• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: dan brown

Katiller ve Kurbanlar İçin 13 Beden Eğitim Dersi

15 Cumartesi Haz 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, Arzu Bahar, asena boşnak, Ünal Özer, ömür biçer, Buket Tankut, D&R, dan brown, Doğukan İşler, Elvin Solkula., Gökhan Güngördü, Hasan Apaydın, idefix, istanbul üniversitesi, jean christophe grange, katiller ve kurbanlar için 13 beden eğitimi, koyu kitap, Kuzey E. Önel, Orçun Taşar, Sedat Demir, sindirme sistemi, şu can alıcı işler


katiller-ve-kurbanlar-icin-13-beden-egitimi-dersi_503864

Brown ve Grange’nin o dolu dolu ölümlü kitaplarını okuyup yarı polisiye kitaplara meyil etmeyen yoktur sanıyorum. Katiller ve Kurbanlar İçin 13 Beden Eğitimi Dersi biraz bunlara benziyor.

Peki çoğumuzun bilmediği ancak benim okuma şansına sahip olduğum kitap nereden çıktı, ne anlatır bu kitap?

İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı müstakbel mezunu bir insan olarak şimdiye kadar bölümüme ait en iyi gelişmenin bu kitap olduğunu söyleyebilirim. Her türlü burun kıvırdığım, adam sende dediğim insanların çoğunluğunda Asena Boşnak, bu kitabın yazarlarından bir tanesi oldu ve desteğimizi rica etti. Böyle bir gurura kim karşı koyabilir ki? Hemen satın aldım kitabı. Bu sırada idefix’ten de ilk alışverişimi yapmış oldum. Normalde D&R’ın sıcaklığına sığınan ben idefix’in eski arayüzününü beğenmemem dolayısı ile oradan hiç alışveriş yapmamıştım. İyi ki de yapmamışım aslında, kitaplar zar zor bana ulaştı. Kimisi gelmedi. Ah benim dertli başım.

Koyu Kitap’tan çıkan bu yeni kitap amatör ruhun her sayfada hissedildiği, anlatmanın asla sona ermeyeceğini hissettiren bir kitap olmuş. 13 ders göndermesi ise kitaptaki tüm yazarlarının toplamının 13 olması. Herkes kendi hikayesini ya da ne olduğunu yazmış ilk sayfaya. Orçun Taşar, Buket Tankut, Doğukan İşler, Arzu Bahar, Sedat Demir, Ünal Özer, Hasan Apaydın, Asena Boşnak, Gökhan Güngördü, Kuzey E. Önel ve Elvin Solkula. Yayınevinin sahibi Sedat Demir de gençlere ait bu kitaba bir önsöz yazmış. Kitabın gelişiminin ve cevherlerin büyümesinin bize bırakıldığını söylemiş Demir. Aslında haklı. Biz okuyarak ve her seferinde noktaları belirterek bu kitabı ve bundan sonra gelecek olan her kitabı daha da kitap yapacağız.

O zaman oyun başlasın ve kitaba dair yorumlarım kısmına geçelim:

128 sayfa olan kitap daha önce de bahsettiğim gibi 13 hikayeden oluşmuş. Her hikayenin başında o hikayeye dair küçük bir illüstrasyon var. Öncelikle en çok hoşuma giden hikayeleri söylemek istiyorum, Sindirme Sistemi, Ömür Biçer ve Şu Can-Alıcı İşler. Sindirim Sistemi’ni gülerek okuyabildiğim için sevdim, bir de bilinçaltında neler dolanabileceğini gösterdiği için bize sevgili Zeynep Temel.

Ömür Biçer’i sevdim çünkü Hasan Apaydın daha önce karşılaşmadığım bir hikaye başlangıcı ile gelmiş. İnsanlara ömür satın almak ve olası tüm hikayeleri insan kendi kafasında canlandırabiliyor. Şu Can-Alıcı İşler ise biraz daha İhsan Oktay Anarvari olduğu için güzel. İşin içine biraz simya girdi mi ben oradayım doğrudan zaten. Kuzey E. Önel bu şekilde bir hikaye başlatmış ve okuyucularına güzel bir kısa hikaye sunmuş.

