• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: oğuz atay

Popüler – Apopüler – Tüketicilik!

24 Perşembe Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

apopülerlik, cern, consumerism, consumers, deney, dinozor, edebiyat tüketimi, fast food, kapitalizm, mina urgan, moda, oğuz atay, popülerlik, popular, sabahattin ali, sosyal, tüketicilik, türk edebiyatı, Turgut Uyar, underground, yeraltı edebiyatı


Consumerism_by_sl33pyincognita

2000’li yıllarda teknolojide yaşanan gelişmeler ve hayatımıza giren internet sayesinde artık ulaşamayacağımız bir mecra söz konusu değil. 90’ların şarkılarını tekrar tekrar dinleyip, okumak isteyip okuyamadığımız köşe yazılarını okuyup CERN’de yapılan deneylere dair bilgi alabiliyoruz. Bilgi bu kadar yayılabilir, insanlar bu kadar sosyal iken yaşanan her gelişmenin ve ortaya çıkan her yeniliğin mantar gibi çevreye yayılması an meselesi.

Küçüklüğümden beri garip bir tutum ile (ki tahminimce benim gibi pek çok kişi vardır) birden ortaya çıkarak popülerlik elde eden şeylere karşı asiliğim söz konusu. Patlayıp da taşan akımlar, kimsenin daha önce umursamadığı fakat bir ünlü kişi bahsetti diye vazgeçilmez olduğu düşünülen kitaplar, eşyalar vs. Neden bu popülerlik peki? İşin özünde kendimizi o “çok sevilen” kişiler ile özdeşleştirmeye çalışmak olduğunu varsayıyorum. Onların algılarına ulaşmak için sevmediğimiz yemekleri sevmek zorunda hissediyor, okumaktan hoşlanmadığımız insanları okuyarak entelektüel birikimimizden bahsediyoruz. Var olan damak tadımızı ise hiçe sayıyoruz.

Evet, bir nesne popüler olduğu zaman onu tamamen yok edene kadar kullanıyoruz. Yıpratıyoruz ve kenara atıyoruz. Örneğin Türk Edebiyatı’nda naif duruşu ile bir kenarda okunmayı bekleyen Sabahattin Ali, Oğuz Atay, Turgut Uyar, sırf bir filmde bir şiirleri okundu, kitaplarından bahsedildi diye kısa süre içerisinde posası çıkarılana kadar kullanılıyor. Tüm sosyal medya platformlarında fast food gibi hızlı tüketimleri gerçekleşiyor. Bu güzel adamları daha önceden tanıyıp da onları anlamak için kafa patlatmış insanlar da bu duruma uzaktan kötü kötü bakıyorlar. Bu ikircikli noktada öne çıkan iki farklı tez var. Birincisi, yazarların veya popüler olan nesnenin aslında vaktinde hak ettiği ilgiyi alamaması ve ne olursa olsun eserlerin tanınırlığı ve bilinirliği açısından bu popülerliğin oldukça iyi bir olgu olması. İkinci konu ise hızlı tüketilen her şeyde olduğu gibi popülerliği yakalamış eserlerin de kısa sürede tozlu raflara dönecek olması.

Popülerlik meselesi sadece burada bitmiyor tabii. Yeni çıkan her kitabın, filmin de aynı şekilde yorumcusu çok oluyor. Herkes bir yorum yapıyor, filmin ya da kitabın sonunu söylemek için can atan insanlar ile doluyor ortalık. Bu yüzden sakin kafa ile bağlanmak istediğimiz o eserlere bir türlü entegre olamıyor, “daha sonra” ilgilenmek üzere kenara ayırıyoruz. Üzerinden altı ay ya da bir sene geçtikten sonra kaldığımız yerden devam ediyor ve kendi fikrimizi belirtmenin hazzını yaşıyoruz. Sırf herkes sonu hakkında yorum yapıyor diye Black Swan ve Inception’ı bir sene sonra izlediğimi itiraf edebilirim. Bu popülerlikten uzaklaştırma çabasının da zararları var tabii ki. Daha doğrusu arasında kaldığımız bir ikilem söz konusu. Ya herkesin yorum yaptığı bir dönemde, tam da o eserlerin en popüler olduğu anlarda okuyacak/izleyecek ve gündemden uzak kalmayacağız ya da zaman geçip de yorumlardan arındığımız bir dönemde izleyip/okuyarak fikirlerimizi daha küçük çapta paylaşabileceğiz. Bir yandan gündemi takip edip aktif bilgi sahibi olmak söz konusu, diğer yandan o popülerliğin içerisinde boğuluyor hissetme ihtimalimiz.

