• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: Turgut Uyar

The Lion King / Aslan Kral

05 Salı Ağu 2014

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 1 Yorum

Etiketler

aslan kral, aslan kral inceleme, aslan kral izle, bakhtin, beauty and the beast, disney, disney production, göğe bakma durağı, Habil ve Kabil, Hakuna Matata, inception, mufasa, nala, rafiki, scar, simba, the lion king, the sleeping beauty, Turgut Uyar, Walt Disney


aslan-kral-lion-king-inceleme-yorum-izleBakalım yazı yazmayı unutmuş muyum?

Herkesin bir zamanlar günlüğüne yazdığı gibi benim de bazen buraya gelip günah çıkartasım geliyor ancak gerek olmadığını düşünüyorum. Çünkü bu blog ben ne zaman yazmak istersem ona hizmet edecek şekilde oluşturuldu. İtiraf ve serzeniş kısmını geçip bir an önce izlemiş olmaktan mutluluk duyduğum The Lion King – Aslan Kral‘ı sizlerle buluşturabilirim.

Aslında hepimizin bildiği, meme’lere konuk olmuş Aslan Kral’ı bu kadar geç izlemiş olmaktan biraz üzgünüm ancak belki de daha önce izleseydim bu kadar çok şey anlamayacak ya da anlamlandıramayacaktım ve bir kez daha çizgi filmlerin aslında yalnızca çocuklar için değil bizler için de hazırlanmış olduğunu algılayamayacaktım.

Walt Disney dünyasına giriş yaptıktan sonra beklentilerim her seferinde daha çok arttı. Beauty and the Beast, The Sleeping Beauty derken kendimi The Lion King’te bulmam ve bu üç güzide animasyonu, masalı bir araya getirmem kaçınılmaz hale geldi.

Hikayemizi kısaca özetlemek gerekirse Kral Mufasa (neredeyse Mustafa) bir oğul aslancığa sahip olur. Adı Simba‘dır. Simba büyümeye oldukça hevesli ve bir o kadar da babasının peşinden giden minik bir yavrudur. Mufasa’nın kanlı canlı akrabası ve düşmanı olan Scar ise kraliyet yolunda Mufasa ve Simba’nın egale edilmesi için elinden geleni yapacaktır.

Hikaye aslında hepimize klasik gelen ve “Ben bunun olacağını biliyordum.” dedirten türden ancak bizler de sevdiğimiz şeyleri tekrar tekrar yemekten / izlemekten / dinlemekten bıkmıyoruz ki. Bu yüzden tüm sanat eserleri konusunda tavrımı biraz daha Bakhtinvari takınarak “Şimdiye kadar zaten her şey söylendi ve bu söyleyenlerin hepsinin birbiri ile büyük bir ilgi var.” dedim.

Öncelikle yaratılan krallık mantığına ve tarih boyunca yaşanan uyarlamalarını bir düşünelim. Aslan kral ormanların kralıdır ve burada huzur ve mutluluk içinde yaşandığı anlatılmaktadır. Mufasa anlayışlı, karısını seven, çocuklarına düşkün iyi bir aile babasıdır ve oldukça adildir. Ancak adil olmak devlet yönetiminde her zaman gerekli olan durum değil. Simba doğduktan sonra hızlıca büyür ve babası ile ormanı dolaşmaya çıkarlar. Mufasa burada Simba’ya “Güneşin dokunabildiği her yer bir gün senin olacak.” der. Simba’nın heyecanı gözlerinden okunur ve o anda daha fazlasını ister: Peki ya Güneş’in dokunmadığı o noktalar?

aslan-kral-the-lion-king-walt-disney-film

Burada iki nokta dikkatimi çekiyor, ilk olarak bir hükümdarın belirlenen alanlar içindeki her şeyi kendine ait görmesi ve yönetmek için büyük bir hırs beslemesi. Bir diğeri ise iş yönetilmeye geldiğinde her zaman bir nokta daha ötesinin olması. Mufasa her ne kadar Simba’ya tüm doğanın bir denge üzerine kurulu olduğunu söylese de bu dengede kendisi daha ağır olan noktadadır ve biliyoruz ki yaşam üçgeninde “kral”lar en üst noktadadır. Bu nedenle Mufasa’ya besleyeceğimiz sempati biraz da duraksayıp bizi günümüz yaşantısına geri çekiyor. Simba’nın fikirleri ise her ne kadar merakçıl ve naif gelse de doyumsuzluğun neler yaratabileceği konusunda bize bir foreshadowing’te bulunuyor.

Çünkü küçük Simba babasını dinlemeyip taa o karanlık yerlere kadar gidiyor. Burada da karşısına tabii ki Scar çıkıyor. Biraz da Scar’ı incelemek istiyorum. Scar Mufasa’ya nazaran daha az tüylü çelimsiz bir aslan. Mufasa’nın öz ve kötü kardeşi. Çünkü Mufasa var olduğu hali ile yeterince korkutucu ve heybetli değil. Bu nedenle onun elinde olan en büyük avantaj kaba kuvvetten ziyade aklı ve planları. Simba’nın aklına karanlık vadiye gitme fikrini ekmesi ve orada Simba ve kız arkadaşını çakallara yem etmek istemesi hem Mufasa öldükten sonra yerine geçecek olan bir kralı ortadan kaldırmak istemesi ve kendisinin ormanın kralı olması hayaline eş değer. Bu nedenle Scar hiçbir zaman doğrudan kendi kuvveti ile öne çıkmayıp daha çok küçük Inception‘lar gerçekleştiriyor.

Bana kalırsa Mufasa her ne kadar iyi bir karakter olarak görülse de Scar ile bir araya geldiklerinde bir bütünü oluşturabiliyorlar. Mufasa güçlü ve bilgin ancak Scar tutkulu ve akıllı. Aynı zamanda iyilik ve kötülük dengesinde bu nedenle iki kardeş birbirlerini dengeler hale geliyor. Ayrıca Scar’ın da çakalları bir araya getirme ve onları örgütleme konusundaki başarısından dolayı küçük çapta kral olduğunu da söyleyebiliriz.

Mufasa ile Scar’ın arasında yaşanan bu gerginlik insanoğlunun dünyaya düşüşü ve ikinci günahın işlenmesine eşit. Habil ve Kabil birbiri ile savaşıyor. Kabil, Habil’i öldürüyor. Bana oldukça tanıdık geldi. Peki ya size?

Hikayenin devamında Scar her şeyi ayarlayıp ketenpereye getirip koca bir sürüyü Simba’nın üzerine salıyor. Onu kurtarmak isteyen Mufasa ise erken yaşta hakkın rahmetine kavuşuyor. Haber vermeden spoiler vermiş oldum ancak filmin devamı çok heyecanlı :p

Mufasa’nın ölümü ile birlikte Sibirya’ya sürgüne gönderilen yazarlar ve düşünürler gibi yola koyulan Simba kendisine iyi yeni dost bir de motto ediniyor: Hakuna Matata (Geçmiş, geçmişte kalmıştır.)