Arkadaşım Asena’nın hikayesi ise Başlıksız adı ile kitapta yer alıyor ve belki de Asena’ya dair farklı bir bakış açısı geliştirmeme neden olan bir hikaye. Çünkü bu hikaye ile Asena’nın hikayelerindeki katmanları görmek mümkün. Hem yazar arkadaşa sahip olmak da çok güzel.

Bunun haricinde kitaba dair söylemek istediğim en önemli şey hikayelerin yalın ve yarıda kalmış olması. Her hikaye daha da uzun anlatımlara, birbirine tamamen oturan bir kurguya ihtiyacı var. Sanki bir şeyler havada kalıyor, hiç beklemediğim anda çat diye bitiyor her şey. Neredeyse her hikayede denk geldim buna. Ayrıca bazı imla ve yazım hataları dikkatimi çekti. İyi bir editör elinden geçmesi şart diye düşünüyorum.

Her şeye rağmen let the sun shine upon you guys. Bu yazma aşkı ve ateşi daima devam etsin. Her yorum ile bin kez daha güçlenin. 🙂

Sevgiler.

The Lost Symbol / Kayıp Sembol / Mevlana / Etli Ekmek

18 Perşembe Eki 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

ahit, altın kitapları, beowulf, D&R, da vinci şifresi, dan brown, elif şafak, kathrine, kayıp sembol, konya, malakh, mevlana, peter, robert langdon, tengri, the lost symbol


Yurtdaşlarım! Az zamanda büyük kitaplar okuduk. Yeri geldi kitapları bağrımıza bastık, yeri geldi onları bir köşeye ayırdık. 7.5 liraya satıldığını görünce D&R’dan hemen satın almış olduğum Dan Brown’ın son kitabı The Lost Symbol, Türkçe’si ile Kayıp Sembol gün itibari ile tarafımca bitirilmiş bulunuyor.

Dan Brown serüvenlerini seven, om nom nom iştahı ile kitapları okuyan bir kitapsever olarak Kayıp Sembol’ü iyi ki bu kadar geç okudum diyorum. Herkesin yorum yaptığı ve yücelttiği ya da yerin dibine soktuğu dönemde kitabı okusaymışım kesinlikle hayata küsermişim. Peki nedir bu Kayıp Sembol abimizin beni yerden alan yere çalan özelliği?

Her zaman olduğu gibi Dan Brown sağlam ve iç gıcıklayan bir kurgu ile başlamış olaya. Masonluktan ve masonlardan vazgeçemeyen bu koca adam Kayıp Sembol’de tüm kapılara açacak, insanları Eski Ahit’in aydınlığına kavuşturacak sembolü arattırmakta Robert Langdon’a. Langdon arama konusunda pek işe meyilli değil. Bir masonluğa inanıyor ama pratikte içerisine girmiş de değil. Kayıp Sembol adamı zorla mason locasının içine sokuyor.

Kitap boyunca beni en çok etkileyen nokta masonluğun temelini oluşturan “bir güç var, biz de ona inanıyoruz” çevresinde bulutlanan fikirler. Bu Allah olsun, Tanrı, İsa, Tengri ya da bilemediniz Beowulf olsun. Olsun efendim, istediği herkes tanrı olsun. Hal böyle olunca masonluğun o ürkütücü, “bu adamlarda çok pis para var.” küçültücü fikri ortadan kayboluyor. Ayrıca en eski inanış biçimlerinden birisi olan (bu noktada tam doğru kelimeyi bulamıyorum) masonluğun sağlam temellere dayanıyor olması hiç şaşırtıcı değil. Eğer zaten yamuk yumuk bir şeyler üzerine inşa edilmeye çalışılsaydı her şey kötü olurdu. Düşünsenize, tuttuğunuzda elinizde kalan bir sistem. Eminim hoşlanmazdınız. Matematikte 2+2 = 4 etmiyormuş gibi.

