• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: Amerikan Kültürü ve Edebiyatı

Cüce Kalanların Annesi: Leyla Erbil

18 Pazartesi Kas 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, öznur doğan, edebiyat, feminist edebiyat, kadın ve toplum, kadınlık, leyla erbil, türk edebiyatı, türk edebiyatında kadının yeri, tezer özlü


leyla_erbil_canım_kadınBir yazarı ne zaman tanır ve sevmeye başlarsınız? Nasıl basarsınız bağrınıza onu ve bir anne ya da baba olarak kabul edersiniz?

Edebiyat dünyasının büyülü masalıdır yazarların bir anda aileye dönüşmesi. Aklın saati 12’yi geçti mi ne anne kalır yanında anne diye ne de baba. Artık edebiyatın saati çalıyordur, saat daima sevdiğin yazarı vuruyordur. Akrep ve yelkovan onun zamanını, onun zamansızlığını anlatıyordur.

Leyla Erbil ile ilk tanışmanızı şimdi hatırlıyor musunuz? Bir “vapur”da mı tutmuştu elinizi rıhtıma inerken düşmeyin diye yoksa bir deniz kıyısında mı vermişti gözlüğünüzü size; gözleriniz acımasın diye.

Ben Leyla Erbil ile tanıştığımda miniktim, küçüktüm çok ancak aklımı büyük sanıyordum. Okuduklarımın bana yetmeyeceğini biliyordum ancak yine de çok okudum sanıyordum. Ben Leyla Erbil ile tanışmadan önce kitapların anlamlarının yalnızca okuduklarımda olduğunu sanıyordum. Leyla Erbil, bir uyanış hikâyesidir bu yüzden. Yolculuğudur edebiyatseverin, yalnız başına yola çıkmayışıdır. Odysseus’a yardım eden tanrılar ve tanrıçalar gibidir kocaman bu küçücük kadın. Yalnız kalamayıştır.

Peki, neden sevilir bu kadar Leyla Erbil ve nereye koymuşuzdur biz onu? Aslına bakarsanız kocaman, kapkalın romanların kadını değildir Leyla, az lafın çok şey anlatabileceğini bilir. O yüzden eğer Leyla’nın kitaplarını ararsanız raflarda, ince narin kitaplara bakmalısınız kendisi gibi.

İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde Sema Bulutsuz ile tanıştınız mı Leyla Erbil ile de tanışmış olursunuz. Belki de arkadaşlığındandır böyle yakın yakına anlatması Leyla’yı belki de daima saygı duyduğu bir kadın olmasından ancak Sema Leyla’dan bahsederken gözleri dolar bazen, sesi titrer. İşte ben de tam olarak öyle tanıştım Leyla ile. Bildiğim tüm yazılardan farklıydı yazıları. Örneğin imla önemli değildi onun için. Bir virgül yerine üç nokta koyardı. Şimdiye kadar ona dayatılmış şeyleri neden kabul etsindi ki? Etmezdi elbet. Türk Edebiyatı’nın en dişli kadınıydı belki de. Tezer Özlü ile arkadaşlığı da bu yüzden öylesine sağlam öylesine doğruydu. Tezer kendi karanlığında hayatına devam ederken bir yerlerde Leyla’nın olduğunu bilerek rahatlıyordu. Kendi peşinde kendini arayan, kitaplarında yaralarını insanlara açan Tezer’e Leyla’nın arkadaşlığı birebir geliyordu. Bu iki kadın birbirine bir o kadar bağlı ve bir o kadar birbirinden ayrıydı. Tezer kaçar gider, koşardı. Ama Leyla kalmalıydı. Kaçamazdı. Devlet vardı savaşması gereken, sistem vardı. Ve hatta kendi vardı aklında.

Minicik bir kadının devleşmesiydi aslında hikâyesi. Hayatı boyunca hiçbir ödül almamıştı ve bunu kendisi istemişti. Verilen ödülleri de almaya gitmemişti bu yüzden. Nobel’e aday gösterilen ilk Türk kadın yazardı. Peki, neden –di’li geçmiş zaman var hep Leyla’da? Çünkü Leyla Temmuz ayının sıcaklı soğuklu bir gününde bizi, cücelerini annesiz bıraktı. Uzun zamandır Parkinson tedavisi gören Leyla dayanamadı artık. Aslında 1931 yılından bu yana “üç başlı bir ejderha” gibi dayandı Sultanahmet’in ortasında dikilen. Bir sürü hayatı bir arada yaşadı ve bize gösterdi pek çok şeyi.

Önce kadının yerini öğretti bize Leyla. İkili karşıtlıklarda nerede kalıyordu kadın? Tam da gece/gecede’nin yanında. Kadın bilinmez bir varlıktı, bilinmek istenmiyordu. Bu yüzden her hikâyesinde deli kadınları anlattı. Ondan sonra pek çok kadın yazar Leyla’dan yola çıkarak yazdı hikâyelerini, romanlarını. Kadınlar neden delirirdi? Ne kadar çok soru vardı kadınlar ile ilgili… Hepsi, hepsi Leyla’nındı. Tüm sorular Leyla’ya çıkıyordu. Doğanın içindeydi kadın, Leyla bunu çok iyi biliyordu. Doğaya karşılık kurulan medeniyetin içinde, kadınların sesi olmaya çalıştı. Kadın olmaya çalıştı. Kadınlığın büyüsünü, kadının doğasını, doğadaki kadını anlattı. Tek tek, ilmek ilmek anlattı hem de. Ve tam bir kadın olarak.

Bir yazarı seversiniz evet ve onu yüceltmeye dair yüzlerce nedeniniz vardır. Leyla’yı sevmek için sayılabilecek nedenler yalnızca yazar olmak değildi benim için. Leyla benim üniversite yaşamım oldu. Aydınlanmam oldu. Kendimi bir kadın olarak görmüyor muydum ki ondan önce? Belki de medeniyet denilen, tek dişi kalmış canavarın beni nasıl göstermek istediğine göre şekil alıyor, kabıma sığıyor ve taşmamayı kabul ediyordum. Leyla bana engin deniz olmayı öğretti. Bilir misiniz bilmem, deniz bazı dillerde erkek bazı dillerde kadındır. Bir rahim gibidir deniz ve ben de ona kadın demeyi tercih ederim. Karanlıktır çünkü geceye doğru. Yalnızca ayın ışığını kabul eder üzerinde. Güneşin heybeti, medeniyeti altında kavrulmak istemez. Bir anda ayın güzel göğsüne bırakır kendini. Onlar iki iyi arkadaşlardır. Doğanın içindendir ikisi de. Kadın doğasına yakındır.

Leyla Erbil’i sevmek için bir kitabını okuyup ilk bakışta anlamamak yetiyor sanırım. Özellikle işe Cüce ile başlıyorsanız gittikçe zorlaşıyor mesele. Bir yanda Leyla bir yanda Zenime. Bir yanda deliler ve diğer yanda da deliler. Bir deliye karşı kaç deli vardır toplumda? Aslında gördüğümüz tüm toplum delidir ve deliler “akil”ler. Kadın olduğunu bilmez Zenime, kadın olduğu için delileştirilmiştir. Onun deliliği toplumdan gelir kadından değil. Deli kadın Leyla’nın deliliği de öyledir. Cüce de şöyle der bu yüzden:

“Ah, işte o güç saçların ki (öteki kadınlara örttürdüler üzerini sımsıkı korku kefenleriyle; korkunç birer cinsel organdan başka bir şey olmadığına ikrar getirttikleri bedenleriyle birlikte.”

Zamanının içinde ve ötesinde bir kadın sözüdür bu. Kadınları kimler metalaştırdı? Hangi ellerde kızlıkları kadın oldu ve kadınlıkları delilik? Sorular niye bu kadar fazla? Gittikçe Leyla’nın aklına giriyorum.

