• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Tag Archives: öznur doğan

‘Dokuza Kadar On’ Adımda Asaf

12 Cumartesi May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

özdemir asaf, öznur doğan, beowulf, bir kelimeye bin anlam, Cemal Süreya, düşük tansiyon, devlet ve ben, dokuza kadar on, Ece Ayhan, göğe bakma durağı, imagist, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kurşun kalem, maroia, objectivist, oedipus, oznurdogan.com, pay, telaş, Turgut Uyar, yalnızın durumları


Şiir okumak benim için özel bir tutku. Kitabın üzerine yazıp çizemeyen ben; elindeki şiir serisi için en hafif dokunuşlarla notlar aldım kitaplar üzerine. Kurşun kalem kullandım bunun için ve hiç kalemtraş ile açmadım kalemi. Daima yumuşak uçluydu çünkü şiirlere zarar verirdi keskin hatlar.

Şiir macerasında üçüncü sırada Özdemir Asaf var. Bir Kelimeye Bin Anlam önsözü ile okumaya başlıyorum ve dakika bir aldığım not, “Imagist ve objectivistlerle bağlantılı mıdır acaba?” Bu merak beni içli dışlı bir okumaya yönlendiriyor. Art arda şiirleri okumak kimilerine saçma gelir ve fakat her şiir birbiri ile alakalı olmasa da bütünde bir resim çizer. Şöyle uzaktan tuttunuz mu kitabı anlarsınız ki bu adamlar ve kadınlar dar alanda kısa da paslaşıyorlar ama geniş alanda büyük anlamlar da veriyorlar şiirlerine.

Özdemir Asaf en ekonomik şairlerden. Kelime ekonomisi yapıyor bol bol. Fakat onu az önce bahsettiğiim Imagistler ile aynı noktada bulunduran şey sadece ekonomik oluşu değil, imgeler ile hareket ediyor oluşu. Küçücük bir sahneyi imge dolu anlatıyor Asaf. İşi gücü hayaller ve imgeler ve kelimeler. Kısa soluk alıp vermeler gibi onun şiirleri. Nefes alıyor fakat tansiyon daima 9’a 5. El ve ayak henüz titredi titreyecek, ten biraz soluk. Gözler sanki uzun süre üzerine bastırılmış gibi gizli bir uzay dünyasına açılıyor. Sonra bakıyorum ki kısacık bir anı, tamamen tüm detaylarından soyutlayıp veriyor bu adam. Telaş şiirinde örneğin;

Yaşamak değil,

Beni bu telaş öldürecek. 

Gelin, sizinle birlikte karar verelim bunun hangi tür şiir olduğuna. İçinde imgeler mi barındırıyor yoksa kendisinden başka bir şeyi anlatma zorunluluğu hissetmiyor mu? Bana kalırsa insanın kendisini obje olarak gördüğü bir şiir bu. O yüzden de objectivist.

Kısa cümleler ile dünyayı anlatmakta üzerine yok. Bildiğimiz tüm mitsel kahramanların denizden dönüşüne gönderme yapıyor ardından Pay şiirinde. Diyor ki şair:

Şimdi, şu akşam saatinde

Dönüyorum görmüş, geçirmiş, atlatmış,

Gözlerin doymayan sahilinde. 

Bütün mitlerde yolculuğa çıkan kahramanlar farklı bir karakter ile dönüyorlar. Daha olgunlaşmış, öğrenmiş ve öğretilmiş bir şekilde. Çünkü onlar hayatlarında yaşamadıkları deneyimi kısa sürede yaşayıp kendilerini kanıtlama şansı buluyorlar. Ben diyeyim Oedipus, siz deyin Beowulf.

Sayfaları çevirdikçe beni bir merak alıyor… Nasıl bu kadar iyi yazabiliyor? Nasıl hayattan bir nesneyi seçip ona bambaşka bir şekilde bakabiliyor. Şairlik böyle bir şey demek.  Bir pantolon paçasının kıvrılışı bile bir şeyler anlatabiliyor onlara. Renkler üzerine oturup düşünebilir ve hatta yazabiliyorlar:

Tüm renkler aynı hızla kirleniyordu,

Birinciliği beyaza verdiler.

Sonra kendime yakın hissediyorum Asaf’ı. Devlet ve Ben diye bir şiir yazmış tutmuş da. Yanına ben de not almışım, “Devlet ve Ben” ve Öznur! Çünkü yakınıyor burada şair. Şair burada birilerine sesleniyor, kendine sesleniyor. Zamansızlıktan yakınan Öznur’a sesleniyor. Alamadığı kitaplar için hüzünlenen Öznur Asaf’a sesleniyor. Yakışıyor bu tavır sana be Özdemir diyorum. Sigara içsem, hemen bir sigara yakacağım şerefine ve fakat içmiyorum. Yani sigara.

Herkes yerini bilsin istiyor. Yersiz ve yurtsuz sözlerin alemi yok. Hele bir de:

Kendi bahçesinde dal olamayanın biri

Girmiş bahçeme ağaçlık taslayor. 

‘sa. Taslamasınlar efendim. Bunu bana yapmasınlar. Hayatta en çok korktuğum şeydir yersiz taslanmalar başkalarına. Seviyorum deyip de gözünü çıkarmalardan da korkarım, karşımdakini üzecek hırlanmalardan da. Fakat yine de bana denk gelir bu dal olamayanlar. Dal olamaz diye midir nedir, bir hınç ile koparmaya çalışır meyvelerimi. Kim dedi ki Öznur Bahçe’de yağma var? Yok öyle yağma!

Sevgiliyi kıskanmanın tadı da başka oluyor Asaf ile:

Gördüğümü görecekler diye ödüm geriliyor.

diyor. Bazen düşünüyorum da aklıma düşen minik tohumlar hep bunun eseridir. Hep birilerinin sevdiğimi benim görebildiğim şekilde görebilme ihtimalinin olmasıdır. Yani sigarayı tutuşuna gözü kayar da aşina olur, dudak büküşünü görür de farkına varır diye; ödüm geriliyor. Özel olmak ve özel hissettirmek istemek ne özel duygu şu hayatta. İstiyorum ki elimi sıkıca tutan adamın kocaman elleri “ki senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım, tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum” [bunu mektupla ona yazmış olmanın kıvancını yaşıyorum herkes söyleyivermeden ve bilivermeden önce bu şiiri] bir tek benim küçük ellerimi kaplasın. Tek bir parmağını tutabileyim, çocuk olayım; en başa döneyim.