Noetik bilimi de kitap sayesinde tatlı tatlı araştırmış, yüz göz olmuş oluyorsunuz. No-etik, etik olmayan gibi şakalara maruz kalsa da aslında köklü bir bilim dalı olması ve sıradan çizgilerin dışında bulunması onu farklı kılıyor. Birkaç biyoloji dersine girdikten sonra bile “acaba yeni bir insan yaratabilir miyiz?” düşüncesi ile gezen insanların varlığını düşünürsek Noetik bilim tüm canlıları bir araya ve yeniden dünyaya getirmeye yarayacaktır.

Kitapta dikkatimi çeken ve var olmasına hem kızdığım hem de sevindiğim bir nokta var.

Ağır spoiler geliyor. Robert Langdon’ın Malakh tarafından içine yerleştirildiği ve oksijen seviyesi doyurulmuş suni su. Evet bu hem anne rahmine dönüşü sembolize ediyor hem de bilimde atılmış bir sonraki adımı gösteriyor. Sevindiğim nokta şu: yaklaşık 6 sene önce abimle bir konuşmamızda “aslında suda da oksijen var, bence bunu alabilmeliyiz.” dememdi. İleri görüşlü bir karı olduğum oradan belli olmuş. Benim mantığıma göre hemen o anda oksijeni vücuduma alabilmem gerekiyordu ama küçüktüm de. Kitapta bu olay gerçekleştiğinde gerçekten mantıklı bir yol izlediğimi görmüş oldum fakat… Robert tam da o sahnede, sandığımız gibi ölmeliydi. Neden mi? Başrol kahramanı öldüğünde de film devam edebilir. Etmelidir. Ağır spoiler gidiyor.

Kitabın sembolleri nelerdi, nelerden bahsediliyordu ve kast ediliyordu gibi bir şeyler yapmak istemiyorum çünkü kitabın kendisi tamamen semboller üzerine kurulmuş Dan’in diğer tüm kitapları gibi. Size sadece kitabı okumak ve sonunu getirmek kalıyor. Sonu geldiğinde okuduğunuzun sizi tatmin edip etmemesi konusunu size bırakıyorum.

Kitabı büyük umutlar ile okumaya başlayıp helyum balonu gibi sönmesini gördüğümde gerçekten üzüldüm. Ben aynı şeyi Elif Şafak kitaplarında da yaşamıştım. Hep bir sakinleşme, hep bir duralama. Nedendir bilmiyorum(!), sanki bu romanı Konya’da Elif Şafak ile birlikte yazmış. Hem de Etli ekmek yiyormuş ve Mevlana’nın öğretilerini dinliyormuş. Ne diyeyim, hayal kırıklığı büyük oldukça insanın canı da sıkılıyor tabii ki.

Söylemeden geçemeyeceğim son nokta ise kitapta beklemediğiniz anda karşınıza çıkan Soğanlık Cezaevi. Evet, gözler bir anda İstanbul’a hatta Kartal’a dönüyor ve hapishane müdürü ile gerçekleşen konuşma gözümüzün önünde canlanıyor.

Kitaba dair yorumlarınızı bekliyorum. Birileri beni hayal kırıklığından kurtarmalı.

The Ninth Gate / Dokuzuncu Kapı

22 Pazar Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

dan brown, dean corso, dokuzuncu kapı, johnny depp, liana telfer, ninth gate, the ninth gate


Şeytana giden bir kapı varsa işte o kapı Dokuzuncu Kapı’dır. Filmi uzun süre beklettikten sonra izlemeye başlamanın verdiği hafif bir tedirginlik vardı. Kısa filmleri izleyip geriye 2 saat ve üzeri filmleri bıraktığım için sanki her film farklı bir değerdeymiş, eğer kötü çıkarsa kendimi kötü hissedecekmişim gibi.