Düşünüyordu Leyla, bir örtü ile neler yaratılabilir diye kadınların üzerinde. Aman diyeyim hanımım, dizin ve üzerleri görünmesin. Ve tabii ki başın! Haşa! Toplumun kadınla alıp veremediğini kadına vermek isterdi Leyla. Ne olursa olsun Sezar’ın hakkı Sezar’a, kadının hakkı kadınaydı. Bu yüzden aktivist bir kadın olarak TİP’te yer almıştı. Deliliği daha fazla insana duyurabilmek için.

Kadın kimdi, kimdi bu cüceler ve nerelerde dolaşıyorlardı, işte bunu anlatmak istiyordu Erbil. En başından, tarihin derinliğinden insanlığın kökeninden başlıyordu anlatmaya. Adem ile sinsi Havva’nın hikayesini bize anlatıyordu. Kadındı orada da bir olaya neden olan. Yarım akıl ve çelim akıl. Çelinmeye hazırdı kadın, yoldan çıkmaya. Kadın bir meyve uğruna tüm cennetinden vazgeçendi. Şimdi bir de böyle düşünelim, Adem’i düşünmemiş miydi ki Havva atlıyordu Leyla’nın kollarına? Havva yalnızca Adem’ini değil bahçesini ve geleceğini düşünüyordu. Hikâye başlatmanın ne demek olduğunu biliyordu. Bir hikâye başlatmak için bir suçlunun olması gerektiğini de. Adem’e kalsa bahçesinde her şey var, hurisi de yanında tabii ki. Esnaf deyimi ile işler oldukça güzel, hayat Adem’in yörüngesinde. Yörüngen çıkıntısı kadın ve yılan oldu. Yılan kadına fısıldadı. Adem’e fısıldasa Adem dinlemezdi elbette. Kadını seçti yılan. Yılanı seçti kadın. Kadın kirlenmek istedi aslında özüne dönmek istedi. Çamurdan değil miydi? Çamurdan bir gezegene düşmeye korkmazdı kadın. Leyla da korkmuyordu işte. Çamura bulanabilirdi istediği zaman. Kadını anlatmak için bahsedilen aydınlığın içinde çamuru bulmalıydı.

Leyla’nın cücesi yalnızca Zenime değildi. Bizdik aynı zamanda. Her bir kadındı. Kocalarımız döverdi de severdi de. Biz ölsek de çocuklarımız onları döven babalarına geri dönerdi. Zenime’nin yaşaması için bir erkek gerekirdi kaburga kemiğinden doğduğu. Bir bağ gerekirdi tüm medeniyet ve toplum ve ataerkil yapı ve erkek ile. Erkek olmadan kadın hiçbir anlam ifade etmezdi bize göre. Leyla havanın kurşun gibi ağır olduğu bir gün bağır bağır bağırıyordu, UYAN.

Yıllar sonra Leyla’nın sesine bir ses geldi uzaklardan. Mine Söğüt’ün sesi yankılandı raflarda. Deli kadınları anlatmak istedi o da Leyla gibi. Deliliğe methiyeler düzmek istedi. Leyla gibi minik de değildi bu kadın. Kocaman gözleri, keskin çizgileri ile belki de delirmeye hazırdı. Deli Kadın Hikayeleri’ni yazdı ve gönüllerde taht kurmayı başardı.

Bir kadın, bir kadını iyi anlat ve bir erkekten daha fazla acıtır. Bir kadın deliliği bir kadına daima tekinsiz gelir ancak deli olmayan kadın bir gün ansızın delirebileceğini bilir. Mine Söğüt kadınların neden delirdiğine baktı derinlemesine. Söyledikleri Leyla’dan ne eksik ne fazlaydı. Bir kadını delirtebilecek yegâne şeyin bir erkek olduğunu buldu sonunda. İkili karşıtlıkta erkeğe denk düşen her şeydi kadını yok etmeye çalışan. Kadın yok olmak istemiyordu. Deli Kadın Hikâyeleri yüzlerce kadının aynı dünya üzerinde delirmesiydi. Aynı babanın ona tecavüz etmeye çalışmasıydı. Evlatlarının yine onlar tarafından çalınmasıydı. Kadınlardan çalınan yalnızca evlatları değil, kimlikleriydi de.

En az Leyla kadar gerçekti Mine’nin anlattıkları. Deli Kadın Öyküleri’nde şöyle diyordu Mine:

“Bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez. İşte bu yüzden, bu şehirde ben her gün kendimi defalarca öldürürüm.” Kendini öldüren, delilik ile öldüren kadınların hikâyesini yazarken daima göz kırptı Mine minik kadın Leyla’ya. İkisi de çok iyi biliyordu ki dünyanın neresinde olursa olsun bir kadın daima bastırılmak istenecekti. Delilik, büyücülük ve müzik, tekinsiz olan her şey kadına ait kalacaktı. Erkek kendini öne çıkarmak için kadının üzerine basıyor ancak onsuz da olamıyordu.

Leyla Erbil öldüğünde Mine Söğüt cenazesine gitti mi bilmiyorum ancak küçük cinlerini toplayıp Leyla’yı güldürmek için elinden geleni yapabileceğini biliyorum.

Leyla Erbil öldüğünde Sema Bulutsuz cenazesine mutlaka gitmiştir onu da biliyorum. Ve bir kardeşi ölmüş gibi hüzünlü, eski bir yaprağa dönüştüğünü hissediyorum.

Leyla Erbil öldüğünde ben ona dair daha bir sürü şeyi bilmediğimi biliyordum ancak hiçbir şey öksüz kalmak kadar sert değildi.

Leyla Erbil öldüğünde solgun ve naif Tezer Özlü ne yaptı bilmiyorum ancak olduğu yerde yalnız kalmayacağını bilmenin iyi hissettirdiğini tahmin edebiliyorum.

Aşiyan Dergisi Ocak Sayısı 

Öznur Doğan

Sokağın ve Direnişin Sesleri: Duvar Yazıları

17 Pazartesi Haz 2013

Posted by Öznur Doğan in Seyahat, mekanlar, hatıralar

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aksim gezi parkı olayları, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, çapulcu, banksy, burhan doğançay, direnankara, direngezi, divan hotel, duvar yazıları, gezi parkı, le petit chapule, metinlerarasılık, occupygezi, park olayları, penguen, sanat, semazen, stensil, taksim gezi, taksim gezi parkı, taksim gezi parkı duvar yazıları


Tarihin tekerrür edişi edebiyatta metinlerarasılığa denk düşer. Yalnızca yaşananları değil yaşanacakları da içerisine alan tarih, dil ile devinimi sürdürür ve yeni şekillerde karşımıza çıkar.

Tarihin gelişimi ile dilin gelişimi de toplumlar tarafından deneyimlenen önemli değişimlere bağlıdır. Yaşanılan her olay bireyler ve toplum üstünde etki yaratır, bireylerin yaratıcılık seviyesini yükseltir.

Belki de cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hiçbir dönemde yaşanmamış olan ve bizim “Z jenerasyonu” olarak tanık olma şansına sahip olduğumuz en güzel olaylardan birisi olan, sivil direniş olarak yola çıkılan Taksim Gezi Parkı olayları her ayrıntısı ile bizlere yeni şeyler düşündürdü ve tahmin edemediğimiz bir akıl ürünü sergisi ortaya çıkardı.

Bu uzun süren ve gün be gün etkisi artarak çoğalan direnişte duvarlar ve yollar; kepenkler ve diğer yazıya müsait her yer orantısız akıl ile dolduruldu. Metinlerarasılık dersi ödevim için bu konuyu seçmemin en önemli nedeni yazılan her duvar yazısının geçmiş ve gelecekte olabilecek farklı yaşanmışlıklara gönderme yapacak olmasıdır.