Biliyorum ki Asaf elini koyuyordu sevdiğinin yanağına ve diyordu ki:

Yüzümde hüzünden gölgeler varsa

O hüzün yüzündendir olsa olsa.

Olsa olsa şair olduğundandır, her şeyi gördüğün ve anladığındandır. Doğanın insanı, sanatın parçası olduğundandır. Çocukla ve kadınla bir, hayvanla ve bitkiyle dost olduğundandır. Hüznü kendine ait saydığından, ondan kaçmadığındandır. Keşke hepimiz bu kadar cesur olabilsek.

Üzerine düşünülecek yüzlerce kelime bırakıyordu geriye benim Çakmak dedeme benzeyen adam, Asaf.

Bir şey olmasaydı

yazmak olmayacaktı…

Başka bir şey de olmasaydı

Silmek olmayacaktı.

Gel de başlatma şarap çanağına! Şarap demişken, saat 12’den sonra tüm içkiler de şarapsa vakti gelmiştir güzel bir şarap açmanın. Eski ve yeni, beyaz ve kırmızı… Şarap, nadir de olsa uğranan arkadaş gibi fakat daima sıcak ve samimi.

Yalnızın Durumları bölüm bölüm, parça parça. Ben en çok son bölümü seviyorum:

Her leke

kendisiyle çıkar.

Hepimiz, kendimizle sınanacak ve sonuçları kendimizden çıkaracağız. Yaptığımız tüm hatalar en başından beri bizim hatamızdı. Sevdiklerimiz ve sevemediklerimiz, sevmeyi denemediklerimiz de… Hepsi bizim hatamızdı. Ancak bilmiyorduk, suçlamaya devam ediyor, soruyor soruyor soruyorduk;

Maveraünnehir nereye dökülür?

Öteki Kabuslar’a Dalarken

10 Perşembe May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öteki kabuslar, öykü, öznur doğan, basın, böcek korkusu, denge, devlet, fobiler, Gregor Samsa, Kafka, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kurum kuruluş, maroia, medya, oznurdogan.com, Tolstoy, Turgut Uyar, yapı kredi yayınları, yiğit bener


Gregor’um ve Samsa’yım. Kafka’yı bu yaz okumuş olmanın mutluluğu içindeyim; karşılaştırma yapabiliyorum. Ne kadar çok kitap okursam o kadar çok bağlantı kurabiliyorum kafamda. Ne kadar çok derse gidersem okulda o kadar çok biliyorum konuları ama okula da gitmiyorum son zamanlarda.

Öteki Kabuslar daha kapak sayfası ile bana kendi korkularımı hatırlattı. Sonra arka yüzündeki yazıyı okudum. Dedim ki, “Tamam işte, korku dolu bir yolculuk bekliyor seni.”

Ama korktuğum başıma gelmedi. Birbirinden farklı bir sürü böcek türü üzerinden anlatıyordu Yiğit Bener hikayeleri. Bazen böcekler konuşuyordu, bazen insanlar, bazen ikisi birden konuşuyordu. Ben de en çok hamamböceğinden nefret ediyordum ama ben konuşmuyordum, okuyordum.

Hızlı ve sürükleyici bir okuma yolculuğuna dalıyorum. Kendimi tamamen kaptırmış da değildim. Biraz burun kıvırarak geldim son hikayeye kadar. Evet, şimdiye kadar bahsettiklerini biliyordum ve anlamıştım. Benim için tekrara düşüyor gibiydi. Sıkılmış da olabilirim. Tolstoy’un atın gözünden bakışı gibi değildi. Kendimi kaptıramıyordum. Fakat son bölüm o puslu ve paslı durumu dağıttı.

Veriyor veriştiriyordu sisteme. Sistem olarak adlandırılan her şeye bok atmanın kolay olduğu bir gerçek fakat ortada da bok gibi bir sistem var. Nereden tutsak elimizde kalıyor, hangi yana gitsek bir pis çürümüş koku. Leş kokuyor sistem. Devlet ve insanlar ve kurumlar ve bizler.

Öyle bir hale gelmişiz ki, deniz kenarına vuran şişmiş bir ceset gibiyiz. Sanki birileri bizi gömmek için bile şöyle tutsa; parçalanacağız. Ancak ortada büyük laflar var gelişmek ve büyümek  adına, özelleşmek ve güzelleşmek adına. Oysa biz, bana kalırsa, böceklere hayvan kendimize medeni derken aslında daha da medeniyetten uzaklaşıyoruz. Medeniyet ve doğa ayrımında doğanın başımız üzerinde yeri olduğunu görmüyoruz. Böcekler bizim düşmanımız oluyor, durup dururken hayvanları bırkalıyor, kurcalıyoruz.

Halbuki biz aslında kendimize düşmanız, kendimizin düşmanıyız. Kendi korkularımızı “öteki”leştirip meşrulaştırıyoruz. Korkularımızı yaratıklara atfediyoruz da bir bakmıyoruz nereden çıkıyor bu korku diye. En son kim üzerimize böcek atmaya çalıştı? Annemiz böcekleri gördüğünde nasıl tepki verdi.

Her şey insan ile başlıyor, insan ile bitiyor. Böcekleri ve bitkileri karıştırmayınız.

Eşyanın kanununu bozmaya çalışmayınız.

Hem siz kimsiniz?

Benim dengemi bozmayınız!

William Shakepeare’s The Tempest

09 Çarşamba May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, ariel caliban and prospero in relation to usurpation, öznur doğan, english literature, fırtına, ingiliz edebiyatı, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, the tempest, usurpation, william shakespeare


Throughout the humanity, there has always been idea of usurpation and exploitation. At first, man comes and takes all places around him. He kills animals, rips off planets and makes new home for himself. With the ego of being “people”, he punishes animals, tames them. Because he is more powerful than the animals and plants. Because he has the right of killing, using and exploiting.

In Shakespeare’s play The Tempest, we can see how man tries to be over another man. Since there is a king, there should be someone who will obey him. Prospero has to be the king because even his name refers prosperity. He is the one who can rule all people, animals and even spirits. He has got knowledge about nature, spirits and humans. As we said before, there should be also subservients.