Bu sırada krallığı ele geçiren Mufasa ve çakalları tüm ormanın iliğini kemiğini sömürmeye başlıyor.

Kendisine yeni bir hayat edinen Simba gün geçtikte büyüyor ve güzelleşiyor (göreceli olarak) yetişkin bir aslan olduğunda şans eseri Nala ile karşılaşıyor. Ormanda her şeyin yok olmak üzere olduğunu ve Simba olmazsa herkesin öleceğini söyleyen Nala’yı ilk başta dinlemeyen Simba kendisini çok sevdiğimiz maymun Rafiki tarafından akıllandırılıyor.

Rafiki burada Simba’nın kendi özünü bulabilmesi için bir medyum, aracı görevi görüyor ve ona geçmişini, babasını, yaşadıklarını ve ileride yaşayacaklarını hatırlatıyor. Vatan aşkı ile yanıp tutuşmaya başlayan Simba ise koşarak Scar’ın yönettiği ormana hareket ediyor.

Burada aç parantez Scar’ın kurnaz ve sinsi bir kral olmasının yanı sıra yaveri olan üç çakalında bir o kadar aptal ve kaypak olması bana Türkiye’deki bazı yönetici ve yardımcılarını hatırlatmıyor değil kapa parantez. 

Ülkesine dönen Simba babasının katilini yani Scar’ı alt ettikten sonra mutlu bir hayata başlamak ile Nala ile birlikte oluyor ve oğullarını Rafiki yine göğe kaldırıyor.

Üzerinde durmadığım ancak filmin ve hikayenin akışında önemli olan bir konu Simba’nın ormana dönmeden önce gökyüzüne bakarak babasının ona çocukken söylediği cümleleri hatırlaması ve babası Mufasa’yı gökyüzünde görerek onunla konuşması.

Babası Simba henüz küçük bir aslanken “Gökteki yıldızlar senin büyük babaların ve ben de bir gün orada olacağım, başın sıkışırsa “Göğe Bak” orada olacağım” demesi ve Simba’nın babası ile yaptığı gök görüşmesinde babasının ona büyük bir cesaret vermesi. Simba’nın geçmişinden güçlenerek hareket etmesi ve babasının varlığı ile hayatını sürdürmeye karar vermesi de alınan rol modelin ve geleneklerin bağlayıcılığını ortaya koyuyor.

Genel itibari ile mutluluk ile izleyeceğiniz ve sonunda bir mesel bir çıkarım yapabileceğini The Lion King / Aslan Kral’ı izlemediyseniz bir an önce izleyin derim. Ancak olduğu gibi izlemek yerine birazcık kurcalamayı unutmayın.

Bir sonraki yazımız Spirited Away olacak. Ya da Requem for a Dream.

Cheers.

The Lion King – Aslan Kral – Trailer

Popüler – Apopüler – Tüketicilik!

24 Perşembe Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

apopülerlik, cern, consumerism, consumers, deney, dinozor, edebiyat tüketimi, fast food, kapitalizm, mina urgan, moda, oğuz atay, popülerlik, popular, sabahattin ali, sosyal, tüketicilik, türk edebiyatı, Turgut Uyar, underground, yeraltı edebiyatı


Consumerism_by_sl33pyincognita

2000’li yıllarda teknolojide yaşanan gelişmeler ve hayatımıza giren internet sayesinde artık ulaşamayacağımız bir mecra söz konusu değil. 90’ların şarkılarını tekrar tekrar dinleyip, okumak isteyip okuyamadığımız köşe yazılarını okuyup CERN’de yapılan deneylere dair bilgi alabiliyoruz. Bilgi bu kadar yayılabilir, insanlar bu kadar sosyal iken yaşanan her gelişmenin ve ortaya çıkan her yeniliğin mantar gibi çevreye yayılması an meselesi.

Küçüklüğümden beri garip bir tutum ile (ki tahminimce benim gibi pek çok kişi vardır) birden ortaya çıkarak popülerlik elde eden şeylere karşı asiliğim söz konusu. Patlayıp da taşan akımlar, kimsenin daha önce umursamadığı fakat bir ünlü kişi bahsetti diye vazgeçilmez olduğu düşünülen kitaplar, eşyalar vs. Neden bu popülerlik peki? İşin özünde kendimizi o “çok sevilen” kişiler ile özdeşleştirmeye çalışmak olduğunu varsayıyorum. Onların algılarına ulaşmak için sevmediğimiz yemekleri sevmek zorunda hissediyor, okumaktan hoşlanmadığımız insanları okuyarak entelektüel birikimimizden bahsediyoruz. Var olan damak tadımızı ise hiçe sayıyoruz.

Evet, bir nesne popüler olduğu zaman onu tamamen yok edene kadar kullanıyoruz. Yıpratıyoruz ve kenara atıyoruz. Örneğin Türk Edebiyatı’nda naif duruşu ile bir kenarda okunmayı bekleyen Sabahattin Ali, Oğuz Atay, Turgut Uyar, sırf bir filmde bir şiirleri okundu, kitaplarından bahsedildi diye kısa süre içerisinde posası çıkarılana kadar kullanılıyor. Tüm sosyal medya platformlarında fast food gibi hızlı tüketimleri gerçekleşiyor. Bu güzel adamları daha önceden tanıyıp da onları anlamak için kafa patlatmış insanlar da bu duruma uzaktan kötü kötü bakıyorlar. Bu ikircikli noktada öne çıkan iki farklı tez var. Birincisi, yazarların veya popüler olan nesnenin aslında vaktinde hak ettiği ilgiyi alamaması ve ne olursa olsun eserlerin tanınırlığı ve bilinirliği açısından bu popülerliğin oldukça iyi bir olgu olması. İkinci konu ise hızlı tüketilen her şeyde olduğu gibi popülerliği yakalamış eserlerin de kısa sürede tozlu raflara dönecek olması.

