• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: Ferhan Şensoy

Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım

28 Perşembe Mar 2013

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ayışığı şamatası, aziz nesin, üç maymun, bilmiyorum, can doğan, duymadım, engin alkan, eşeğin gölgesi, Ferhan Şensoy, görmedim, gözlerimi kaparım vazifemi yaparım, haldun taner, kabare, muhsin ertuğrul sahnesi, nizami, sansür, savaş dinçel, sefajin, türk tiyatrosu, yaşar ne yaşar ne yaşamaz


three_monkeys_by_sejafin-Bir nevi üç maymun yani.

Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım Haldun Taner’in en bilinen oyunlarından bir tanesi. Üniversite birinci sınıfta Türk Dili dersi mi olurmuş canım diyenlere inat hocanın verdiği tiyatro eserlerini alıp bir güzel okumuştum. Söz konusu tiyatro olunca akan sular duruyor bende. Eşeğin Gölgesi, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım ve diğer Haldun Taner eserlerini okuduk güzelce. Bu eserlerden de sınav olduk sonra. Sınavın geneli test olduğu için saçmasapan olsa da (yoruma dayanmadığı için) edindiğimiz Haldun Taner sevgisi yeterliydi.

Peki Haldun Taner neden böyle sevilesi bir adam ve Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’ın muhabbeti nedir?

Türk Tiyatrosu’na Kabare türünü getiren ilk adamdır Haldun Taner. Ferhan Şensoy’u keşfetmiştir. Birbirinden değerli oyuncuları bir araya getirmiştir. Ferhan Şensoy’un anlattığına göre müthiş uysal ve aydın bir adamdır. Oyunu eline aldığında dayanamayıp oynamaya ve seslendirmeye başlayandır. Haldun Taner büyük bir adamdır, devleşen bir adamdır. Aynı zamanda muhaliftir.

Zannediyorum Ferhan Şensoy’un Haldun Taner’i bu kadar çok seviyor oluşunun en  büyük nedenlerinden birisi Haldun Taner’in muhalif duruşudur. O Aziz Nesin gibi Türk ‘ün kurnazlığını bilir. Aklın hangi çakallıklara erdiğini, bürokrasisini, devletini, insanını bilir. Bu yüzden hep yakın yakınadır Aziz ile oyunları. Eşeğin gölgesinden yararlandı diye para alabilecek adam olduğunu bilir bu topraklarda ve aynı şekilde Aziz Nesin’in Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ındaki Nizami’ye dönüşebilenleri. Aynen böyledir Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım da. Vicdani aptal, Vicdani saf. Efruz çakal. Yaban çakalı hem de. Az anasının gözü değil. Ne geliyor Vicdani’nin başına geliyor, tokatları o yiyor. Efruz şiştikçe şişiyor.

Neden 4 sene sonra Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’dan bahsediyorum çünkü bu dönem İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahneleniyor. Şehir tiyatrosunun gedikli yönetmeni Engin Alkan değil bu kez Can Doğan var yöneten koltuğunda. Ancak öyle tatlı bir ayrıntı var ki bu oyunda, öyle güzel… Savaş Dinçel yapmış daha önce yönetmenliğini, bu yüzden kışlanın adı Savaş Dinçel (daha sonradan erkek arkadaşım bana söylemiş olsa da bunu, kaçırmıştım ben)  ve broşürde Savaş Dinçel’in el yazısı ile oyun hakkında daha doğrusu Vicdani hakkında yazdığı bir bölüm var.

Şehir tiyatrolarının kapısını bu sene iyi aşındırdım. Şimdiden 2 bilet daha hazır. Bir de açık hava tiyatrolarına gidilir helbet. Süper olur her şey. Gelelim konumuza tekrar.

Oyun, son zamanlarda İstanbul Efendisi ile yükselmiş hatta ayyuka çıkmış beklentimi tam olarak karşılayamadı. Sanki biraz fazlaca uzun ve fazlaca parçalanmış. Dönemler geçerken (sokak adlarının değişmesi ile) politik göndermelerin yer aldığı sahnelerin uzaması insanda anlık duraksamalar yaratıyor. Bunun dışında pek bir problem göremedim. Salonda bağıran “Bu Haldun Taner’in gerçek metni değil! Bize sansürlü izletiyorlar.” adam dışında bir de. Oyunun ilk yarısı bağırarak protest tavrını ortaya koyan bir adam vardı. Şimdi düşünüyorum, sansürlü olduğunu düşündüğün (her tiyatro eseri yönetenin elinden geçer ve daima yönetenin zihnince sansürlenir yani değişir) oyunu seninle birlikte yaklaşık 300 kişi izliyor. O anda bağırarak sanat için bir yerlerden gelmiş insanları rahatsız etmeye hakkın var mı? Sakin bir protest tavrın olamaz mı? İlla mı bağırmalısın? Madem metne sadık kalınmadı diyorsun, bastırsaydın Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’ın orjinal metnini, dağıtsaydın çıkışta. Aslına bakarsanız yaşadığımız bu olay bana biraz planlanmış geldi. Eğer metni henüz okuyup oyuna gelmediyse.

Muhsin Ertuğrul Sahnesi yıkılırken en çok karşı duranlardan birisi bendim. Zaten büyük tepkimiz sayesinde göz göre göre başka bir binaya çevirmeye de göz/tleri yemedi. Sonuç olarak tiyatromuzu geri aldık. Tiyatronun büyük ekranı anlatım kolaylığında büyük önem taşıyor. Bir de sağırlar için altyazı geçiyor. Oy canım. Gayet güzel olmuş. Uzun zaman sonra Muhsin Ertuğrul’u böyle görmek mutlu etti.

Peki sonuç olarak Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’a gitmeli misiniz? Bence gidin ama çok büyük beklentileriniz olmasın. İstanbul Efendisi mi GKVY mı? İstanbul Efendisi. Son olarak tiyatro metni okunmalı mıdır? Kesinlikle!

Not: Görsel için Sefajin’e teşekkür ederim.

PS: Thank you Sefajin, without your illustration this text would be weak.