Ariel and Calibans play these roles. When we look at Ariel, he is spirit and bound to Prospero. Whatever Prospero says he does it. But there is something strange about him. While Ariels is doing his work, he implies that Prosopero has given promises to him. Ariel has got information about Prospero, his wizardy and his power. After coming to the island, Prospero finds out that there is something fairy and he saves him saying that everything will be fine. Indeed, it doesnt happen until the last scene. Prospero uses Ariel’s power with his power and induces the tempest, hallucination, sleeping and awakening. Without Ariel, Prospero can’t do his magic exactly. As long as Prospero needs Ariel, he always uses him as a tool for ruling.

On the other side, there is Caliban whose name sounds like “cannibal”. When Prospero and Miranda come to the island, he is the one who shows the most beautiful part of it. And he is also ready to do many things for father and daughter because Prospero acts in afriendly way until he gets exact information about the island. After learning the every little part of the island, Prospero starts using Caliban as a slave. With the help of Ariel, Prospero tortures him. Caliban screams out when he sees Prospero and accuses him taking his island. At this point, Caliban is totaly right. He is the owner of the island. His mother leaves this island to Caliban which means; the island should be under the control of Caliban. Even Ariel should be under the control of Caliban but this will never do.

Despite Caliban wants to be alone on this island and rule it, when Trinculo and Stephano come and make him drunk, he again shows the most fertile parts of the island. Yes, they are planning to kill Prospera and this is also kind of usurpation but what Trinculo and Stephano do to Caliban is another usurpation. And there arethings which perplex us.

Although Caliban swears to his masters, he is also ready to be slave. He takes some kind of pleasure. He does not have to live with Prospero and his fragile daughter, he should have already killed them or something else. The other point is that Caliban gets drunk and forgets everything. He is again open to explatation, allows men to learn the island.

Caliban is a kind of servant figure who always moan but does not do anything to change it. Caliban is ready to be ruled. Despite the fact that he is a real complainer about thethings happen around him, he does not involve totally in it.

Ariel and Caliban as an airy and earthly creatures, are used by Prospero. Prospero usurp Ariel’s power of magic and his freedom, Caliban’s land and power of labour. Though we see Prospero as a wise man, we can say that he is also a kind of tyrant who uses every part of nature and civilization.

In this play, we can say that Shakespeare wants to explain that every man around the world, even creatures try to be over another. Man is eager to have land, taking one’s property, changing it and making it different place. And then we can figure out that if someone has got to power change something, he doesn’t stop until he finds out better or worse things. It can be also concluded that the precession of ruling always finds place in humanbeing’s world. Their lust for richness and their ego make them cruel. In the chain of being, there are segmentations for everyone. If you wan’t to change it like Prospero, you have to be cruel and hypocrite or you should be so ignorant that you think you can reckon people around you.

[This is my visa exam paper which is based upon William Shakespeare’s play The Tempest in relation to usurpation considering Ariel, Caliban and Prospero.]

Yansılar Kitabı’nda Hayatın Detayları

09 Çarşamba May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

arayış, ayrıntı, aşk, Ölüm, öznur doğan, ben merkezcilik, bir boşluk, D&R, detaylar, erkek, eş, iki tür yitim, kadın, kan bağı, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, münir göle, münir göle'nin yazı anlayışı, noktürn, oznurdogan.com, toplumda kadının yeri, yansılar kitabı, yanılsama, yapı kredi yayınları, zaman kayması


7 farklı hikaye içinde hayata dair görünmeyen detaylar. Şimdiye kadar düşünmediğim şeylerin varlığını bir kez daha kanıtladı bana Yansılar Kitabı. D&R’da dolanırken denk geldim bu kitaba. Münir Göle’den daha önce okuduğum bir kitap olmadığı için yeni bir tanışıklık yeni bir arkadaşlık olacaktı benim için. İlk defa okuduğum yazarlara dair önyargısız olmanın keyfini çıkarmaya hazırlanıyordum.

Kısa parçalardan oluşan kitapları severim. Bölümlerin bitişi ve başlaması beni motive eder, kendimi kaptırır giderim okurken. Bu kitapta da bunu yaşadım. 7 bölümden oluşuyordu kitap. “Zaman Kayması”, “Yanılsama”, “İki Tür Yitim”, “Bir Boşluk”, “Noktürn”, “Kan Bağı” ve “Arayış”. Bu 7 farklı hikayede beni çeken şeyler de birbirinden farklıydı.

Zaman Kayması’nda bir kadının hisleri doğrultusunda kendi kocasını bile kocasının aklında yarım kalan bir aşk yaşanmamışlığını bitirmesi için yollayabileceğini gördüm. Bu  sıradan bir hikaye değildi. Bu, olgun bir kadının yapabileceği bir şeydi. Eğer kadın kendine güveniyorsa zaten gerisi neredeyse boştu. Çünkü biliyordu, erkek de onu sevecekti. Eşine ve kendine güvenmek gerekirdi ilişkilerde. Yaşadığın şüpheler yaşamadığın gerçeklere dönüşebilirdi. Başka bir kadının hayali peşinde koşan bir erkeğin aslında yanı başında duran hayatı görmezden gelebileceği de vardı hikayede, bunun pişmanlığını yaşaması gerekmediği de.

Yanılsama’da karşımızdakini ne kadar az tanıyor olabileceğimizi gösteriyordu. Seneler sonra boşanmaya karar veren çiftler hayattan bir parçaydı. Eşinin tırnaklarının uzamadığını fark etmeyen bir adam vardı. Ama tırnağın uzadığı ve kesildiği zaman hep es geçilmez miydi? Oysaki sevilen ile birlikte bir tırnağın uzayış süresinde bile görülebilecek ve yaşanabilecek ayrıntılar vardı. Aşk eğer bir yarışa ve kendini ispata dönüşüyorsa işte orada da bir sorun ortaya çıkacaktı.