Beynimi bu yönde şartlandırmamaya çalışsam da yenemedim yargılarımı. Kendime hükmedemedim. The Ninth Gate, en başından kurgusu ile Dan Brown’ın kitaplarına benziyordu. Yavaş yavaş birileri ölüyor, ortaya olağan dışı durumlar çıkıyor ve kahramanımız bu durumların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Gerçekten film sarmaya başlamıştı, her şey yolunda gibi görünüyordu. Fakat.

Filmde beni rahatsız eden birkaç durum söz konusuydu. Örneğin açığa kavuşmayan ve aslında ne olduğu çok da belli olmayan sarışın hatun, Liana Telfer’ın yanındaki albino adam ( Johnny’nin sözleri ile hatırlarsak. 🙂 ) ve Balkan’ın tam olarak neye dayandığı belli olmayan Şeytan takıntısı. Bana kalırsa filmin en büyük eksikliği bu kişilerin neden gerçekten bu kitapların peşinden koştuğunun açıklanmamasıydı. Ayrıca en sonunda Balkan’ın yaptığı ayinin geçerli olmaması ve adamın yanıp tutuşmasıydı. Bu kadar şeytan ve şeytanca olayların geçtiği bir filmde baş kahramanın bu mertebeye ulaşmasına gerek yoktu diye düşünüyorum. Çünkü böyle bir son çok beklendik bir sondu.

the-ninth-gate-dokuzuncu-kapi-izle

Dean Corso’nun 9. ve son resmi bulması ile kendisinin 9. Kapı’da bulması ve kapının bir anda açılması görsel olarak güzeldi. Şeytan, kendi istediği kişi ile bütünleşmiş, bir araya gelmiş oluyordu. Fakat Şeytan’a ulaşabilen kişinin sadece inceleme sırasında değil daha öncesinde de bir tık da olsa Şeytan’la alakadar eylemlerde bulunmuş olmasını beklerdim.

İki saatlik filmlere böyle bir değer verince ve karşılığını alamayınca açıkçası üzüldüm. Hayat, beni neden yoruyorsun?

The Ninth Gate – Dokuzuncu Kapı Trailer

Dan Brown Külliyatı

13 Salı Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

altın yayınları, anagram, öznur doğan, bahis, bilgisayar, can yayınları, da vinci şifresi, dan brown, dijital kale, elmas, evan mcgregor, ihanet noktası, jean christophe grange, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kripteks, maroia, melekler ve şeytanlar, oznurdogan.com, sait faik abasıyanık, yunanistan


Çakmak çakmak bakan adamları severim. Aslında çakmak çakmak kim bakarsa baksın severim ben. Bir çocuk da olsa bu, bir kadın da… Biraz Sait Faik Abasıyanık’tır bir yanım, sevdiğim şeylere dair yazasım gelir.

Dan Brown ile tanışıklığım lise yıllarıma dayanıyor. Jean Christophe Grange var bir süredir ortalarda bir de bir Dan Brown’dır gidiyor. Hemen el atıyorum, ilk kitaba. Da Vinci Şifresi. Arkadaşlarım çoktan bitirmişler, ben o sırada benim diğer çakmak adamla ilgilendiğim için pek pas vermeme taraftarıyım Dan’e ama kan da çekiyor, işin içinde polisiye var gerilim var. Başlıyorum Da Vinci Şifresi’ni okumaya.

Şaşmaya hazır aklım dakikasına şaşıyor ve ben hayatımda ilk defa o kadar uzun bir kitabı 6.5 saat içerisinde okumuş oluyorum. Bunu gurur duyulacak bir şey olarak söylemiyorum fakat şu anda. Sadece belirtmek istediğim şey arada sadece yemek yediğim. O andan itibaren en acayip Dan Brown hayranı ben olabilirim, ama pek atak değilim bu konuda. Dur bakalım ihtiyatındayım, ya diğer kitapları kötüyse?