Popülerlik meselesi sadece burada bitmiyor tabii. Yeni çıkan her kitabın, filmin de aynı şekilde yorumcusu çok oluyor. Herkes bir yorum yapıyor, filmin ya da kitabın sonunu söylemek için can atan insanlar ile doluyor ortalık. Bu yüzden sakin kafa ile bağlanmak istediğimiz o eserlere bir türlü entegre olamıyor, “daha sonra” ilgilenmek üzere kenara ayırıyoruz. Üzerinden altı ay ya da bir sene geçtikten sonra kaldığımız yerden devam ediyor ve kendi fikrimizi belirtmenin hazzını yaşıyoruz. Sırf herkes sonu hakkında yorum yapıyor diye Black Swan ve Inception’ı bir sene sonra izlediğimi itiraf edebilirim. Bu popülerlikten uzaklaştırma çabasının da zararları var tabii ki. Daha doğrusu arasında kaldığımız bir ikilem söz konusu. Ya herkesin yorum yaptığı bir dönemde, tam da o eserlerin en popüler olduğu anlarda okuyacak/izleyecek ve gündemden uzak kalmayacağız ya da zaman geçip de yorumlardan arındığımız bir dönemde izleyip/okuyarak fikirlerimizi daha küçük çapta paylaşabileceğiz. Bir yandan gündemi takip edip aktif bilgi sahibi olmak söz konusu, diğer yandan o popülerliğin içerisinde boğuluyor hissetme ihtimalimiz.

Madem popüler olandan uzak duruyoruz, işte o anda daha önce duyulmamış olanı keşfetmeye doğru adımlar da atmış oluyoruz. Underground denilen her türlü “bilinmeyen”e ilerlemek mübah o saatten sonra. Yer altı edebiyatı mı diyelim, amatör grupların güzel şarkıları, küçük imkanlar ile çekilen sanat filmleri mi… Bu kadar özele inmeden de tarihin tozlu raflarına bir yolculuğa çıkarak ve o çok sevdiğimiz interneti kullanarak yorumlardan uzak olan yüzlerce esere ulaşabilmemiz mümkün. Popülerlik mi apopülerlik mi? Bu sorunu kendi içimizde çözdüğümüz gün filmin sonunu söylememek için kendini zor tutan, her yeniliğin öncüsü olan birisi mi olacağız yoksa Mina Urgan gibi kendimize “dinozor” mu diyeceğiz? Seçim yapmak zor! Sizin seçiminiz ne?

Usta’m Doğmuş Dedim, Doğmuş

05 Pazar Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aziz nesin, james joyce, laurence sterne, nazım hikmet, sait faik abasıyanık, Turgut Uyar


Gün bugün sevinçli gün, umutlu gün bugün.

Usta’m  doğmuş -muş, – muş, -muş.

Gördünüz mü bu dünyada neler doğuyor  ve neler yaşanıyor?

Nazım Usta, Aziz Usta, Sait Faik Usta, James Usta, Laurence Usta ve tabii ki Turgut Usta.

Kitaplar cümle dolu, cümleler anlam ve hayat dolu iken,

sadece bir adam bir şiirle binlerce yaşam dolduruyorken,

kelimeler kapıları açıp kapatıyor,

heceler hücrelerimiz yerine geçiyorken,

ustaların doğumlarından hangi hadsiz bahsetmek istemez?

Şiir ile daha anlamlı bu hayat, ustalarla daha güzel.

Ölmeyen ustaların bir kere daha doğması şerefine.

Zaman Dışı Yaşam’ın Senaryosu

04 Cumartesi Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

Cesare Pavese, senaryo, tezer özlü, Turgut Uyar, zaman dışı yaşam


Madem bir Tezer Özlü’dür tutturdum ve devam ediyorum o zaman Zaman Dışı Yaşam’ı okumadan geçemezdim. Tezer Özlü gördüğüm gibi satın alma hastalığını yakalanmış olmalıyım ki bu sefer tongaya düştüm.

Efendim efendim, ön kapağında “senaryo” yazan bu kitabı tamamen özgün bir senaryo olarak düşünerek satın aldım fakat ikinci sayfasına bakma nezaketinde bulunsaymışım her şey ortaya çıkarmış.

Tezer Özlü kendi yazılarından yola çıkarak yazmış bu eseri. Çocukluğun Soğuk Geceleri, Kalanlar ve Yaşamın Ucuna Yolculuk’tan parçalar bulduğum bu senaryoyu okumak kısa süreli bir hatırlama yarattı bende. Olayları hatırlıyordum, cümleler de birbirine benziyordu. Yine de Cesare Pavese’nin sözlerini okuyor olmak hoş tuttu gönlümü.

Cesare Pavese ile bu kadar kendini özdeşleştirmesi, sırf onun intihar ettiği odayı görebilmek için İtalya’ya gitmesi ve tamamen özgür bir kadın olarak hareket etmesi Tezer Özlü’de sevmekten vazgeçmeyeceğim özellikler.

Fakat sabahtan akşama kadar Tezer Özlü okumaya kalkmayıvereyim, boğuluyorum. Yapıma ters benim bu kadar çok yoğun depresyon hissetmek. Bünyeme aykırı. Tezer Özlü bende sürekli kaldığım, artık tamamen kendi kokumun olduğu kapalı bir odayı çağrıştırıyor artık. Keşke camları ve kapıları açmayı deneseymiş Tezer de. En azından bir çıkış olabileceğini görürmüş. Zaten asıl mesele çıkış görmek istememesi fakat bendeki de umut işte.

En başında daha hikayenin yani daha yeni yeni Tezer Özlü oluyorken neler yaşadın, neden yaşadın da böyle oldu hayatın? Bunları anlattın hep kitaplarında ama sanki eksik, sanki bir şeyler daima eksik. Ne diyelim, göğe bakınız orada Turgut Uyar’la ya da Pavese’yle.

Bana Yakın Bir Gülten Akın

20 Çarşamba Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

öznur doğan, beyaz mantolu adam, göğe bakma durağı, gülten akın, ilkyaz, kadınsı, kaplan, kestim kara saçlarımı, maroia, oznurdogan.com, raşit çavaş, seyran destanı, sonbaharda bir salı, sunay akın, Turgut Uyar, yağmur altındaki adam


Gülten Akın’ı okumaya başlamak yeni bir maceraya sürüklenmek demek. Önsözde Raşit Çavaş’ın bahsettiği şey de tam olarak bu. Şöyle bir alıntı ile çıkıyorum yola:

“Ülkede yasaklar artıyorsa, çağa ters düşen gelenekler hala sürüyorsa, erkeklik kavramı ve baskısı kadınlar üzerinde hala sürüyorsa, bütün bunlara, sadece ‘kara saçları’nı keserek değil bütün dizeleriyle karşı çıkan bir Gülen Akın’ı baktığınız her yerde göreceksiniz.”

Gülten Akın pek çoklarımızın bilmediği bir şair. Nedeni çok basit. Say denildiğinde yüzlerce erkek şair sayarsınız da art arda, kadın şairlerde tıkanır kalırsınız. Çünkü sanki hiçbir iş olmadığı gibi edebiyat da kadının işi değildir. Kadın bu ya, otursun evde. Elinin kadın hamuru ile ne şiire ne yarin zülfüne ne de bam teline dokunsun. Kadın çünkü, otursun ve çocuk büyütsün. Ancak Gülten’in niyeti yok oturmaya evde, biçki dikiş de bilir de en çok kelimeleri işlemeyi bilir kağıt üzerine.