İki Tür Yitim klasik bir yaşanmamış baba-oğul hikayesine kuruluydu fakat benim için hikaye değil verilen detaylar hep daha önemliydi bu kitapta. Yani aslında hikayeler hep tanıdık ve bildik olanlardan fakat Münir Göle’nin (henüz tam emin olamasam da) tarzı böyle. Aklınıza gelmeyen noktaları çekip çıkarıyor. Ölen bir adamın traş bıçağında kalan sakalları, şarap şişesinin üzerindeki tükrükleri. İnsanlar ölünce bunlar kalıyordu geriye fakat şimdiye kadar benim için hep boşluk vardı. Birisi ölür ve yaşadığı oda boş kalır, başını koyduğu yastık. Üstüne giydiği kıyafetler boş kalır ya da. Fakat bu hikayede öyle değildi. Ev hınca hınç doluydu ölenle. Aslında hiçbirimiz terk etmiyorduk yaşadığımız yeri. Aksine her şey bizle doluydu.

Bir Boşluk ve Noktürn bana yaşanılan fakat yaşanmamış gibi davranılan anlardan bir tiyatro oluşturdu. Bir Boşluk’ta ben-merkezcilik vardı. Karşındakini dinlemediğin ve onun gibi olmadığın sürece sen hep haklıydın ve yalnızdın. Ama ödün vermeye başladığın anda görüyordun ki paylaşılan derin bir hıçkırık da olsa bir tatil de, daima mutlu kalabilirsin. Noktürn’de ise kanımın daha yavaş aktığını hissettim. İnsan anıları olmasaydı nasıl yaşardı ki? Düşünün, son bir haftanızı hatırlamıyorsunuz. Bir ay ve bir yıl! Ve bir ömür. Hatırlayamadığımız sanatçı isimleri için bile dipli başlı kazılar yapıyoruz beynimizin derinliklerinde. Peki ilk öpüşmemizi hatırlamasaydık? İlk sevişme? İlkleri unutsaydık sonların ne anlamı kalırdı ki?

Kan Bağı’nda beni iten bir şeyler vardı. Belki de kanın açık teşhiriydi. Aslında biliyorum ki Münir Göle bunu gerçek kan kırmızılığında değil, düşlerin ve tutkunun kırmızılığında yazıyordu fakat… Bu fakat’lar bir gün beni mahvedecek. Kan Bağı’nda yine de nokta atışının yapıldığı en önemli yer, kadınların hayatları boyunca tek eşli olmaları gerektiği fikri ve erkeklerin çok eşli olabilirliği. Halbuki kadın, baştan ayağa kadındı. Baştan ayağa tutku ve şehvetti aslında. Münir Göle haklıydı, bu renk olsa olsa kanın kan kırmızı rengiydi.

Münir Göle hayatın detaylarından hikayeler yaratıyor anladığım kadarıyla. Onun için bir gözlem, bir fikir ya da bir hayal yazılabilir ve çizilebilir. Sosyal normlar alt üst edile de bilir. Yakın hissettim fakat Göle’yi.

Ayrıntılarda boğulmak dileğiyle.

“Süreya” Yeter, ‘Üstü Kalsın’

05 Cumartesi May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

ama senin, aşk, özdemir asaf, öznur doğan, ülke, üvercinka, beni öp sonra doğur beni, Cemal Süreya, cevdet kudret, doğan hızlan, Edip Cansever, ilhan berk, işte tam bu saatlerde, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, mehmet kaplan, nazım hikmet, nurullah ataç, oznurdogan.com, suut kemal, tahir alangu, Turgut Uyar, william carlos williams, yapı kredi yayınları


Sen git bir iddia uğruna soyadından harf eksilt. Adam gibi adam vesselam. Verdiği sözü tutuyor, yazdığı sözü okutuyor. Üstü Kalsın’a başladığımda hiçbir şiiri ayırt edemediğimi kitabın sonunda anlıyorum. Her şiir sanki benim için daha özel hale geliyor. Keliimeler içimde büyüyor. Nazım Hikmet’i yazarken öyle değildim halbuki. Seçebilmiştim aralarından kolayca. Cemal Süreya bana daha yakınmış demek ki, vazgeçemiyorum hiçbir şiirinden. Bunu Özdemir Asaf okurken de fark ediyorum sonradan.

Cemal Süreya.

‘Aşk‘ ile başlıyor kitap. Bence Cemal de her işe aşk ile başlardı. Bildiğim, daha önce okuduğum her Süreya şiirinde kendimi daha iyi hissettiğimi fark ediyorum. Bu şiiri biliyorum ki siz de biliyorsunuz;

“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.

Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.”

Sonrasında Elma şiirinde görüyoruz adında bir harf atışını. Şimdi düşünüyorum da Öznur’a bir nokta daha koyup Öznür yapanları dövme fikrimi. Fakat Cemal yüce gönüllü müdür, şair midir ne boktur(?) adından harf atıyor fazla gelmiş gibi. Fazlaydı belki de.

“Adımın bir harfini atıyorum.” diyor 1956’da. Ve daha o tarihte henüz babam bile yok.

Sonra Üvercinka söylüyor şair. Afrika dahil tüm kıtalarda seviyor, yaşıyor, sevişiyor, öpüşüyor. Afrika dahil tüm kıtalarda ben de dolu dolu seviyorum ya Cemal gibi, içim kabarıyor; içime sığmıyor. Kendime taşıyorum.

“Aydın düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma

Yatakta yatmayı bildiğin kadar

Sayın Tanrı’ya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler

Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının

Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde

Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor

Bütün kara parçaları için

Afrika dahil.”

Elim saçıma gidiyor. Kısadır benim saçım. Diken dikendir hatta bazen. Bu yüzden kötü hissediyorum kendimi biraz. Kimse benim için böyle şiirler yazmayacak, yazamayacak. Ne saçlarımın uzunluğundan ve dalgasından, ne pembe topuğumdan ne de ince bileğimden.

Ve ardından Ülke geliyor. En sevdiğim iki şiir böylesine art arda ve bana özel sanki. Aldığım zevkin haddi hesabı yok, ben gerçek bir Cemal Süreyasever Süreyayer olarak hayatıma devam ediyor oluyorum. Şiirler de cabası.

Karar bile veremez oluyorum, neresini seçsem Ülke’nin diye. Herkesin seçtiği yerlerden farklı bir parça seçiyorum fakat ben;

“Karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin

Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi.

Birtakım genç anneleri uzatırdı bir keman 

Sen tutar kendini incecik sevdirirdin

Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa.”