Her bir duvar yazısı yalnızca bizi gülümsetmek ile kalmadı aynı zamanda bize aşina olduğumuz pek çok söz hatırlattı. Hem biraz yazılardan bahsedip hem de nelere gönderme yaptığını kısaca açıklamak, hayatımızın içindeki metinlerarasılığa açıklık getirmek istiyorum.

gazyemeyenekızyok

Kız isteme törenlerini düşünelim. Birbirini seven iki genç hayatlarına yeni bir boyut getirmek istediğinde etrafındaki akrabaları ya da arkadaşlara “Evi olmaya kız yok.” derler. Tam da bu noktada Taksim’de bir duvar yazısına gözümüz takılır: Gaz yemeyene kız yok. Gezi alanında biber gazı yemiş olmak artık neredeyse bir rütbedir. Bir erkeğin sahip olması gereken özelliğe dönüşür. Gaz yemediysen, yani direnmediysen meydanlarda ve göstermediysen kendini diktaya karşı işte o zaman sana kız yok demişlerdir. Kız almak kolay değildir geziden, gözler gaz bombası yemiş, gözleri arkadaşları tarafından solüsyonlanmış birisini arar.

yiyingari

Reklamlarda alışık olduğumuz sözler de sloganlara, sloganlar da stensil sanatına dönüşür. Stensiln sanatının dünya üstündeki kahramanlarından bir tanesi olan Banksy uzaktan bizleri izleyip yaratmış olduğumuz harikalara bakarak mutluluk duyabilir bu yüzden.

Lay’s’in tonton teyzesi bizlere yıllarca televizyondan “Yiyin gari’ diye seslendi. Peki bu aslında yemek ve mutluluk dolu an neye dönüştü dersiniz? Gaz sıkan bir polis ve altında yazan yiyin gari stensiline.

çapulcu

Her köşe başı, her durak direniş ve zekânın islerini taşıdı bu süreçte. Yapılan her açıklama farklı bir şekilde yankılandı. Özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı açıklamada geçen üç beş çapulcu lafı Taksim’i aşıp tüm dünyada yankı buldu. Tom Yorke, Naom Chomsky ve onlarca dünyaca ünlü sanatçı, bu ünlülerin yanı sıra her ülkeden destekçiler “çapulcu” kelimesine yeni bir boyut kazandırdı. Fiil ve isim haline getirilen kelime, İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca’ya çevrildi. Artık her cümlede geçen çapulcu bizim için direnişin açıklaması, onu hatırlatacak bir cümle haline geldi. Hatta Küçük Prens, Le Petit Chapule olarak yeniden çizildi.

lepetitchapule

Fransız Devrimi’ni başlatan Antoinette cümlesi “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” duvarlarda “Ekmek bulamıyorlarsa biber gazı yesinler – Recep Tayyip Antoinette” olarak yer aldı. İki devrim arasında müthiş bir fark olmasına rağmen hükümetlerin keskin tavrı, toplum bilincinden uzaklığı ve kendi hayatları için direnen insanları göz ardı ediş bakımından oldukça ortak noktaları da söz konusu. Ak Parti hükümetinin yaklaşık 20 gündür sergilediği kılıç gibi davranışları ve çekinmeden cahili oynayışları her direnişçinin yeni bir söz ile gelmesine neden oldu.

marieantoinettetayyip

Rabbine sorup Cleveland cevabı alan bakanımıza da gerekli gönderme bu yazılar ile yapıldı tabii ki. Direnişçiler rablarına sorup #direngezi cevabı aldılar. Sosyal medya üzerinden gerçekleşen dünyanın en büyük bu pasif direnişi için her nokta Twitter etiketleri ile doldu, bu etiketler günler boyunca milyonlar tarafından yazıldı ve paylaşıldı. Her bir metin, metinlerarasılığın yanı sıra ülkeler arası hale geldi. Her gönderme kendi içinde bir bütün oluşturup gönderme yaptığı konu ile tamamlandı.

cilekliyokmu

 

Güzellik mağazasının kepenginde yazar “Biber gazı güzelleştirir”, yemek restoranının camında yazan “Çileklisi yok mu?” ve diğer yüzlerce yazı yalnızca isyanın değil zekânın da sesi oldu.

Belki de direnişin en can alıcı sahnesi yüzüne gaz maskesi geçirmiş semazendi. Mevlana’nın ne olursan ol gel mottosunu Gezi Parkı’nda yaşatan gençler, siyah sema elbisesi ile estetik ve direnişi bir araya getiren bu semazeni gözleri dolu dolu izledi. Adımları direnişin, her bir dönüşü bizi birbirimize yaklaştıran bir adım, ayak izleri Mevlana’nın sözlerine evrildi.

taksimgezisemazenmevlana

Bir diğer akılda kalıcı sahne ise tüm bu olaylar yaşanırken CNNTürk’ün göstermekte olduğu penguen belgeseliydi. O andan sonra her yer yalnızca Taksim ve direniş değil penguen de oldu. Penguenler CNNTürk’ün yayınlamış olduğu bir belgeselden çıkıp AKP seçmenine, ilgisiz hükümete ve yandaş medyaya, hatta ve hatta direniş karşıtı her bireye dönüştü.

cnnpenguen

Medya baskısının kol gezdiği o anlarda yabancı kaynaklardan izleme fırsatı bulanlar ise bir direnişçinin söylediği o söz ile yüzlerce şey düşündü ve hatırladı. O söz bizi Hitler zamanına götürdü. Avrupa’nın yeni Hitler’i hayırlı olsun! Belki de yaptıkları açısından Hitler ile tam olarak örtüşmese de AKP hükümeti tavırları ile Hitler’e benzedi. Çocukların, miniklerin olduğu anlarda gaz bombası ile Gezi’ye saldırtan ve bunu meşrulaştıran bir hükümet tarihin tozlu sayfaları arasına asla karışmayacak bir adamı, bir diktayı akla getirdi. Adolf Hitler.

banksygeziparkı

Tüm bunları çok öncesinden bilen ve yakın zamanda aramızdan ayrılan Burhan Doğançay, ömrünü duvar resimlerini resmederek geçirmiş ve bir milletin ne hissettiğini en iyi anlatan gerçekler duvar yazılarıdır demişti. Sanat ve sanatçının gerçekleri görme, yansıtma ve bizi büyülemeleri işte bu şekilde öngörülü olmuş oluyor. Metinlerarasılık için seçebileceğimiz her konu bizi anlatan yazılara dönüşüyor.

unlu-ressam-burhan-dogancay-vefat-etti-1601131200_l

Kaynaklar: https://www.facebook.com/OccupyTurkeyGraffiti, Taksim sokakları ve duvarları

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Metinlerarasılık Dersi Final Ödevimdir.

Katiller ve Kurbanlar İçin 13 Beden Eğitim Dersi

15 Cumartesi Haz 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, Arzu Bahar, asena boşnak, Ünal Özer, ömür biçer, Buket Tankut, D&R, dan brown, Doğukan İşler, Elvin Solkula., Gökhan Güngördü, Hasan Apaydın, idefix, istanbul üniversitesi, jean christophe grange, katiller ve kurbanlar için 13 beden eğitimi, koyu kitap, Kuzey E. Önel, Orçun Taşar, Sedat Demir, sindirme sistemi, şu can alıcı işler


katiller-ve-kurbanlar-icin-13-beden-egitimi-dersi_503864

Brown ve Grange’nin o dolu dolu ölümlü kitaplarını okuyup yarı polisiye kitaplara meyil etmeyen yoktur sanıyorum. Katiller ve Kurbanlar İçin 13 Beden Eğitimi Dersi biraz bunlara benziyor.

Peki çoğumuzun bilmediği ancak benim okuma şansına sahip olduğum kitap nereden çıktı, ne anlatır bu kitap?

İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı müstakbel mezunu bir insan olarak şimdiye kadar bölümüme ait en iyi gelişmenin bu kitap olduğunu söyleyebilirim. Her türlü burun kıvırdığım, adam sende dediğim insanların çoğunluğunda Asena Boşnak, bu kitabın yazarlarından bir tanesi oldu ve desteğimizi rica etti. Böyle bir gurura kim karşı koyabilir ki? Hemen satın aldım kitabı. Bu sırada idefix’ten de ilk alışverişimi yapmış oldum. Normalde D&R’ın sıcaklığına sığınan ben idefix’in eski arayüzününü beğenmemem dolayısı ile oradan hiç alışveriş yapmamıştım. İyi ki de yapmamışım aslında, kitaplar zar zor bana ulaştı. Kimisi gelmedi. Ah benim dertli başım.

Koyu Kitap’tan çıkan bu yeni kitap amatör ruhun her sayfada hissedildiği, anlatmanın asla sona ermeyeceğini hissettiren bir kitap olmuş. 13 ders göndermesi ise kitaptaki tüm yazarlarının toplamının 13 olması. Herkes kendi hikayesini ya da ne olduğunu yazmış ilk sayfaya. Orçun Taşar, Buket Tankut, Doğukan İşler, Arzu Bahar, Sedat Demir, Ünal Özer, Hasan Apaydın, Asena Boşnak, Gökhan Güngördü, Kuzey E. Önel ve Elvin Solkula. Yayınevinin sahibi Sedat Demir de gençlere ait bu kitaba bir önsöz yazmış. Kitabın gelişiminin ve cevherlerin büyümesinin bize bırakıldığını söylemiş Demir. Aslında haklı. Biz okuyarak ve her seferinde noktaları belirterek bu kitabı ve bundan sonra gelecek olan her kitabı daha da kitap yapacağız.

O zaman oyun başlasın ve kitaba dair yorumlarım kısmına geçelim:

128 sayfa olan kitap daha önce de bahsettiğim gibi 13 hikayeden oluşmuş. Her hikayenin başında o hikayeye dair küçük bir illüstrasyon var. Öncelikle en çok hoşuma giden hikayeleri söylemek istiyorum, Sindirme Sistemi, Ömür Biçer ve Şu Can-Alıcı İşler. Sindirim Sistemi’ni gülerek okuyabildiğim için sevdim, bir de bilinçaltında neler dolanabileceğini gösterdiği için bize sevgili Zeynep Temel.

Ömür Biçer’i sevdim çünkü Hasan Apaydın daha önce karşılaşmadığım bir hikaye başlangıcı ile gelmiş. İnsanlara ömür satın almak ve olası tüm hikayeleri insan kendi kafasında canlandırabiliyor. Şu Can-Alıcı İşler ise biraz daha İhsan Oktay Anarvari olduğu için güzel. İşin içine biraz simya girdi mi ben oradayım doğrudan zaten. Kuzey E. Önel bu şekilde bir hikaye başlatmış ve okuyucularına güzel bir kısa hikaye sunmuş.

Arkadaşım Asena’nın hikayesi ise Başlıksız adı ile kitapta yer alıyor ve belki de Asena’ya dair farklı bir bakış açısı geliştirmeme neden olan bir hikaye. Çünkü bu hikaye ile Asena’nın hikayelerindeki katmanları görmek mümkün. Hem yazar arkadaşa sahip olmak da çok güzel.

Bunun haricinde kitaba dair söylemek istediğim en önemli şey hikayelerin yalın ve yarıda kalmış olması. Her hikaye daha da uzun anlatımlara, birbirine tamamen oturan bir kurguya ihtiyacı var. Sanki bir şeyler havada kalıyor, hiç beklemediğim anda çat diye bitiyor her şey. Neredeyse her hikayede denk geldim buna. Ayrıca bazı imla ve yazım hataları dikkatimi çekti. İyi bir editör elinden geçmesi şart diye düşünüyorum.

Her şeye rağmen let the sun shine upon you guys. Bu yazma aşkı ve ateşi daima devam etsin. Her yorum ile bin kez daha güçlenin. 🙂

Sevgiler.

Dikkat! Vizeler!

07 Pazar Nis 2013

Posted by Öznur Doğan in Seyahat, mekanlar, hatıralar

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, istanbul üniversitesi, midterms, sınavsız ikinci üniversite, vize, vizeler


vizelerDanger evladım, danger. Vakit geldi çattı. Ben tam aman canım sınavlara daha çok vardır derken bir anda sınavlar ile karşı karşıya kaldım. Vizelerin en pislik yanı hocaların kısa sürede çok şey işleyebileceklerine kani olmaları ve verdikçe vermeleri üst üste.

Tamam, son sene son dönem. Diyorsunuz ki Öznur sık biraz dişini ancak her geçen gün okuldan uzaklaştığınızı anladığınızda siz ne yapabilirsiniz? Bu dönemi alta bırakıp bir dönem uzatmış olma ihtimalimi düşündükçe kanım donuyor. Pek muhtemel çerçevelerde giden bu ihtimal için finale kasmam şart. Ama nasıl?

Asıl istediğim şu üniversite bir bitsin de ben ikinci üniversitemi, efendime söyleyeyim yükseğimi ağız tadı ile yapayım ama önce hocaların ebesinin hörekesine kadar gitmekten çekinmedikleri derslerin vizelerine girmeliyim.

Vizeler!

İstanbul Üniversitesi!

Tanrım!

On The Road Üzerine

23 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

allan gingsberg, amerikan, amerikan kültürü, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, beat generation, beat kuşağı, consumerizm, dean moriarty, divan edebiyatı, howl, jack kerouac, kapitalizm, kristen stewart, moloch, on the road, para, puritanlar, quakerslar, sal paradise, sam riley, steve buscemi, tasavvuf edebiyatı, tüketicilik, viggo mortensenve, walter salles


on_the_road_

Amerikan Kültürü okuyup “Amerika’nın da kültürü mü varmış sorusuna maruz kalmayan neredeyse yoktur. Evet acı ama gerçek ki bu milletin kısa sürede geliştirdikleri ve domuz gibi baskı kurdukları bir kültürleri var. Kuruluşlarının ardından birbirinden farklı dönemlerden geçen bu millet ilk olarak Puritan sıkıcılığına gark olmuş ardından gelen Quakerslar ile biraz rahata ermişler. Sonrasında gel ve git zaman savaş öncesi, savaş sonrası 50’ler derken Beat Kuşağı olarak karşımıza çıkan kafa on numara bir dönem yaşamıştır. Beat Generation’ın manifestosu olarak kabul edilebilecek Allan Gingsberg’ün Howl şiiri ile birlikte dönem başlangıç çanlarını çalmış, kendilerinden önceki dönemi eleştirerek yeni bir akım olmuşlardır. Beat Generation’ın manifesto şiiri olan Howl’da hippielik ile ilhamlarını yok eden, yanlış yolda ilerleyen meslektaşlarından bahsedilir. Bunlar aydın adamlardır. Şiirin ikinci kısmında Beat’in karşı durduğu temeller Moloch adında bir kötü tanrıya atfedilir. Böylece Moloch hem para, hem tüketicilik hem kapitalizm hem de daha fazlası olur. Şiirin üçüncü ve son bölümünde tüm bu kötülüklere rağmen kurtuluş olduğunu optimist bir şekilde açıklar Gingsberg. Kendi akımları alternatif ve kuvvetlidir onlara göre.

Bir akımın hele de aydınlar tarafından ortaya çıkarılmış bir akımın manifesto şiiri varsa manifesto kitabı da vardır. Kendisi Jack Kerouac tarafından yazılmış ve yıllar sonra yönetmenliğini Walter Salles’in üstlendiği, oyuncular arasında ise Kristen Stewart, Sam Riley, Viggo Mortensenve son olarK Steve Buscemi’nin yer aldığı On The Road adlı kitaptır.

