• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: odysseus

Their Eyes Were Watching God / Özgürlüğün Peşinde

09 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

afrika kabileleri, afro amerikan, anlatı, cinsiyet, halle berry, janie, janie crawford, joe starks, leafy, logan killlicks, nanny, odysseus, oral, tea cake woods, their eyes, their eyes were watching god, yolculuk, zora hurston, ırkçılık


their eyes were watching god

Gün geçmiyor ki bir bölümümüzde işlediğimiz derslerden yazı malzemesi çıkmasın. Aslına bakarsanız genel olarak bu blogun bir edebiyat blogu olduğunu düşünürsek tüm bildiklerimi aktarabilirim sayfalara. Şimdilik geride kalmayı düşünüyorum bu konuda ancak sınav öncesi beyin jimnastiği yapmak hem de öğrendiklerimi tekrarlamak için sınavda çıkması muhtemel olan Their Eyes Were Watching God’ı izleyip / araştırıp burada sizlerle paylaşıyorum.

Janie Crawford anneannesinin yanında yetişen gencerek bir kızdır. 16 yaşına geldiğinde güzel bir hareketlenmeye olmaya başlar kendisinde. Doğanın içinde büyüyen bu kızın ilk cinsellik tutkusu yine doğanın üreme tarzından ilham alarak gerçekleşir. Arı ve çiçek ikilisinin tatlı cilveleşmelerinden artık kendisinde de bazı duygular uyandığını hisseder. Tabii ki işin ehli, bu konuları görmüş geçirmiş anneanne buna izin vermez ve en kısa sürede kızın başını bağlamak gerekir diye 60 dönüm arazisi, evi ve öküzleri olan Logan Killicks ile evlendirir. 16 yaşında henüz tam olarak aradığı gerçekliğin ne olduğunu bilmeyen Janie, aşkın evlilik ile gelmediğine işte bu şekilde tanık olur. Yaşadığı hayat daima eksiktir. Aşk hayatı zaten söz konusu değil ancak bir erkekten beklediği şeyler ile karşılığını aldıkları asla birbirini tutmamaktadır. Ancak 1 sene dayanabilir Logan’a. Çünkü Logan onu ne şehre götürür ne de sevgi verebilir. Mutsuzluğu başını aşan Janie’nin çıkış yolu Joe Starks olur. “Call me Jody” diyen Joe arkadaşımız Janie’nin aklını çeler ve ona yeni bir hayat vaat eder. Zaten gitmeye teşne olan kızımız da Joe’nun peşine takılır ve giderler. Yepyeni bir hayat kurar, yeni bir şehir inşa ederler. Zengin olup en süslü püslü kıyafeti giyerler. Ancak bu ilişkide de yolunda gitmeyen bir şeyler vardır. Joe yalnızca kendi iktidarını düşünür ve Janie’ye söz hakkı tanımaz. Halk Janie’den konuşma beklediğinde bile “Karım topluluk önünde konuşmayı bilmez, onun görevi o değil.” der. Joe aslına bakarsanız (bence) çok da aşina olduğumuz bir adamdır. Türk olma ihtimali yüksek. Ayrıca Janie’nin standartlarını sınırlasa da onu sevdiğine inanıyorum. Sonuçta iktidarına boyun eğen herkesi sevebilir erkekler. Aradan 20 sene geçer. Kör topal devam eden ilişkileri çıkmaza girer. Tam da o sıralarda Joe abimiz hakkın rahmetine kavuşur. Özgürlüğe adım ettiğini hisseden Janie bir süre yalnız kalır ta ki Tea Cake denen yeni çocukla karşılaşana kadar. Tea hayatın heyecanı ile Janie’nin hayatına giriş yapar. Onu hem kadın olarak sever hem de birey olarak. Dama oynamayı öğretir, onunla balığa çıkar, çilek toplar. 12 yaş büyük aşkına sahip çıkar. Birkaç küçük yamuk yapar Janie ablamıza ama yine de severler birbirlerini. Yıllardır aradığı aşkı 40’lı yaşlarında bulmuş olur Janie. Her aşk hikayesi gibi tabii ki de bu aşk da sonu hüzünle biter. Çıkan fırtınada köpek tarafından ısırılan  Tea Cake kuduz olur. Paranoyalar başladığı zaman silahını Janie’ye doğrultur ancak Janie’nin elinde tuttuğu pompalı Cake’in silahından erken hareket eder. Tea Cake için yaşadığı şehirden ayrılmasının ikinci yılında yalın ayak bahçıvanlı bir şekilde gelir şehre Janie. Kitabın ve filmin başladığı ve bittiği sahne burasıdır. Janie dönüşümünü tamamlamıştır.