Gecenin bir vakti Cemal’i okumak da misillemeydi yalnızlığa. Çünkü gidemiyordun sevdiğinin kollarına. Söyleyecek çok şeyi vardır herkesin. Ayıptır ve günahtır ve yasaktır ve olmazdır ve komşular ne derdir ve daha nicesidir. Oysa duymak var sevgilinin derin nefesini uyumak ile uyumamak arası. Bir kere de onun için nefes almak var. Tanıdık bir ten var teninde, yanağında, belinde. Ve yine yasak işte.

İşte Tam Bu Saatlerde derken de şu satırları yazdığım saatleri anlatıyordu belki de. Uyku ile uyumamazlık arasını. Beynin uyumaktan vazgeçtiği ama gözlerinin uyku sinyalleri çaldığı şu saatleri;

“İşte tam bu saatlerde bir yara gibidir su

Yeni deşilmiş uçlarında sokakların, küçük uçlarında.

Senin güneş sarnıcı gözlerin

Ölüm yası içindeki evde

Olmaması gereken bir şey gibi, kırılan bir ayna gibi.

Bu saatlerde.”

Peki bir sevgili sevgilisinden en çok neyi isteyebilirdi ki? Gerçek yaşamda yeni bir doğumu mu? Beni Öp Sonra Doğur Beni diyebilmek için ne kadar yürekli olmak gerekiyordu? Kabullenmek tüm eksiklerini ve fazlalarını, geçmişini ve geleceğini. Tek bir kadına ya da adama dönmek yüzünü; doğursun seni diye.

“Annem çok küçükken öldü

beni öp, sonra doğur beni.”

Sen ne diyorsun be adam? Nasıl vuruyorsun tam da kanımın donduğu, gözlerimin dolduğu yerden…

Ve bir de beyit şeklindeki şiirlerin, sade ve anlatım dolu. Belki biraz objectivist. Hem ortada bir nesne var hem de sözlerde bir ekonomi. William Carlos Williams ile arkadaşlığın nedir senin?

“Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem 

Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.”

Ve fakat beni bu ikilik değil öyle bir iki satır mahveder ki her seferinde. Tam yerinde bir söz söylenmiştir de işte ben ona tanık olmuşumdur. Duygular bizden çok zaten tercüme edildi ama bu tercüme asırlıkmış gibi. Tek bir cümle halinde olsa böylesine anlamlı ve mükemmel olmayacakmış gibi.

“Daha nen olayım isterdim

Onursuzunum senin!”

Ve bu iki satır, hem Cemal’in el yazısı ile hem de imzası ile bulunuyor kitapta. Nasıl sevindiğimi 65. sayfaya gelince anlayacaksınız. Her bir şiiri başkadır benim için Cemal’in ama ah bu ‘Ama Senin‘ yok mu? Var işte, gözü kör olmayasıca.

Bir de herkesle dost bu adam. Adı İlhan Berk Olan Şiir‘de herkese bir lakap takıştırıyor. Herkesin işi var, Nurullah Ataç çeliştirmen çünkü. Tahir Alangu soruşturman. Cevdet Kudret, Suut Kemal, Mehmet Kaplan diye devam ediyor liste. Kitabı hazırlayan Doğan Hızlan da nasibini alıyor.

Cemal’i anlamaya çalışıyorum. Cemal diyorum ona. Anlayamıyorum. Süreya’dan zaten bana ekmek yok. Cemal Süreya benim gizli bahçem oluyor. Anlıyorum fakat anlayamıyorum.

Edip Cansever için bir şiir yazıyor adı Edip Cansever.

“Her şeyin fazlası zararlıdır ya,

Fazla şiirden öldü Edip Cansever.” diyor. Bu Cemal de beni öldürdü öldürecek fakat.

Gün gelecek “Fazla okumaktan öldü Öznur Doğan.” denilecek mi diye merak eder oluyorum. Fazlalıksam bu dünyada ya da mesela, “Fazla Öznur Doğan’dan batar mı bu Dünya?”

Turgut’uma Uyar’ıma da yazıyor bir şiir. Ve bu sefer bir gerçek hikayeden bahsediyor.

“Öldüğü gün

Hepimizi işten attılar.”

Şimdi ben soruyorum sana Cemal, işte burada yanıldın!

“şimdi insan şaşıp kalıyor, uyar diyorlar ölmüş 22’sinde ağustos’un. öyle iş mi olur, usta ölür mü?
daha bir iki ay önce bir cümlesini ona okudum şiirinin.
bir şiirini sevgilime yazdım mektupla.
bir şiirinde kendimi buldum, bir diğerinde onu tekrar tanıdım.
daha birkaç ay önce karşılıklı oturduk dertleştik, “geçer mi bu özlem.” dedim. “geçer, sen sadece göğe bak.” dedi.
bir iki yıl önce daha fazla okumaya söz verdim onu kendime. 
üç beş yıl onca geç doğmanın ve geç tanımanın acısını anlattım ona. benim için üzülme, dedi. 
şimdi gelmişler de bana diyorlar ki, ustan ölmüş.”

Ama yine de seviyorum ben seni ve “Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Daha neler neler var bir bilsen Cemal. Şöyle gelseydin bir karşıma, otursaydın. Anlatsaydın yerli yersiz. Kadınlardan konuşsaydık. Adamlardan konuşsaydık. Öğrenseydik. Sussaydık. Bir harfini bana verseydik. Ben Öznur Doğan olmaktan çıksaydım. Ve ben öylece Üstü Kalsın ile kapatmasaydım bu yazıyı. Ben seni yazarak değil, yaşayarak öğrenseydim.

“Ölüyorum tanrım

Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür

Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat

Fena değildir…

Üstü kalsın...”

Sus be adam… Sus.

Henüz Vakit Varken Nazım

01 Salı May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Akın var güneşe akın, analog fotoğraf makinesi, öznur doğan, Bedrettin Destanı, Bir Ayrılık Hikayesi, Bir Cezaevinde Tecrittteki Adamın Mektupları, Cemal Süreya, Ceviz Ağacı, Dünyanın En Tuhaf Mahluku, Fazıl Say, Ferhan Şensoy, futurizm, Gülhane Parkı, genco erkal, Henüz Vakit Varken Gülüm, istanbul üniversitesi, Kerem Gibi, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, Mavi Gözlü Dev, memleket meselesi, Memleketimden İnsan Manzaraları, nazım hikmet, nazım hikmet ran, oznurdogan.com, Yaşamaya Dair


Henüz vakit var be Nazım! Ne olursa olsun seni anlamaya, okumaya ve senle olmaya. Henüz vakit var yani her şey için. Sen de umutla beklemiştin öylece bakabilmek için gökyüzüne ve maviye.