Da Vinci Şifresi serimi, düğümü ve çözümü ile bir bütün geliyor bana. Kripteksler çözülürken ilk ben bulamadığım için kendime kızıyorum bazen. Bazen de sayfaların çabucak bitiyor oluşuna takıyorum. Altın bu işi bilmiyor diye yakınacağım neredeyse, bak Can Yayınlarına! Öyle mi yapılır bu iş? Ama yine de doğru bir mantıkla ilerliyor, merak öğesini daima canlı, okunabilirliğini fazla kılıyor bu kısa yazılar. Kitabı okuduktan sonra arkadaşıma veriyorum ve Matematik hocamın elinde görüyorum kitabı. 5 teneffüs peşinden koşturduktan sonra kitap sonunda benim oluyor!

Ardından Melekler ve Şeytanlar geliyor, bunun da hastasıyız. Özellikle son sahnelerdeki aksiyonda nefesimin kesildiğini hissediyorum ve hatta çok uzun süre anagramlara takıyorum. Böyle bir dövme yaptırmaya bile karar veriyorum hatta yaptırmaya karar verdiğim dövme işte tam da kitapta geçen elmas dövmesi. Dan Brown ikinci kitabı ile de beni mest etmiş oluyor. Bir çakmak adam daha olmaya başlıyor kalbimde. Benim gönlüm geniş fakat, herkese yer var. Seviniyorum bu işe.

Melekler ve Şeytanlar’ı ayrımlarından ötürü de seviyorum. Kitapların henüz filmleri çıkmamış durumda ve her şey benim hafızamda benim kurduğum yerde. Karakterler hiç de filmdekilere benzemiyor sonradan fark edeceğim üzere.

Ardından Dijital Kale geliyor. Fakat buna pek ısınamıyorum. Fazla teknik geliyor bana. Sorsanız bilgisayar delileri bu kitaba vurgunlar, hesaplar işin içine girdi mi ben yokum. O yüzden dil bölümünü seçmedim mi zaten neredeyse?Tamamen sebep bu olmasa da etken olma oranı oldukça yüksek. Kitabın sonuna bir de bir şifre koymuş hain Dan, gözümden düşmeye yer arıyor sinsice. Ben o şifreyi nasıl çözeyim? Öyle bakıyorum olmuyor, böyle bakıyorum bir şeye benzetemiyorum. Kendi kendime sinir oluyorum, zaten üniversiteyi de kazanamam ben böyle dangalak kafayla. Dan Brown bana bir depresyon kıyısından dönmeye patlıyor.

İhanet Noktası’nı Yunanistan’da yengemin kitaplığında buluyorum. Deli gibi seviniyorum ama kitabın adını bir türlü aklımda tutamıyorum. Hala yazarken “Kehanet Noktası” diyorum. Nereden geldiyse artık bu? Kitap yine sarıyor başlarda beni fakat artık sabit bir Dan Brown mantığı esir alıyor beni. Nasıl olsa has oğlan ya da has kız halletmeyecek mi bu işi? Kaçıyor keyfim. Çakmak Christophe’a nasıl kırıldıysam çakmak Dan’e de öyle kırılıyorum. İhanet Noktası benim Grange’de yaşadığım hayal kırıklığının bir diğer noktası. Yine -aferin ki onlara – bizimkiler kazanıyor. Aklımda “Kızlaaar, yine kazandııık.” gibi cümleler mevcut. Ben Brown’un hep aynı kalmasına uyuz olmuşum, ters köşe olamamanın sinirini yaşıyorum. Ve nasıl ki Grange’ye arar veriyorsam, Dan’e de ara veriyorum.

Kayıp Sembol büyük bir gürültü ile çıkıyor ve fakat ben satın almıyorum. O yüzden onun fotoğrafını buraya koymak gibi bir niyetim yok. Okuduktan sonra belki hakkında bir yorum yapabilirim.

