• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: fransa

Total Eclipse

10 Pazar Şub 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

afrika, arthur rimbaud, arthurt rimbaud, david thewlis, eşcinsel ilişki, fransa, fransız edebiyatı, fransız şair, fransız şiiri, ingiltere, leonardo di caprio, londra, mathilde, paris, paul verlaine, romane bohringer, sempati, total eclipse


tota eclipseLeonardo Di Caprio izlemeyi sevenlerin izlerken “Vay aman, aman anam.” diye dolanacakları bir film olmuş Total Eclipse. İki ünlü Fransız şair Paul Verlaine ve Arthur Rimbaud’nun gerçek hayatını anlatan filmde gencecik bir Leonardo Di Caprio ile orta yaşlı bir David Thewls görüyoruz. 16 yaşında yepyeni bir tarz ile Fransız Edebiyatı’na giriş yapan ve dahi olmak için yola çıkan Rimbaud’yu Verlaine’in kol kanat germesi ile büyürken buluyoruz. Bu ikilinin eşcinsel ilişkileri her ne kadar filmin ana noktasında dursa da mesele yalnızca bir ilişki sonunda olgunlaşmayı bilen iki adam değil iki farklı şair zihniyetinin ortaya çıkması oluyor.

Paul’un Mathilde adında güzel bir karısı var. Hamile ve Paul’u seviyor. Paul ise Arthur’un gelişi ile birlikte içme alışkanlığına iyice gem vuramayıp sarhoş bir şekilde karısına yapmadığını bırakmıyor. Duyguları da şiirleri kadar yoğun Paul’un. Yalnızca içerek unutabileceğine ve unutması gerektiğine inanıyor. Arthur ise yanımızda olsa dövmek isteyebileceğimiz tipten bir çocuk. Çok bilmiş, nobran, küçük çapta hırsız, büyük çapta bencil. İlk başta hiçbir şekilde Arthur’a sempati duyamıyoruz. Paul’un tüm değişiminin nedenini Arthur olarak görüyoruz. Bir açıdan durum böyle olsa da Paul’un zaten kendisini içkiye vererek yaşadığı hayattan mutlu olmadığını da anlamış oluyor.

Rimbaud Fransız Edebiyatı’nda yeni bir soluk olduğunu biliyor. Bu yüzden bunun eminliği ile hareket edip çevresindeki hiçbir şeyi kabul etmiyor. Yazı yazmanın zorlayıcı evrelerinden geçiyor.

total-eclipse-leonardo-dicaprio-arthur-rimbaund

Filmde gözümüze takılan ve hatta bariz bir şekilde  sokulan eşcinsellik teması ise verilebilecek en naif şekilde verilmiş. Özellikle Arthur ile Paul’un ilk öpüşme anlarından rahatsız olabilmek imkansız. Öylesine gelişigüzel ve içten öpüşüyorlar ki tüm homofobileri yıkabilecek güçte neredeyse. Yalnızca bu eşcinsellik konusunda kafama takılan en önemli nokta Arthur’un 16 yaşındayken bu ilişkiye başlıyor oluşu. Yani bildiğiniz çatır çutur sevişiyor adam. Hep nasip.

Arthur Rimbaud: The only unbearable thing is that nothing is unbearable. 

 

Arthur Rimbaud: Love has to be reinvented. 

 

Paul Verlaine: Sometimes he speaks in a kind of tender dialect of the death which causes repentence, of the unhappy men who certainly exist, of painful tasks and heartrending departures. In the hovels where we got drunk he wept looking at those who surrounded us, the cattle of poverty. He lifted up drunks in the black streets. He had the pity a bad mother has for small children. He moved with the grace of a little girl at catechism. He pretended to know about everything, business, art, medicine. I followed him, I had to! 