Madem popüler olandan uzak duruyoruz, işte o anda daha önce duyulmamış olanı keşfetmeye doğru adımlar da atmış oluyoruz. Underground denilen her türlü “bilinmeyen”e ilerlemek mübah o saatten sonra. Yer altı edebiyatı mı diyelim, amatör grupların güzel şarkıları, küçük imkanlar ile çekilen sanat filmleri mi… Bu kadar özele inmeden de tarihin tozlu raflarına bir yolculuğa çıkarak ve o çok sevdiğimiz interneti kullanarak yorumlardan uzak olan yüzlerce esere ulaşabilmemiz mümkün. Popülerlik mi apopülerlik mi? Bu sorunu kendi içimizde çözdüğümüz gün filmin sonunu söylememek için kendini zor tutan, her yeniliğin öncüsü olan birisi mi olacağız yoksa Mina Urgan gibi kendimize “dinozor” mu diyeceğiz? Seçim yapmak zor! Sizin seçiminiz ne?

Oyunlarla Yaşayanlar – Oyuna Gelenler

12 Çarşamba Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

cemile, coşkun, iletişim yayınları, kitap incelemesi, oyunlarla yaşayanlar, oğuz atay, oğuz atay inceleme, oğuz atay kitapları


Kendi hayatlarını yalanları ile oyuna çevirenler vardır etrafımızda. Bir de yarattığı oyunları yaşayanlar. Bu iki insan türü ile de mutlaka karşılaşmışızdır. İlki olmayan şeyleri söyler, olmak istediğini anlatmaya çalışır ve ona bakarken her şey aşikardır. Yalan söylediğini de anlarsınız, aslında nerede olduğunu da ve ne olmak istediğini de. Çünkü yalanlar daima anlaşılmak üzere söylenir. En yersiz, en küçük yalanda bile söylenildiğinde anlaşılması umulduğu bir nokta vardır. Bu yüzden yalancının mumu yatsıya değil, bilinç fire verene kadar yanar.

İkincisi ise, hani şu hayatını oyun edenler, oyuna gelenler, oyunları hayat edenler. Onlar gerçekler ile oyunları birbirine çoktan karıştırmışlardır. Zaten hayatlarında “tutunacakları” gerçek bir gerçek de yoktur. Mutsuzluğun müptelasıdırlar. Yoksa bir düşünün, içimizden hangisi şimdi bavulunu alıp o çok sevdiğini düşündüğü kişinin yanına gidebilir?

Oyunlarda böyle değildir hiçbir şey. Karakterler ya da tipler aniden karar verebilirler her şeye. Sorumlulukları üç cümle sonra yok olup silinebilecektir. Perde değişecek, hayatları farklı noktalara akacaktır. Fakat gerçekte böyle olmaz hiçbir şey. Verdiğimiz kararlar ne o kadar çok hızlıdır ne de yaşamaya hazırızdır bu oyunları. Oyunları yaşamaya başlamak zaman alır, alışkanlık ve açık yüreklilik ister. Bir kez başladınızsa…

Bitmez.

Çevrenizdeki herkesi oyuna dahil edersiniz. Bir bakmışsınız ki köpeğiniz bile iki ayağının üzerine kalkarak bir şeyler yapmaya çalışıyor. Geçmişe gidip gelir, olmak istediğiniz adamı çoktan olduğunuzu düşünür ve her durumdan muzdarip bir şekilde gezersiniz.

Oyunlarla Yaşayanlar, gerçeği yaşamaya vakti olmayanları oyunu. Oğuz Atay’ın dönüşmeye korktuğu bir kahramanı anlattığı oyun belki de. Kim demiş yazar karakterinden korkmaz diye?

Rolüne öylesine bir tutunur ki Coşkun, öylesine oyunun içine girer ki son nefesinde bile ölmekten rahatsız değildir.