Toparlamak gerekirse – ki aslında toparlamak zorunda da değildim ama – Dan’in kitaplarında iyi bir çocuk olabilirsen şirinleri hep görebiliyorsun. Evet, müthiş aksiyon sahneleri geçiyor, evet gerçekten kapılıyorsun hikayeye fakat hayatın en büyük gerçeğini atlıyor Dan her seferinde. Hayatta sadece iyiler kazanmaz. Hatta, kötülerin kazanma oranı daha yüksektir, bahis oranları da bu yüzden düşük.

Melekler ve Şeytanlar, Da Vinci Şifresi film haline getirildiğinde, ikisi de bazı noktalarda benim için hayal kırıklığı oldu. Da Vinci Şifresi’ndeki kripteks sayısı azlığı ve Melekler ve Şeytanlar’daki son uçma sahnesinin düzgün bir şekilde verilmemiş olması bir hayal kırıklığıydı evet ama işin içinde de Evan McGregor var. Nasıl kötü der şu deli gönül? Diyemiyorum. Evan’ı her yerinden öhöm, her şekilde seviyor ve besliyoruz.

Salut!

Bakışları Çakmak Adam

02 Cuma Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 8 Yorum

Etiketler

ölü ruhlar ormanı, öznur doğan, dan brown, fransa, jean christophe grange, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, koloni, kurtlar imparatorluğu, kızıl nehirler, leyleklerin uçuşu, maroia, oznurdogan.com, polisiye gerilim, siyah kan, taş meclisi, yunanistan, şeytan yemini, İstanbul


Fotoğraftan tanıyanlar için gerçek bir çakmak adam, tanımayanlar için tanıtıyorum; Jean Christophe Grange. Adı üzerinde uzun tartışmalar yapılan adam. Bu adamın soyadı nasıl okunacak? Gıranjj diyen var, Granje diyen var. Ben yazmayı tercih ediyorum, okumuyorum adını. Sinsilik yapıyorum biraz.

Polisiye romanları sevdiğimi bilmiyordum henüz, sınıfta bir kitap dönüp duruyor. Siyah Kan adı. Arkadaşlarımın hepsi çok beğenmiş durumdalar, bense aksiyon filmlerini sevmeme rağmen henüz polisiye gerilim roman türüne adımımı atmış değilim. (Arkasından Dan Brown serileri gelecektir.) Herkes okuduktan sonra ve hiçbir yorumu dinlemedikten sonra okumaya başlıyorum Siyah Kan’ı. Sağlam bir kurgusu var, anlatılan olay insanı allak bullak ediyor, anlatış şeklinden çok. İlk olarak büyük bir hayranlık duymaya başlıyorum bizim çakmak oğlana, sonra bakıyorum ki oğlan değilmiş bu adam. Çakmak adam oluveriyor birden. Hemen bir ikinci kitabını bulma sevdasına dalıyorum. Ve ardından Şeytan Yemini’ne başlıyorum.

Şeytan Yemini henüz yeni çıkmış, dumanı üzerinde tütüyor. Bir heyecandır alıyor beni yeniden. Bir solukta bir kitap daha bitirmenin büyük hevesi içindeyim. Gelen geçene “Bir yazar var, aklınız duracak, çok acayip yazıyor.” deyip duruyorum. Kandırabildiklerime kitabı veriyorum, onlar da okuyorlar. Harçlıklarımızı birleştiriyoruz, tüm Grange kitaplarını almaya karar veriyoruz arkadaşımla. İlk kitap bende kalacak satın aldığımız. Bu kitap da Şeytan Yemini. Şeytan yemini aşağı Şeytan Yemini yukarı, Yunanistan’a götürüyorum ben Şeytan Yemini’ni ve parkta unutuyorum, parkta yere koyuyorum çünkü kitabı. Unuttuğumu fark edip tekrar parka döndüğümde kitabı yakılmış halde buluyorum. Tahminen Yunan çocukları bir güzel yakmışlar, artık ne amaçla yaktılarsa?