 

Masal Müfettişi / Masala Diş Bilenişi

13 Çarşamba Mar 2013

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ali ağaoğlu, ali çatalbaş, bülent arınç, derya baykal, elif durdu, ergenekon, erol günaydın, Ferhan Şensoy, ferhangi şeyler, fername, ismail dümbüllü, keloğlan, m. ferhan şensoy, masal müfettişi, münir özkul, mustafa balbay, orkun akyıldız, ortaoyun, ortaoyuncular, pınar alsan, recep tayyip erdoğan, rte


masal mufettisiHafta sonlarını sanat aktiviteleri ile doldurmayı seven birisi olarak geçtiğimiz hafta sonunda Masal Müfettişi’ne gitmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Fername’nin son 3 sezondur oynanmadığı haberini aldıktan sonra büyük yara almıştım keza. Böyle bir haberi beklemiyordum, her şey benim oyunun gelmesini beklemem ve oyunun gelmesi üzerineydi. Meğerse Fername yok imiş, onun yerine artık Masal Müfettişi var imiş.

Ferhan Şensoy’un tek kişilik gösterisi olan Ferhangi Şeyler’den sonra sahneyi oyuncular ile dolu görmek insanı mutlu ediyor ilk olarak. Ses Tiyatrosu’nda birden fazla ses yankılanacağını iyi biliyorsunuz yani.

Masal Müfettişi her zamanki gibi Ferhan Şensoy’un muhalif kaleminden çıkmış bir eser. İleri demokratik bir güldürü olarak adlandırmış oyununu. Zaman öyle bir zaman ki artık masallar da denetleniyor, masal müfettişleri istediği anda masalın ortasına zart diye giriyor, dan diye çıkıyor. Masalın müfettişi mi olurmuş diye sormayın, Ferhan Şensoy nasıl bir zamanda yaşadığımızı hangi diktalar altında olduğumuzu çok iyi biliyor. Var işte, masalın da müfettişi var. Dergilerin de karikatürün de müfettişi var.

Ferhan Şensoy’a bu oyunda Serap Günaydın, Ali Çatalbaş, Pınar Alsan, Elif Durdu, Orkun Akyıldız ve Ferhan Şensoy’un kızı Ferhan Şensoy eşlik ediyor. 🙂 Oyunun büyük bir bölümünde M. Ferhan Şensoy ve baba Ferhan’ı görüyoruz. Sevdiği oğlanı kaçırmak isteyen ama başına gelmedik kalmayan bir kent prensesi gibi M. Ferhan Şensoy. Aslında prenses de değil sanki, bildiğimiz ağzı bozuk hafiften agresif Türk kızı. Tabii aralarda iPhone’u çalıp da Selen’e sahnede olduğunu söylediği anlar dışında.

Dönem eleştirisini İsmail Dümbüllü’den ve Münir Özkul’dan aldıktan sonra yaldır yaldır devam eden Şensoy, Masal Müfettişi’nde hem masalın dedesi hem de diktatör bir kralı canlandırıyor. Her yer altından, telefonlar “Kralımız çok yaşa.” diye çalıyor. Ferhan Şensoy bu oyununda nelere laf sokuyor? Öncelikle masal geleneğinin sona ermesi, bunun yerini teknolojinin farklı boyutları alması. Sahnenin ortasında çalabilen telefonlar varken örneğin bir anda salonun içinde gerçekten birisinin telefonu çalıyor. Sinemada ya da tiyatroda olduğunu unutanlar gibi her gösteride. Her gösteride Ferhan Şensoy uyarırken hem de. Kayıt ve kuyut almayınız, telefonunuzu kapatınız. Lütfen deyince üzerinize alınmıyorsunuz diyor bir de halbuki.

Eleştiri oklarından nasibini alan bir diğer konu RTE. Tayyibaşkan’a değdirirken güzel güzel Ferhan Şensoy gerçekleri görmek istemeyenlerin gözüne gözüne sokuyor gerçekliği.

Ergenekon’u da unutmuyor Ferhan. Ulan Mustafa Balbay neden içeride? derken salondan bir alkış sesi yükseliyor.

Başka kimler yok ki sahnede, Ali Ağaoğlu, Bülent Arınç, Keloğlan, Kel anası, Hansel, Gratel, ufolar. Ortaoyuncular sahnesinde La Fontaine’e de yer var. Ortaoyuncular’da bir sürü kahramana yer var.

Oyun sahnelenirken bir anda lal kesiliyor bir anda kahkahalar atıyorsunuz ancak bir şeyler de eksik gelmiyor değil. Ferhan Şensoy’un gençliği eksik, Erol Günaydın’ın sesi, Derya Şensoy’un paniği eksik. Özlüyoruz vesselam. İçinden Tramvay Geçen Şarkı, 40 Ambar Gece Tiyatrosu’nu izledikçe…

ferhan

Madde mi Ağır Yoksa Mana mı?

08 Salı Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

arap sado, ağır roman, burak sergen, Ferhan Şensoy, hasan kaçan, küçük iskender, müjde ar, metin kaçan, mustafa uğurlu, okan bayülgen, savaş dinçel, zafer algör


Agir_roman+ Abi Metin Kaçan intihar etmiş?

– Olum olmamıştır öyle bir şey yalan haberdir.

+ Yok abi, …. Hoca’dan mail geldi, intihar etmiş. Yeni film çekicekti abi ya! İntihar etmiş.

– Etmemiştir…. (Sessizlik)

Bugün bu konuşma sayesinde Metin Kaçan’ın intihar ettiğine dair bilgiyi aldım yemeğimi yiyip huzurla evime gitmeyi düşünürken. Önce bir düşündüm Metin Kaçan kimdi diye. Aklımın arkalarına itmişim varlığını, uzun zamandır o yabancı film senin bu dizi benim derken unutmuşum. Unutmak normal, unutmak insanlara özgü. Metin Kaçan’ı unutmuşum da Ağır Roman’ı unutmuş değilim ki. Son zamanlarda pek çok profilde gördüğüm “Güzelleş be oğlum, şimdilik ölümüne kadar hayattasın.” yazısına bakıp dün akşam, “Eaah!” demiştim. Haklıymışım. Çok görmek unutmamak olsa da sıradanlaştırıyormuş.