Cemile ise Coşkun asla gidemeyeceğinden emindir.

Hayat size roller biçer, siz onları yaşamaya başlarsınız. Bir zaman sonra o kadar tekrara düşer ve her anın bir sonrakini devam ettireceğinden o kadar emin olursunuz ki yaptığınız programın dışına çıkan en ufak bir durum bile alt üst etmeye yeter sizi. Beklemediğiniz anda giden sevgiliniz, beklenmeyen anda gelen aşk, ölümler ve doğumlar. Tüm tekdüzeliği tek bir ağlama sesi yırtabilir. Oyunlarla Yaşayanlar, kendilerini oyunsuz hissettiklerinde, yani kapandığında tüm perde, tamamen çıplak hissedebilir. Oyun, daima devam edecekmiş gibi tekrarlanası, bittiğinde hayatı karartacakmış gibi yaşamdan uzaktır.

 

Korkuyu Bekleyerek Yaşamak

09 Cumartesi Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

adam, öznur doğan, edebiyat, godot, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, korkuyu beklerken, maroia, oznurdogan.com, oğuz atay


Godot’yu beklemekten zor… Korkunun neye olacağı da belli değil, nasıl olacağı da. Nasıl korkacağını da bilemezsin, neden korkmayacağını da. Ama…

Oğuz Atay’a hikaye kitabı ile başlamak bana kalırsa en doğru tercih. Korkuyu Beklerken, kısa hikayelerden oluşan bir kitap. Ne kadar zor olabilirmiş ki Oğuz’u okumak diye düşünenler için başlangıç seviyesinde rahat okunabilir kitap. Oğuz’u anlamak mesele değil ki, Oğuz’u anlatabilmek mesele.

Türkiye’de yaşamak, sanat yapmak ve değerinin bilinmemesi üçlemesini yaşayanların listesi uzayıp gittikçe Oğuz Atay aklıma gelir. Sırf bu yüzden Mina Urgan olmak isterim ve Oğuz Atay’ı betimleyebilmek.

Korkuyu Beklerken’deki her bir hikaye kendi küçük korkularınızı sizi hatırlatacak kadar büyük. Tavanda yaşayan bir ölü ile yaşamak örneğin… Orada daima kalacak şekilde hem de. Kulağından küçük bir böcek inerken ölünün ve sen tam da geçmişin fotorağflarına bakarken. Gerçek mi ölü? Hayal mi yoksa? Tam arada kaldığın noktada işte, yani korkuyu beklerken, cevap bulman gerekmez. Hem ölü olmasa ne yapardın ki?

Bir beyaz manton vardır örneğin, karışır durursun insanların içine. İnsanlar da seni görürler fakat korkarlar mı desek, yadırgarlar mı? Beyaz manto meselesi biraz sıkıntılı. Sen biraz Beyaz Mantolu Adam’sındır, paran da yoktur ve başarısızsındır. Topluma ayak uydurabilir misin yani böyleyken sen. Nerelerde buldun kendini ve nasıl anlatabildin ki her şeyi, herkese, her zaman. Yazık.

Korkuyu Beklerken, küflenmiş ve paslanmış, sökülmüş ve dikilememiş bizlerin hikayeleri, korkuyu beklerkenki halimiz, geçmiş dönerkenki gerginliğimiz ve başarılarımız, başarısızlıklarımız, umutlarımız, umutsuzluklarımızın hikayeleri.

Hikayenin hikayesi, hikayelerin anlatımı mı olurmuş? Okusanız ya.

Aylak Adam’dan Aylak Kadınlığa Yolculuk

12 Perşembe Nis 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

american beauty, aylak adam, öznur doğan, b., c., köşe, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, lokanta, maroia, olric, oznurdogan.com, oğuz atay, popüler roman, yağmur hikayesi, yusuf atılgan


Merdivenlerden çıkan adamların paçalarının kıvrım noktalarına dikkat etmek. Her kaldırım taşı karşılıklı farklı renkte midir yoksa aynı mı? Otobüs levhalarındaki noktalar neye göre yazılır? Her zaman gittiğin restorandaki garsonlar senden sıkılır mı?