Şöyle sıralıyorum Gülten’in şiirlerinden parçaları, ilk olarak Sonbaharda Bir Salı

“Bir büyük şehrin kalabalığında

Yaşadığını duyuyordu her şeye rağmen”

Kocaman şehirlerde, minicik kalabilen insanları biliyordu o örneğin. Yaşamanın tadını da biliyordu, birisini yaşatmanın da. Birisi ile birlikte  yaşamanın ne demek olduğunu da biliyordu, günlerin yaşanamayışını da.

Beyaz Mantolu Adam gibi Yağmur Altındaki Adam‘ı gözlüyordu gizlice. Yağmurun yenilemenin yanında yeniden günahla yıkadığını hatırlatıyordu. Yağmur belki de akla düşen bir seldi, tüm hatıraları silmek üzere hazırlanmış. Yağmur aslında içimizdeki yeldi, tüm anıları süpürmek üzere hazırlanmış.

Gülten’in kelimeleri aksak, Gülten’in kelimeleri tekrar ve tekrar üzerine. Kelimelerle oynamayı seviyor Gülten. Neden bana yakın bu kadın? İşte bu yüzden bana yakın bir Gülten Akın. Kadınsı şiirinde kendine bakıyor, içindeki adamın var oluşuna, ikisinin bir araya gelişine tepeden bakıyor. Nelere aldandık ve nelere aldanmadık ki şimdiye kadar. Bizi bu adamlar mahvetti.

Sonra kesiveriyor saçlarını, Kestim Kara Saçlarımı diye ilan ediyor. Kadını bağlayan tüm urganlardan, tüm yargılardan ve olaylardan koparmaya çalışıyor. Kesiyor kara saçlarını, illa da bele kadar inme zorunluluğunda olan. En kadın saçları. Gülten’i bu yüzden seviyorum, ben de çok zaman önce Kestim Kumral Saçlarımı. Son olarak

“Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi

Bir yaşantı ile karşılayanlara

Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum.”

Aşkı biliyor, kadınlığı biliyor bu kadın da yalnızlığı mı bilmeyecek? Kaplan şiirinde yalnızlığa adım atıyor sakin ve sessiz

“Yalnızlık bakımlı otlar arasında

Kendiliğinden açan çiçek.”

Yani, yalnızlığa ne siz karar verebilirsiniz ne de bir başkası. Yalnızlık asidir, tek başına hareket etmeyi sever. Nerede bir güzel ot var, onun dibinde biter. İstenmeyen ot misali.

İlkyaz gibi karşımda sonra… “Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya”

Söyle be kadın, bu kez söyle. Nelerdir bu ince şeyler ve kimlerdir bu kimseler? Kimsesizler ve şeysizlere yol göster. Oturalım, birlikte çözelim… Tüm heceleri anlamaya çalışalım. Zaman hızlıca akıp gidiyor, zamanı tutabilene aşk olsun. Bir oturalım şöyle, ellerimize bakalım, ele bakalım. Eller ne diyor bize, biz nasıl bakıyoruz onlara. Bir bakalım. Turgut da gelsin, birlikte göğe bakalım.

Şiirlerde kendimi bulmaya çalışmam belki de Gülten’in beni anlatmaya çalışmasındadır.

“Bense yirmi yıl bakmadan çizdim duvarları

Bir anaç çizgide derinleşerek”

Derinleşerek büyümek mümkün böyle şiirler ve şairlerle. Derinleşmek, kendinin en derinine inebilmek. Çıplak bir halde bakabilmek kendine. İşte belki de bu yüzden, her yeri anlatan, her şeyi anlatan duvarları çizdik birlikte. Çünkü hangi ülkeye gidersen git, duvarlar daima sokağı yani bizi anlatırlar.

Politikanın tam içine düşmüş, siyasete nefer, kılıcını kuşanmış, destana gider. Seyran Destanı’nı yazmış bir de. Destanlar imkansız göründükleri için destandır, kulaktan kulağa, ağızdan ağıza gezmiştir kocaman bir ömür boyunca. Destansıdır bu yüzden, akla gelmeyecek gerçekleri taşır. Bir adamı, bir kadını, direnen insanları taşır.

Sonra sadece şiirlerden ayrı bu satılar kalıyor geriye:

“İnsan

Bazan

İçinden içinden büyür insan bazan.” 

“Bir de seni seviyorum fotoğrafı

Neden sen yoksun içinde unutmuşum bunu

Atmışsın kendini çerçeveden dışarı.”

“Her denize kıyı olabilir misin?”

Gelin birlikte, en az bir denize, bir kıyı olmayı deneyelim.

‘Dokuza Kadar On’ Adımda Asaf

12 Cumartesi May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

özdemir asaf, öznur doğan, beowulf, bir kelimeye bin anlam, Cemal Süreya, düşük tansiyon, devlet ve ben, dokuza kadar on, Ece Ayhan, göğe bakma durağı, imagist, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kurşun kalem, maroia, objectivist, oedipus, oznurdogan.com, pay, telaş, Turgut Uyar, yalnızın durumları


Şiir okumak benim için özel bir tutku. Kitabın üzerine yazıp çizemeyen ben; elindeki şiir serisi için en hafif dokunuşlarla notlar aldım kitaplar üzerine. Kurşun kalem kullandım bunun için ve hiç kalemtraş ile açmadım kalemi. Daima yumuşak uçluydu çünkü şiirlere zarar verirdi keskin hatlar.

Şiir macerasında üçüncü sırada Özdemir Asaf var. Bir Kelimeye Bin Anlam önsözü ile okumaya başlıyorum ve dakika bir aldığım not, “Imagist ve objectivistlerle bağlantılı mıdır acaba?” Bu merak beni içli dışlı bir okumaya yönlendiriyor. Art arda şiirleri okumak kimilerine saçma gelir ve fakat her şiir birbiri ile alakalı olmasa da bütünde bir resim çizer. Şöyle uzaktan tuttunuz mu kitabı anlarsınız ki bu adamlar ve kadınlar dar alanda kısa da paslaşıyorlar ama geniş alanda büyük anlamlar da veriyorlar şiirlerine.

Özdemir Asaf en ekonomik şairlerden. Kelime ekonomisi yapıyor bol bol. Fakat onu az önce bahsettiğiim Imagistler ile aynı noktada bulunduran şey sadece ekonomik oluşu değil, imgeler ile hareket ediyor oluşu. Küçücük bir sahneyi imge dolu anlatıyor Asaf. İşi gücü hayaller ve imgeler ve kelimeler. Kısa soluk alıp vermeler gibi onun şiirleri. Nefes alıyor fakat tansiyon daima 9’a 5. El ve ayak henüz titredi titreyecek, ten biraz soluk. Gözler sanki uzun süre üzerine bastırılmış gibi gizli bir uzay dünyasına açılıyor. Sonra bakıyorum ki kısacık bir anı, tamamen tüm detaylarından soyutlayıp veriyor bu adam. Telaş şiirinde örneğin;

Yaşamak değil,

Beni bu telaş öldürecek. 