their-eyes-were-watching-gods-hall-berry-izle

Hikayenin giriş, gelişme ve sonucu tam olarak böyledir ancak Janie’de gözlemlediğimiz değişim ve yapabileceğimiz yorumlar bu kadarla sınırlı değildir. Kitapta ve filmde ilk dikkat çeken konu karakterlerin konuşmalarıdır. Neredeyse konuştuklarını anlamak mümkün değildir. Zora Hurston’ın bize bunu yaparak sunmak istediği şey gerçekliği artırmak ve karakterlerin hayatlarını anlamamıza yardımcı olmaktır. Harlem Rönesans’ı döneminde yazdığı roman ile o dönemde dikkatleri üzerine çekemese de Hurston bir süre sonra Amerikan Edebiyatı’nda üst sıralara çıkmış Their Eyes Were Watching God ile. Dil yapısı ve karakterlerin konuşmaları geldikleri köken, yaşadıkları hayat ve hikayeleri konusunda bize önayak oluyor. Güney Amerika yerlilerinin telafuzu olan bu konuşma baskı ve kölelik döneminde sahiplerine karşı Afro-Amerikan’ların ortaya koyduğu yeni bir tarzdır. Yaşadıkları kölelik ve esaret dönemini yalnızca konuşmaları ile değil Nanny’nin yani anneannenin kendi hikayesini Janie’ye anlattığı sırada da görmüş oluyoruz. Sahibi tarafından tecavüze uğrayan Nanny, Leafy adında bir kız çocuğu doğurur. Leafy öldükten sonra kızından sadece Janie kalır Nanny’e. Kendi yaşamadığı her şeyi, her güzelliği ve kendi algısı ile iyiliği Janie yaşasın ister. Daha düzgün insanlar ile daha düzgün ilişkiler yaşayabilmesi için, refah seviyesi yüksek olsun diye Killicks ile evlendirir Janie’yi.

Janie ergenliğin ortalarında ve cinsel arzularının başında bir kız olarak aşkı, gerçek sevgiyi ve bağımsızlığı aramaya başlar. Odysseus gibi çıktığı yolculukta bir süre sonra ilk var olduğu noktaya dönecek ancak bu süre içerisinde zorluklarla karşılayacaktır. İki sevgisiz evlilik yaşamak zorunda kalacak fakat bunların hepsinin özgürlüğünü, kendi sesini ve aşkını kazanma sürecinde önemli adımlar olduğunu daha sonra anlayacaktır. Killicks ile evliliğin aşk getirmediğini öğrenir, Starks ile baskı altında kaldığı sürece kendi olamayacağını. Aşkın kendini rahat hissettiğin bir ortamda baş gösterebileceğini ve kazanman gereken kişiliğini de yine aynı ortamda kazanabileceğini öğrenir. Joe’nun yanında geçirdiği 20 sene boyunca susarak da bir tepki yaratabildiğini, çok şeyi anlayıp algılayabildiğini görür Janie ancak Joe’nun ölümünden sonra hissettiği o özgürlük duygusu tıpkı hikayenin başındaki gibi bir duygudur. Özgürlüğe yaklaştığını hissetmiştir Janie, neredeyse bir arı kadar hafiftir. Tea’nin gelişi ile birlikte de bu özgürlüğe evrilme süreci hızlanır. Kendi içinde yaşayan kadını, aşkı ve özgürlüğü, doğayı bulmuş olur Janie. Tea Cake biraz kaba daha doğrusu toy olsa da yaşattığı aşk ile tüm o olgun adamları sollamıştır. Gençliğin heyecanını daha önce hissetme şansı bulamamış olan Janie’ye zerk eder. Böylece ikisi de daha özgür olmaya koşarlar.

Romandaki tüm erkek karakterlerin bir şekilde ortadan kayboluyor olduğunu düşünürsek onların Janie için bir araç olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü Tea Cake’i öldüren kurşun ironik bir şekilde onun Janie’ye silah kullanmayı öğretmesi sonucu kendisine isabet etmiştir. Janie özgürlüğün kokusunu alan bir fare gibi onun peşinden koşmuş ve sonunda her şeyi göze alarak özgürlüğün kollarına atmıştır kendisi.

Sürekli olarak kendi sesini oluşturabilmek, karakterini yaşatabilmek ve aşkı bulabilmek için çalışan Janie en sonunda aradığı sese sahip olur hatta Afrika kabilelerinin en önemli özelliklerinden bir tanesi olan hikaye anlatıcılığı bile eline almış olur. Yazı yolu ile değil de anlatı yolu ile insanlara ulaşabilecek kapasiteye  varmıştır bu yolculuk sonunda.

Zannediyorum kitabı incelerken beni en çok hoşnut eden çıkarım Odysseus ile aralarındaki benzerlik oldu. Sevdim bu fikri, dipli başlı bir şekilde araştırmaya vaktim olduğunda bu ikiliyi tekrar sizlere sunacağım.