‘Dilim temizce‘ dediğin yaş 17’nin ilerisiydi. Anlaşılırdın işte bu yüzden hep sonrasında. Neler yazmadın ki şimdiye kadar? Memleketi yazdın, aşkını ve kadınını yazdın, kadınları ve erkekleri yazın, aşkı ve sevgiyi de.

‘Kırmızı yürek‘ler derken bizden bahsediyordun bence, “Akın var güneşe akın! Güneşi zaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!“. Çok önceden sen söylemiştin ‘güneşli günler‘ göreceğimizi. Ya da güneşli günler için umut etmeyi öğretmiştin. Biliyordun, Öngöre-biliyordun.

Makinelerin seslerini duymak gibi bazen şiirlerini okumak. Belki biraz ‘cilala – parlat ‘. Tek tek sesler, tek çift sesler, tek tek tek çift tek çift sesler.

“Çıkıyor kayık

iniyor kayık

çıkıyor ka…

iniyor ka…

Çık…

in…

çık…”

Kerem Gibi‘ydi Aslı’ndan çok uzakta bir makine nüshasında;

“Hava kurşun gibi ağır!!

Bağır

bağır

bağır

bağırıyorum.”

Mavi gözlü bir dev oluyordun bazen, minnacık bir kadın seviyordun. Hanımeli kokuları da vardı etrafınızda; mis gibi. Erkek ile kadın konuşuyordu bir sonraki şiirde: Bir Ayrılış Hikayesi

Erkek kadına dedi, kadın sustu.

“SARILDILAR

Bir kitap düştü yere…

Kapandı bir pencere…

AYRILDILAR…”

Ve karına gerçekleri seslice, şiirce söyleyebiliyordun;

“Yaşarsın karıcığım,

kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;

yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı

en fazla bir yıl sürer

yirminci asırlarda

ölüm acısı.”

Bedrettin Destanı‘nda son süratte kareler geçiyordu gözümüzün önünden. 22 saniyede bir çekim yapan analog fotoğraf makinesi gibiydi şiirlerin:

“Boynu daha

vurulmadı

vurulacak.”

Kadın ne kadar önemliydi ve belirliydi senin için. Yerini biliyordun kadının toplumda. Nerede olduğunu ve nasıl olması gerektiğini de yine sen biliyordun. Anadolu topraklarında neredeydi ki kadının yeri? Şöyle diyordun bu yüzden;

“Gece aydınlık ve sıcak

ve kağnırlarda tahta yataklarında

koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. Ve kadınlar

birbirinden gizliyerek

bakıyorlardı ayın altında

geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekeler ölülerine.

Ve kadınlar,

bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri,

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız, avradımız, yarimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri

öküzümüzden sonra gelen.”

Mapusluk ne demek, neler düşünür Tecritteki Adam ve ne anlatır Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları? Yaşama dair ön önemli göndermeleri yapardın bu yüzden; istemesen de. Yaşıyordun çünkü. Sendin o tecritteki adam. İhtiyaç ve duyguların ne yönde aktığını kağıda;

“Ve tıpkı o eski

acıklı hikayelerdeki

yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,

mavi gözleri ıslak

kırmızı, küçücük burnunu çekerek

senin bağrına sokulmak istiyor.

Yüzümü kızartmıyor benim

onun bu an

böyle zayıf

böyle hodbin

böyle sadece insan

oluşu.”

Sayfalar ilerledikçe Henüz Vakit Varken Gülüm’de, vaktim de vardı daha okumaya ve görmeye. Tanıdık yüzler ve sesler geliyor aklıma. Güzel hatıralar ve Genco Erkal. İstanbul Üniversitesi Kurul Odası’nda sorduğum soru geliyor ona. “Ferhan Şensoy ile ortak olan ve ayrılan noktalarınız nelerdir?”

http://www.youtube.com/watch?v=dRAcPSU5Zc4

Dünyanın En Tuhaf Mahluku insan oluyor Nazım’ın yazısında ve Genco’nun sesinde. Sonra Fazıl Say’ın piyanosundan çıkan Genco Erkal ve Zuhal Olcay’ın sesiyle Yaşamaya Dair. Nasıl yaşayacağımızı, yaşamamız gerektiğini söylüyorsun.

Daha sonra Cemal Süreya’da da göreceğim bir Vasiyet var ortada. Öyle çok bir şey istemiyorsun vasiyetinde.

“Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni

ve de uyarına gelirse,

tepemde bir de çınar olursa

taş maş da istemez hani…”

Ah işte böyle içten ve az sözlü, çok hisli, toprak gibiydi her şiirin.

Ceviz Ağacı oluyordun sonra birden. Kimse farkına varmıyordu senin. Gülhane Parkı’ndaydın. Polis de farkında değil jandarma da. Cem Karaca seni anarak, seni soluyarak söylüyordu:

Ve son olarak Henüz Vakit Varken yani Gülüm,

“…

Paris yanıp yıkılmadan,

henüz vakit varken, gülüm

yüreğim dalındayken henüz,

ben bir gece, şu Mayıs gecelerinden biri

Volter Rıhtımı’nda dayayıp seni duvara

öpmeliyim ağzından…”

Aşkı öğretmedin mi? Memleketi ve meselelerini mi? Seçmek ne zor şiirlerin arasından. Ne zor seni yalnızca kitaplardan tanımak. Taş maş da istemezdim oysa ki vasiyetimde, çok şiirden ölmeden önce.

Klasikleri Niçin Okumalı?