Ben bunları düşüne ve gözetleyedurayım, bir de farkında olmadan Yağmur Hikayesi’nde bir ‘köşe’nin hikayeler başlatacabileceğinden bahsedeyim, aylağın teki çıksın ve aylağın tekini anlatsın. Uzunca bir süre reddettim Aylak Adam’ı okumayı, çünkü popülarizm kurbanlarından birisi olmuştu. Ne yapıp edip yine de okumalıydım, çünkü kitaplığımda en üstte duruyordu.

Ben kitabı okudukça kendimi buluşuma şaşırdım. Yürüyen merdivenlerin tırtıklı yeri ile düz yerinin bir araya gelişini görmek için sürekli merdivene bakışımı gördüm, merdivenden çıkanların paçaları nereden kıvrılıyor diye süzüşümü gördüm, American Beauty’deki bir poşedin rüzgarda savruluşunu kameraya çeken çocuğu hatırladım, hayattaki küçük ayrıntıların büyük yerlerini kavradım.

Bir de en çok gittiğim yerlere bir süre sonra gidemeyişimi hatırladım. Bıçak gibi kesişimi her şeyi. Tüm yaz boyunca gidip tüm garsonlarını tanımaya başladığım cafeleri mi söylemeliyim, üzerimde hatırları olmasına rağmen gitmekten vazgeçtiğim restoranlara mı? Neydi beni böyle kılan? Bağlanmaktan mı korkuyordum bir yere, yoksa onlardan mı korkuyordum bana bağlanacaklar diye?

İnsanların bana bağlanmak için adım attıkları anda korkuyordum onlardan, geri çekiliyordum. Bir kez daha uzaklaşmış oluyordum. Freud olsaydı kesin buna bir kulp bulurdu sakalını sıvazlayıp. Ama ben de bir süre sonra gitmek zorunda kaldığım (daha önce müdavimi olduğum) yerlerdeki kişileri görmezden gelerek zaman geçirmeye çalışıyordum. Hala da öyleyim. Değişen bir şey yok. Aslında dönüşen bir şey var. Aylak Adam’dan aylak kadına dönüşen bir şey var içimde.

Karşımdaki kişinin beni nasıl anladığını ve düşündüğünü tahmin etme isteği ağır basıyor. Bir tasarıma bakakalmak istiyorum. Günü ve geceleri sadece yorgandan başım çıkacak şekilde geçirmek istiyorum; bakalım kaç yüz şekil çıkacak tavandan. Ve bir de mesleğim sorulduğunda “Aylak kadın” demek istemiyorum. Böylesine nokta atışı bir şeye bağlanmak C’ye oldukça ters zaten.

Belki de benim de hiç durmadan anlatabileceğim uzun hikayelerim var sevgilime. Belki de benim de bir tikim var huzursuz ve uyumsuz hissettiğimde. Acaba ne yapıyorum ben? Burnumu mu çekiyorum? Yarım mı gülüyorum? Siz ne yapıyorsunuz? Sizler?

En son ne zaman bu kadar aylak ve ayıktınız? Bir hikayenin, bitmeyecek bir koşuşturmacanın peşine düştüğünüz oldu mu? Bir an önce bitsin diye dua ettiğiniz anlarınız?

Bağlanmaktan korktunuz mu? Sevgilinize çok bağlanıp gidememe korkusunun ağır basması ile ortaya çıkan özgürlükçü duygularınızı bastıramayıp işte o anda gittiğiniz oldu mu? Ben şimdiye kadar bir tek sevdiğim gibi bağlanmaktan korkmadım. Bir iş yerinden de kaçtım üçüncü ayın sonunda, ailemden de kaçıyorum yıllarca. Arkadaşlarımdan koptum örneğin, tek seferde. Yaşadığım yerden kaçmaya çalışıyorum uzun zamandır. Ama beni zorlamadan, rahatsız etmeden, yargılamadan sevebilenlerden; asla kaçmadım. Kaçamam da. Aylaksak o kadar değil. Aylak da değilim ya, neyse.

Nedir benim tikim? Mutlu olduğumda, gerildiğimde, ağlamak istediğimde? C nasıl fark etmişti ilk defa bir tiki olduğunu? Benim kulağımı kim koparırcasına çekecek? Peki soruları kim cevaplayacak?

