• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: yolculuk

Their Eyes Were Watching God / Özgürlüğün Peşinde

09 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

afrika kabileleri, afro amerikan, anlatı, cinsiyet, halle berry, janie, janie crawford, joe starks, leafy, logan killlicks, nanny, odysseus, oral, tea cake woods, their eyes, their eyes were watching god, yolculuk, zora hurston, ırkçılık


their eyes were watching god

Gün geçmiyor ki bir bölümümüzde işlediğimiz derslerden yazı malzemesi çıkmasın. Aslına bakarsanız genel olarak bu blogun bir edebiyat blogu olduğunu düşünürsek tüm bildiklerimi aktarabilirim sayfalara. Şimdilik geride kalmayı düşünüyorum bu konuda ancak sınav öncesi beyin jimnastiği yapmak hem de öğrendiklerimi tekrarlamak için sınavda çıkması muhtemel olan Their Eyes Were Watching God’ı izleyip / araştırıp burada sizlerle paylaşıyorum.

Janie Crawford anneannesinin yanında yetişen gencerek bir kızdır. 16 yaşına geldiğinde güzel bir hareketlenmeye olmaya başlar kendisinde. Doğanın içinde büyüyen bu kızın ilk cinsellik tutkusu yine doğanın üreme tarzından ilham alarak gerçekleşir. Arı ve çiçek ikilisinin tatlı cilveleşmelerinden artık kendisinde de bazı duygular uyandığını hisseder. Tabii ki işin ehli, bu konuları görmüş geçirmiş anneanne buna izin vermez ve en kısa sürede kızın başını bağlamak gerekir diye 60 dönüm arazisi, evi ve öküzleri olan Logan Killicks ile evlendirir. 16 yaşında henüz tam olarak aradığı gerçekliğin ne olduğunu bilmeyen Janie, aşkın evlilik ile gelmediğine işte bu şekilde tanık olur. Yaşadığı hayat daima eksiktir. Aşk hayatı zaten söz konusu değil ancak bir erkekten beklediği şeyler ile karşılığını aldıkları asla birbirini tutmamaktadır. Ancak 1 sene dayanabilir Logan’a. Çünkü Logan onu ne şehre götürür ne de sevgi verebilir. Mutsuzluğu başını aşan Janie’nin çıkış yolu Joe Starks olur. “Call me Jody” diyen Joe arkadaşımız Janie’nin aklını çeler ve ona yeni bir hayat vaat eder. Zaten gitmeye teşne olan kızımız da Joe’nun peşine takılır ve giderler. Yepyeni bir hayat kurar, yeni bir şehir inşa ederler. Zengin olup en süslü püslü kıyafeti giyerler. Ancak bu ilişkide de yolunda gitmeyen bir şeyler vardır. Joe yalnızca kendi iktidarını düşünür ve Janie’ye söz hakkı tanımaz. Halk Janie’den konuşma beklediğinde bile “Karım topluluk önünde konuşmayı bilmez, onun görevi o değil.” der. Joe aslına bakarsanız (bence) çok da aşina olduğumuz bir adamdır. Türk olma ihtimali yüksek. Ayrıca Janie’nin standartlarını sınırlasa da onu sevdiğine inanıyorum. Sonuçta iktidarına boyun eğen herkesi sevebilir erkekler. Aradan 20 sene geçer. Kör topal devam eden ilişkileri çıkmaza girer. Tam da o sıralarda Joe abimiz hakkın rahmetine kavuşur. Özgürlüğe adım ettiğini hisseden Janie bir süre yalnız kalır ta ki Tea Cake denen yeni çocukla karşılaşana kadar. Tea hayatın heyecanı ile Janie’nin hayatına giriş yapar. Onu hem kadın olarak sever hem de birey olarak. Dama oynamayı öğretir, onunla balığa çıkar, çilek toplar. 12 yaş büyük aşkına sahip çıkar. Birkaç küçük yamuk yapar Janie ablamıza ama yine de severler birbirlerini. Yıllardır aradığı aşkı 40’lı yaşlarında bulmuş olur Janie. Her aşk hikayesi gibi tabii ki de bu aşk da sonu hüzünle biter. Çıkan fırtınada köpek tarafından ısırılan  Tea Cake kuduz olur. Paranoyalar başladığı zaman silahını Janie’ye doğrultur ancak Janie’nin elinde tuttuğu pompalı Cake’in silahından erken hareket eder. Tea Cake için yaşadığı şehirden ayrılmasının ikinci yılında yalın ayak bahçıvanlı bir şekilde gelir şehre Janie. Kitabın ve filmin başladığı ve bittiği sahne burasıdır. Janie dönüşümünü tamamlamıştır.