Kendi hayatından ilham alarak yazdığı kitapta Jack Kerouac pişme döneminden bahseder. Şimdiye kadar bu motifleri neden divan edebiyatına bağlamamış olduğumu da aynı anda düşünüyorum. Yolculk motifinin olduğu tüm hikayeleri bir “Hamdım, piştim, oldum”a bağlarsak gayet doğru yapmış oluruz. Her karakter yolculuğa çıkmadan önce edinmesi gereken bilgilerle dolu dünya içindedir. Ardından yol boyunca gördükleri ile pişmeye başlar. Hikayenin sonunda olmuştur artık. Kişiliğini keşfetmiş, kendi sesine sahip olmuştur. Şimdi neredeyse dünya üzerindeki tüm motiflerin birbirine benzediğini, bu yüzden edeniyatın evrensel olduğunu görüyoruz. Okuduğumuz her romanda ya da şiirde bulduğumuz duygular insana dair ve açıklanabilir.

Kitap Sal Paradise ve Dean Moriarty’nin tanışması ile başlar. Kendi başına yazılar yazan Sal, Dean ile tanıştırıldıktan sonra önüne geçemeyeceği bir sürece girmiş olur. Budeğişimi isteyip istemediğini düşünmeden yola çıkar ancak sonuçlarına ulaşmak için hikayenin peşinden koşmak zorunda olduğunu bilir. Filmin adı üzerinde On The Road. Tüm hikaye yollarda geçer. Sal kendi sesini bulmak amacı ile Dean’i takip eder. Dean belirli bir sanat algısına sahip, çapkın ve hükmedicidir. Sal ise bu ikilinin pasif tarafına denk düşer. Beat Generation bu noktada karşımıza çıkar. Hükümete ve düzene karşı çıkan Beatçiler kendi hikayelerini yazmak isterler. Sonunda onların hikayelerini yazacak kişi Sal olacaktır. Yola çıkmış olan Sal kitap boyunca sürekli hareket halindedir. Dean ilefarklı zamanlarda bir araya gelerek özlem giderirler. Kendi “yol”unu çizmeye çalışan Sal için attığı her adım önemlidir. Bu yüzden günlerini not alarak geçirir. Dean’den sonra yaşamaya başladığı hayattan aslında çok memnundur ancak hala bir outsider, efendime söyleyeyim yabancıdır. Ne homoseksüelliği kabul edebilir ne de tam olarak içinde bulundu Beat’e ayak uydurur.

on-the-road-kristen-stewart-araba-sahnesi

Normal gelirli bir ailede yaşayan Sal bu yolculuk boyunca fakirliği de görecektir. Ona yolcluğunda eşlik eden Dean kadınlara karşı olan zaafı yüzünden sürekli olarak gider. Sal ise kalır ve not alır. Sal, etrafından anlatmaktan mutlu olduğu bir grup ile birliktedir. Herkes hem eğlenceli hem sanat hem de hayat doludur. Onları izlemeyi sevdiği için uzakta kalır Sal. Yolculukilerledikçe macera seviyesi de artar ancak sona yaklaşması hızlanır. Kendisini Dean tarafından yatakta hasta bir şekilde bırakıldığını gçrdüğünde ilk gerçek dönüşüm gerçekleşir. Artık Sal olup bitenleri görebilmektedir be bu gördükleri araında Dean yoktur.

Yaptığı çapkınlıklar yüzünden çocuğu olan veaile babası kıvamına gelen Dean ise girdiği hayattan ve Sal’a yaptıklarından pişman olacaktır.

On The Road – Yolda – Trailer 2012

Finals!

07 Pazartesi Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Seyahat, mekanlar, hatıralar

≈ Yorum bırakın

Etiketler

4. sınıf finaller, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, finaller, isteksizlik, okul, sıçtın mavisi, sınav dönemi, sınavlar, the color purple, their eyes were watching god


amerikan kulturu ve edebiyati

Arkadan üzgün üzgün bakan Poe ile birlikte ben de üzgünüm bu sıralar. Final dönemi geldi çattı. Sanki hiç gelmeyecekmiş gibiydi. Uzaktı. İşe gidiyorduk her gün. Ne gerek vardı ders çalışmaya. Okul yerine iş yeri vardı ya zaten. Sonra bir baktık 1 hafta kalmış. Bir baktık ki gelmiş, kapımızın önünde oturuyor. Sınav bu? Ne yaparsın. Yapamıyorsun hiçbir şey. Hem de gerçek anlamda yapamıyorsun. Bir şey yazayım desen olmaz, ders çalışayım demen saçma. Dizi izlesen eh, kitap bitirsen meh. Her şey garip derece tatlı ama bir o kadar da tatsız.

Her sınav dönemi kendimi 4 senedir PMS’ten çıkamayan kadın gibi buluyorum. Balon balığı gibi şişiyorum. Tontonlaşıyorum, huysuzlaşıyorum. Hele bir de yoğun ve yorucu bir döneme denk geliyorsa bu sınavlar iyice aksileşiyorum.

balon baligiBeni kitleyin bir yerlere rica ediyorum. Sınavlar geçince de çıkarın. Ya da çıkarmayın, iyiyim ben öyle.

 

M. Butterfly / Olgunluğa Uçuş

26 Çarşamba Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

1993 movie, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, film eleştirisi, m. butterfly, madam butterfly, rene gallimard, song liling


M. Butterfly 2

Bu eseri sahnede izleme fırsatı bulsaydım, sanıyorum gözlerim çıkana kadar ağlardım. Bitişi ile insanı düşünmeye zorlayan, kemiklerine kadar sızlatan bir opera / tiyatro eseri Madam Butterfly. Puccini’nin Madam Butterfly’ından etkilenerek tiyatro eserini oluşturan David Hanry Hwang, gerçek hikayeye dayanan bu anlatıyı masalsılaştırmış ve onu kabuslara yakışır bir son ile bitirmiştir. 1993 yılında David’in eserinden yola çıkarak Madam Butterfly’ın filmi çekilmiştir. Filmi izleyenler hem opera hem de tiyatro oyunu hakkında kolayca bilgi sahibi olabileceklerdir çünkü film de diğer türler kadar etkili ve keskin bir tada sahiptir.

Song Liling bir opera sanatçısıdır ve o dönemde Çin’deki Fransız büyükelçiliğinde görevli olan  Rene Gallimard ile aşk yaşamaya başlar. Kadınlığını Rene ile keşfetmeye hazırlanan Song’u Gallimard karısını terk edecek kadar çok sever. Onun istediği şekilde, onu utandırmayacak şekilde sevişir onla. Tam bir geyşa olarak yetişen Song’un tek bir saç teline bile kıyamaz. İstediği her şeye boynu kıldan incedir. Fransa’nın Çin’deki hakimiyetinin bir sembolü olan Rene ve film boyunca göreceğimiz Çin’in sosyalist duruşu film boyunca çatışma oluşturacaktır. Song Çinli bir kadındır ve geleneklere göre Avrupalı bir adam ile birlikte olması hiç de iyi bir şey değildir. Aynı şekilde Avrupalı Rene’nin de bu durumdan aşağı kalır yanı yoktur.  Avrupa kültü ile yetişmiş olan Rene’ye Çin mistikliği çok farklı ve büyüleyici gelir. Film boyunca sadece bu iki kişinin normları yıkmaya çalıştığını, sevgileri için ayakta durmaya çalıştıklarını görürüz. Bu aşkın bir meyvesi de Rene ortalarda yokken doğmaya mahkum olan çocuktur. Rene ile Son buluştuklarında çocuk 3 yaşındadır. Seneler boyunca birbirinden uzak kalan iki aşık için bu aşkın meyvesi gerçek bir ilaç gibidir. 20 sene boyunca ilişkileri devam eder. Ancak kan donduran ilk gerçek Song’un erkek olduğunun öğrenilmesi ile gelir. Bu sürede Gallimard çoktan Fransa’ya ihanet etmiş, Çin’in çıkarları için sevgilisinin sevgisi ile hareket etmiştir. Bu durumda hapise atılan Gallimard bir tören gerçekleştirir. Bu tören tüm filmin çözümüdür.

