Etiketler
Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, öznur doğan, edebiyat, feminist edebiyat, kadın ve toplum, kadınlık, leyla erbil, türk edebiyatı, türk edebiyatında kadının yeri, tezer özlü
Bir yazarı ne zaman tanır ve sevmeye başlarsınız? Nasıl basarsınız bağrınıza onu ve bir anne ya da baba olarak kabul edersiniz?
Edebiyat dünyasının büyülü masalıdır yazarların bir anda aileye dönüşmesi. Aklın saati 12’yi geçti mi ne anne kalır yanında anne diye ne de baba. Artık edebiyatın saati çalıyordur, saat daima sevdiğin yazarı vuruyordur. Akrep ve yelkovan onun zamanını, onun zamansızlığını anlatıyordur.
Leyla Erbil ile ilk tanışmanızı şimdi hatırlıyor musunuz? Bir “vapur”da mı tutmuştu elinizi rıhtıma inerken düşmeyin diye yoksa bir deniz kıyısında mı vermişti gözlüğünüzü size; gözleriniz acımasın diye.
Ben Leyla Erbil ile tanıştığımda miniktim, küçüktüm çok ancak aklımı büyük sanıyordum. Okuduklarımın bana yetmeyeceğini biliyordum ancak yine de çok okudum sanıyordum. Ben Leyla Erbil ile tanışmadan önce kitapların anlamlarının yalnızca okuduklarımda olduğunu sanıyordum. Leyla Erbil, bir uyanış hikâyesidir bu yüzden. Yolculuğudur edebiyatseverin, yalnız başına yola çıkmayışıdır. Odysseus’a yardım eden tanrılar ve tanrıçalar gibidir kocaman bu küçücük kadın. Yalnız kalamayıştır.
Peki, neden sevilir bu kadar Leyla Erbil ve nereye koymuşuzdur biz onu? Aslına bakarsanız kocaman, kapkalın romanların kadını değildir Leyla, az lafın çok şey anlatabileceğini bilir. O yüzden eğer Leyla’nın kitaplarını ararsanız raflarda, ince narin kitaplara bakmalısınız kendisi gibi.
İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde Sema Bulutsuz ile tanıştınız mı Leyla Erbil ile de tanışmış olursunuz. Belki de arkadaşlığındandır böyle yakın yakına anlatması Leyla’yı belki de daima saygı duyduğu bir kadın olmasından ancak Sema Leyla’dan bahsederken gözleri dolar bazen, sesi titrer. İşte ben de tam olarak öyle tanıştım Leyla ile. Bildiğim tüm yazılardan farklıydı yazıları. Örneğin imla önemli değildi onun için. Bir virgül yerine üç nokta koyardı. Şimdiye kadar ona dayatılmış şeyleri neden kabul etsindi ki? Etmezdi elbet. Türk Edebiyatı’nın en dişli kadınıydı belki de. Tezer Özlü ile arkadaşlığı da bu yüzden öylesine sağlam öylesine doğruydu. Tezer kendi karanlığında hayatına devam ederken bir yerlerde Leyla’nın olduğunu bilerek rahatlıyordu. Kendi peşinde kendini arayan, kitaplarında yaralarını insanlara açan Tezer’e Leyla’nın arkadaşlığı birebir geliyordu. Bu iki kadın birbirine bir o kadar bağlı ve bir o kadar birbirinden ayrıydı. Tezer kaçar gider, koşardı. Ama Leyla kalmalıydı. Kaçamazdı. Devlet vardı savaşması gereken, sistem vardı. Ve hatta kendi vardı aklında.
Minicik bir kadının devleşmesiydi aslında hikâyesi. Hayatı boyunca hiçbir ödül almamıştı ve bunu kendisi istemişti. Verilen ödülleri de almaya gitmemişti bu yüzden. Nobel’e aday gösterilen ilk Türk kadın yazardı. Peki, neden –di’li geçmiş zaman var hep Leyla’da? Çünkü Leyla Temmuz ayının sıcaklı soğuklu bir gününde bizi, cücelerini annesiz bıraktı. Uzun zamandır Parkinson tedavisi gören Leyla dayanamadı artık. Aslında 1931 yılından bu yana “üç başlı bir ejderha” gibi dayandı Sultanahmet’in ortasında dikilen. Bir sürü hayatı bir arada yaşadı ve bize gösterdi pek çok şeyi.
