eserdir. En azından onlar okumuşlardır ve önerirler.

Ama öğrenci milleti okumamakta direnir. Bir kere ismi komiktir arkadaş, öyle isim mi olur? İster Osmanlıca ister Urduca olsun, o isim komiktir. Söylenmez ve bu yüzden de gittikçe eğlenceli hale gelir. Ama aslında kitap bir eğlence üzerine yazılmamıştır.

Bahsedilen kitap başlıktan da anlaşılacağı üzere -gerçekten çok anlaşılır!- Gurebâhâne-i Laklakan’dır. Artık hepimiz evlere dağılabiliriz.

Ahmet Haşim’i daha önce özel olarak okuma fırsatı bulmamış birisi olarak aslında bu kitaptan başlamak bana acayip gelmişti. Evet ben de bol bol bu ismi söylemiş, bir şeye benzetememiş ve “Hadi canım sende.” tarzında cümleler söylemiştim.

Ama öyle değilmiş.

Anlaşılıyor ki Ahmet Haşim zamanının ötesinde bir adam, anlaşılıyor ki anlattığı şeyler ile edebiyata neredeyse farklı bir boyut getiren adam. Bir binanın yapısını bir leyleğe sormayı akıl edebilecek kadar da zeki ve aslında düşünceli. Bunu nezaket için yapıyor demiyorum ve bunu bir nezaket örneği olarak ödüllendirmiyorum.

Ben bu noktadaki örneğe, tamamen farklı bir şekilde ortaya sunulmuş bakış açısı olarak bakıyorum ve bunu onurlandırıyorum.

İçindeki her hikayenin birbirinden ayrı ve farklı bir noktaya dokunuşunu onurlandırıyorum. Ahmet Haşim’in varlığını onurlandırıyorum.

Şimdi yapmanız gereken şey o ince kitabı satın almak, ya da olanlardan istemek. Tüm ön yargılarınızdan, çocukça eğlencelerinizden uzaklaşmak ve Haşim’in engin dünyasına dalmak.

Ve pişman olmamak.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...