m.butterfly-izle-

Madam Butterfly yalnızca politik açıdan bilgi veren bir oyun değil aynı zamanda karakterlerin davranışları ile insan psikolojisine de ışık tutar. 20 sene boyunca nasıl olur da Song’un erkek olduğunu anlamaz diye düşünmeye koyuluyor insan ancak görmek istemeyen bir kişiden daha kör kimsenin olamayacağını hatırlamak gerekir. Rene’nin durumunu tam olarak bilemiyoruz bu açıdan. Belki de Song’un erkekliğini fark etti ancak görmek istemedi ya da gerçekten eksilmeyen bir aşkla bağlı olduğu için görmedi. Bu iki durumda da aşkın buldozer etkisini ve insan soyunun ikinci yüzünün ortaya çıkışını görüyoruz. Hangi amaçla olursa olsun insanın yalan söylemeye, rol yapmaya ne kadar yatkın olduğunu anlıyoruz. Belki de devlet için attığın bir adım, belki de kendin için. Yine de insan, insanoğlu, hani şu ademoğlu tam olarak yalana dönük, içindeki kötülüğe dönük bir yaratık.

Politik konularda ise tamamen ülkelerin aralarındaki stratejilerine göndermeler söz konusudur. İki uç tarafın birbirini nasıl yok edeceğini düşünmesi, proleter kesimin daima eziliyor oluşu, eğlenmeye vakit bulabilen zenginlerin dünyayı yöneten zenginler olduğu, gerektiği sürece sanatın da politikaya dahil edilişi gözler önüne serilen önemli gerçekliklerden.

Madam Butterfly ya da M.Butterfly nefesi bir süreliğine kesip sevilen eserler arasında hızlıca yükselebilir. Bahsettiğim olgunluğa uçuş metaforunu filmi izleyenler ya da tiyatroyu okuyanlar tahminen anlayacaklardır. Spoilerdan kaçınıyorum.

M. Butterfly Trailer

Getting Out / Marsha Norman

20 Perşembe Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ 4 Yorum

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, amerikan kısa öyküsü, arlene, arlie, getting out, kaçış, kadın suç oranları, marsha norman, realism, toplumda kadının yeri


marsha norman getting out

Marsha Norman’ın drama tiyatrosudur Getting Out. Çift karakterli bir kadına dönüşecek olacak Arlene’in hayatı değişmektedir. Daha önce fahişelik yaparak hayatını geçiren ve çocuğuna bakamayan Arlene, hapishaneye gittikten sonra oradaki peder tarafından ıslah edilir. Hapishaneden çıktıktan sonra eski hayatı ile yeni hayatıı arasında bir seçim yapmak zorunda olduğunu hisseden Arlene kendisine Arlie ismini verir. Yeni bir isim ile yeni bir kimlik kazanacağına inanmaktadır. Eski hayatına bir daha asla geri dönmemeyi, ondan alınan çocuğunu geri almayı düşünmektedir. Bu yüzden yepyeni bir eve taşınır, orası güzelce boyar. Hayatına yeni bir heyecan getirir. Aynı zamanda iş başvurularında da bulunur, hatta hapishaneden çıktığı öğrenilene kadar bir yerde çalışır bile fakat geçmişi asla yakasını bırakmaz. Eski zamanlardan kalma bir nam-ı diğer pimp ve ailesi onu geçmişinden kurtarmak yerine daha da geçmek isterler. Gelip taciz eden eski erkek arkadaş ve annesinin kızının değişmeyeceğine inanması, onu fahişe şeklinde etiketlemeleri ve toplumun verdiği bu etiketlerden bir türlü kurtulunamaması özellikle işlenmiştir oyunda.

Sosyolojik açıdan oldukça fazla konuya değinmektedir. İlk olarak ataerkil toplum ve din yapısına gönderme yapılır. Hapishaneler, peder ve diğer tüm enstitüler kadını ehlileştirmek ve onu sıradanlaştırmak için uğraşmaktadır. Aynı zamanda Arlene küçükken babası tarafından istismara da uğramıştır. Ortada kokuşmuş bir ataerkil sistem vardır ancak bu sistem devam etmektedir. Hapishaneden dışarı çıktığında da onu kimse kabul etmemektedir. Sistem ilk olarak insanları hapishane ile eğittiğini ve zararsız hale getirdiğini iddia etse de buradan gelen hiçkimseye de toplum içinde yer yoktur.

Bir diğer konu ise herkes tarafından kolayca kullanılabilen etiketler, lakaplar ve herkeste bulunan önyargıdır. Arlene yeni bir hayata başlamak ister ve bu yüzden adını bile değiştirir. Ancak annesi de eski sevgilisi de onun geçmişten kurtulamayacağını vurgularlar. Sözleri ile onu yoldan çıkarmaya çalışırlar. Kimse Arlene’in olmak istediği kadınla ilgilenmez. Herkesin onun bir önceki varlığına bakar ve ona göre yargılar. Bu açıdan tüm toplum için geçerli olabilecek bir gözlem ortaya çıkar; bir kere damgalandığınızda asla eskisi gibi olamazsınız. Evet, hiçkimse sizin ilerleme kaydettiğinizi görmek istemeyecektir. Gözlerini kapalı tutarak gelişmeyi görmeyi reddedecekler ve bununla gurur duyacaklardır. Hatta bulunduğunuz noktadan bir tık daha ileri gitmemeniz için geçmişi daima yüzünüze vurup onunla yaşamanız gerektiğine sizi inandırmaya çalışacaklardır.

Arlene Arlie olduktan sonra bir süre yeni hayatına tutunmaya çalışır ancak karşısında beton gibi sağlam bir yapı vardır. Toplum ve medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar. Bu yüzden hiçkimse onu kabul etmez ve çocuğunu ona vermeyi reddederler. Arlie artık bu dünyada yeri olmadığına inanır ve kendisini nehrin suları arasına bırakır. Bu bir kadının toplum tarafından kurban edilmesinin en güzel örneklerinden bir tanesidir. Kadınlar damgaları ile toplumun en önemli kurbanlarındandır. Onları kirletmek kolaydır, dedikolarını yapmak, seks işçisi olarak kullanmak oldukça kolaydır. Bu yüzden kadın, toplum süzgecinde hemen deliklere takılır. Ardından geriye sadece o kadını yok etmek kalır. Ah.

The Zoo Story

19 Çarşamba Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

absürd tiyatro, absudizm, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, amerikan kısa öyküsü, amerikan tiyatrosu, edward albee, ego, hayvanat bahçesi, ilkel benlik, jerry, peter, realizm, the zoo story, zoo story


the zoo story

Absürd tiyatro oyunları ile karşılaşmış olanlar Edward Albee’nin The Zoo Story’sini gördüklerinde oldukça tatmin olmuş hissedeceklerdir. Görünürde tamamen birbirinden aykırı bir olayı işliyor gibi görünse de gerçek mesajı hareketler arasında veren bir özelliği vardır The Zoo Story’nin. Soyutlanma, yalnızlık, iletişimsizlik, sosyal statüler ve medeniyetleşmenin insan üzerindeki etkilerine değinir. Sadece iki karakteri görürüz oyun boyunca, bu karakterlerin hayatların ve geçmişlerine dair bir şeyler bilmesek de görünüşleri üzerine fikir yürütebiliriz. Bir tanesi iyi giyinimli, görünüşünden bankacı ya da avukat diyebileceğimiz tiptendir. Diğeri ise iyi bir işte çalışmadığına adım gibi emin olabileceğimiz ve hatta toplum kuralıymış gibi serseri diyebileceğimiz bir adamdır.