Ardından İstanbul’a dönüyorum, yanımda birazcık para var. Euro bazında anneanne eli öpmüşüm, cüzdanım Euro görmüş durumda. Hemen iki kitabını daha alıyorum. İlki Leyleklerin Uçuşu, diğerlerinden daha ucuz olduğu için. Bu noktada ağır —spoiler —- veriyorum ve leyleklerin ayaklarında elmas taşıma işine bir kere daha vuruluyorum. İçimdeki aksiyonu durdurabilene aşk olsun, kitap okuma aşkı ayyuka çıksın.

Bir sonraki durağım Taş Meclisi oluyor, fakat Taş Meclisi’nde bir eksik var sanki. Bu sefer “Harika, mutlaka okumalısınız!!” bağırışlarım duyulmuyor. Sakince kitabı kaldırıyorum kitaplığa. Eksik bir şeyler var bu sefer, buldum bulacağım kıvamındayım. Biraz da üzüntü var üzerimde, haksızlık edilmiş gibi hissediyorum kendime; Nasıl kötü bir roman yazar?

Biraz ara veriyorum doğal olarak Grange okumaya, çünkü aldattı beni diye düşünüyorum. İstanbul’a imza gününe gelsin de bir iki laf sokayım diye beklediğim günler oluyor. Artistlenip imzalatmamayı düşünüyorum. Yine de bir yandan Kurtlar İmparatorluğu bana bakarken vazgeçemiyorum bu adamdan. Bir de diyorum ya çakmak çakmak bakıyor, küçükken dedemin bana dediği gibi.

Kurtlar İmparatorluğu içinde bol bol Türk, Türkiye kelimelerini barındırdığı için çok cazip geliyor. Tanıdık bildik yerlerden bahsediyor Grange, ben de gizli milliyetçi miyim neyim bilmiyorum, ne zaman Türkiye’ye ait bir şeyler görsem kanım kaynar yazıya. Memleket ister canım demek ki.

Kurtlar İmparatorluğu Taş Meclisi’nden daha kuvvetli geliyor. Ama ben artık polisiye gerilim okumaktan bıkmak üzereyim. Bünyeye böyle birden yüklenince hatalar verebiliyor tabii. Ne yapsam ne etsem diye düşünüyorum. Araya kitaplar sokmak istiyorum fakat yapamıyorum, beynim oldukça yorgun.  Fakat artık beni biraz tedirgin eden bir şey var kitaplarda. Bu adamın tüm kitapları neden mutlu sonla bitiyor?

Bu çakmak adam neden açık uçlu bir roman yazmıyor? Neden illa ki polisimiz, dedektifimiz işin üstesinde geliyor? Şimdiye kadar aydınlatılmamış yüzbinlerce cinayet yok muydu yani? Sinek küçük ama mide bulandırır misali, beni bir geriyor bu gerçek. Böyle bir gerçeği kendime söylemem de bayağı zamanımı alıyor. En sonunda  son bir umut Koloni çıkıyor ve ben satın alıyorum.

Koloni diğerlerinden daha farklı (kapağından da anlaşılacağı üzere) fakat bu fark en sonunda belli oluyor.  Yani gidişat yine okumuş olduğum diğer Grange kitaplarındaki gibi. Bozulmak ile bozulmamak arasında sona geldiğimde açık uçlu bir kitap bulmak karşımda beni baştan yaratıyor. Tekrar seviyorum çakmak adamı. Çünkü uzaklaşmış oluyor biraz kendi karar verdiği ve sürekli uyguladığı sonlardan.

İki kitabı daha var çakmak adamın, Kızıl Nehirler (arkadaşımda olup da almadığım) bir de Ölü Ruhlar Ormanı (fiyatından sebep gerilip almadığım). Şimdilik bu iki kitabı okumayı düşünmüyorum, çünkü Koloni’nin son hali ve damağımda kalması gereken Grange tadının bu kadar olması gerektiğini düşünüyorum. Polisiye gerilim sayfasını kapatıyorum.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...