Their Eyes Were Watching Gods Trailer

Odysseia / Homeros’un Sesi

12 Pazartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

athene, aşilus, can yayınlarıı, homeros, ilyada, ithaka, kiklop, Odysseia, odysseus, penelope, poseidon, sirenler, telemakhos, tepegöz, ulysses


Savaş biter… Herkes geri dönmeye hazırlanmıştır ve dönüyordur. Kayıplar çoktur. Gidenler dünyanın en şanlı savaşında yer almışlar, dönüş yollarını uzun zaman gözlemişlerdir. İçlerinde Odysseus – Ulysses’ın olduğu bir grup ise çok çok çok zaman sonra anavatanlarına kavuşabilmeleri üzerine Poseidon tarafından lanetlenmiştir. Tanrılar Odysseus’un ailesine kavuşacağına, Penelope’nin saçlarını bir kez daha okşayarak uyuyabileceğine vakıftır fakat deniz yolculuğuna çıkmış bu tanrısal adamın başından geçmesi gereken yüzlerce olay, karşılaşması gereken insanlar ve kadınlar vardır.

Yaşanılan her bir olay Odysseus ve arkadaşlarının bağlılıklarını ölçen, amaçlarına hangi boyutlarda sıkı tutunduklarını gösteren olaylardır. İlyada’nın devamı niteliğinde olan bu hikayede İthaka’ya dönüş yollarının ne kadar karanlık olduğunu görürüz. Topraklarından, karısından ve yeni doğmuş oğlundan 20 sene boyunca uzak kalmak zorunda kalır Odysseus. Kimseler bilmemektedir öldü mü kaldı mı? Bu zaman zarfında Penelope -zekada tanrıçalara denk- evlenmemek için taliplerinden herhangi bir ile küçük bir oyuna karışır seneler sürecek. Kocası için bir kefen dikmeye başlar. Her sabah diker, her akşam çözer. Uzun yıllar boyunca taliplerini böyle kandırabilir, ta ki hizmetçilerinden bir tanesi taliplerine Penelope’nin çevirdiği işi söyleyene kadar. Odysseus’un yokluğundan fırsat bilen talipler kralın evini yağmalamaktadır. Her gün koyunlar kesilir, hizmetçiler ile sevişilir, Penelope’ye göz süzülür. Telemakhos, Odysseus’un oğlu, her şeyin gözleri önünde olup bitmesini izlemektedir. Elinden bir şey gelmez çünkü talipler şehrin en azılı adamlarıdır. Bir akşam babasını bulmak, bulmasa bile ondan haber almak amacı ile yola çıkar tanrıça Athene’in yardımı ile. Aynı anda Odysseus geri dönüş yollarındadır.

Kikloplar, Tepegöz, Sirenler ve daha fazlası ile karşılaşır. Krallar tarafından konuk edilir Odysseus. Telemakhos da ulaşabildiği yerlere gitmektedir. Sonunda Telemakhos geri dönmeye karar verir, işaretler babasının geri geleceğini göstermektedir. İthaka’ya binbir badire sonrasında geri dönen Odysseus oğlu ile buluşur. Bir baba ile oğlunun karşılaşmasına tanık oluruz o anda. Ardından talipleri nasıl öldürecekleri üzerine plan yaparlar. Zekası ve kurnazlığı ile ünlü Odysseus yol gösterir oğluna. Dilenci kılığında kraliyet sofrasında yerini alır, Penelope tarafından düzenlenen yarışa talipler tabii tutulur. Odysseus dilenci görünümünün altındaki güçlü erkeği bu sayede ortaya çıkarır. İki iyi savaşçı, Telemakhos ve Odysseus tüm talipleri öldürürler. Mutlu sonla biten ve tarihin ilk romanlarından bir tanesi olan Odysseia yüzlerce sembol, anlam ve gönderme içerir.

İlk olarak deniz motifinin olduğunu görürüz. Ne zaman okuduğunuz bir kitapta deniz görüyorsunuz ya da nehir, işte orada bir maturity process olacaktır. Baş kahraman ya da yan kahramanımız mutlaka bir olgunlaşma evresi geçirecektir. Zaten aklı başında olan Odysseus ilk olarak Truva’ya ardından da oradan dönüşte İthaka’ya deniz üzerinde gider. Dönüşünün sonunda hayatının en büyük zorlu görevini yapmış bir adam görürüz. Küçük adam Telemakhos da aklını toplamak, babasına eş değer akıllı bir adam olabilmek için yola çıkar. Denizleri aşan adamlar olarak bilgelik yolunda adım atmış olurlar.

Odysseus’un karşılaştığı her zorluk, hayatının bir bölümüne önemli bir şekilde etki eden olaylardır. Tanrıçalar tarafından alıkoyulması, sirenlerin aldatıcı seslerine kanmaması ailevi bağlarının güçlü olması gerektiğini hatırlatıyor. Hiçbir kadın sevdiği Penelope’nin yerine geçemeyecektir. İkisi arasında verilmiş söz ve yaşananlar bunlara izin vermeyecektir.