Gelin, sizinle birlikte karar verelim bunun hangi tür şiir olduğuna. İçinde imgeler mi barındırıyor yoksa kendisinden başka bir şeyi anlatma zorunluluğu hissetmiyor mu? Bana kalırsa insanın kendisini obje olarak gördüğü bir şiir bu. O yüzden de objectivist.

Kısa cümleler ile dünyayı anlatmakta üzerine yok. Bildiğimiz tüm mitsel kahramanların denizden dönüşüne gönderme yapıyor ardından Pay şiirinde. Diyor ki şair:

Şimdi, şu akşam saatinde

Dönüyorum görmüş, geçirmiş, atlatmış,

Gözlerin doymayan sahilinde. 

Bütün mitlerde yolculuğa çıkan kahramanlar farklı bir karakter ile dönüyorlar. Daha olgunlaşmış, öğrenmiş ve öğretilmiş bir şekilde. Çünkü onlar hayatlarında yaşamadıkları deneyimi kısa sürede yaşayıp kendilerini kanıtlama şansı buluyorlar. Ben diyeyim Oedipus, siz deyin Beowulf.

Sayfaları çevirdikçe beni bir merak alıyor… Nasıl bu kadar iyi yazabiliyor? Nasıl hayattan bir nesneyi seçip ona bambaşka bir şekilde bakabiliyor. Şairlik böyle bir şey demek.  Bir pantolon paçasının kıvrılışı bile bir şeyler anlatabiliyor onlara. Renkler üzerine oturup düşünebilir ve hatta yazabiliyorlar:

Tüm renkler aynı hızla kirleniyordu,

Birinciliği beyaza verdiler.

Sonra kendime yakın hissediyorum Asaf’ı. Devlet ve Ben diye bir şiir yazmış tutmuş da. Yanına ben de not almışım, “Devlet ve Ben” ve Öznur! Çünkü yakınıyor burada şair. Şair burada birilerine sesleniyor, kendine sesleniyor. Zamansızlıktan yakınan Öznur’a sesleniyor. Alamadığı kitaplar için hüzünlenen Öznur Asaf’a sesleniyor. Yakışıyor bu tavır sana be Özdemir diyorum. Sigara içsem, hemen bir sigara yakacağım şerefine ve fakat içmiyorum. Yani sigara.

Herkes yerini bilsin istiyor. Yersiz ve yurtsuz sözlerin alemi yok. Hele bir de:

Kendi bahçesinde dal olamayanın biri

Girmiş bahçeme ağaçlık taslayor. 

‘sa. Taslamasınlar efendim. Bunu bana yapmasınlar. Hayatta en çok korktuğum şeydir yersiz taslanmalar başkalarına. Seviyorum deyip de gözünü çıkarmalardan da korkarım, karşımdakini üzecek hırlanmalardan da. Fakat yine de bana denk gelir bu dal olamayanlar. Dal olamaz diye midir nedir, bir hınç ile koparmaya çalışır meyvelerimi. Kim dedi ki Öznur Bahçe’de yağma var? Yok öyle yağma!

Sevgiliyi kıskanmanın tadı da başka oluyor Asaf ile:

Gördüğümü görecekler diye ödüm geriliyor.

diyor. Bazen düşünüyorum da aklıma düşen minik tohumlar hep bunun eseridir. Hep birilerinin sevdiğimi benim görebildiğim şekilde görebilme ihtimalinin olmasıdır. Yani sigarayı tutuşuna gözü kayar da aşina olur, dudak büküşünü görür de farkına varır diye; ödüm geriliyor. Özel olmak ve özel hissettirmek istemek ne özel duygu şu hayatta. İstiyorum ki elimi sıkıca tutan adamın kocaman elleri “ki senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım, tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum” [bunu mektupla ona yazmış olmanın kıvancını yaşıyorum herkes söyleyivermeden ve bilivermeden önce bu şiiri] bir tek benim küçük ellerimi kaplasın. Tek bir parmağını tutabileyim, çocuk olayım; en başa döneyim.

Biliyorum ki Asaf elini koyuyordu sevdiğinin yanağına ve diyordu ki:

Yüzümde hüzünden gölgeler varsa

O hüzün yüzündendir olsa olsa.

Olsa olsa şair olduğundandır, her şeyi gördüğün ve anladığındandır. Doğanın insanı, sanatın parçası olduğundandır. Çocukla ve kadınla bir, hayvanla ve bitkiyle dost olduğundandır. Hüznü kendine ait saydığından, ondan kaçmadığındandır. Keşke hepimiz bu kadar cesur olabilsek.

Üzerine düşünülecek yüzlerce kelime bırakıyordu geriye benim Çakmak dedeme benzeyen adam, Asaf.

Bir şey olmasaydı

yazmak olmayacaktı…

Başka bir şey de olmasaydı

Silmek olmayacaktı.

Gel de başlatma şarap çanağına! Şarap demişken, saat 12’den sonra tüm içkiler de şarapsa vakti gelmiştir güzel bir şarap açmanın. Eski ve yeni, beyaz ve kırmızı… Şarap, nadir de olsa uğranan arkadaş gibi fakat daima sıcak ve samimi.

Yalnızın Durumları bölüm bölüm, parça parça. Ben en çok son bölümü seviyorum:

Her leke

kendisiyle çıkar.

Hepimiz, kendimizle sınanacak ve sonuçları kendimizden çıkaracağız. Yaptığımız tüm hatalar en başından beri bizim hatamızdı. Sevdiklerimiz ve sevemediklerimiz, sevmeyi denemediklerimiz de… Hepsi bizim hatamızdı. Ancak bilmiyorduk, suçlamaya devam ediyor, soruyor soruyor soruyorduk;

Maveraünnehir nereye dökülür?

Öteki Kabuslar’a Dalarken

10 Perşembe May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öteki kabuslar, öykü, öznur doğan, basın, böcek korkusu, denge, devlet, fobiler, Gregor Samsa, Kafka, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kurum kuruluş, maroia, medya, oznurdogan.com, Tolstoy, Turgut Uyar, yapı kredi yayınları, yiğit bener


Gregor’um ve Samsa’yım. Kafka’yı bu yaz okumuş olmanın mutluluğu içindeyim; karşılaştırma yapabiliyorum. Ne kadar çok kitap okursam o kadar çok bağlantı kurabiliyorum kafamda. Ne kadar çok derse gidersem okulda o kadar çok biliyorum konuları ama okula da gitmiyorum son zamanlarda.