Kötü bir haberi en iyi nasıl alabilirsiniz? Kim verebilir o haberi size? Metin Kaçan’ın akrabası olmadığım sürece beni yıkamaz belki de intihar haberi ancak şu anda bir yerde birileri o intiharın acısını yaşıyor.

Biz yine de bilmeyelim hadi Metin Kaçan’ı çok. Hatırlamayalım mesela benim gibi tek seferde. Kim “Ağır Roman” dese akla tek ağır roman gelir. O da Ağır Roman’ı anlatmaya yeter. Şimdiye kadar Ağır Roman sevmeyen kaç kişi gördünüz? Ben görmedim. İzlemeyen gördüm ama sevmeyen görmedim. Ağır Roman’ı neden şimdi yazıyorum? E vakti geldi de ondan.

Biz kez de benle birlikte hatırlayın Ağır Roman’ı ilk defa izleyişinizi çünkü biliyorum tek seferle bitmez Ağır Roman. Şarkıları gecenin bir vakti dinlenir, sahneler Ferhan Şensoy filmleri gibi ezberlenir. Arkadaşlar arasında parola haline gelir, cümleler tamamlanır hatta sevgililer arasında da gidip gelen birkaç cümleyi ağırlar.

Türk sinema tarihinde bir parmağın parmaklarını geçmeyecek sağlamlıkta olan filmlerden bir tanesidir Ağır Roman. Kitabından uyarlanırken kayba neredeyse uğramayan güzide filmlerden. Afişe baktığımızda Okan Bayülgen, Müjde Ar ve Mustafa Uğurlu. Ve afişte olmasa da filmi film yapanlar: Burak Sergen, Savaş Dinçel, Küçük İskender, Serra Yılmaz, Zafer Algöz.

Boşuna demedim, sözleri ezberlenir ve tamamlanır diye. Erkek arkadaşım askerdeyken ona ilk yolladığımda kitapta (Kuyucaklı Yusuf) Ağır Roman sözleri vardı önsözde. “Madde mi ağır, mana mı?” yazmıştım ilk sayfaya. Ve sayfa aralarına diğer Ağır Roman sözlerini. Hem Ağır Roman’ı hatırlayacaktı, hem İstanbul’u, hem beni hem de arkadaşlarını. İçtiği birayı, sevdiği beni hatırlayacaktı.

Neden Ağır Roman’dı? Neden ağırdı? Ağır Roman hayatın özüydü, gerçeğiydi. İnsanın ilk haliydi. Duygularını sonuna kadar yaşıyordu bu yüzden.  Ağır Roman erkeklerin görmek istediği aynadaki gerçeklikti, kadınların ise olmak istediği gerçeklik. Öylesine çıplak ve öylesine beklenilmeyen.

Şimdi Metin Kaçan’ın haberi ile bir sürü insan Ağır Roman ile tanışacak, bir sürü kişi tekrar hatırlayacak ve bir sürü kişi de tekrar izleyecek. Kolera Mahallesi’ne hoş geldiniz.

“Savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye, zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın, nüksederken raksına mahallenin maşallahı, eyvallahı, güzelleş be oğlum şimdilik ölümüne kadar hayattasın. Şimdilik, ölümüne kadar hayattasın…”

“Manitalar gece güzelleşir.”

Güzelleşelim.

(Filmi indirmeden izlemek isteyenler: http://bit.ly/VbcbsJ

Torrent için: http://bit.ly/U1RvBb

“O” şarkı için http://bit.ly/VbdffZ)

Vişne Bahçesi / Geçmişe Tutunuş

19 Pazartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ali ağaoğlu, anton çehov, engin alkan, Ferhan Şensoy, ferhangi şeyler, kağıthane kültür merkezi, lopahin, ranevskaya, rusya, sadabad sahnesi, vişne bahçesi, volga nehri, şehir tiyatroları


2012-2013 tiyatro sezonunu Ferhan Şensoy Ferhangi Şeyler ile açmış birisi olarak araya bir ay koyup Şehir Tiyatroları ile devam etmek oldukça lezzetli bir adım oldu. İlk durağım bu sene Vişne Bahçesi oldu. Lise yıllarından bu yana Anton Çehov ile bütünleşmiş bu eseri izlemek heyecan verici bir deneyim olacaktı evet. Martı’yı daha önce okumuş ve yazmıştım hatta burada. Şimdi Vişne Bahçesi’ni özellikle izledikten sonra yazabilmek benim için güzel bir duygu.

Sadabah Sahnesi’nde izleme fırsatını bulduğum Vişne Bahçesi’nden çıktığımda tam anlamı ile huzur ile dolmuştum. Sadece huzur değil müthiş bir gerginlik de söz konusuydu vücudumda. Neden böyle olduğunu şimdi sırayla size anlatıyorum.

İlk olarak gerçek bir yazar olduğunu bize her gün bir kez daha kanıtlayan Anton Çehov var ortada. Maslak 1453 ile hayatımızda yükseliş yapan Ali Ağaoğlu’nu bugün Lopahin karakteri içerisinde bulduk. Vişne Bahçesi’ni satın aldıktan sonra baltadan geçirmeye karar veren bir adam söz konusu. Ne kadar garip değil mi insan barbarlığının yüzyıllar boyunca aynı kalmış olması? Anton Çehov’un gördüğü insan portresi ile günümüzdeki insan portresinin aynı olması. İşte ilk saniyede Anton’un zamanötesi olduğunu görmüştük. Tabii ki devamı gelecekti.

Zenginliğini saçarak bitirmiş, bundan da hiç ders almamış bir kadın olan Andreyevna Ranevskaya Dostoyevski’nin Kumarbaz’ından çıkmış gibiydi sanki. Hatta biraz daha geriye gidersek Fransız Devrimi öncesinde yaşayan bir düşes olabilirdi layıkıyla. Sahip olduğu değerlerden uzaklaşmak istemeyen, yeni gelen hayat şartlarına ayak uydurmakta direten bir kadın Andreyevna. Etrafında onu hoş tutacak dostlara ihtiyacı var çünkü birey olarak sahip olduğu tek şey parası. Sevdiği adamın karşısında güçsüz ve zaaf dolu bir kadın. Para onun gözünde önemsiz bir kağıt, bilemediniz metal parçası. Yine de bu para uğruna kaybedeceği sadece çocukluğu değil geleceği de olacaktır.