Tepegöz ile yaptığı savaşta zekasının en yüksek sınırını görmüş oluruz. Kandırmak, işi kurnazlığa çevirmek, bir durumdan yarar sağlamak gibi öncelikli özellikler Odysseus’un daima en önemli özellikleri olmuştur. O çok iyi bir savaşçıdır, Aşil’in yanında savaşmış, kılıcının keskinliğini göstermiştir.

Odysseus okumaktan sıkılmanın imkansız olduğu bir yolculuk, bir hikaye. O anda siz de en az Odysseus kadar üzgün olabiliyorsunuz ailenizden uzak olmadığınız halde. Oğlu ile karşılaştığında gözünüzden yaşlar süzülebiliyor. Talipleri alt ettiğinde sevinebiliyorsunuz. Bunların yanında empati kurmuş olmanın sınırlarını da yaşıyorsunuz. Penelope’nin Odysseus’u hemen tanıyamaması, aralarında var olan gizli bir durumun söylenmesini beklemesi gibi. Türk filmi izlemiş ve kafamızın içi güzel klişelerle dolmuşken bekliyoruz ki geriye dönen Odysseus’u Penelope hemen tanısın. Ama olmuyor öyle. Ben sinirlendim örneğin nasıl tanımazsın yahu? diye. Fakat tanımıyor işte. Sonradan anlıyor.

Telemakhos da erkekliğini kanıtlamış oluyor. Bir bir öldürürken talipleri ve yardım ederken babasına. Çünkü o da en az babası kadar güzel konuşan, aklı başında ve hatta aklı diğer adamlara göre daha ötede olan.

Can Yayınları’ndan çıkan Odysseia’yı sevmemek elde değil fakat benim bu kitap ile ilgili yapmak istediğim özel bir yorum var. Kitabın önsözü olarak verilen her bilgi kitabın en önemli noktalarına getirilen açıklamaları içeriyor. Böyle bir şeyi önsöz olarak koymak nasıl bir mantık? Ayrıca Homeros’un sihirli dilinden çok uzak olan açıklamacı dili ile de kitaptan soğumanın kıyısına getiriyor. Evet, tarihin en önemli hikayelerinden bir tanesi Odysseia ve yüzlerce farklı açıklama getirebilir her satırına.  Yine de önsöz değil, sonsöz olsaydı o açıklamalar ve incelemeler her şey çok daha güzel olacaktı.

Bir de çevirinin artık bir tık daha güncellenmesi gerekiyor. Odysseus ve diğer tüm karakterlerin “tanrısal” olarak geçebildiği bir durum söz konusu. Tanrısal kelimesi yerine belki de ulu tercih edilmeli. Tanrıçanın ya da bir tanrının Odysseus’a tanrısal demesi komik duruyor. Gibi geliyor. Gibi gibi. Ooo yeah.

O Brother, Where Art Thou? Nerdesin Be Birader?

21 Pazar Eki 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

coen brother, coen kardeşler, george clooney, homer, mitoloji, o brother where art thou, Odysseia, odysseus, penelope, soggy bottom boys, ulysses


Keyifle izlenebilen fakat geri planda kalmış canım filmler vardır. Bunlardan bir tanesi de iyi ki izlemişim cnm cnm dediğim O Brother Where Art Thou? Sanıyorum günümüz İngilizcesi ile yazmama gerek yok, herkes anladı. Thy, thou ve thee bunlar benim sevdiğim sen, senin kelimelerin biricik eski İngilizce halleri. Film zaten daha isimden kazandı diyoruz.

Mitolojiden feyz almış, kendisine mitoloji yolu çizmiş ya da içinde bu mitolojiden parçalar bulunduran filmlerin kolay kolay kötü olabileceğini sanmıyorum. Ayrıca filmin yapımcısı da Coen Kardeşler. Bu Coen biraderlerin akılları zehir gibi, her şeyi kesiyor kafaları. Hal böyle olunca IMDB kriterlerine göre kötü varsayılan bir film bile tadından yenmeyecek hale geliyor. Bu arada IMDB’yi bir kıstas olarak almak ne kadar mantıklı ve doğru tam olarak bilmiyorum.

Üç farklı jenerasyonun adamı bir hapishanede buluşur ve kaçış planı hazırlarlar. Kaçalar da. Bu sırada başlarına gelen olayların tamamıdır Where Art Thou?.

o-brother-where-art-thou-neredesin-kardesim-izle

Homer’in en görkemli eseri olan Odysseia’yı temel hikaye olarak kabul eden filmde doğal olarak Kikloplar, yolculuklar ve bol bol göndermeler vardır. Neler yok ki bu hikayede, Odysseus – George Clooney ve karısı Penelope, Kiklop olarak karşımıza çıkan Big Dan, şarkıları ile erkekleri baştan çıkaran Sirenler, Odysseus’un boğulmak üzere oluşu ve bir dal parçasına tutunarak kurtuluşu, Muse’a ithaf edilen şarkılar gibi. Şimdi sanıyorum ki ilginizi biraz daha çekmeyi başardım.