Önce kadının yerini öğretti bize Leyla. İkili karşıtlıklarda nerede kalıyordu kadın? Tam da gece/gecede’nin yanında. Kadın bilinmez bir varlıktı, bilinmek istenmiyordu. Bu yüzden her hikâyesinde deli kadınları anlattı. Ondan sonra pek çok kadın yazar Leyla’dan yola çıkarak yazdı hikâyelerini, romanlarını. Kadınlar neden delirirdi? Ne kadar çok soru vardı kadınlar ile ilgili… Hepsi, hepsi Leyla’nındı. Tüm sorular Leyla’ya çıkıyordu. Doğanın içindeydi kadın, Leyla bunu çok iyi biliyordu. Doğaya karşılık kurulan medeniyetin içinde, kadınların sesi olmaya çalıştı. Kadın olmaya çalıştı. Kadınlığın büyüsünü, kadının doğasını, doğadaki kadını anlattı. Tek tek, ilmek ilmek anlattı hem de. Ve tam bir kadın olarak.
Bir yazarı seversiniz evet ve onu yüceltmeye dair yüzlerce nedeniniz vardır. Leyla’yı sevmek için sayılabilecek nedenler yalnızca yazar olmak değildi benim için. Leyla benim üniversite yaşamım oldu. Aydınlanmam oldu. Kendimi bir kadın olarak görmüyor muydum ki ondan önce? Belki de medeniyet denilen, tek dişi kalmış canavarın beni nasıl göstermek istediğine göre şekil alıyor, kabıma sığıyor ve taşmamayı kabul ediyordum. Leyla bana engin deniz olmayı öğretti. Bilir misiniz bilmem, deniz bazı dillerde erkek bazı dillerde kadındır. Bir rahim gibidir deniz ve ben de ona kadın demeyi tercih ederim. Karanlıktır çünkü geceye doğru. Yalnızca ayın ışığını kabul eder üzerinde. Güneşin heybeti, medeniyeti altında kavrulmak istemez. Bir anda ayın güzel göğsüne bırakır kendini. Onlar iki iyi arkadaşlardır. Doğanın içindendir ikisi de. Kadın doğasına yakındır.
Leyla Erbil’i sevmek için bir kitabını okuyup ilk bakışta anlamamak yetiyor sanırım. Özellikle işe Cüce ile başlıyorsanız gittikçe zorlaşıyor mesele. Bir yanda Leyla bir yanda Zenime. Bir yanda deliler ve diğer yanda da deliler. Bir deliye karşı kaç deli vardır toplumda? Aslında gördüğümüz tüm toplum delidir ve deliler “akil”ler. Kadın olduğunu bilmez Zenime, kadın olduğu için delileştirilmiştir. Onun deliliği toplumdan gelir kadından değil. Deli kadın Leyla’nın deliliği de öyledir. Cüce de şöyle der bu yüzden:
“Ah, işte o güç saçların ki (öteki kadınlara örttürdüler üzerini sımsıkı korku kefenleriyle; korkunç birer cinsel organdan başka bir şey olmadığına ikrar getirttikleri bedenleriyle birlikte.”
Zamanının içinde ve ötesinde bir kadın sözüdür bu. Kadınları kimler metalaştırdı? Hangi ellerde kızlıkları kadın oldu ve kadınlıkları delilik? Sorular niye bu kadar fazla? Gittikçe Leyla’nın aklına giriyorum.
Düşünüyordu Leyla, bir örtü ile neler yaratılabilir diye kadınların üzerinde. Aman diyeyim hanımım, dizin ve üzerleri görünmesin. Ve tabii ki başın! Haşa! Toplumun kadınla alıp veremediğini kadına vermek isterdi Leyla. Ne olursa olsun Sezar’ın hakkı Sezar’a, kadının hakkı kadınaydı. Bu yüzden aktivist bir kadın olarak TİP’te yer almıştı. Deliliği daha fazla insana duyurabilmek için.
Kadın kimdi, kimdi bu cüceler ve nerelerde dolaşıyorlardı, işte bunu anlatmak istiyordu Erbil. En başından, tarihin derinliğinden insanlığın kökeninden başlıyordu anlatmaya. Adem ile sinsi Havva’nın hikayesini bize anlatıyordu. Kadındı orada da bir olaya neden olan. Yarım akıl ve çelim akıl. Çelinmeye hazırdı kadın, yoldan çıkmaya. Kadın bir meyve uğruna tüm cennetinden vazgeçendi. Şimdi bir de böyle düşünelim, Adem’i düşünmemiş miydi ki Havva atlıyordu Leyla’nın kollarına? Havva yalnızca Adem’ini değil bahçesini ve geleceğini düşünüyordu. Hikâye başlatmanın ne demek olduğunu biliyordu. Bir hikâye başlatmak için bir suçlunun olması gerektiğini de. Adem’e kalsa bahçesinde her şey var, hurisi de yanında tabii ki. Esnaf deyimi ile işler oldukça güzel, hayat Adem’in yörüngesinde. Yörüngen çıkıntısı kadın ve yılan oldu. Yılan kadına fısıldadı. Adem’e fısıldasa Adem dinlemezdi elbette. Kadını seçti yılan. Yılanı seçti kadın. Kadın kirlenmek istedi aslında özüne dönmek istedi. Çamurdan değil miydi? Çamurdan bir gezegene düşmeye korkmazdı kadın. Leyla da korkmuyordu işte. Çamura bulanabilirdi istediği zaman. Kadını anlatmak için bahsedilen aydınlığın içinde çamuru bulmalıydı.