Oyun boyunca sadece bir ailenin çöküşüne değil aynı zamanda Rusya’nın çöküşüne de tanık oluyoruz. Zenginlerin artık zenginliklerini kaybettikleri, köleliğin ortadan kalktığı ve köylülerin para kazanarak zenginler ile yer değiştirdiği o döneme dönüyoruz. Rusya’yı bekleyen daimi çöküşün habercisi olan bu sahnelerde aslında sadece Rusya’yı değil, dünya üzerindeki her ülkeyi görüyoruz. Yıkılan burjvaziler, yerine geçen yeni soylular, zenginler ile fakirlerin arasında açılan büyük uçurumlar, geçmişten gelen hırslar ve geçmişe tutunmaya çalışmalar.

Çehov’un yazdığı bu eserde ve Engin Alkan’ın yönettiği oyunda her bir dakika neredeyse farklı bir imge ile doluydu. Örneğin Lopahin’in diğerlerinden farklı ve renkli giyinmesi. Ranevskaya ve etrafındaki herkesin tek bir terziden çıkmış, Avrupa kokan kıyafetlerine ve gösteriş düşkünlüklerine karşılık Lopahin’in daha günlük, daha doğrusu daha çağına uygun giyinmesi. Aynı şekilde herkesin İngiliz soyluları gibi bembeyaz görünmeye çalışmaları, daha da Rus olmaya çalışmaları karşısında Lopahin’in kendi rengindeki cildi. Göstermekten utanmadığı köylülüğüne karşılık aristokrasinin daima göstermeye çabaladığı şıklığı.

Vişne Bahçesi’nin sadece bir bahçe değil de aynı zamanda bir ailenin, aristokrasinin gösteriş düşkünlüğünü temsili. Bunu satın alan Lopahin’in aristokrasi zincirlerini kırması, ailesinin kölelikten gelmesine rağmen bu bahçeyi satın alarak tüm geçmişini de satın aldığını hissetmesi. Aslına bakarsanız Frederick Douglass’ın bir köleden aktiviste dönüşmesinin hikayesine çok benzemekte.

Devrimin yaklaştığının çağrısını veren gençlerin sahneye girdiği anda üç farklı zamanın bir araya gelmesi; geçmişin izinde yaşayan aristokratlar, anı fırsat bilen yeni zenginler ve geleceğin değişeceğine inanan devrimciler.

Firs’ün eğitiliş ve hayatını geçiriş tarzı üzerine son sahnede dahi efendisini üzdüğü için üzülmesi ve kendini suçlu bulması.

Charlotta Ivanova’nın melankolik ve  bir o kadar farklı yapısı. Alman mürebbiyeler tarafından yetiştirilen küçük bir çocuk, büyüdüğünde Alman mürebbiyeye dönüşür. Bu noktada Çehov yaşatılanların yaşanılanlara döneceğinin sinyalini verir.

Anya ve Varya’nın arasındaki fark. Evlatlık çocuk ve öz evlat arasındaki o belirsiz fakat daima can yakan bağ. Aynı zamanda Varya’nın daha içine kapanık bir kadın olması, Anya’nın ise aşkını ulu orta yaşayabilmesi.

Yasha’nın Avrupa gezisinden sonra tamamen bir kimlik değişikliğine gitmesi. Genç nesilin köklerinden çok hızlı bir şekilde kopmaya hazır olması.

Fakat beni en çok etkileyen ve hatta ağlatan sahne olarak Ranevskaya’nın 7 yaşında Volga Nehri’nde ölen oğlu için Peter’i gördükten sonra isterik bir şekilde krize girmesi. Bu sadece bir annenin çocuğunu gömmesi değil bu aynı zamanda Rusya’nın geleceğini Volga Nehri’ne bırakması, bir ailenin erkek oğul olarak kurtarıcısının / yöneticisinin yitip gitmesi, aynı zamanda bir annenin daima sevgilisi olmaya hazır oğlunun yok olmasıdır. Bu noktadan sonra Ranevskaya hiçbir zaman için tam bir kadın olamayacaktır.

Vişne Bahçesi her yanı ile hem günümüze hem de aşikar ki geleceğimize hitap eden bir oyun. Aslına bakarsanız son olarak söylemek istediğim bir şey var. Anton Çehov’un öne çıkarmak istediği nokta Vişne Bahçesi’nin bir gösteriş unsuru olduğu. Aristokrat ailelerin hiç ilgilenmese bile onları temsil ettiğini düşündüğü bahçelerin onlara kendilerini iyi hissettirdiği. Fakat soruyorum, siz o toplumun o zengin yaşantının içine doğsaydınız ve para harcamak sizin için bir lüks olmasaydı Ranevskaya gibi o evin içinde 5 dakika daha oturabilmek için kendinize bahane aramaz mıydınız? Ben burada köklerinden koparılmak zorunda bırakılmış bir aileyi / bir kadını da görüyorum. Ne yazık ki köklerinden koparılmak zorunda kalanlar hep daha savunmasız, hep daha zayıf olacaklardır.

Ben bu kadar çok anlattıktan sonra oyunu izlememek büyük ayıp olur. Rica ediyorum gidiniz, izleyiniz. Anton Çehov’un büyüsünü Engin Alkan yönetmenliği ile yaşayınız.