İyi giyinimli Peter, düzenli bir hayata sahiptir. Çalışmaktadır, eşi ve iki çocuğu vardır. Kendi hayatının dışında herhangi bir yaşama ve aktiviteye ihtiyaç duymamaktadır. Jerry, yani bizim serseri oğlan ise insan ilişkilerinde müthiş zayıftır. Aniden sahneye gelir ve Peter’ı tanımamasına rağmen ona hayvanat bahçesine gittiğinde yaşadıklarını anlatmaya başlar. Hikaye akışkan bir moddadır ancak Jerry’den gelen bir tacize dönüşür. Peter son olarak Jerry’nin seviyesine indiğinde Jerry kendi gibi olanların ilk hıncını almış bulunur. Peter’ı oturdukları banktan dışarı atmaya çalışırken  Peter kendisini yaşadığı alanı korumak zorunda olan bir kaplan gibi bulur. Kızdıkça kızar, sinirlendikçe sinirlenir. En sonunda Jerry’nin eline tutuşturduğu bıçak ile Jerry’i öldürür. Ölmeden önce Jerry tüm bunları planladığını söyler. Oyun bu şekilde sonlanır ancak etkisi altında kalırız. İnsanın içinde yaşattığı garip yaratık ortaya çıkmıştır.

Peter burjuva dünyasının adamıdır, ona ait değerleri yaşamaktadır. Bir parka gidip kitap okuyabilir bu yüzden ancak Jerry hiçbir zaman o kadar özgüvenli olamayacaktır. Alt sınıftan olduğu için istediği hareketleri yapamayacak, toplum tarafından dışlanmaya mecburdur. Hayat tarafından çoktan yenilmiş olan Jerry’nin karşısında kazanmış Peter vardır. Konuşmaya muhtaç olan Jerry, konuşma devam ederse Peter ile bir iletişim kurabileceğini düşünmektedir. Aslına bakarsanız Jerry o kadar çaresizdir ki bir insan ile kurabileceği iletişim ancak hayvani seviyelerdedir. Ancak kendisini öldürterek bir iletişime geçebilir. Başka türlü hiçbir önemi yoktur. Nasıl yaşadığı, neler yaşadığı ya da yaşamadığı. Ertesi gazetelerde bir günlüğüne görülecek ve yok olacaktır. Yapabildiği en büyük plan kendi hayatını feda etmektir.

Gerçekte yaşadığı hayatın çok da hayat olduğunu söyleyemediğimiz için Jerry’nin bu girişimi bir intihardan çok bir çıkış yolu aramaktır ancak Peter’ın tüm burjuvazisini yok eden o cinayet anı iki insanın da ne kadar ilkel boyutlarda olduğunu gösterir. Kendini anlatmaya çalışmak için zor kullanan Jerry ile alanına müdahele edildiği için çıldıran Peter. Sanki mağaradan üç dakika önce çıkmışlar da öyle gelmişlerdir sahneye. The Zoo Story işte bu yüzden bu kadar absürd aynı zamanda realisttir.

The Hairy Ape / Eugene O’Neil

29 Perşembe Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, endüstriyelleşme, eugene o neil, hairy ape, iletişimsizlik, industrialization, lack of communication, mildred douglas, o neil, rodin, rodin thinker, the hairy ape, the thinker, transatlantik, yank


Eugune O’Neil’ın yazdığı The Hairy Ape oyunu Amerikan Edebiyatı’nda sembolizm ile naturalizmi bir araya getiren önemli oyunlardan bir tanesidir. Oyunda Hairy Ape olarak göreceğimiz birden fazla adam vardır. Transatlantiğin içerisinde bu geminin, bu devasa yapının ilerlemesini sağlamaya çalışan, ondan sorumlu olan ve insan formundan uzaklaşmış adamlar ile bu geminin sahibi tertemiz insanlar görürüz. Endüstriyelleşme sonrası insanın sadece makine formunu almaya başladığın, hatta makine değil sadece dişlinin bir parçası olduğunu kavrarız.

The Hairy Ape’te Yank adında başrolümüz vardır. Yank, iyi yarı bir adamdır ve bazı zamanlar oturup olup bitenleri düşünmesi nedeniyle “The Thinker”a benzetilir. Rodin’in heykelidir The Thinker. Bir konu üzerinde düşünme, problemi çözmeye çalışma anlamına gelir. Yank’in de anlamlandırmaya çalıştığı bir pozisyonu ve içinde olmaktan bir süre sonra zevk almayacağı bir yaşamı vardır fakat Mildred’i görene kadar hiçbir şey üzerine düşünmemiştir. Hatta ondan sonra da özellikle düşünüp karar verdiği söylenemez.

Yaşanan savaşlar ve teknolojik gelişmeler sonrasında insanoğlunun makineler ile savaşı başlamıştır. Makineler her şeyi yapar hale gelmiştir ve insanın görevi sadece bunları açıp kapamaktır. Daha az insan gücüne ihtiyaç duyulur bu yüzden. Medeniyetin gelişimi ile insanın dahil olduğu alanlar değişim göstermektedir fakat alt sınıf olarak tabir edilen çalışan kesimin ezilme oranı artmıştır. Orta sınıf ortadan kalkarak toplum iki sınıfa ayrılmıştır sadece. Yönetenler ve yönetilenler, zenginler ve fakirler, insanlar ve hayvanlar. Tüm oyun boyunca sınıf farkını hissederiz. Transatlantiğin sahibinin kızı olan Milded Douglass’ın Yank’i gördüğünde bir hayvan sanıp bayılması, ona Hairy Ape demesi, onun olduğu ortamda bulunmak istememesi gibi birden fazla işaret vardır bu konuya. Emekçilerin olduğu toplulukta kendi adlarına karar verebilen kimse yoktur. Hepsi cahilliği yeğ tutarlar çünkü düşünmeye başladıklarında karşılaştıkları sonuç ile mutlu olmayacaklarını bilirler. Bu yüzden üst sınıf tarafından yönetilirler.

Sadece maddi değil aynı zamanda fiziksel farklılıklar da vardır iki sınıf arasında. Kıyafetler, yüzler, davranışlar ve hatta konuşmalar. Yank’in kesik kesik konuşmaları, kamaradaki diğer erkeklerin anlaşılmayan konuşmaları da gerçek bir iletişimi imkansız hale getirecek cinstendir. Sadece birbirlerini anlarlar, dışarıdan birisini kendi dünyalarına kabul etmezler. Zaten dışarıdan birisi de onlara yaklaşmak istemez çünkü onları tekinsiz bulur.

Genel itibari ile The Hairy Ape, erkeklerle dolu bir kamaranın karanlığını hissedebileceğimiz, endüstriyelleşme ile ayrılan sınıfların keskinliğini görebileceğimiz, insanların insan özelliklerinden çıkmak zorunda bırakıldıklarını algılayabileceğimiz,  beyaz ile siyahın birbirine karışmak isteyip de karışamadığına tanık olabileceğimiz özel bir oyun.

Bartleby, the Scrivener / Katibim Bartelby

23 Cuma Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, bartelby, bartelby the scrivener, civil disobedience, death letter, death letter office, gingernut, herman melville, i would prefer not to, kapitalizm, katip bartelby, kısa öykü, sivil itaatsizlik, turkey, wall street


Sivil itaatsizliğin Amerika’daki babalarından bir tanesidir Bartelby. Daha önce Death Letter Office’te çalışmış bu adam Wall Street’te çalışmaya başlar. Ne zaman Bartelby’den bir iş istense işte o zaman “I would prefer not to.” der ve hatta sayfaları bu şekilde doldurmuşluğu vardır. Herman Melville’in hayatından parçalar bulabileceğimiz kısa öyküde Bartelby’nin soyutlanmış yapısı ile karşı karşıya kalırız. Sakin, sessiz bir adamdır Bartelby fakat oldukça da inatçıdır. Kendi istemediği sürece hiçbir işi yapmaz. İnsanlar ve yaşantısı ile iletişimi pamuk ipliğine bağlıdır Bartelby’nin. Bu sistemde aslında nasıl olduğunun da önemi yoktur. Kısa hikayedeki karakterlerin özel isimleri olmadığını görürüz o anda. Gingernut, Turkey gibi isimler ile çağrılan çalışanlar vardır ofiste. Toplumda sadece aracı olarak var olan, herhangi bir söz hakkı söz konusu olmayan adamlardır. Birbirleri ile iletişimleri neredeyse yoktur. Bartelby’nin de konuşmama konusundaki inatçılığını düşünürsek koca ofisin içerisinde bir allahın kulu konuşmaz, bir şeyler anlatmaz. Sanki aralarında duvarlar vardır. Bu duvarlar hem karakterleri birbirinden ayırır hem de sembolik olarak mekanikleşmeye başlamış toplumun birbirinden ayrılmasına gönderme yapar.