Öteki Kabuslar daha kapak sayfası ile bana kendi korkularımı hatırlattı. Sonra arka yüzündeki yazıyı okudum. Dedim ki, “Tamam işte, korku dolu bir yolculuk bekliyor seni.”

Ama korktuğum başıma gelmedi. Birbirinden farklı bir sürü böcek türü üzerinden anlatıyordu Yiğit Bener hikayeleri. Bazen böcekler konuşuyordu, bazen insanlar, bazen ikisi birden konuşuyordu. Ben de en çok hamamböceğinden nefret ediyordum ama ben konuşmuyordum, okuyordum.

Hızlı ve sürükleyici bir okuma yolculuğuna dalıyorum. Kendimi tamamen kaptırmış da değildim. Biraz burun kıvırarak geldim son hikayeye kadar. Evet, şimdiye kadar bahsettiklerini biliyordum ve anlamıştım. Benim için tekrara düşüyor gibiydi. Sıkılmış da olabilirim. Tolstoy’un atın gözünden bakışı gibi değildi. Kendimi kaptıramıyordum. Fakat son bölüm o puslu ve paslı durumu dağıttı.

Veriyor veriştiriyordu sisteme. Sistem olarak adlandırılan her şeye bok atmanın kolay olduğu bir gerçek fakat ortada da bok gibi bir sistem var. Nereden tutsak elimizde kalıyor, hangi yana gitsek bir pis çürümüş koku. Leş kokuyor sistem. Devlet ve insanlar ve kurumlar ve bizler.

Öyle bir hale gelmişiz ki, deniz kenarına vuran şişmiş bir ceset gibiyiz. Sanki birileri bizi gömmek için bile şöyle tutsa; parçalanacağız. Ancak ortada büyük laflar var gelişmek ve büyümek  adına, özelleşmek ve güzelleşmek adına. Oysa biz, bana kalırsa, böceklere hayvan kendimize medeni derken aslında daha da medeniyetten uzaklaşıyoruz. Medeniyet ve doğa ayrımında doğanın başımız üzerinde yeri olduğunu görmüyoruz. Böcekler bizim düşmanımız oluyor, durup dururken hayvanları bırkalıyor, kurcalıyoruz.

Halbuki biz aslında kendimize düşmanız, kendimizin düşmanıyız. Kendi korkularımızı “öteki”leştirip meşrulaştırıyoruz. Korkularımızı yaratıklara atfediyoruz da bir bakmıyoruz nereden çıkıyor bu korku diye. En son kim üzerimize böcek atmaya çalıştı? Annemiz böcekleri gördüğünde nasıl tepki verdi.

Her şey insan ile başlıyor, insan ile bitiyor. Böcekleri ve bitkileri karıştırmayınız.

Eşyanın kanununu bozmaya çalışmayınız.

Hem siz kimsiniz?

Benim dengemi bozmayınız!

“Süreya” Yeter, ‘Üstü Kalsın’

05 Cumartesi May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

ama senin, aşk, özdemir asaf, öznur doğan, ülke, üvercinka, beni öp sonra doğur beni, Cemal Süreya, cevdet kudret, doğan hızlan, Edip Cansever, ilhan berk, işte tam bu saatlerde, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, mehmet kaplan, nazım hikmet, nurullah ataç, oznurdogan.com, suut kemal, tahir alangu, Turgut Uyar, william carlos williams, yapı kredi yayınları


Sen git bir iddia uğruna soyadından harf eksilt. Adam gibi adam vesselam. Verdiği sözü tutuyor, yazdığı sözü okutuyor. Üstü Kalsın’a başladığımda hiçbir şiiri ayırt edemediğimi kitabın sonunda anlıyorum. Her şiir sanki benim için daha özel hale geliyor. Keliimeler içimde büyüyor. Nazım Hikmet’i yazarken öyle değildim halbuki. Seçebilmiştim aralarından kolayca. Cemal Süreya bana daha yakınmış demek ki, vazgeçemiyorum hiçbir şiirinden. Bunu Özdemir Asaf okurken de fark ediyorum sonradan.

Cemal Süreya.

‘Aşk‘ ile başlıyor kitap. Bence Cemal de her işe aşk ile başlardı. Bildiğim, daha önce okuduğum her Süreya şiirinde kendimi daha iyi hissettiğimi fark ediyorum. Bu şiiri biliyorum ki siz de biliyorsunuz;

“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.

Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.”

Sonrasında Elma şiirinde görüyoruz adında bir harf atışını. Şimdi düşünüyorum da Öznur’a bir nokta daha koyup Öznür yapanları dövme fikrimi. Fakat Cemal yüce gönüllü müdür, şair midir ne boktur(?) adından harf atıyor fazla gelmiş gibi. Fazlaydı belki de.

“Adımın bir harfini atıyorum.” diyor 1956’da. Ve daha o tarihte henüz babam bile yok.

Sonra Üvercinka söylüyor şair. Afrika dahil tüm kıtalarda seviyor, yaşıyor, sevişiyor, öpüşüyor. Afrika dahil tüm kıtalarda ben de dolu dolu seviyorum ya Cemal gibi, içim kabarıyor; içime sığmıyor. Kendime taşıyorum.

“Aydın düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma

Yatakta yatmayı bildiğin kadar

Sayın Tanrı’ya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler

Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının

Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde

Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor

Bütün kara parçaları için

Afrika dahil.”

Elim saçıma gidiyor. Kısadır benim saçım. Diken dikendir hatta bazen. Bu yüzden kötü hissediyorum kendimi biraz. Kimse benim için böyle şiirler yazmayacak, yazamayacak. Ne saçlarımın uzunluğundan ve dalgasından, ne pembe topuğumdan ne de ince bileğimden.

Ve ardından Ülke geliyor. En sevdiğim iki şiir böylesine art arda ve bana özel sanki. Aldığım zevkin haddi hesabı yok, ben gerçek bir Cemal Süreyasever Süreyayer olarak hayatıma devam ediyor oluyorum. Şiirler de cabası.

Karar bile veremez oluyorum, neresini seçsem Ülke’nin diye. Herkesin seçtiği yerlerden farklı bir parça seçiyorum fakat ben;

“Karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin

Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi.

Birtakım genç anneleri uzatırdı bir keman 

Sen tutar kendini incecik sevdirirdin

Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa.”

Gecenin bir vakti Cemal’i okumak da misillemeydi yalnızlığa. Çünkü gidemiyordun sevdiğinin kollarına. Söyleyecek çok şeyi vardır herkesin. Ayıptır ve günahtır ve yasaktır ve olmazdır ve komşular ne derdir ve daha nicesidir. Oysa duymak var sevgilinin derin nefesini uyumak ile uyumamak arası. Bir kere de onun için nefes almak var. Tanıdık bir ten var teninde, yanağında, belinde. Ve yine yasak işte.