Pardon / İstemeden Oldu

14 Çarşamba Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ali çatalbaş, çok tuhaf soruşturma, bülent kayabaş, emre altın, Ferhan Şensoy, hapis, kenan şahin, mehmet yatkı, muzaffer, pardon, sibel bulgan, tuncel kurtiz, ılgıt mertel


Aslında gerçek bir hikayedir filmde anlatılan. Her ne kadar usta oyuncuların yorumuyla bize komik gelse de trajikomiktir bir çok anektot. Her şeyin bir buluşma ile başladığı ve sonunun hapishaneye dayandığı filmde son ile baş iç içe geçmiştir. Kahkahalara boğarlarken iğnelemektedirler bir çok kurum ve kuruluşları. İsmini ise sonuna kadar eleştiriye açık bir kurum yöneticisinin dilinden çıkan tek kelimeden alır. Bir dönem ülkemizin içinde bulunduğu örtbast etme yönteminin özetini net bir şekilde gözler önüne serer bu film.

Esprilerinin inceliğine şapka çıkartılacak bir çalışma. Hiç bir kişi veya kurumu zan altında bırakmadan tüm eksiklik ve ihtiyaçlara çok güzel dokundurmalar yapılmış. Gülerken düşündürmek dedikleri deyimini düşünebilenler için tam anlamıyla mümkün kılmış bir yapıt. Bu kalitede ve doğrultuda başka bir örnek olmadığı için de kıyaslanamaz bir durumda. Yermek ya da karalamaktan ziyade işlerin yanlış yürütülüşünü gözler önüne sermiş ve bunu yaparken didaktik bir tavırdan ziyade eğlendirici bir yol izlenmiş. Ayrıca konuyu gerçekten halktan seçilmiş karakterler tarafından ele aldıkları için oldukça samimi ve yapmacıklıktan uzak bir usluba sahip olduğunu düşünüyorum. Oyuncuların performansına değinmek gerekirse de söz konusu kaliteli tiyatrocular olduğu için kimsenin haddine düşmez. (Ilgıt Mertel)

Belki de Sinan Çetin’in yaptığı en iyi film. Asker kaçağı İbrahim’in, onca yıl sonra eniştesi yüzünden mevzusunun su yüzüne çıkması, dağıtım izninde niyeyse İstanbul’a arkadaşı Muzaffer’in yanına gelmesi falan derken asılsız suçlamalara muhattap olması, bi’ anda kendilerini polis sorgusunda bulmaları, bi’ arkadaşlarını da bu belaya alet etmeleri falan derken 3 kişin yıllarca süren hapis hayatı. İnsan ilk baktığında “Ulan bu kadar da olmaz” diyebilir. “Pardon” ama oluyor canım kardeşim. İzlemeyen çok şey kaçırır. (Kenan Şahin)

Ferhan Şensoy, Rasim Öztekin ve Ali Çatalbaş’ın başrollerinde oynadığı 2004 yapımı Pardon sıradan bir komediden daha çok Türk hukuk sistemindeki yozlaşmayı, ülke yapısındaki bozuklukları ortaya seren ve 3 kişinin bir araya geldiğinde arkadaşlığın bir anda organize suça dönüştürülebildiğini gösteren bir şaheser aslında Pardon. (Oğuz Arı)

“Karakterine en çok işleyen filmleri bir say” deseler önce durup bir düşünürüm. Öyle hemen cevap verilebilecek mevzu değil çünkü, ayrıca düşünmeden cevap vermek de saçmadır. Tarzım değil. Sizi bu satırlarla oyalarken ben de durup düşündüm. Sizsiniz çakal, evet o da sizsiniz. “Lan” mı geçti o cümlenin içinde lan? Asıl siz bana niye lan diyorsunuz? Siz de demeyin o zaman. En sinirlendiğim laftır. Hayatta hiçkimse bana lan diyemez. Ben bu yüzden enişteyi bıçakladım.

Aaa. Sorunun cevaplarından birini buldum. “Pardon” filminden etkilenmiştim. Tamam baya etkilenmiştim, ne olmuş. Sanki sağda solda anlattıklarını hep sen mi yaptın. Evet senli benli oldum iyice çirkinleştim, nolmuş.. [burda uzun bir sessizlik hayal et. Pardondaki nezaret sahnesini hatırla.] ohhh.. Tamam sakinim.

pardon-ferhan-sensor-rasim-oztekin-film-izle

Evet her film sadece güzel iz bırakmıyor malesef. Tamam enişteyi bıçaklamadım ama bıçaklayan arkadaşım var ben sana onu da getiricem. Aha biri de “G.O.R.A”ymış ama onu şimdi boşver, zor olsa da unut. Pardonu anlatacağım.

Pardon’u defalarca izledim. Ben izledim, yetmedi arkadaşlara izlettim, izletirken onlarla izledim bi baktım defalarca olmuş. Evet ben de o manyaklardanım, izletiyorum, huy huy…

Pardon’u defalarca izlemek boş bir iş değildir. Arkasında derin bir felsefe, büyük bir motivasyon yatar. Görelim nedir bunlar:

1. Ultra mega süpersonik oyuncu kadrosu. Ferhan abimiz ve saz arkadaşları işin içindeyse zaten ortaya kötü birşey çıkma ihtimali çok düşük. Zira oyuncu kadrosu çok eskiden de arkadaş ve birlikte çok çalışmışlıkları var.

2. Anlatılan hikaye, bir yaşanmışlıktan esinlenildiği için insan ister istemez daha çok etkileniyor.

3. Yönetmenlik çok iyi. Hikaye yansıtılmış ekrana dolu dolu. Bağlıyor.

4. Şu anda bütün bu yazıyı boşverip, burda filmi anlatmak yerine alıp sana izletme isteği doğuruyor. Bunu her film başaramaz.

Pardon bir komedi filmi değildir. Gerçek olaylar mizahi bir üslupla değil, gerçekten olduğu gibi yansıtılmış. Sadece yaşadığımız gerçekler gerçekten komik. Bu yüzden film mizah filmi gibi duruyor. Ama değil. Çünkü güldürdüğü kadar boğaz da düğümlüyor.

Ben ne düşünürsem düşüneyim, insanların kafalarında yarattığı küçük dünyalarda yaşadığını ve onların eline düşersem neler olabileceğini bana çok erken yaşta, çok iyi bir şekilde öğrettiği için bu filmin yeri ayrıdır.