30 Pazartesi Nis 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

Çehov, öznur doğan, Balzac, Carlo Emilio Gadda, Cesare Pavese, Charles Dickens, Conrad, Eugenio Montale, Fitzgerald, Francis Ponge, Gerolamo Cardano, Giammaria Ortes, Gogol, Hemingway, Henry James, Italo Calvino, Kafka, Kemal Atakay, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, Klasikleri Niçin Okumalı, Ksenophon, Manzoni, Mark Twain, maroia, Maupassant, Odysseia, Orlondo Furioso, Ovidius, oznurdogan.com, Puşkin, Robert Louis Stevenson, Robinson Cruose, Stendhal, Svevo, Tolstoy, yapı kredi yayınları


Uzun zamandır  bir kitabı okurken yorulduğumu hissettim. Neden? Çünkü beynimi daha çok kullanmak zorunda kaldım. Bilmediğim terimler, isimler, cisimler. Klasikleri Niçin Okumalı? beni çok güzel tarumar etti. Fakat azimle okuyan kitabın sonunu görür. Ben de gördüm.

Italo Calvino sadece bir hikaye yazarı değil, deneme yazarı da. En beğendiği kitapları mercek altına almış, kült kitaplar ve önemli yazarlardan şairlerden derlemeler sunmuş. Her şey ilk başta çok güzel görünmüştü gözüme. Bir tatlı gelmişti Italo amca. Neden mi? Şöyle bir arka sözü vardı çünkü kitabın;

Öncelikle Stendhal’i severim, çünkü yalnızca onda bireysel ahlaki gerilim, tarihsel gerilim, yaşam atılımı bir bütün oluşturur: Romanın çizgisel gerilimidir bu. Puşkin’i severim, çünkü berraklık, ironi ve ciddilik demektir. Hemingway’i severim, çünkü yalınlık, abartısızlık, mutluluk arzusu, hüzün demektir. Stevenson’u severim, çünkü sanki uçar. Çehov’u severim, çünkü gittiğinden daha öteye gitmez. Conrad’ı severim, çünkü derin sularda seyreder ve batmaz. Tolstoy’u severim, çünkü kimi zaman “hah, şimdi anlıyorum nasıl yaptığını” duygusuna kapılırım, oysa bir şey anladığım yoktur. Manzoni’yi severim, çünkü düne kadar nefret ediyordum. /…/ Gogol’u severim, çünkü açıkça, kötülükle ve ölçüyle çarpıtır. Dostoyevski’yi severim, çünkü tutarlılıkla, öfkeyle ve ölçüsüzce çarpıtır. Balzac’ı severim, çünkü kâhindir. Kafka’yı severim, çünkü gerçekçidir. Maupassant’ı severim, çünkü yüzeyseldir. Mansfield’i severim, çünkü zekidir. Fitzgerald’ı severim, çünkü halinden memnun değildir. Radiguet’yi severim, çünkü gençlik geri gelmez bir daha. Svevo’yu severim, çünkü yaşlanmak da gerekir…

Fakat işin yüzü sonra değiştir. Odysseia, Ksenophon, Ovidius, Robinson Cruose, Stendhal, Balzac, Charles Dickens, Mark Twain, Tolstoy, Henry James, Hemingway ve Cesare Pavese hep bildiğim yerlerdendi. Hoca soru sorsa buralardan; 3 ya da 5 ya da 10 şey söylerdim hepsine dair. Ama…

Orlondo Furioso, Gerolamo Cardano, Giammaria Ortes, Robert Louis Stevenson, Carlo Emilio Gadda, Eugenio Montale, Francis Ponge girdi işin içine. Yeni bir şeyler öğrenmenin güçlü hevesi ve okuduklarıma yetişemem kırgınlığı arasında gittim geldim bu kitapta.

Sanırım  yapmam gereken şey bahsedilen tüm yazarları dipli başlı okuduktan ve öğrendikten sonra tekrar dalmak Klasikleri Niçin Okumalı?’ya. (Pek sanılacak bir durum da yok aslında, normal olarak yapmam gereken şey bu.)

Bu kitabı sıradan bir “Ölmeden Önce 100” kitabı gibi görmemeniz gerekiyor. Hatta sizin klasik deyip ilahlaştırdığınız çoğu kitaptan bahsetmiyor. Bu kitap ‘klasikleri’n neden klasik olduğunu da araştırmıyor. Varlığının su götürmez olduğu kitapları hangi kategoriye alsak sansırısı da yaşatmıyor. Italo Calvino kendi klasik listesini inceliyor, onlara dair fikirlerini ve incelemelerini açıklıyor.

Böyle engin bilgi karşısında tabii ki de kitap bana bir beden büyük geliyor. Bu söylüyor olmanın hem samimiyeti hem de üzüntüsü içindeyim şu an. Hala kendimi çok gerilerde, çok geç kalmış hissediyorum. Ne zaman yetişeceğim şu edebiyat trenine?

Ve bir de son olarak Kemal Atakay’a çevirisinden dolayı teşekkür ediyorum. İnsan bu bilgilere sahip olmadan sıttin sene geçse çeviremezmiş bu kitabı. Saygılar.

Unfurl

30 Pazartesi Nis 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, katatonia, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, unfurl


fora et
edebildiğince şarkıyı
ki cevap verebilsinler sana.
bir şarkı!
ne kadar yakın oluyor insana
sabah
soğuk
nefesin önce buhar oluyor
sonra buz
gri bulutlar
donuk-durmuşlar.
dinlemek, beklerken.
beklemek bir de ne farklı şey.
felç-sin
feci derecede.
misin ? ki olsan da!
derime işliyor şarkı
giriyor bedenimden içeri
abise ulaşıyor ilk
boğulmak
boğmak kendini
bir şiirde
ya da şarkıda
hem de unfurl.
skinless
paralyzed.
öl/sek yani şimdi.
un-furl..