Aynı zamanda anlatımlar ile de sadece mitolojiye değil din açıklamalarına da girmiş oluyoruz. Şeriften bahsederken kullanılan cümleler Şeytan’ın bahsedilişi ile birebir aynıdır: He’s white, as white as you folks, with empty eyes and a big hollow voice. He likes to travel around with a mean old hound.

Ku Klux Klan bile var. En sevdiğim topluluk. Tam pislik, tam hain. Bu filmin içinde var oğlu var. Sanıyorum son zamanlarda bu kadar çok üzerinde durmak istediğim, izleyin diye bağrış çağrış takıldığım başka bir film yoktu. Çok ciddiyim, bu filmi izleyiniz.

Filmleri daha detaylı açıklama konusunda arada kaldığım bir durum var, eğer filmi detaylarıyla yazarsam spoiler oluyor, spoiler olmayınca da yazı kısa kalıyor. Bilemiyorum. Şimdilik sadece filmden sözler vermeye başlıyorum. Fikriniz belirtirseniz süper olur. Derin incelemeler yapayım mı yoksa spoiler vermeden heyecanı yüksek mi tutayım?

“Pete: You miserable little snake! You stole from my kin! 
Ulysses Everett McGill: Who was fixin’ to betray us. 
Pete: You didn’t know that at the time. 
Ulysses Everett McGill: So I borrowed it until I did know. 
Pete: That don’t make no sense! 
Ulysses Everett McGill: Pete, it’s a fool that looks for logic in the chambers of the human heart. “

“Delmar O’Donnell: Them syreens did this to Pete. They loved him up and turned him into a horny toad. “

“Blind Seer: You seek a great fortune, you three who are now in chains. You will find a fortune, though it will not be the one you seek. But first… first you must travel a long and difficult road, a road fraught with peril. Mm-hmm. You shall see thangs, wonderful to tell. You shall see a… a cow… on the roof of a cotton house, ha. And, oh, so many startlements. I cannot tell you how long this road shall be, but fear not the obstacles in your path, for fate has vouchsafed your reward. Though the road may wind, yea, your hearts grow weary, still shall ye follow them, even unto your salvation. “

Şu an filmi yemek istiyorum! O derece!

O Brother Where Art Thou – Neredesin Birader – Trailer

“Gecede” Saklı Kalan Vapur ve Dahası – Leyla Erbil

11 Salı Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerikan kültürü ve edebiyatı ders kitapları, gecede, leyla erbil, odysseus, sema bulutsuz, türkiyede kadın olmak, toplum baskısı, toplum ve kadın, toplumda kadının yeri, vapur


Size en bildiğim hikayeyi, Leyla’nın Gecede’sinde ikinci sırada yer alan Vapur’u anlatayım…

Boğaziçi’nde bir gün, aniden kaptanı olmadan gezinmeye başlayan bir vapur bu. Halkların kardeşliği, ayaklanmanın ruhunda başlıyor yaşamaya. Tüm halk davetli onun gösterilerine. Bu vapur konuşuyor, bu vapur şaklabanlıklar yapıyor, bu vapur halkını ve tarihini anlamaya çalışıyor. Herkes onunla hem çok ilgili hem çok ilgisiz.. Kim anlatıyor bu hikayeyi? Minicik bir kız. Vapuru gerçekten gördüğünü söyleyen, onu inkar etmeyecek olan bir kız. Hem kadın hem çocuk. Kim güvenir bu anlatıcıya? Leyla ondan dinliyor Vapur’un hikayesini.

Annesi ile yine deniz kıyısına indikleri ve annesinin Penelope gibi sürekli bir şeyler ördüğü, yine de denize doğru yola çıkan Odysseus’u beklerken denize sırtını döndüğü bir akşamda görüyor küçük kız vapuru. Babasının da denize gittiğini biliyor, uzun zamandır da görünmemiş ortalarda. Annesine sesleniyor, “Vapura bak, vapura bak!“. Küçük bir çocuk, bir ayaklanmanın ilk dakikalarına şahit oluyor, heyecanlı ve tamamiyle kendini vermiş bir şekilde. Annesi ise yılların ağırlığı, Odysseus’unu beklemenin yorgunluğu ile, “Ne oluyorsun hiç mi vapur görmedin?” diyor. Asıl keskin olan annenin bu cümlesinden sonra kızın anlatıcılığa dönüp “Balıkçının sandalı da o gece batmıştı.” demesi. Başlangıcın olduğu yerde, yeni heyecanların tam da doğduğu noktada çünkü, daima söndürmeye hazırlanan bir yangın tüpü ve itfaiye vardır. Başlayan her şey, insanlar ve ilgilerini kaybetmeleri, onlara göre sıradanlaşmaları yüzünden bitmeye mahkumdur.