 

Total Eclipse Trailer

Zahir’in Ardındaki Görüntü

05 Salı Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerika, öznur doğan, can yayınları, erkek, fransa, kadın, kazakistan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, odysseus, oznurdogan.com, paulo coelho, penelope, roman, savaş muhabiri, simyacı, the zahir, yolculuk, zahir


Sınav stresi mi dersiniz yoksa iş mi, biraz uzaklaştım blogumdan ve kitaplardan. 1 haftadır herhangi bir yazı da yazmamışım. Zaman hızlı geçiyor fakat yakalamaya çalışıyorum ben onu.

Uzun zaman önce hediye gelen bir kitaptı bana Zahir. Paulo’nun daha önce Simyacı’sını okumuştum bir tek ve o yeterdi bu kitabı da okumaya. Ama olmadı. Başladım önce Zahir’e, her şey çok güzel gidiyordu. Nereydeyse sonlarına da yaklaşmıştım. Kalsa kalsa 80 sayfa kalmıştı. Bir şeyler oldu ve ben bu kitabı okumayı bıraktım.

Bir şeylere, birilerine benziyordu kitap. Nasıl derim bilmiyorum, sanki çok tanıdıktı bana ve ikinci bir okuma yapıyor gibiydim. Evet, tanıdık bir yüz  görmüş gibi hissediyordum fakat bir yandan da tekrara düşmenin gerginliği vardı.

Aradan yaklaşık bir sene geçtikten sonra kitabı tekrar elime aldım. Neden bıraktığımı bile hatırlamıyordum artık. Azıcık kalmış bu kitap zaten, bitirmeliyim hemen dedim ve bitirdim. Ağzımda kekremsi bir tat.

İlk olarak Zahir’den bahsedişi ve onu anlatışı çok güzeldi, kendi zahirini bulmaya çalışıyor insan tam da o anlarda. Acaba bizim de bir zahirimiz var mıydı? Ama bunlar biraz Rosebud biraz da tak tak takıntı kokuyordu. Şimdi tahminen pek çok kişinin “hadi oradan” dediğini duyar gibi olacağım. Oldum da.

Amacım Paulo’yu ya da kitabı kötülemek değil. Benim böyle bir tavırda olmam hiçbir şeyi değiştirmez. Amacım, birkaç gözü de olsa açabilmek. Coelho’nun kitapları aynı minvalde dönen kitaplar gibi geliyor bana. Aynı Grange gibi, aynı Brown gibi. Diğerlerinden tek farkı, daha çok manevi oluşu. İşte bu manevi noktalar insanı en çok çeken şeyler. Peki ya gerisi?

Kitabın son sayfalarında -spoiler içermekte- kitap boyunca yapılan alıntılar ve referanslar var. Ben en sonunda bu kitabın tüm karakterlerini ve temalarını, yerlerini ve hikayelerini bir başıma yazdım denmesini beklerdim. Esin kaynağı olarak bir şeyleri seçmek mantıklı fakat hayattan doğrudan alınıp sunulmuş gibi hissettim.

Bir diğer nokta ise, kahramanımız çölleri aşıp eşine kavuştuktan sonra hayatlarına kaldıkları yerden devam etmeleri, kadının hamile olması. Bu iki nokta kitabın bitişi için çok sıradan bir son olarak geldi bana. Kapı açıldığında orada kadını değil kendisini görseydi işte o zaman journey motive dediğimiz yolculuk motifi ve üzerine söylenen her şey daha da yerli yerinde olacaktı. Kitabın tek beni mest eden noktası, Odisseus ve Penelope benzetmeleri oldu. Mitoloji düşkünü olduğum için sevdim tamamen, bastım bağrıma.

Kitap bitti, her şey yerli yerindeydi, eksikler ya da fazlalar yoktu ama geride kalan bir kitaptı benim için.