Lafı çok da uzatıp, vaktini almayayım. Hadi git izle. (Mehmet Yatkı)

Türklerin de zekice yapılmış komedi filmi çekebileceğini gösteren ender filmlerden biri Pardon. Rasim Öztekin ve Ferhan Şensoy’un efsane uyumunu izleyip ince esprilerle eğlenirken, bir yandan da Türk adaletini sorgulatan çarpıcı durumlarla karşı karşıya kalırsınız bu filmde. Komedi deyip geçmemek lazım, izledikten sonra aklınızı uzun süre meşgul eder. Memleketi anlatan, adaleti anlatan, bizim insanımızı anlatan nadide filmdir. Pardon kelimesi başta hiçbir şey ifade etmezken, filmin sonunda tüyleri diken diken eder. tekrar tekrar izlenir, izlenmelidir. (Sibel Bulgan)

Ferhan Şensoy yıllar önce Pardon’u Çok Tufah Soruşturma olarak sahnelemişti. Bu sahnede Tuncel Kurtiz, Ali Çatalbaş ve Ferhan Şensoy usta oyunculuklarını sergiliyorlar. Yıllar sonra aynı kadro sadece birkaç eksikle Sinan Çetin’in platosunda çekiliyor. Sonuç ise Ferhan Şensoy’un Türk adaletine güzelce verip veriştirdiği, filmin genelinde dişe dokunur derecede hissedilen eleştirileri ile kahkahanın bir araya gelişi. Sanıyorum Pardon üzerine daha uzun bir şeyler yazmama gerek yok, arkadaşlarım benim yerime oldukça güzel şeyler yazdılar.  Kendilerine çok teşekkür ediyorum. Çok yazarlı ilk blog yazımı da bu sayede ortaya çıkarmış oluyorum. 🙂 Teşekkürler!!

Aykırı Sorular’da Ferhan Şensoy ve İlhan Şeşen

08 Perşembe Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Güncel, gündem, medya

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aykırı sorular, aykırı sorular izle, charles de gaulle, cnntürk, derya baykal, dostlar tiyatrosu, enver aysever, erol günaydın, Ferhan Şensoy, ferhan şensoy izle, ilhan şeşen, ilhan şeşen izle, kenter tiyatrosu, lefter küçükandonyadis, lili marlen, ortaoyuncular, ses tiyatrosu, türk tiyatrosu, twitter


Her şey arkadaşımın Twitter’da birazdan Ferhan Şensoy ve İlhan Şeşen CNNTürk’te demesi ile başladı. Beni bittabii bir heyecan sardı. İşin içinde Ferhan Şensoy var, nasıl heyecan olmasın ki. Sabahtan akşama kadar dinlesem bıkmayacağım, beni itin götüne soksa götünün dibinden ayrılmayacağım bir adam Ferhan Şensoy. Benim için günümüz Türkiye tiyatrosunda ayakta kalabilmiş ve duruşunu koruyabilmiş en önemli tiyatroculardan bir tanesi. Şimdiye kadar okuduğum kitapları ve izlediğim tiyatro oyunları ile hayatımın farklı bir boyutunda bulunan bu adamın canlı röportajını izlemek tabii ki güzel olacaktı.

Kuruldum bilgisayar başına, açtım CNNTürk’ü baktım İlhan Şeşen orada. Ferhan Şensoy’dan konuşuyor. Ferhan’a olan sevgisinden bahsediyor. Benim gibi el pençe divan durmaya üç dakikası var İlhan’ın. O an kendimi önce İlhan’a yakın hissediyorum sonra Şeşen diyor ki “Ferhan’ı sevdiğim için de kendimi akıllı hissediyorum o dönemler.”. Bu sefer kendimi hem İlhan Şeşen’e hem de Ferhan Şensoy’a daha da yakın hissediyorum.

Sanıyorum Ferhan Şensoy’u sevdiğiniz anda hayatınızda yeni bir kapı açılıyor. Farklı bir kapıdan girmiş oluyorsunuz çünkü Ferhan’ı anladıktan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış gibi. Zehir gibi bir zekası var Ferhan Şensoy’un, başkaldıran kalemleri, çivi gibi cümleleri ve elini neye atsa güzelleştirdiği bir bünyesi var. Gerçek sanatçı kriterlerine eğer birilerini sokmak istiyorsanız bunlar o beğenilen dizi oyuncuları değil olsa olsa Ses Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu, Kenter Tiyatrosu’nda kavrulmuş gerçek sanatçılar olacaktır. Onları bulun. Onları arayın.

Ferhan Şensoy’un hayatı anlatsam kitap olurun doğrulanmış hali. Kalemimin Sapını Gülle Donattım biyografisinin ilk kitabıydı. Geçtiğimiz aylarda BAŞKALDIRAN KURŞUnKALEM çıktı. Ve bugünkü röportajda biyografinin üçüncü ve dördüncü bölümleri olacağını da muştuladı. Kimine göre uzun kimine göre kısa bir hayatın her anını neredeyse güzel anılarla doldurabilmiş bir adam. Kitaplar, tiyatro eserleri, oyunlar, kadınlar, ülkeler, okullar, insanlar, ustalar, sanatçılar geçip gitmiş Ferhan Şensoy’un hayatından.

Bu yüzden siz onun kendi ile ilgili anlattığı herhangi bir şeyi dinlerken sıkılmıyorsunuz. Örneğin Mali’li bir yazarın yazdığı şiir uyağı ve içeriği ile aynı şiiri yazdığını anlatması, örneğin Charles de Gaulle taklitleri, örneğin Lefter’e “gavur” diyen arkadaşına hayatının ilk yumruğunu atması… Ferhan Şensoy’dan bıkabilecek olan?

Şimdi tahminen ortaya tamamen taraftar birisi olduğum düşüncesi çıkacak fakat açık yüreklilikle söylüyorum, Ferhan Şensoy’un Erol Günaydın’ın ölümünde yaptığı konuşmayı izlerken nasıl ağladıysam, Ferhan Şensoy’un başına bir şey geldiğinde işte o zaman hüngür hüngür ağlarım. Bir toy, bir kendini bilir-bilmez bir yeniyetme olarak Ferhan Şensoy gibi bir değeri kaybetmek beni haddindan fazla üzer. İşe bi de tiyatrosuna gitmiş olmak ve hatta imza almış olmak girerse iş boyut değiştirir.