“Hiç nöbetçisi, vardiyacısı olmada, adamsız bir vapur kaçar mı? Vapur olur da kopar gider de kaptanı ortaya çıkmaz mı? Benim gemime ne oldu? Hani benim vapurum? Ben neyin kaptanıyım şimdi? Şimdi ben ne olacağım diye sormaz mı?… Öteki vapurlar da severlerdi kaptanlarını: Aziz kaptan, Temel kaptan, Ömer kaptan, kaç kez vapurunu şuraya buraya çarptıran Asım kaptan ve babam. Babam neredeydi benim?”

Neredeydi bu küçük kızın babası? Hangi gemi ile birlikte açılmıştı denize? Mektuplar geliyordu bir yerlerden fakat nereden atıyordu mektupları? Denizin büyüklüğü karşısında küçük çocuğun küçüklüğü vardı. Babası gitmişti, belki de geri gelmeyecekti. Vapur o anda onun görmediği babası da olabilirdi. Özgür ve yanlarında. Türlü şaklabanlıklar yapıp iş sıradanlaştığında varlığını bile duyumsamayacağı babası.

Vapur ile donanma gemileri savaş halindedir. Nasıl olur da kaptanı olmadan, sadece bir uyanış ile bir vapur denizde tek başına gezebilir? Donanma vapurun peşinde koşmakta, önüne geldiği gibi silahlarını şehre de doğrultmaktadır. Halk, karışık ruh hali ile (kolektif şuur) önce donanmadan yanadır. Donanma devlettir, devlet güçlüdür. Asilikleri ve isyanı bastıracaktır. Fakat donanma başarısız olur. Vapur donanma ile kedinin fare ile oynadığı gibi oynar. Halk o anda gaza gelmiştir, onlardan birisi sanki büyük bir oyunu kazanmıştır. Ya ya ya şa şa şa , va pur va pur çok yaşa’dır o andan sonra söyledikleri. Vapur, onların kazandığı zaferdir. Kendisi için, halkının uyanması için deli divane koca “deniz”in ortasında “donanma”ya kafa tutmaktadır. Tarihte yaşanılanları, sesli ve yürekten söylemektedir vapur. Tüm halk etrafa kaçışıyor, vapuru görebilmek için sahile iniyordur. O anda annenin dilinden şu sözler dökülür: Tanrım sen koru onu, bize bağışla, kaza bela verme.

Bir annenin kaybetmekten korktuğu çocuğuna söylediği söz müdür bu yoksa yıllardır uzaklarda olan kocasıyla özdeşleştirdiği vapura mı? Yani kocasına mı? Bir devrimin, bol ayaklanmalı ve beklenmedik gösterilen başlangıç noktası olan vapurun kendisine mi üzülmektedir? Halkın kanı devrime, donanmaya karşı çıkan onlardan bir güce mi ısınmıştır?

Vapur belki de devam edecektir hayatına fakat halk bir gariptir. Unutmaya ve umursamamaya hazırdır. Tüm şaşası ile herkesi başucuna toplayan vapur bir süre sonra cazip gelmeyecektir, hem polisler ve jandarmalar da basıyordur mahalleleri. İnsanlar kaçıyor, korkuyor, mahalle aralarından yitip gidiyordur. Şu vapurun gözü kör olsun, başına neler açmaktadır insanın. Gözden kayıp gider vapur bir süre sonra. Arkada ise sorular kalmıştır, cevapsız ve bir o kadar bol cevaplı:

“Boğazda hiçbir nenleri değiştirmeksizin salt hokkabazlık edip çevreyi güldürdüğünü sanarak, salt insanların temel yaşamalarını bozmayıp arada bir eğlendirdiği, avuttuğu için, bir bakıma kandırdığı, başladırmaya değil de boyun eğmeye doğru itelediği için onları, çaresiz, tek, umutsuz sandığı için, kıymış mıdır kendisine vapur?”

…

“Uykularımızın içinde bugün bile düdük sesleri duyarak uyandığımızı biliyor mudur?”

“Annemin ölene dek öncekilerden daha hızlı ve severek ördüğünü biliyor mudur?”

“Karnına, göğsüne basa basa öldürdüğümüz annemin?”

…

“Babam kimdi benim ve neredeydi?”

Zahir’in Ardındaki Görüntü

05 Salı Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerika, öznur doğan, can yayınları, erkek, fransa, kadın, kazakistan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, odysseus, oznurdogan.com, paulo coelho, penelope, roman, savaş muhabiri, simyacı, the zahir, yolculuk, zahir


Sınav stresi mi dersiniz yoksa iş mi, biraz uzaklaştım blogumdan ve kitaplardan. 1 haftadır herhangi bir yazı da yazmamışım. Zaman hızlı geçiyor fakat yakalamaya çalışıyorum ben onu.