Uzun zamandır ilk defa bir kitap için böyle düşündüğümü düşünürsek…

Bakışları Çakmak Adam

02 Cuma Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 8 Yorum

Etiketler

ölü ruhlar ormanı, öznur doğan, dan brown, fransa, jean christophe grange, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, koloni, kurtlar imparatorluğu, kızıl nehirler, leyleklerin uçuşu, maroia, oznurdogan.com, polisiye gerilim, siyah kan, taş meclisi, yunanistan, şeytan yemini, İstanbul


Fotoğraftan tanıyanlar için gerçek bir çakmak adam, tanımayanlar için tanıtıyorum; Jean Christophe Grange. Adı üzerinde uzun tartışmalar yapılan adam. Bu adamın soyadı nasıl okunacak? Gıranjj diyen var, Granje diyen var. Ben yazmayı tercih ediyorum, okumuyorum adını. Sinsilik yapıyorum biraz.

Polisiye romanları sevdiğimi bilmiyordum henüz, sınıfta bir kitap dönüp duruyor. Siyah Kan adı. Arkadaşlarımın hepsi çok beğenmiş durumdalar, bense aksiyon filmlerini sevmeme rağmen henüz polisiye gerilim roman türüne adımımı atmış değilim. (Arkasından Dan Brown serileri gelecektir.) Herkes okuduktan sonra ve hiçbir yorumu dinlemedikten sonra okumaya başlıyorum Siyah Kan’ı. Sağlam bir kurgusu var, anlatılan olay insanı allak bullak ediyor, anlatış şeklinden çok. İlk olarak büyük bir hayranlık duymaya başlıyorum bizim çakmak oğlana, sonra bakıyorum ki oğlan değilmiş bu adam. Çakmak adam oluveriyor birden. Hemen bir ikinci kitabını bulma sevdasına dalıyorum. Ve ardından Şeytan Yemini’ne başlıyorum.

Şeytan Yemini henüz yeni çıkmış, dumanı üzerinde tütüyor. Bir heyecandır alıyor beni yeniden. Bir solukta bir kitap daha bitirmenin büyük hevesi içindeyim. Gelen geçene “Bir yazar var, aklınız duracak, çok acayip yazıyor.” deyip duruyorum. Kandırabildiklerime kitabı veriyorum, onlar da okuyorlar. Harçlıklarımızı birleştiriyoruz, tüm Grange kitaplarını almaya karar veriyoruz arkadaşımla. İlk kitap bende kalacak satın aldığımız. Bu kitap da Şeytan Yemini. Şeytan yemini aşağı Şeytan Yemini yukarı, Yunanistan’a götürüyorum ben Şeytan Yemini’ni ve parkta unutuyorum, parkta yere koyuyorum çünkü kitabı. Unuttuğumu fark edip tekrar parka döndüğümde kitabı yakılmış halde buluyorum. Tahminen Yunan çocukları bir güzel yakmışlar, artık ne amaçla yaktılarsa?

Ardından İstanbul’a dönüyorum, yanımda birazcık para var. Euro bazında anneanne eli öpmüşüm, cüzdanım Euro görmüş durumda. Hemen iki kitabını daha alıyorum. İlki Leyleklerin Uçuşu, diğerlerinden daha ucuz olduğu için. Bu noktada ağır —spoiler —- veriyorum ve leyleklerin ayaklarında elmas taşıma işine bir kere daha vuruluyorum. İçimdeki aksiyonu durdurabilene aşk olsun, kitap okuma aşkı ayyuka çıksın.

Bir sonraki durağım Taş Meclisi oluyor, fakat Taş Meclisi’nde bir eksik var sanki. Bu sefer “Harika, mutlaka okumalısınız!!” bağırışlarım duyulmuyor. Sakince kitabı kaldırıyorum kitaplığa. Eksik bir şeyler var bu sefer, buldum bulacağım kıvamındayım. Biraz da üzüntü var üzerimde, haksızlık edilmiş gibi hissediyorum kendime; Nasıl kötü bir roman yazar?

Biraz ara veriyorum doğal olarak Grange okumaya, çünkü aldattı beni diye düşünüyorum. İstanbul’a imza gününe gelsin de bir iki laf sokayım diye beklediğim günler oluyor. Artistlenip imzalatmamayı düşünüyorum. Yine de bir yandan Kurtlar İmparatorluğu bana bakarken vazgeçemiyorum bu adamdan. Bir de diyorum ya çakmak çakmak bakıyor, küçükken dedemin bana dediği gibi.