Bir durup düşünmek gerek, ne kadar aylaksın? Ne kadar B ve ne kadar Ayşe?

Bu kadar yeter, şimdi de soru sormaktan kaçıyorum.

Tutunabilenlere Gönderilen Mektup

09 Cuma Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 6 Yorum

Etiketler

öznur doğan, bir bilim adamının romanı, gaziosmanpaşa, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, mina urgan, mustafa inan, olric, otobüs, oznurdogan.com, oğuz atay, taksim, tutunamayanlar


Hayatımın belirli dönemleri belirli insanları kıskanmakla geçti. Çok bir sene yaşadığımı söyleyemem şimdilik, fakat kazık çakmak gibi bir niyetim de yok dünyaya. Toplasanız yüz beş sene daha yaşarım sonra ölür giderim ben de, Sultan Süleyman’a kalmamış bana mı kalacak dünya? Kalmaz.

Oğuz Atay’ı tanıyanları kıskandığım bir dönem de oldu benim, bazen nükseder hala bu kıskançlığım. Özünde çok kıskanç bir insan değilimdir ama yazarlar ve kitaplar olunca söz konusu saldırganlaşıyorum birazcık. Ya ben başkası olayım ya da kıskandıklarım benim yanımda olsun istiyorum. Bencillik seviyesini de böyleye yükseltiyorum.

Şimdiye kadar yazdığım bloglarda birden fazla gönderme yaptım Oğuz Atay’a ve Tutunamayanlar’a. En çok de kitap hakkında yapılan yorumlara. Kitap… Kitap… Nasıl güzel kokar.

Tutunamayanlar’ı bana Gaziosmanpaşa’dan Taksim’e giden 55 numaralı otobüs hattında tavsiye edildi ilk, orta sondayken ben henüz. İki kadın konuşurlarken beni de konuşmalarına davet ettiler, sorular sordular. O sırada elimde okumakta olduğum kitabı gördüler ve adı Tuğba olan – bu adı hala unutmamış olmam enteresan – bana “Oğuz Atay okumalısın” dedi, “Tutunamayanlar’ı çok beğeneceksin.”

Allah allah, Oğuz diye bir adam varmış, ne de acayip isimli kitap yazmış. Tutunamayanlar mı? İşin aksi tarafı otobüs tıklım tıkış ve ben tutunamıyorum. Gereksiz bir gülümseme yayılıyor yüzüme. Taksim’de iniyorum. Zaman geçiyor, kitabın varlığını unutuyorum. Tabii o zamanlar kitap gözümüze gözümüze sokulur vaziyette değil. Sakin ve kuytu köşelerde hafif nefes alışverişleri ile yaşıyor. Oğuz Atay zaten sessiz adam vesselam, harala güreleye gelemiyor.

Yine de Oğuz Atay ismi aklımın bir köşesinde, ortaya çıkmayı bekleyen türden. Lise 2’de edebiyat öğretmenimin evine gitme vizesi alıyorum. Kitabı görüyorum. Tutunamayanlar. Hemen rica ediyorum, alıyorum. Ama bu kitabı elime aldığımda daha önce duyduğum tüm  cümleler kulağıma geliyor; Çok zor, bölümleri çok acayip. Ben okumaya başladım ama bıraktım. Hayatımda okuyamadığım tek kitaptı. O kadar çok kalındı ki taşımaktan usandım. Ve niceleri.

Korkuyorum kitaptan. Gerçekten de kalın bir kitap. Üzülüyorum ama çaktırmıyorum. Alıyorum kitabı elime, yaklaşık 2 hafta bende kalıyor. Geri veriyorum sayfasını bile açmadan öğretmene kitabı. Üzgünlük var üzerimde. Kitaba dokunmadım bile; korkuyorum.

Aradan seneler geçiyor, üniversite ikinci sınıfın ikinci dönemindeyim. Herkeste bir Oğuz Atay telaşı. Etekleri zil çalıyor milletin, bir adam varmış ölmüş de kıymeti bilinmemiş. Oğuz’muş da Atay’mış. Bu sefer daha çok üzülüyor ve utanıyorum. Yıllar önce elime geçen şansı kötüye kullandığım için. Ama bozmuyorum pozu ve arkadaşımdan alıyorum kitabı.

O daha önce kitabı okumuş hatta Olric’le çoktan içli dışlı olmuş. Sıra bana geliyor. Kitabı okumaya başlıyorum ve masal burada başlıyor.

Tutunamayanlar’ı seviyorum. Tutunamayanlar’ı karelere bölemeyeceğim kadar seviyorum. Olric’i sürekli söylemeyecek kadar, noktasız virgülsüz bölümünden dem vurmayacak kadar, Oğuz Atay’ın diğer tüm kitaplarını okumaya söz verecek kadar seviyorum. Elimde olan Bir Bilim Adamının Romanı’na başlamaya karar veriyorum.

Tutunamayanlar’ı seviyorum ama Oğuz Atay’ı daha çok seviyorum. Korkuyu Beklerken’i Tutunamayanlar’dan önce okumuş olduğum için seviyorum. Oğuz Atay’ı erkenden öldüğü için bile seviyorum. Bazen ölüm daha kıymetlidir yaşamdan.

Ama ben en çok Oğuz Atay ile aynı sofrada yiyip içebilenleri kıskanıyorum, hem de delicesine.

Not: Güzel adamsın vesselam.

Düzelti Beni Düzeltemedi

07 Çarşamba Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, düzelti, karpuz, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, oğuz atay, thomas bernhard, tutunamayanlar, yapı kredi yayınları


Thomas Bernhard’la yeni tanışacağım, kitap bana bakıyor ben ona göz kırpmakla meşgulüm. Kesin Alman bu adam diyorum, soluk benizin belli. Avusturyalı çıkıyor. Bir kere de bir şeyi tahmin edebilsem zaten…

Kitabın sayfalarını kurcalamayı severim aldığım zaman, nasıldır paragrafları, yazı puntosu karınca duası ayarında mıdır önemlidir benim için. Biraz Ferhan Şensoy’luğum tutar bu punto konusunda, karınca duası punto bana göre de değil. Hemen uzaklaştırasım gelir kendimden kitabı. Kitap bu uzaklaşmak olur mu? Olmaz.

Kitabı okumaya başlıyorum, daha önce yetmiş beş bin kez atılıp yetmiş yedi bin kez tutulmuş Tutunamayanlar için söylenenler aklıma geliyor. “Bütün sayfaları tek sayfaymış meğerse, ohoo bir kere okumaya başladın mı okuyamıyormuşsun işte mesele oymuş.” gibi cümleler kulaklarımda çınlıyor. Ben Düzelti’ye bakıyorum, Düzelti bana bakmakta ısrarcı. Tutunamayanlar için bu kadar çok konuşanlar Düzelti’de ne yapacaklar?

Noktalar yok, virgülleri beynim eş geçiyor. Evde bir bayram havası kitabı okuyorum ve fakat anlamıyorum. Başa dönüyorum. Bu sefer anlıyorum. Fakat bu sefer de isimleri nasıl okuyacağım karmaşasına düşüyorum. Burada yazmak bile istemediğim derece farklı şekillerde söylüyorum isimleri. -ler, -ler, -ler diye devam ediyor Höller ismi. Kendime kızıyorum. Bir isim okumayı bile bilmiyorum.

Kitapta ilerledikçe konu anlaşılır geliyor, bir yandan oldukça akıcı ama araya yeni kitap ve yeni kitap hevesleri giriyor. Düzelti kalıyor. Üç defa başka kitaplarla aldatıldıktan sonra önümüzdeki bir dönemde tekrar okunmak adına kitaplığa kaldırılıyor.

Düzelti’nin bir suçu yoktu aslında. Bitirememek benim problemim, normal şartlar altında başlayıp bitirmediğim kitap olmaz. Bazen aklıma “Karpuz kelek çıksa yemeye devam edecek misin?” lafı gelse de ben bitirmeden kelek olduğuna karar vermek istemiyorum hiçbir kitabın.

Halim yaman, Düzelti oracıkta beni bekliyor. Benim ise daha okumam gereken bir sürü kitap var.