Uzun zaman önce hediye gelen bir kitaptı bana Zahir. Paulo’nun daha önce Simyacı’sını okumuştum bir tek ve o yeterdi bu kitabı da okumaya. Ama olmadı. Başladım önce Zahir’e, her şey çok güzel gidiyordu. Nereydeyse sonlarına da yaklaşmıştım. Kalsa kalsa 80 sayfa kalmıştı. Bir şeyler oldu ve ben bu kitabı okumayı bıraktım.

Bir şeylere, birilerine benziyordu kitap. Nasıl derim bilmiyorum, sanki çok tanıdıktı bana ve ikinci bir okuma yapıyor gibiydim. Evet, tanıdık bir yüz  görmüş gibi hissediyordum fakat bir yandan da tekrara düşmenin gerginliği vardı.

Aradan yaklaşık bir sene geçtikten sonra kitabı tekrar elime aldım. Neden bıraktığımı bile hatırlamıyordum artık. Azıcık kalmış bu kitap zaten, bitirmeliyim hemen dedim ve bitirdim. Ağzımda kekremsi bir tat.

İlk olarak Zahir’den bahsedişi ve onu anlatışı çok güzeldi, kendi zahirini bulmaya çalışıyor insan tam da o anlarda. Acaba bizim de bir zahirimiz var mıydı? Ama bunlar biraz Rosebud biraz da tak tak takıntı kokuyordu. Şimdi tahminen pek çok kişinin “hadi oradan” dediğini duyar gibi olacağım. Oldum da.

Amacım Paulo’yu ya da kitabı kötülemek değil. Benim böyle bir tavırda olmam hiçbir şeyi değiştirmez. Amacım, birkaç gözü de olsa açabilmek. Coelho’nun kitapları aynı minvalde dönen kitaplar gibi geliyor bana. Aynı Grange gibi, aynı Brown gibi. Diğerlerinden tek farkı, daha çok manevi oluşu. İşte bu manevi noktalar insanı en çok çeken şeyler. Peki ya gerisi?

Kitabın son sayfalarında -spoiler içermekte- kitap boyunca yapılan alıntılar ve referanslar var. Ben en sonunda bu kitabın tüm karakterlerini ve temalarını, yerlerini ve hikayelerini bir başıma yazdım denmesini beklerdim. Esin kaynağı olarak bir şeyleri seçmek mantıklı fakat hayattan doğrudan alınıp sunulmuş gibi hissettim.

Bir diğer nokta ise, kahramanımız çölleri aşıp eşine kavuştuktan sonra hayatlarına kaldıkları yerden devam etmeleri, kadının hamile olması. Bu iki nokta kitabın bitişi için çok sıradan bir son olarak geldi bana. Kapı açıldığında orada kadını değil kendisini görseydi işte o zaman journey motive dediğimiz yolculuk motifi ve üzerine söylenen her şey daha da yerli yerinde olacaktı. Kitabın tek beni mest eden noktası, Odisseus ve Penelope benzetmeleri oldu. Mitoloji düşkünü olduğum için sevdim tamamen, bastım bağrıma.

Kitap bitti, her şey yerli yerindeydi, eksikler ya da fazlalar yoktu ama geride kalan bir kitaptı benim için.

Uzun zamandır ilk defa bir kitap için böyle düşündüğümü düşünürsek…

Yüzüncü Ad Yolculuğu

12 Pazartesi Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

allah, amat, amin maalouf, araf, öznur doğan, baldassare, izmir, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, konya, lübnan, lisbon, londra, maroia, odysseus, oedipus, oznurdogan.com, semerkant, yüzüncü ad, İstanbul


Tüm hikayeler bir yolculuk ile başlar ya da içinde mutlaka bir yolculuk vardır. Mitolojiden tutun da (Oedipus’un, Odysseus’un yolculukları), modern dönem kitaplarına kadar (Amat, Araf) hep yolculuk vardır. Bu yolculuk teması sadece normal bir gitme ya da dönme olayını simgelemez. Anlatacağı şeyler vardır.

Bu nam-ı diğer ‘journey motive’ karakterler üzerinden bir şeyler anlatmak ister. Yolculuğa çıkmak sıradan bir hadise değildir bu yüzden ve eğer bir kitapta giden birileri varsa o kişi asla eskisi gibi olmayacaktır gidişinden sonra. Mutlaka bir değişim geçirecektir. Farklı bir insan olarak geri dönecektir. Ya bilgelik yolunda adımlar atacaktır kocaman kocaman ya da bilge olmasa da öğrendiği şeyler ile devam edecektir yoluna. Yol ve yolculuk bir yenilenme, arınma, baştan yaşama biçimi olur bu yüzden.