Ben hayatımda sadece bir kişiden imza almak için kuyrukta bekledim ve bu Ferhan Şensoy’du. Bizleri bekletmemek için sahne kıyafetleri ile imzaya gelmesi, naif ve sakin bir şekilde “İsminiz?” diye sorması, aynı sakinlikte gülümsemesi. Tarif edebileceğimin üzerinde yaşadığım mutluluklara neden olmuştur.

Bu röportajı izledikten sonra içim umut doldu, bir mutluluk sardı beni. Pır pır hale geldi garip bir şekilde bünyem. Ferhan Şensoy’u gördükten sonra mutlu olmayı becerememek bana kalırsa hayatının geri kalanında lanetlenmek gibi.

Ve Ferhan izleyicisinin birbirini hemen buluşu, sevgilerini birbirlerine açışı, destek oluşu. Belki de Ferhan Şensoy farkında olmadan en çok yapmak istediği şeyi yapıyordur. Kendi etrafında da olsa insanların bir olabileceğini, bir şeylere karşı anti olunabileceğini ve bu kolektif zihni yakalayabileceğini hissettiriyordur.

İlhan Şeşen’den çok bahsedemedim fakat benim için İlhan Şeşen Ferhan Şensoy’a duyduğu saygı ile onlarca tık daha üsttedir diğerlerinden.

Son olarak belirtmem gereken nokta Enver Aysever’i hayatımda ilk defa eşekler gibi kıskanıyor oluşumdu. Çok keyifli bir program oldu. Çok teşekkürler, çok çok çok teşekkürler.

Ve tabii ki Ferhan Şensoy ile İlhan Şeşen’in İçinden Tramvay Geçen Şarkı’da söyledikleri Lili Marlen şarkısı: 

You made our day!

Burn After Reading / Aramızda Casus Var / Keyif Üzeri Keyif

25 Cumartesi Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ben ne güzel işerim, brad pitt, coen bros, coen kardeşler, Ferhan Şensoy, tom cruise


“ben ne güzel işerim sabah güneşe karşı
önümde medreseler ardımda uzun çarşı
ramdidam ramdidam ramdidam didam ramdidam
turgut uyar söylemiş ben saza uyarladım
belki turgut çok kızar azıcık yuvarladım
ramdidam ramdidam ramdidam didam ramdidam
ağustos yirmi iki dediler ustan ölmüş
çok komiksin azrail turgut uyar ölür mü
ramdidam ramdidam ramdidam didam ramdidam..”

Bu filmi yazmaya karar verince neden bu şiir aklıma geldi bilmiyorum ama paylaşmak istedim. Belki de bu filmin garip bir yapısı var diye olabilir.

Brad Pitt’i komedide görmeyi sevenlerdenim. Sürekli bir cool adam modunda görmeye alıştığımız insanlar aslında komedilerde daha çok hoşuma gidiyor. George Clooney de buna dahil. The Men Who Stare At Goats’ta da gülmüştüm sırf bu yüzden. O uzun Tom Cruise saçları ile oldukça komikti.

burn-after-reading-brad-pitt

Burn After Reading, izledikten sonra kıs kıs gülmeye neden olan bir film. Cia ajanının kayıtları iki spor salonu çalışanının eline geçer ve olaylar dönmeye başlar. Coen kardeşlerin çektiği bu filmde hem kadro iyidir hem de olaylar art arda ve hızlı bir şekilde akar. Sıkılmanıza imkan kalmaz, ki bana göre en önemli durumdur bir filmde.

Tilda Swinton’ı da komedi de görmek güzel. Narnia Günlükleri’nden tanıdığımız bu soğuk mu soğuk hatun içinden çıkılmaz durumlara düşüp kaldığında sevinmiyor değiliz.

Burn After Reading avanaklar ve salakların bir araya gelmesiyle oluşmuş bir film neredeyse. 🙂 Hepsinin birer tip olduğunu gördüğümüz, onları böylece bağrımıza bastığımız filmde bana kalırsa en önemli nokta John Malkovich!! Çok ciddiyim, sırf bu filmi birazık John Malkovich’e bulanmak için izleyebilirsiniz.

“Mutlaka izleyin!” denilen filmler vardır ya, Burn After Reading işte bunlardan birisi.

Burn After Reading Trailer

Turgut Uyar Uy/u/maz

22 Çarşamba Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Ferhan Şensoy, tomris uyar, turgut usta, turgut uyar ölüm yıldönümü


“şimdi insan şaşıp kalıyor, uyar diyorlar ölmüş 22’sinde ağustos’un. öyle iş mi olur, usta ölür mü?
daha bir iki ay önce bir cümlesini ona okudum şiirinin.
bir şiirini sevgilime yazdım mektupla.
bir şiirinde kendimi buldum, bir diğerinde onu tekrar tanıdım.
daha birkaç ay önce karşılıklı oturduk dertleştik, “geçer mi bu özlem.” dedim. “geçer, sen sadece göğe bak.” dedi.
bir iki yıl önce daha fazla okumaya söz verdim onu kendime. 
üç beş yıl onca geç doğmanın ve geç tanımanın acısını anlattım ona. benim için üzülme, dedi. 
şimdi gelmişler de bana diyorlar ki, ustan ölmüş.”

yazmışım geçen sene aynı bu tarihte. Bir sene sonra değişmeden hiçbir şey ve tüm şiirler yerli yerinde.

Uyumazsın, biliyorum. Seni u/y/nutmak kolay değil. Cümle cümle dökülmeni bekliyorum, Büyük Saat’i okumaya başladığımda.

Henüz Vakit Varken Nazım

01 Salı May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Akın var güneşe akın, analog fotoğraf makinesi, öznur doğan, Bedrettin Destanı, Bir Ayrılık Hikayesi, Bir Cezaevinde Tecrittteki Adamın Mektupları, Cemal Süreya, Ceviz Ağacı, Dünyanın En Tuhaf Mahluku, Fazıl Say, Ferhan Şensoy, futurizm, Gülhane Parkı, genco erkal, Henüz Vakit Varken Gülüm, istanbul üniversitesi, Kerem Gibi, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, Mavi Gözlü Dev, memleket meselesi, Memleketimden İnsan Manzaraları, nazım hikmet, nazım hikmet ran, oznurdogan.com, Yaşamaya Dair


Henüz vakit var be Nazım! Ne olursa olsun seni anlamaya, okumaya ve senle olmaya. Henüz vakit var yani her şey için. Sen de umutla beklemiştin öylece bakabilmek için gökyüzüne ve maviye.

‘Dilim temizce‘ dediğin yaş 17’nin ilerisiydi. Anlaşılırdın işte bu yüzden hep sonrasında. Neler yazmadın ki şimdiye kadar? Memleketi yazdın, aşkını ve kadınını yazdın, kadınları ve erkekleri yazın, aşkı ve sevgiyi de.

‘Kırmızı yürek‘ler derken bizden bahsediyordun bence, “Akın var güneşe akın! Güneşi zaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!“. Çok önceden sen söylemiştin ‘güneşli günler‘ göreceğimizi. Ya da güneşli günler için umut etmeyi öğretmiştin. Biliyordun, Öngöre-biliyordun.

Makinelerin seslerini duymak gibi bazen şiirlerini okumak. Belki biraz ‘cilala – parlat ‘. Tek tek sesler, tek çift sesler, tek tek tek çift tek çift sesler.

“Çıkıyor kayık

iniyor kayık

çıkıyor ka…

iniyor ka…

Çık…

in…

çık…”

Kerem Gibi‘ydi Aslı’ndan çok uzakta bir makine nüshasında;

“Hava kurşun gibi ağır!!

Bağır

bağır

bağır

bağırıyorum.”

Mavi gözlü bir dev oluyordun bazen, minnacık bir kadın seviyordun. Hanımeli kokuları da vardı etrafınızda; mis gibi. Erkek ile kadın konuşuyordu bir sonraki şiirde: Bir Ayrılış Hikayesi

Erkek kadına dedi, kadın sustu.

“SARILDILAR

Bir kitap düştü yere…

Kapandı bir pencere…

AYRILDILAR…”

Ve karına gerçekleri seslice, şiirce söyleyebiliyordun;

“Yaşarsın karıcığım,

kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;

yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı

en fazla bir yıl sürer

yirminci asırlarda

ölüm acısı.”

Bedrettin Destanı‘nda son süratte kareler geçiyordu gözümüzün önünden. 22 saniyede bir çekim yapan analog fotoğraf makinesi gibiydi şiirlerin:

“Boynu daha

vurulmadı

vurulacak.”

Kadın ne kadar önemliydi ve belirliydi senin için. Yerini biliyordun kadının toplumda. Nerede olduğunu ve nasıl olması gerektiğini de yine sen biliyordun. Anadolu topraklarında neredeydi ki kadının yeri? Şöyle diyordun bu yüzden;

“Gece aydınlık ve sıcak

ve kağnırlarda tahta yataklarında

koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. Ve kadınlar

birbirinden gizliyerek

bakıyorlardı ayın altında

geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekeler ölülerine.

Ve kadınlar,

bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri,

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız, avradımız, yarimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri

öküzümüzden sonra gelen.”

Mapusluk ne demek, neler düşünür Tecritteki Adam ve ne anlatır Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları? Yaşama dair ön önemli göndermeleri yapardın bu yüzden; istemesen de. Yaşıyordun çünkü. Sendin o tecritteki adam. İhtiyaç ve duyguların ne yönde aktığını kağıda;

“Ve tıpkı o eski

acıklı hikayelerdeki

yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,

mavi gözleri ıslak

kırmızı, küçücük burnunu çekerek

senin bağrına sokulmak istiyor.

Yüzümü kızartmıyor benim

onun bu an

böyle zayıf

böyle hodbin

böyle sadece insan

oluşu.”

Sayfalar ilerledikçe Henüz Vakit Varken Gülüm’de, vaktim de vardı daha okumaya ve görmeye. Tanıdık yüzler ve sesler geliyor aklıma. Güzel hatıralar ve Genco Erkal. İstanbul Üniversitesi Kurul Odası’nda sorduğum soru geliyor ona. “Ferhan Şensoy ile ortak olan ve ayrılan noktalarınız nelerdir?”

http://www.youtube.com/watch?v=dRAcPSU5Zc4

Dünyanın En Tuhaf Mahluku insan oluyor Nazım’ın yazısında ve Genco’nun sesinde. Sonra Fazıl Say’ın piyanosundan çıkan Genco Erkal ve Zuhal Olcay’ın sesiyle Yaşamaya Dair. Nasıl yaşayacağımızı, yaşamamız gerektiğini söylüyorsun.

Daha sonra Cemal Süreya’da da göreceğim bir Vasiyet var ortada. Öyle çok bir şey istemiyorsun vasiyetinde.

“Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni

ve de uyarına gelirse,

tepemde bir de çınar olursa

taş maş da istemez hani…”

Ah işte böyle içten ve az sözlü, çok hisli, toprak gibiydi her şiirin.

Ceviz Ağacı oluyordun sonra birden. Kimse farkına varmıyordu senin. Gülhane Parkı’ndaydın. Polis de farkında değil jandarma da. Cem Karaca seni anarak, seni soluyarak söylüyordu:

Ve son olarak Henüz Vakit Varken yani Gülüm,

“…

Paris yanıp yıkılmadan,

henüz vakit varken, gülüm

yüreğim dalındayken henüz,

ben bir gece, şu Mayıs gecelerinden biri

Volter Rıhtımı’nda dayayıp seni duvara

öpmeliyim ağzından…”

Aşkı öğretmedin mi? Memleketi ve meselelerini mi? Seçmek ne zor şiirlerin arasından. Ne zor seni yalnızca kitaplardan tanımak. Taş maş da istemezdim oysa ki vasiyetimde, çok şiirden ölmeden önce.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 1.572 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...