Bir gün Bartelby hapse düşer. Hapse düştüğünde iş yerinin sahibi / patron Bartelby’i görmeye gelir ve ona kendine iyi bakmasını söyler. Bizim inatçı Bartelby durur mu? Yapıştırır lafı! Pardon, kapatır ağızı. Günlerce yemek yemeyi reddeder ve ölür. Bartelby düzene karşı koyarak ölümü göze almıştır.

Bartelby hem depresif hem de hafif kaçık bir adamdır. Anlatıcı Bartelby’nin hayatına girmeyi başarmış, onun bu sistemde yer almak istemediğini çözmüştür. Bartelby dahil ofiste çalışan herkesin mental ya da fiziksel bir rahatsızlığı vardır. Bu da ofis içerisinde üreticiliğin en düşük seviyede olduğunu gösterir. Hikaye ne kadar gerçekçi olursa olsun romantik yönleri ile öne çıkar. Bartelby için ölüm, yaşamaktan daha stabil bir durumdur. Çünkü yaşarken ölümü daha çok hissedersin hayatında. Wall Street’te, büyük binaların arasında ruhunu hissedemez, sadece var olan sistemin bir parçası olursun.

Bartelby katip olduğu üzre sadece kopyala yapıştır işlemi ile meşguldur bu yüzden hayal gücünü harekete geçirmesine hiçbir neden yoktur. Sadece kopyalar yaratır. Tıpkı bir bilgisayar gibi ona verileni yapmaktadır. Hissettiği sadece makineleşmenin keskin ve demirsi tadıdır. Daha önce de bahsettiğimiz görünmez duvarlar maddesel olarak da karşılarına çıkar. Örneğin kapılar, diğerlerinden daha yüksek patron kürsüleri, masalar. Hepsi karakterlerin uzaklaşmasına neden olan ayırıcı elementlerdir.

Kendi başına itaatsizlik yaratan ve bu yolda ölmeyi göze alan Bartelby yine de sıradan bir katip, bir bilgisayar değildir. Bir Don Quixote bilemediniz Melville’in kendisidir!

The Fall of the House of Usher

21 Çarşamba Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 7 Yorum

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, edgar allan poe, gotik, kimlik karmaşası, madeline, roderick, split identity, the fall of the house of usher


Amerikan Kültürü ve Edebiyatı denildiğinde ilk akla gelen garabetlerden birisidir Edgar Allan Poe. Öncelikle bir garip adamdır tipinden dolayı. Hem kargalara düşkündür. Ölüm ile sık sık dalga geçer. Hep bir karanlıktır anlattığı şeyler. Uçan hayaletler, yıkılan evler, gömülü insanlar. Edgar Allan Poe Gotik Edebiyat’ın Amerika süvarisidir. The Fall of the House of Usher’da da aynı teknikleri ve konsepti kullanmıştır.

The Fall of the House of Usher anlatıcımızın Roderick Usher’dan bir mektup alması ile başlar. Anlatıcımız uzun zamandır görüşmediği arkadaşından mektup aldığı için tedirgin olduğunu belirtir. İlk başta gitmek istemese de kardeşinin ölümünden bahsederek anlatıcıyı evine davet etmiş olur. Anlatıcı yola çıktığında ilk olarak evi uzaktan inceler. Bir garip değişik bir evdir bu. Sanki cinler ve periler tarafından korunmaktadır. Usher ile buluştuklarında anlatıcı Usher’ın kardeşinin öldüğünü öğrenir ve birlikte kardeşini aile mezarına gömerler. Aradan zaman geçer fakat ortalıkta gergin bir hava vardır. Usher çok korkmaktadır, neredeyse keçileri kaçıracaktır. Anlatıcı ona bir hikaye okumaya başlar. Bu okuduğu hikaye ile Usher’ı rahatlabileceğini düşünür fakat hikaye gerçek boyutlara varmaya başlar. Birden kapılar çarpar, her şey yıkılmaya yüz tutar. O anda gömmüş oldukları Madeline’i kapının önünde duruken görürler. Anlatıcı Madeline’i gömdüklerine emindir. Madeline kardeşinin üzerine yürür ve Usher’ın üzerine düşer. O noktada ikisi de ceset olmuşlardır. Anlatıcı da oradan topukları bir tarafına vura vura kaçar. Evi uzaktan izlediğinde ise evin tamamiyle yıkıldığını, o anda ortaya bir insan yüzü çıktığını, daha doğrusu evin bir canlı gibi karakterize edildiğini görür.

Roderick entelektüel ve kitapkurdu bir adamdır fakat en büyük problemi gerçek ile hayal dünyasını birbirinden ayıramamasıdır. Kardeşinin sahip olduğu fiziksel hastalık ile Roderick’in sahip olduğu zihinsel hastalık birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Bu kardeşler hem karın bağı ile bağlanmışlardır (ikizlerdir) hem de birbirlerini tamamladıkları için ruhen tamamlamış olurlar.

Kısa hikayede bulabileceğimiz en önemli unsurlar Gotik hikayede bulabildiklerimizdir: perili ev, ürkütücü çevre, nedeni belli olmayan hastalıklar.  Aynı zamanda evin nerede olduğunu da tam belirtemeyiz. Hikaye destekleyici bir açıklama yapılmadan anlatılır. Usherların evinde gerçekleşen değişimden haberdar değilizdir. Poe öyle klostrofobik bir dünya yaratır ki bu dünyada karakterler hareket edemez. Oldukları yerde kalmak zorunda kalırlar. Aynı zamanda Poe’nun yarattığı bu dünyada biz de kendimizi sıkışmış hissederiz. Okurken farkına varmadan gerilir, farklı sonlar bekler hale geliriz.

Split identity olarak anlatabileceğimiz “kimlik karmaşası / ayrışması” The Fall of the House of Usher’ın en önemli noktalarından bir tanesidir. Roderick hafiften sıyırmış bir adamdır. Mental rahatsızlığı onu bu ayrıma götürmüştür.

Madeline ise hem ölü hem canlı bir kadındır. Kardeşi tarafından katatonik bir felç sırasında ölmüş gibi gömülmektedir fakat bir sahne sonra Madeline’i canlı olarak görürüz. Aslına bakarsanız Madeline’in ölü ya da diri olduğu hakkında kesin bir yargıya varmamız mümkün değildir. Aynı şekilde ağabeyinin delilik boyutları da oldukça ilgi çekicidir. Evin yıkılışı ve ortadan kalkışı Roderick’i sembolize eder.

Burada bahsetmediğimiz fakat genel olarak Poe külliyatında bulunan bir diğer tema ise bu hastalıkların kalıtsal olduğudur. Geçmişe dair bilgi vermese de biz bu deliliğin ailenin bir yerinden geldiğini oldukça iyi biliriz.

Poe gizli işlerin adamıdır. Evi bir insan gibi çöktürebilecek yapıdadır. Bu yüzden ev ikiye ayrıldığında Madeline ve Roderick olarak görmek yersiz olmayacaktır.

← Older posts

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...