their-eyes-were-watching-gods-hall-berry-izle

Hikayenin giriş, gelişme ve sonucu tam olarak böyledir ancak Janie’de gözlemlediğimiz değişim ve yapabileceğimiz yorumlar bu kadarla sınırlı değildir. Kitapta ve filmde ilk dikkat çeken konu karakterlerin konuşmalarıdır. Neredeyse konuştuklarını anlamak mümkün değildir. Zora Hurston’ın bize bunu yaparak sunmak istediği şey gerçekliği artırmak ve karakterlerin hayatlarını anlamamıza yardımcı olmaktır. Harlem Rönesans’ı döneminde yazdığı roman ile o dönemde dikkatleri üzerine çekemese de Hurston bir süre sonra Amerikan Edebiyatı’nda üst sıralara çıkmış Their Eyes Were Watching God ile. Dil yapısı ve karakterlerin konuşmaları geldikleri köken, yaşadıkları hayat ve hikayeleri konusunda bize önayak oluyor. Güney Amerika yerlilerinin telafuzu olan bu konuşma baskı ve kölelik döneminde sahiplerine karşı Afro-Amerikan’ların ortaya koyduğu yeni bir tarzdır. Yaşadıkları kölelik ve esaret dönemini yalnızca konuşmaları ile değil Nanny’nin yani anneannenin kendi hikayesini Janie’ye anlattığı sırada da görmüş oluyoruz. Sahibi tarafından tecavüze uğrayan Nanny, Leafy adında bir kız çocuğu doğurur. Leafy öldükten sonra kızından sadece Janie kalır Nanny’e. Kendi yaşamadığı her şeyi, her güzelliği ve kendi algısı ile iyiliği Janie yaşasın ister. Daha düzgün insanlar ile daha düzgün ilişkiler yaşayabilmesi için, refah seviyesi yüksek olsun diye Killicks ile evlendirir Janie’yi.

Janie ergenliğin ortalarında ve cinsel arzularının başında bir kız olarak aşkı, gerçek sevgiyi ve bağımsızlığı aramaya başlar. Odysseus gibi çıktığı yolculukta bir süre sonra ilk var olduğu noktaya dönecek ancak bu süre içerisinde zorluklarla karşılayacaktır. İki sevgisiz evlilik yaşamak zorunda kalacak fakat bunların hepsinin özgürlüğünü, kendi sesini ve aşkını kazanma sürecinde önemli adımlar olduğunu daha sonra anlayacaktır. Killicks ile evliliğin aşk getirmediğini öğrenir, Starks ile baskı altında kaldığı sürece kendi olamayacağını. Aşkın kendini rahat hissettiğin bir ortamda baş gösterebileceğini ve kazanman gereken kişiliğini de yine aynı ortamda kazanabileceğini öğrenir. Joe’nun yanında geçirdiği 20 sene boyunca susarak da bir tepki yaratabildiğini, çok şeyi anlayıp algılayabildiğini görür Janie ancak Joe’nun ölümünden sonra hissettiği o özgürlük duygusu tıpkı hikayenin başındaki gibi bir duygudur. Özgürlüğe yaklaştığını hissetmiştir Janie, neredeyse bir arı kadar hafiftir. Tea’nin gelişi ile birlikte de bu özgürlüğe evrilme süreci hızlanır. Kendi içinde yaşayan kadını, aşkı ve özgürlüğü, doğayı bulmuş olur Janie. Tea Cake biraz kaba daha doğrusu toy olsa da yaşattığı aşk ile tüm o olgun adamları sollamıştır. Gençliğin heyecanını daha önce hissetme şansı bulamamış olan Janie’ye zerk eder. Böylece ikisi de daha özgür olmaya koşarlar.

Romandaki tüm erkek karakterlerin bir şekilde ortadan kayboluyor olduğunu düşünürsek onların Janie için bir araç olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü Tea Cake’i öldüren kurşun ironik bir şekilde onun Janie’ye silah kullanmayı öğretmesi sonucu kendisine isabet etmiştir. Janie özgürlüğün kokusunu alan bir fare gibi onun peşinden koşmuş ve sonunda her şeyi göze alarak özgürlüğün kollarına atmıştır kendisi.