Leyla’nın cücesi yalnızca Zenime değildi. Bizdik aynı zamanda. Her bir kadındı. Kocalarımız döverdi de severdi de. Biz ölsek de çocuklarımız onları döven babalarına geri dönerdi. Zenime’nin yaşaması için bir erkek gerekirdi kaburga kemiğinden doğduğu. Bir bağ gerekirdi tüm medeniyet ve toplum ve ataerkil yapı ve erkek ile. Erkek olmadan kadın hiçbir anlam ifade etmezdi bize göre. Leyla havanın kurşun gibi ağır olduğu bir gün bağır bağır bağırıyordu, UYAN.
Yıllar sonra Leyla’nın sesine bir ses geldi uzaklardan. Mine Söğüt’ün sesi yankılandı raflarda. Deli kadınları anlatmak istedi o da Leyla gibi. Deliliğe methiyeler düzmek istedi. Leyla gibi minik de değildi bu kadın. Kocaman gözleri, keskin çizgileri ile belki de delirmeye hazırdı. Deli Kadın Hikayeleri’ni yazdı ve gönüllerde taht kurmayı başardı.
Bir kadın, bir kadını iyi anlat ve bir erkekten daha fazla acıtır. Bir kadın deliliği bir kadına daima tekinsiz gelir ancak deli olmayan kadın bir gün ansızın delirebileceğini bilir. Mine Söğüt kadınların neden delirdiğine baktı derinlemesine. Söyledikleri Leyla’dan ne eksik ne fazlaydı. Bir kadını delirtebilecek yegâne şeyin bir erkek olduğunu buldu sonunda. İkili karşıtlıkta erkeğe denk düşen her şeydi kadını yok etmeye çalışan. Kadın yok olmak istemiyordu. Deli Kadın Hikâyeleri yüzlerce kadının aynı dünya üzerinde delirmesiydi. Aynı babanın ona tecavüz etmeye çalışmasıydı. Evlatlarının yine onlar tarafından çalınmasıydı. Kadınlardan çalınan yalnızca evlatları değil, kimlikleriydi de.
En az Leyla kadar gerçekti Mine’nin anlattıkları. Deli Kadın Öyküleri’nde şöyle diyordu Mine:
“Bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez. İşte bu yüzden, bu şehirde ben her gün kendimi defalarca öldürürüm.” Kendini öldüren, delilik ile öldüren kadınların hikâyesini yazarken daima göz kırptı Mine minik kadın Leyla’ya. İkisi de çok iyi biliyordu ki dünyanın neresinde olursa olsun bir kadın daima bastırılmak istenecekti. Delilik, büyücülük ve müzik, tekinsiz olan her şey kadına ait kalacaktı. Erkek kendini öne çıkarmak için kadının üzerine basıyor ancak onsuz da olamıyordu.
Leyla Erbil öldüğünde Mine Söğüt cenazesine gitti mi bilmiyorum ancak küçük cinlerini toplayıp Leyla’yı güldürmek için elinden geleni yapabileceğini biliyorum.
Leyla Erbil öldüğünde Sema Bulutsuz cenazesine mutlaka gitmiştir onu da biliyorum. Ve bir kardeşi ölmüş gibi hüzünlü, eski bir yaprağa dönüştüğünü hissediyorum.
Leyla Erbil öldüğünde ben ona dair daha bir sürü şeyi bilmediğimi biliyordum ancak hiçbir şey öksüz kalmak kadar sert değildi.
Leyla Erbil öldüğünde solgun ve naif Tezer Özlü ne yaptı bilmiyorum ancak olduğu yerde yalnız kalmayacağını bilmenin iyi hissettirdiğini tahmin edebiliyorum.
Aşiyan Dergisi Ocak Sayısı
Öznur Doğan