Amin Maalouf’un Doğu’nun Limanları kitabında da görürüz bu yolculuğu, Fransa’ya yol alan bir başkahraman vardır ve hayatı bir daha asla eskisi gibi olmaz. Yine Yüzüncü Ad da tam bu yolculuk motifine örnek verebileceğimiz kitaplardandır.

Ebu Mahir el-Mazandarani tarafından yazılan, 1666’da kıyametin kopmasını içinde yazan Allah’ın 100. adı ile engelleyecek kitap Hacı İdris’e, Hacı İdris’ten de Baldassare’a kalır fakat Baldassare bunu yolculuk için para karşılığı satar.Sattığından pişman olarak da tekrar bulmaya çalışır.

Yolculuk başlar, yollar aşılmaya başlanır. Baldassare günlük tutar bu sırada. Her yaşadığını yazar, not eder. Konya’dan İstanbul’dan, Londra’dan, İzmir’den, Lisbon’dan bahseder çünkü yolculuğunun ayaklarıdır buralar.

Önemli olan ise Baldassare’ın nerelere gittiği değil, neler yaşadığıdır. Bu yolculuk sırasında Baldassare bir aşk yaşamaya başlar. Aşkı bulmuştur ve bırakmak istemez fakat bunun için de savaşmak zorundadır. Günlüklerine notlar almaya devam eder, kitaba daha çok yaklaştığını düşünürken hep engeller çıkar önüne. Kitap daha da uzaklaşmıştır ondan. Baldassare yorulmak ile yorulmamak arasındadır ama vazgeçmez gayesinden.

Bazen gerçek anlamda geride kaldığını hisseder, inançlarını yoklar ve sorar kendi kendine acaba ben neyi arıyorum diye. Ama sorgulamayı bırakır sonra. Aradığı şeyin ne olduğunu en sonunda anlayacaktır zaten, şimdi onun bir kitap olduğunu düşünse de.

Baldassare aramaktan yorulurken yüzüncü adı, siz vazgeçemezsiniz merak etmekten. Çünkü nasıl olsa birisi geziyordur sizin yerinize hem de sayfaların akışında. Bir yaprak çevirimi kadar hızlı hareket ediyordur haritanın üzerinde.

Kitabın sonunda -çok sevdiğim kitaplardan birisi olduğu için sonunu söylemiyorum ve okuma zevkinize bırakıyorum – Baldassare kendisini keşfetmiş oluyor. Boşuna başlamıyor çünkü kitap bir yolculuk ile. Baldassare’ın yaptığı tüm yolculuklar, benliğine doğru yaptığı yolculuklar aslında. ‘Ben neyim?’ ve ‘Ben kimim?’ sorularının cevabı saklı tüm sokaklarda, duvarlarda. Kitap sadece bir araç Baldassare’ın kendisini bulması için.

Yüzüncü adın yazılı olduğu kitap Baldassare için bir araç olsa da, Yüzün Ad kitabı da bizim için bir araç oluyor. Durup da düşünenler bu konu üzerinde, kafalarında küçük de olsa bir soru işareti olanlar kitap bittiğinde, kendilerine baktıklarında eski benliklerini bulamıyorlar çünkü bir soru daha eklenmiş oluyor hayatlarına ve bu soru sıradan sorular gibi cevabı çabuk bulunan türden değil.

İnsanın kendi varlığını sorgulaması, hayatı sorgulayabilir hale gelmesi, sorularını doğru şekilde yöneltmesi, sahip olabileceği en büyük hediyedir dünyada. Akıldan kalbe, kalpten de akla doğru yapılan yolculuk, maddi olarak yapılabilecek her yolculuktan daha eğlenceli, daha yorucu, daha masraflı ve daha masrafsızdır.

Yol, siz onla ilgilenmediğiniz sürece bir şey yapmaz. Yol durur öylece. Tıpkı içimizde keşfedilmeye bekleyen benliğimiz gibi. Tıpkı bebekliğimizde bıraktığımız bir sürü alışkanlığımız gibi; avucumuza konulan parmakları refleksle sıkmak gibi ilk altı ya, ya da ilk üç ay gözyaşı gelmeyişi gibi gözümüzden. Tekrar hatırladığınız anda birisinin elini sıkıca tutabileceğinizi ya da aslında ağlamanın da ne kadar önemli olabileceğini, işte ilk çakılları hareket etmiştir yolunuzda.

Büyük hazırlıklara da gerek yoktur kendinize yapacağınız yolculukta. Size patlasa patlasa iki sinirlilik, üç duygusallık, yedi de gözyaşına patlasın. Kendinizi olduğunuz yerden ötede hissetmek ve eskisi gibi olmamak için bunları feda etmek nefes aldığımızı fark etmememiz gibi. Çünkü siz en açık halinizle, keşfedilmeyi bekliyorsunuz. En samimi ve savunmasız halinizle, sorularınızla birlikte…

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...