Sürekli olarak kendi sesini oluşturabilmek, karakterini yaşatabilmek ve aşkı bulabilmek için çalışan Janie en sonunda aradığı sese sahip olur hatta Afrika kabilelerinin en önemli özelliklerinden bir tanesi olan hikaye anlatıcılığı bile eline almış olur. Yazı yolu ile değil de anlatı yolu ile insanlara ulaşabilecek kapasiteye  varmıştır bu yolculuk sonunda.

Zannediyorum kitabı incelerken beni en çok hoşnut eden çıkarım Odysseus ile aralarındaki benzerlik oldu. Sevdim bu fikri, dipli başlı bir şekilde araştırmaya vaktim olduğunda bu ikiliyi tekrar sizlere sunacağım.

Their Eyes Were Watching Gods Trailer

Zahir’in Ardındaki Görüntü

05 Salı Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerika, öznur doğan, can yayınları, erkek, fransa, kadın, kazakistan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, odysseus, oznurdogan.com, paulo coelho, penelope, roman, savaş muhabiri, simyacı, the zahir, yolculuk, zahir


Sınav stresi mi dersiniz yoksa iş mi, biraz uzaklaştım blogumdan ve kitaplardan. 1 haftadır herhangi bir yazı da yazmamışım. Zaman hızlı geçiyor fakat yakalamaya çalışıyorum ben onu.

Uzun zaman önce hediye gelen bir kitaptı bana Zahir. Paulo’nun daha önce Simyacı’sını okumuştum bir tek ve o yeterdi bu kitabı da okumaya. Ama olmadı. Başladım önce Zahir’e, her şey çok güzel gidiyordu. Nereydeyse sonlarına da yaklaşmıştım. Kalsa kalsa 80 sayfa kalmıştı. Bir şeyler oldu ve ben bu kitabı okumayı bıraktım.

Bir şeylere, birilerine benziyordu kitap. Nasıl derim bilmiyorum, sanki çok tanıdıktı bana ve ikinci bir okuma yapıyor gibiydim. Evet, tanıdık bir yüz  görmüş gibi hissediyordum fakat bir yandan da tekrara düşmenin gerginliği vardı.

Aradan yaklaşık bir sene geçtikten sonra kitabı tekrar elime aldım. Neden bıraktığımı bile hatırlamıyordum artık. Azıcık kalmış bu kitap zaten, bitirmeliyim hemen dedim ve bitirdim. Ağzımda kekremsi bir tat.

İlk olarak Zahir’den bahsedişi ve onu anlatışı çok güzeldi, kendi zahirini bulmaya çalışıyor insan tam da o anlarda. Acaba bizim de bir zahirimiz var mıydı? Ama bunlar biraz Rosebud biraz da tak tak takıntı kokuyordu. Şimdi tahminen pek çok kişinin “hadi oradan” dediğini duyar gibi olacağım. Oldum da.

Amacım Paulo’yu ya da kitabı kötülemek değil. Benim böyle bir tavırda olmam hiçbir şeyi değiştirmez. Amacım, birkaç gözü de olsa açabilmek. Coelho’nun kitapları aynı minvalde dönen kitaplar gibi geliyor bana. Aynı Grange gibi, aynı Brown gibi. Diğerlerinden tek farkı, daha çok manevi oluşu. İşte bu manevi noktalar insanı en çok çeken şeyler. Peki ya gerisi?

Kitabın son sayfalarında -spoiler içermekte- kitap boyunca yapılan alıntılar ve referanslar var. Ben en sonunda bu kitabın tüm karakterlerini ve temalarını, yerlerini ve hikayelerini bir başıma yazdım denmesini beklerdim. Esin kaynağı olarak bir şeyleri seçmek mantıklı fakat hayattan doğrudan alınıp sunulmuş gibi hissettim.

Bir diğer nokta ise, kahramanımız çölleri aşıp eşine kavuştuktan sonra hayatlarına kaldıkları yerden devam etmeleri, kadının hamile olması. Bu iki nokta kitabın bitişi için çok sıradan bir son olarak geldi bana. Kapı açıldığında orada kadını değil kendisini görseydi işte o zaman journey motive dediğimiz yolculuk motifi ve üzerine söylenen her şey daha da yerli yerinde olacaktı. Kitabın tek beni mest eden noktası, Odisseus ve Penelope benzetmeleri oldu. Mitoloji düşkünü olduğum için sevdim tamamen, bastım bağrıma.

Kitap bitti, her şey yerli yerindeydi, eksikler ya da fazlalar yoktu ama geride kalan bir kitaptı benim için.

Uzun zamandır ilk defa bir kitap için böyle düşündüğümü düşünürsek…

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...