İşte Tam Bu Saatlerde derken de şu satırları yazdığım saatleri anlatıyordu belki de. Uyku ile uyumamazlık arasını. Beynin uyumaktan vazgeçtiği ama gözlerinin uyku sinyalleri çaldığı şu saatleri;

“İşte tam bu saatlerde bir yara gibidir su

Yeni deşilmiş uçlarında sokakların, küçük uçlarında.

Senin güneş sarnıcı gözlerin

Ölüm yası içindeki evde

Olmaması gereken bir şey gibi, kırılan bir ayna gibi.

Bu saatlerde.”

Peki bir sevgili sevgilisinden en çok neyi isteyebilirdi ki? Gerçek yaşamda yeni bir doğumu mu? Beni Öp Sonra Doğur Beni diyebilmek için ne kadar yürekli olmak gerekiyordu? Kabullenmek tüm eksiklerini ve fazlalarını, geçmişini ve geleceğini. Tek bir kadına ya da adama dönmek yüzünü; doğursun seni diye.

“Annem çok küçükken öldü

beni öp, sonra doğur beni.”

Sen ne diyorsun be adam? Nasıl vuruyorsun tam da kanımın donduğu, gözlerimin dolduğu yerden…

Ve bir de beyit şeklindeki şiirlerin, sade ve anlatım dolu. Belki biraz objectivist. Hem ortada bir nesne var hem de sözlerde bir ekonomi. William Carlos Williams ile arkadaşlığın nedir senin?

“Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem 

Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.”

Ve fakat beni bu ikilik değil öyle bir iki satır mahveder ki her seferinde. Tam yerinde bir söz söylenmiştir de işte ben ona tanık olmuşumdur. Duygular bizden çok zaten tercüme edildi ama bu tercüme asırlıkmış gibi. Tek bir cümle halinde olsa böylesine anlamlı ve mükemmel olmayacakmış gibi.

“Daha nen olayım isterdim

Onursuzunum senin!”

Ve bu iki satır, hem Cemal’in el yazısı ile hem de imzası ile bulunuyor kitapta. Nasıl sevindiğimi 65. sayfaya gelince anlayacaksınız. Her bir şiiri başkadır benim için Cemal’in ama ah bu ‘Ama Senin‘ yok mu? Var işte, gözü kör olmayasıca.

Bir de herkesle dost bu adam. Adı İlhan Berk Olan Şiir‘de herkese bir lakap takıştırıyor. Herkesin işi var, Nurullah Ataç çeliştirmen çünkü. Tahir Alangu soruşturman. Cevdet Kudret, Suut Kemal, Mehmet Kaplan diye devam ediyor liste. Kitabı hazırlayan Doğan Hızlan da nasibini alıyor.

Cemal’i anlamaya çalışıyorum. Cemal diyorum ona. Anlayamıyorum. Süreya’dan zaten bana ekmek yok. Cemal Süreya benim gizli bahçem oluyor. Anlıyorum fakat anlayamıyorum.

Edip Cansever için bir şiir yazıyor adı Edip Cansever.

“Her şeyin fazlası zararlıdır ya,

Fazla şiirden öldü Edip Cansever.” diyor. Bu Cemal de beni öldürdü öldürecek fakat.

Gün gelecek “Fazla okumaktan öldü Öznur Doğan.” denilecek mi diye merak eder oluyorum. Fazlalıksam bu dünyada ya da mesela, “Fazla Öznur Doğan’dan batar mı bu Dünya?”

Turgut’uma Uyar’ıma da yazıyor bir şiir. Ve bu sefer bir gerçek hikayeden bahsediyor.

“Öldüğü gün

Hepimizi işten attılar.”

Şimdi ben soruyorum sana Cemal, işte burada yanıldın!

“şimdi insan şaşıp kalıyor, uyar diyorlar ölmüş 22’sinde ağustos’un. öyle iş mi olur, usta ölür mü?
daha bir iki ay önce bir cümlesini ona okudum şiirinin.
bir şiirini sevgilime yazdım mektupla.
bir şiirinde kendimi buldum, bir diğerinde onu tekrar tanıdım.
daha birkaç ay önce karşılıklı oturduk dertleştik, “geçer mi bu özlem.” dedim. “geçer, sen sadece göğe bak.” dedi.
bir iki yıl önce daha fazla okumaya söz verdim onu kendime. 
üç beş yıl onca geç doğmanın ve geç tanımanın acısını anlattım ona. benim için üzülme, dedi. 
şimdi gelmişler de bana diyorlar ki, ustan ölmüş.”

Ama yine de seviyorum ben seni ve “Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Daha neler neler var bir bilsen Cemal. Şöyle gelseydin bir karşıma, otursaydın. Anlatsaydın yerli yersiz. Kadınlardan konuşsaydık. Adamlardan konuşsaydık. Öğrenseydik. Sussaydık. Bir harfini bana verseydik. Ben Öznur Doğan olmaktan çıksaydım. Ve ben öylece Üstü Kalsın ile kapatmasaydım bu yazıyı. Ben seni yazarak değil, yaşayarak öğrenseydim.

“Ölüyorum tanrım

Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür

Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat

Fena değildir…

Üstü kalsın...”

Sus be adam… Sus.

Bir Bilim Adamının Romanı

03 Cumartesi Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, bir bilim adamının romanı, bir dinozorun anıları, Cemal Süreya, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, korkuyu beklerken, maroia, mina urgan, mustafa inan, oedipus, oznurdogan.com, oğuz atay, Turgut Uyar, tutunamayanlar


Evet Oğuz Atay ve evet Tutunamayanlar değil. Belki de bu blog içinde Tutunamayanlar’ı en son yazmayı düşüneceğim, çünkü şu anda Tutunamayanlar kullanılması ve yok edilmesi gereken bir kullan at eşya gibi görülüyor. Üzülüyorum.

Her kitabın bende bir hikayesi mi var? Size böyle sürekli bıdı bıdı yapıyorum evet, fakat kitapların hayatıma giriş şekilleri hep farklı oluyor. Her bir kitabın bir anısı var üzerimde. Kitaplığıma girerken hepsi birer Oedipus oluyorlar, yola çıkan ve kendi yolunu bulmaya çalışan. Tutunamayanlar da öyle fakat onu başka zaman anlatacağım.

Lise öğretmenim, daha önce yıldız ile ismini verdiğim şöyle diyordu; Kitapları çalabilirsiniz, öğrenci okumak için kitap çaldığında buna yayınevleri de göz yumar keza eskiden kitap fuarlarında standlardan çalınan kitaplar için sevinen yayıncılar vardı.

Ben de onu dinledim ve lisenin kütüphanesinden son senede 2 kitap ç/aldım. Birisi Korkuyu Beklerken, diğeri Bir Bilim Adamının Romanı. Aldığım hevesle okumaya Bir Bilim Adamının Romanı’nı fakat bir türlü anlamıyorum. Ya kendimi şartlandırmış bir durumdaydım ya da gerçekten bazı kitapları okumak için bir alt yapıya sahip olmak gerekiyor. Oğuz Atay beni öldürdü öldürecek, e daha okunacak Tutunamayanlar da var kapkalın kitap. Bir Bilim Adamının Romanı’nı kenara bıraktım, Korkuyu Beklerken’i okudum, su gibi akıp gitti. Demek okunuyormuş bu Atay. Tekrar döndüm Mustafa İnan’a fakat yine ilerlemiyor. Kitabı nadasa bıraktım.

Üniversite ikinci sınıfın ikinci yarısında, Bir Bilim Adamının Romanı’na tekrar başladım ve başladığım gibi bittiğini gördüm. Kitap bittiğinde ben artık Mustafa İnan’ı tanıyor, ona kendimi yakın hissediyor ve onun olduğu sınıfta olamayışıma üzülüyordum.

Bu hastalıklar beni mahvedecek, en çok sevebileceğim insanları hep bir hastalık ile kaybediyorum, sakin sakin ölen yok içlerinde. İlla beni kahredecekler, kasıtları bana bu delilerin. Mustafa İnan olmuşsun, ayıp küçücük çocukla dalga mı geçilir böyle. Üzülüyorum…

Geç doğmuş olduğuma bin bir küfür ediyorum, bin iki biraz fazla ileri gider diye düşünüyorum. Sonra aklıma Oğuz Atay’ın da erken terk edişi geliyor bizi. Böyle konuştuğumda sanki onlarla aynı dönemde yaşayıp kaybetmişim gibi oluyor fakat zihnen aynı dönemde yaşadığım doğru. Ben hala Mustafa İnan gibilerin olduğuna inanıyorum, hala bir yerlerde öğretmenler “Anladınız mı?” değil, “Anlatabildim mi?” diyorlar, hala bir yerde öğrenciler ile öğretmenleri müthiş bir ilişki yaşıyorlar, hala bir yerlerde bir kadın ve bir adam son dakikalarına kadar birbirlerinin gözlerinin içine bakabiliyorlar, hala…

Kara kaşlı kara gözlü adamlar büyük aşklar yaşıyorlar, kadınlar hala güzel ve hala hanımefendi. Ben tekrar özeniyorum. Mustafa İnan sanki benim babammış gibi hissediyorum, acaba tanışsaydık ya da bir yerde ne derdi benim için? Ya da ben ne derdim bu sevgi dolu büyük yürekli adam için?

Mina Urgan’ın yerinde olmak istiyorum bazen, gerçek anlamlı bir yer değiştirme. Bir dinozor olayım ve fakat Oğuz Atay’ı da tanısaydım, Atatürk’le dans da etseydim. Mina, Oğuz, Mustafa, Cemal, Turgut… Canlarım.

Gökyüzünden Görüntüler

31 Salı Oca 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, Cemal Süreya, Cesare Pavese, Ece Ayhan, Edip Cansever, Gökyüzü, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, Turgut Uyar, yunanistan, Yıldız, İstanbul


Turgut Uyar’ı göğe bakabildiği için seviyormuşum meğerse bilmeden. Her sene buraya geldiğimde İstanbul’un o yıldızsız gökyüzünden uzaklaşmış oluyordum. Gökyüzüne bakmak çok zevkliydi çünkü burada. Aradan seneler geçti. Benim Yunanistan tatillerim azaldı ama gökyüzünün yıldızlı hali hiç bitmedi.

Balık tutmak zevklidir. Kaçınız balık tuttu bilmiyorum ama geceleri oltaları sabitleyip ucuna da çan takıp balık beklemek ayrı güzeldir sahil boyunda. Yere serersiniz birkaç örtü. Böceklerden de korkmazsınız ilginç bir biçimde. Halbuki taşların arasındadır onlar da sanki rahatsız etmek istemezler sizi.

Tam da dalarsınız gökyüzüne. Venüs’ü çoktan görmüşsünüzdür de başka yıldızlara kendinizce isim verirsiniz. Bir çan sesi gelir. Mırmır çıkmıştır denizden. Mis gibi tertemiz deniz size bir armağan verir. Mırmır da mutlu mudur bilinmez halinden sakince çıkar iğneden.

İşte öyle akşamlarda o balıktan sonra gök hep daha parlak ve yıldızlı görünür. İstanbul’da tutsanız aynı balığı aynı yıldızı göremezseniz. Sayıyladır İstanbul’da yıldız. Adam başı hesabı. Üç mü düşer beş mi?

Ama dün akşam kafamı kaldırıp da buz gibi havada göğe baktım. Sayamadım yine bana düşen yıldızları çünkü yine fazlaydı yıldız sayısı. Bulut da yoktu görüşümü engelleyen.

Turgut Uyar’la birlikte göğe baktım dün. Bir de yanıma baktım ki Süreya da burada Pavese de. Cansever diğer yanımda bir de yanında Ayhan.

Böyle zenginlik kolay nasip olmaz. Sadece gök değil dört bir yan ışık saçıyor.

Bir Soluklanalım Burada

24 Salı Oca 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, göğe bakma durağı, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, Turgut Uyar, yaşar usta


Hadi gelin birazcık göğe bakalım.
Hayatın hengamesinden kaçalım, kendimize küçük yerler yaratalım. Uyar’a dost olalım mesela.
Kim demiş “Usta öldü.” diye?
Siz hiç ölen usta gördünüz mü?
Ben görmedim. Bir de Yaşar Usta vardı. İyi bilirsiniz onu. “Bana bak efendi.” diye girdi mi söze hepinizin hatırladığı en azından üç beş kelime vardır o replikten. Uyar Usta işte bu yüzden ölmez, Yaşar Usta gibidir. Bize ait.
Karanlıkta diyor, gelin göğe bakalım. “Bu karanlık böyle güzel, aferin tanrıya.”.
Bırakın biraz daha rahat görelim gökyüzünü, mesela Venüs’ü gördünüz mü siz hiç?
Yani bir alan yarattınız mı kendinize kimseyi dahil etmeden. Göğe bakmanın zevkine varmak için.
Siz göğe bakın ben korurum sizin önemli eşyalar tıkıştırdığınız odaları, evleri.
Siz göğe bakın ben takip ederim sizin yerinize hayatı.
Birlikte göğe bakalım. Nasıl olsa sokaklarda kimseler yok, sarhoş olsak da yolumuzu da kesmezler.

“şimdi otobüs gelir biner gideriz
dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç”

Birileri bizi uyandırmak istiyor göğün uykusundan ama biz yine de onlara inat göğe bakalım.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...