Kurtlar İmparatorluğu içinde bol bol Türk, Türkiye kelimelerini barındırdığı için çok cazip geliyor. Tanıdık bildik yerlerden bahsediyor Grange, ben de gizli milliyetçi miyim neyim bilmiyorum, ne zaman Türkiye’ye ait bir şeyler görsem kanım kaynar yazıya. Memleket ister canım demek ki.

Kurtlar İmparatorluğu Taş Meclisi’nden daha kuvvetli geliyor. Ama ben artık polisiye gerilim okumaktan bıkmak üzereyim. Bünyeye böyle birden yüklenince hatalar verebiliyor tabii. Ne yapsam ne etsem diye düşünüyorum. Araya kitaplar sokmak istiyorum fakat yapamıyorum, beynim oldukça yorgun.  Fakat artık beni biraz tedirgin eden bir şey var kitaplarda. Bu adamın tüm kitapları neden mutlu sonla bitiyor?

Bu çakmak adam neden açık uçlu bir roman yazmıyor? Neden illa ki polisimiz, dedektifimiz işin üstesinde geliyor? Şimdiye kadar aydınlatılmamış yüzbinlerce cinayet yok muydu yani? Sinek küçük ama mide bulandırır misali, beni bir geriyor bu gerçek. Böyle bir gerçeği kendime söylemem de bayağı zamanımı alıyor. En sonunda  son bir umut Koloni çıkıyor ve ben satın alıyorum.

Koloni diğerlerinden daha farklı (kapağından da anlaşılacağı üzere) fakat bu fark en sonunda belli oluyor.  Yani gidişat yine okumuş olduğum diğer Grange kitaplarındaki gibi. Bozulmak ile bozulmamak arasında sona geldiğimde açık uçlu bir kitap bulmak karşımda beni baştan yaratıyor. Tekrar seviyorum çakmak adamı. Çünkü uzaklaşmış oluyor biraz kendi karar verdiği ve sürekli uyguladığı sonlardan.

İki kitabı daha var çakmak adamın, Kızıl Nehirler (arkadaşımda olup da almadığım) bir de Ölü Ruhlar Ormanı (fiyatından sebep gerilip almadığım). Şimdilik bu iki kitabı okumayı düşünmüyorum, çünkü Koloni’nin son hali ve damağımda kalması gereken Grange tadının bu kadar olması gerektiğini düşünüyorum. Polisiye gerilim sayfasını kapatıyorum.

Doğu’nun Limanları’nda İnanç

16 Perşembe Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

american history x, amin maalouf, öznur doğan, doğu'nun limanları, ermeni, fransa, ideoloji, inanç, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, romantik, türkiye, yapı kredi yayınları


Uzun süredir en çok araştırılıp soruşturulan şeylerden birisi “inanç”. Pek çok film, pek çok kitap, pek çok dizi bunu işledi. Hepsi farklı bir şekilde anlattı.

American History X’te inandığımız şeylerin aslında gerçek olamayacağını hatırladık. Peşinden koştuğumuz, ideal olarak inandıklarımızın boşa çıkabileceğiniz, bizi yanıltabileceğini hatta bizi kullanabileceğini gördük.

Yine aynı şekilde Romantik’te son sahnede en vurucu cümle gelmişti; İnanç perdesi ne kadar kalınsa akıl güneşi o kadar geç doğar. Gözlerimizi kör edebilen inanç için birkaç söyleyecek sözü vardı herkesin.

Kimisine göre inanmak yapılabilecek en büyük çılgınlık, kimisi için en büyük yersizlik.

Amin Maalouf da bir hayata, bir aşka ve bir ideolojiye inandırıyor aynı anda karakterini.