Atılgan’ın Canistan’ı

04 Pazar Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aylak adam, aşk, öznur doğan, canistan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oblomov, oznurdogan.com, oğuz atay, selim, tokuç ali, tutunamayanlar, yusuf atılgan


Yusuf Atılgan – Aylak Adam, Oğuz Atay – Tutunamayanlar, İvan Goncharov – Oblomov derken karşı duruş ve bilinmeyen bir popülerlik kazanıyor, bu sırada biz de popüler olmamış fakat içilebilecek güzellikte romanlar hikayeler okuyoruz. Onlardan çalmış oluyoruz güzellikleri. Bu yüzden mutluyum biraz Canistan’ı okuduğum için.

Köy hikayelerini ve köylüyü severim ben, çünkü her yaz Yunanistan’ın köyüne giderim. Önceden ineğimiz bile vardı ve ben bir buzağının doğumuna bile şahit olmuştum. Tütün toplamaya sabahın erken saatinde gidildiğinde tütünün nasıl olduğunu, kaçta tarladan dönülmesi gerektiğini, tütünün her bir bölümünün nasıl adlandırıldığını da bilirim bu yüzden.  Canistan sanki dost bana.

Yusuf adını sevmişimdir hep, sakin ve akıcı bir isim gibi sanki. En başından en sonuna bulanıklık nedir bilmiyormuş gibi hep. Yusuf Atılgan da öyle, romanları da.

Canistan iki eski dostun iki yeni düşman olamayışını anlatıyor aslında. Aşkın hayata nasıl girdiğini, ölümlerin aşkları yok edip edemeyeceğini, köy hayatının ne demek olduğunu, yapılan her hareketin bir tesirinin varlığını hatırlatıyor.

Selim yaman bir çocuk, ne iş olsa yapıyor. Çalışkan bir ırgat, çalışkan da bir aşık aslında. Sevgiye aç, karnı aç olduğu gibi. Gözü pek düşmana karşı. Gözünde intikam ateşi de var Tokuç Ali’den alınacak.

Yusuf Atılgan kitabı dört bölüm olmaz üzere planlıyor, ‘Duruşma’, ‘Yargıç’, ‘Tanık’, ‘Sanık’ ve fakat kitap sadece üç bölümden oluşuyor. Yusuf Atılgan Sanık’ı yazamadan bizi bırakıyor. Kitabın arka sözünde yazdığı gibi, “Ancak elinizdeki kitaba yarım kalmış bir roman demek de oldukça zor…” Evet, her bölüm kendi sonu ile bitiyor, her bölüm birbiri ile bağlantılı olduğu kadar tek başına da tutarlı.

Gerçek yazabilme kabiliyeti, içinden bir cümle ya da paragraf ve hatta bölüm çıkartıldığında bile anlamlı bir bütün kalışı ile ortaya konabilir bence. Yusuf Atılgan belki de bunu bize göstermek istedi. İsteseydi son bölümü yazar ve bitirirdi bu yarım kalmış romanı fakat istemedi. Yarım kalmış bazı hikayelerin bitmiş hikayelerden çok daha güzel olabileceğini biliyordu çünkü. Sonu merak edilen ve bir fantezi olarak akıllarda canlandırılması gereken durumların daha da tatlı olacağını da biliyordu.

Aslında Yusuf Atılgan, edebiyatın bazen yazmamak olduğunu bize hatırlatmaya çalışıyordu. Hayatta da her şeyin sonu olmadığını vurguluyordu. Bazı aşklar da Selim’in aşkı gibi ölümle sonlanıyordu. Kendi hikayelerinin sonlarını bilmeden insanlar aşka anlamlar yüklüyordu. Bazı kahramanların en kahramandan daha korkak olduğunu, küçük gözü kara bir çocuğunsa nelere dönüşebileceğini söylemek istiyordu, kendi ölümüne gidebilecek kadar gözü pek bir çocuk…

Bir Bilim Adamının Romanı

03 Cumartesi Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, bir bilim adamının romanı, bir dinozorun anıları, Cemal Süreya, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, korkuyu beklerken, maroia, mina urgan, mustafa inan, oedipus, oznurdogan.com, oğuz atay, Turgut Uyar, tutunamayanlar


Evet Oğuz Atay ve evet Tutunamayanlar değil. Belki de bu blog içinde Tutunamayanlar’ı en son yazmayı düşüneceğim, çünkü şu anda Tutunamayanlar kullanılması ve yok edilmesi gereken bir kullan at eşya gibi görülüyor. Üzülüyorum.

Her kitabın bende bir hikayesi mi var? Size böyle sürekli bıdı bıdı yapıyorum evet, fakat kitapların hayatıma giriş şekilleri hep farklı oluyor. Her bir kitabın bir anısı var üzerimde. Kitaplığıma girerken hepsi birer Oedipus oluyorlar, yola çıkan ve kendi yolunu bulmaya çalışan. Tutunamayanlar da öyle fakat onu başka zaman anlatacağım.

Lise öğretmenim, daha önce yıldız ile ismini verdiğim şöyle diyordu; Kitapları çalabilirsiniz, öğrenci okumak için kitap çaldığında buna yayınevleri de göz yumar keza eskiden kitap fuarlarında standlardan çalınan kitaplar için sevinen yayıncılar vardı.

Ben de onu dinledim ve lisenin kütüphanesinden son senede 2 kitap ç/aldım. Birisi Korkuyu Beklerken, diğeri Bir Bilim Adamının Romanı. Aldığım hevesle okumaya Bir Bilim Adamının Romanı’nı fakat bir türlü anlamıyorum. Ya kendimi şartlandırmış bir durumdaydım ya da gerçekten bazı kitapları okumak için bir alt yapıya sahip olmak gerekiyor. Oğuz Atay beni öldürdü öldürecek, e daha okunacak Tutunamayanlar da var kapkalın kitap. Bir Bilim Adamının Romanı’nı kenara bıraktım, Korkuyu Beklerken’i okudum, su gibi akıp gitti. Demek okunuyormuş bu Atay. Tekrar döndüm Mustafa İnan’a fakat yine ilerlemiyor. Kitabı nadasa bıraktım.

Üniversite ikinci sınıfın ikinci yarısında, Bir Bilim Adamının Romanı’na tekrar başladım ve başladığım gibi bittiğini gördüm. Kitap bittiğinde ben artık Mustafa İnan’ı tanıyor, ona kendimi yakın hissediyor ve onun olduğu sınıfta olamayışıma üzülüyordum.

Bu hastalıklar beni mahvedecek, en çok sevebileceğim insanları hep bir hastalık ile kaybediyorum, sakin sakin ölen yok içlerinde. İlla beni kahredecekler, kasıtları bana bu delilerin. Mustafa İnan olmuşsun, ayıp küçücük çocukla dalga mı geçilir böyle. Üzülüyorum…

Geç doğmuş olduğuma bin bir küfür ediyorum, bin iki biraz fazla ileri gider diye düşünüyorum. Sonra aklıma Oğuz Atay’ın da erken terk edişi geliyor bizi. Böyle konuştuğumda sanki onlarla aynı dönemde yaşayıp kaybetmişim gibi oluyor fakat zihnen aynı dönemde yaşadığım doğru. Ben hala Mustafa İnan gibilerin olduğuna inanıyorum, hala bir yerlerde öğretmenler “Anladınız mı?” değil, “Anlatabildim mi?” diyorlar, hala bir yerde öğrenciler ile öğretmenleri müthiş bir ilişki yaşıyorlar, hala bir yerlerde bir kadın ve bir adam son dakikalarına kadar birbirlerinin gözlerinin içine bakabiliyorlar, hala…

Kara kaşlı kara gözlü adamlar büyük aşklar yaşıyorlar, kadınlar hala güzel ve hala hanımefendi. Ben tekrar özeniyorum. Mustafa İnan sanki benim babammış gibi hissediyorum, acaba tanışsaydık ya da bir yerde ne derdi benim için? Ya da ben ne derdim bu sevgi dolu büyük yürekli adam için?

Mina Urgan’ın yerinde olmak istiyorum bazen, gerçek anlamlı bir yer değiştirme. Bir dinozor olayım ve fakat Oğuz Atay’ı da tanısaydım, Atatürk’le dans da etseydim. Mina, Oğuz, Mustafa, Cemal, Turgut… Canlarım.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...