14.3.2010 22:02

The Fall’a Özenen Fotoğraf

30 Pazartesi Nis 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ay, öznur doğan, düşüş, gece, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, objektif, oznurdogan.com, the fall, Yıldız, zündüg


Gecenin bir karesinin, makinenin objektifine düşüş’ü ile düşlerin canlanması anına değiyor hikayenin başı. Gece karanlık her yer, gecenin karanlık olduğunu söylemenin gereksizliğine takılmadan devam ediyor cümleler ay ışığına doğru yol almaya. Sadece bir anlık bir görüntü değişimi, bir güzel anı yakalamak hayattaki, işte elini titreten şey bu oluyor hayat fotoğrafı çekenin.
Düş’üyor, düş’erken düş’menin ne demek olduğunu bilmiyorcasına ve sanki evet tam da bir yıldırım gibi aşağı doğru iniyor. Bir şeyleri doğurmak için, yaratabilmek için. İlk düş’üş aklına geliyor insanoğlu’nun. Düş’ünü kurup düş’üşün, düş’üvermesi dünya’ya insanın. Aynı görünen kare gibi hayatın minik penceresindeki, düşüyor evet kendi düşüşüne.
Gece, eceg ve zündügü peşinde taşıyor, yok etmeye çalıştığı düşüş anını yine bir kare kareliyor dörtgence bir pencereye. Bir yıldızın intiharına tanık olmak demek bu yaşananlar. Bir ay’ın kendi halinden sıkılıp yıldız olmaya çalışmasının anlatımı bu belki de. Aynı şekilde her şey.

düş’mek istiyor ondan insan
düş’üşe inat
bir düş’e.
ve o düş’ün ardından
kovalamak istediği düşü
bir ay’a yüklüyor,
yıldız olsun diye.

ben de az e.e.cummings değilmişim

29 Pazar Nis 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, öznur doğan, e.e.cummings, edebiyat, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, şiir


kelime*n yarısını çalıyor karanlık
b**lki de tümünü
ben yine tamam***nmamış
devam ediyorum/
-(e)miyorum
susuyorum
sustuğumu söylemediğim için de
y****zabiliyorum
muyum?

incomplete…

29.8.2010 23:09

Eskiden Bir Esinti, Tarih: 02.06.2011

29 Pazar Nis 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

10000 days, anathema, angelica, öznur doğan, brena, glen hansard, katatonia, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, lateralus, marketa, maroia, maynard james keenan, once, oznurdogan.com, teargas, tool, vicarious


kalıplar içinde kaldım, sıkışıyorum.

nasıl bir ses bu..

ne bir nokta kadar keskin ne de üç kadar belirsiz.

sinirli insanım özz’ümde. demiş miydim?

if you want me, satisfy me demiş marketa.

gaipten iki ses bugünün hasılatı. yaklaşıyorum.

uykuyu reddediyorum, bakalım o da beni reddedecek mi?

Anathema’nın mesela Angelica şarkısı benim için yazılmış olsa, ben Angelica olsam. aranıyor olsam şarkıda. takıntılar misal, özgürlüğe…

bir şarkıyı size kim katarsa onunla yaşlanıyor şarkı da. Angelica, Vicarious..

psikolojisi bozulmuşcasına üç nokta ve iki nokta kullandım, dikkatimden kaçmadı.

son seste müzik dinlemek ve hala hissedememek.

10,000 days in the fire, yüksek ses on numaradır. kulaklık.

başlar göğe eriyor.

10.000days ardı lateralus.

uyumak yok, uyku yok, uyu.
şarkı içimde dalgalanyor, mynard’ın istediği gibi tıpkı.

teargas in my eyes.

bu da güzel çıktı, adam yanılmıyor beyler.

bir gün oturup kısıtlı beynimle tool’un tüm şarkılarını analiz edeceğim.

mesela aydın kelimesini kimin için kullanacağın bir sorunsa işe mynard’dan başlayabilirsin genç adam, bu da onun eli. öp.

şimdi bir ada hayal et, tüm suları tüm kaynakları iyileştirsin seni. brena olsun adı adanın. senin de adın öyle olsun, iyileştir tüm yaralarımı.

Wings For Marie / 10000 Days

26 Perşembe Nis 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

10000 days, öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, maynard jams keenan, mephisto, oznurdogan.com, tool, tool new album, wings for marie


sahneler bölünüyor
parçalanıyor şimdi
dökülen birkaç yaprağa eş değer
söylediğim sözlerin hepsi de
parçalanmaya hazırlar
sırtımda hissettiklerim
ve beni bir yerlere çıkartacak olanlar
hazır olduğum
çıkarıp vermeye
-enna-ye.
tut ya da tam boynumdan
eğer bir yere gidilecekse
ve bu bir yolculuk olacaksa
melekler ile konuşmaya
yalnız bırakmayacağımı biliyorsun değil mi?
bu gece tanrı’nın içkisine
bir damla kendi ruhumdan
katacağım ki
mephisto ile konuşabileyim
senin ruhuna kendi ruhum.

ve bu gelen ses,
duymaktan çekinmediğim ve duyurmaktan
yapabileceğim / yapmak istediğim
şeyin gerekçesi
duyurabilmek için sana.
senin için yani
sırtımda duranlar ve hemen feda edebileceğim.

5.2.2011 23:58

—

sakince elin pencerenin yanına gelir, içerisini de dışarısını da
biraz puslu gösteren pencere
gözüne çarpan ilk ışıklar
bir yanıp bir sönmekte
oh, what are they going to do when the lights go down
without you to guide them all to zion?
kaldırmak istiyorsan elini, tam da şu anda kaldıracaksın ki
görebilsin seni seslerin arasından
tam 27 yıl
içinde taşıdığın kan köpüğü
nefretin hayata karşı
ve o’nun yaşama tutun/amayışı/uşu
kayıp gidecekken ellerinden
bir neşter keskinliği hissettiğin
ilik ve bileklerinde
kesmek ve yok etmek istemen her şeyi
ve sen hala dışarıdasın
bana doğru bakışın, ve gözlerin de
bir aynalı cam sanki, kendime döndüren beni
bitmesin istediğin şarkını
söylerken ve dinletirken bana
ses geliyor kulağıma
i’ve come home now
elin hala cama yakın
ve düşmeye hazırsın
dalacaksın camdan içeri baktığını sanarak
kurtarıcı bir ilaç ya da bir söz
gün- saat- dakika – saniye
tik / tak

gözlerinin kapandığını görüyorsun,
tamamen kapalı hayatı
görmeye alışık olduğun ışıklar
ve şimdi yoklar.
bir yıldızın infilakına tanık oluyorsun
bir karadelik oluyor her şey
bir yıldız yok oluyor
yanındaki minik yıldız ile.
görmeye alışık olduğun
yanıp sönen ışıklar
sabit bir ışığa dönüyor.
tam ortasındaki ışık ise, yükseliyor yavaşça.
kanatlarını görüyorsun sonra!
kanat…
give me my wings!

5.2.2011 23:57

← Older posts
Newer posts →

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...