Doğu’nun Limanları’nda siyasi açıdan inandığınız her şeyin peşinden gidebileceğiniz, sonuçları ile karşılaştığınızda yapacak bir şeyinizin olmadığı, ideallerinizin sizi iyi sokaklara da kötü sokaklara da çıkarabildiği, bazen hayatınızı kurtardığı bazen ise bir safsata halinde sizi yok etmeye çalıştığı gerçeğini gözler önüne seriyor.

Aynı zamanda bir aşka inancı sınıyor. Yıllar içinde ne kadar değişebilir? Uzaktayken ne kadar katlanılır olabilir? Taraflar beklerler mi yoksa gitmeye teşneler midir? Aşk hangi yükümlülüklerle devam eder, hangi şartlar altında fedakarlığa dönüşür gibi bir sürü soruya cevap veriyor.

Bir de hayatı sorgulatıyor, aileyi, bir kız ile bir babanın arasındaki bağı, bu bağa inancı bize gösteriyor. Vazgeçmeyen bir baba ve vazgeçmeyen bir kız; en az babası kadar hayata sıkı tutunan bir genç kadın.

Yıllar sonra Doğu’nun Limanları’nı tekrar okuğumda ne düşüneceğim hiç bilmiyorum, şimdiye kadar inandığım ve hatta idealize ettiğim pek çok şeyin bir yokluktan ibaret olduğunu mu yoksa aslında inandığımız şeylerin temelde değişmediğini mi? Merakla bekliyorum.

Bir Dinozorun Anıları/Gezileri

16 Perşembe Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

abidin dino, öznur doğan, bir dinozorun anıları, bir dinozorun gezileri, fransa, ingiliz dili ve edebiyatı, istanbul üniversitesi, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, mina urgan, neyzen tevfik, oznurdogan.com, rusya


Bir kadın düşünün, kendisi küçücük ama evreni kocaman. Doğduğu şehir kocaman, yaşadığı muhit kocaman, bilgi seviyesi ha keza. Şimdi o kadını dünyanın en tatlı ninesi olarak düşünün bir de. Benim böyle bir ninem olmadı ama onun hem kedileri hem de torunları çok şanslıydı. O kadın Mina Urgan’dı.

Kendisine dinozor diyebilecek kadar alçakgönüllü, insanların alışkanlıklarıyla yaşlanmasını dileyecek kadar sigaraya düşkündü. Hastalığı döneminde bile sigaradan vazgeçmedi, kır saçları bembeyaz elleri ile yine de içti sigarası.

Torununun “Satılık nine vaar, hem okur hem yazaar, satılık nine vaar.” deyişini bizle paylaşan, yediği içtiği onun olsun gördüklerini gezdiklerini bizi anlatan bir kadın. Soyadı Urgan, biraz araştırın bakalım bu soyadı ona kim neden vermiş?

Bir Dinozorun Anıları ve Bir Dinozor’un gezileri Mina Urgan’ın otobiyorgrafik çalışmaları. Anılarında kendi tatlı ailesinden bahsedip başından geçen olayların hemen hemen hepsini anlatırken Bir Dinozorun Gezileri’nde dudak uçaklatan, kıskandıran, insanı yerinde şöyle bir kıpırdatan o gezi hayatını anlatıyor.

Neden mi? Mina Urgan’ın yapmadığı iş, gezmediği yer, tanışmadığı insan kalmamış da ondan. Neyzen Tevfik’ten tutun da Abidin Dino’ya kadar, Fransa’dan tutun da St.Petersburg’a, okuldan kaçıp yüzmelere gidip de İstanbul Üniversitesi İngiliz ve Edebiyatı bölümünde profesörlüğe kadar.

Okurken gülümsemeyi elden bırakamadığım iki kitap oldu Bir Dinozorun Anıları ve Bir Dinozorun Gezileri.

Dinozor olduğumuzda acaba onun kadar yaşamış, görmüş ve geçirmiş olabilecek miyiz? Tek kelime dökülebiliyor Mina Urgan için dilimden ama ta en derinden, “Canım…”.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com.

Vazgeç
Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası