• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: kadın ve toplum

Cüce Kalanların Annesi: Leyla Erbil

18 Pazartesi Kas 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, öznur doğan, edebiyat, feminist edebiyat, kadın ve toplum, kadınlık, leyla erbil, türk edebiyatı, türk edebiyatında kadının yeri, tezer özlü


leyla_erbil_canım_kadınBir yazarı ne zaman tanır ve sevmeye başlarsınız? Nasıl basarsınız bağrınıza onu ve bir anne ya da baba olarak kabul edersiniz?

Edebiyat dünyasının büyülü masalıdır yazarların bir anda aileye dönüşmesi. Aklın saati 12’yi geçti mi ne anne kalır yanında anne diye ne de baba. Artık edebiyatın saati çalıyordur, saat daima sevdiğin yazarı vuruyordur. Akrep ve yelkovan onun zamanını, onun zamansızlığını anlatıyordur.

Leyla Erbil ile ilk tanışmanızı şimdi hatırlıyor musunuz? Bir “vapur”da mı tutmuştu elinizi rıhtıma inerken düşmeyin diye yoksa bir deniz kıyısında mı vermişti gözlüğünüzü size; gözleriniz acımasın diye.

Ben Leyla Erbil ile tanıştığımda miniktim, küçüktüm çok ancak aklımı büyük sanıyordum. Okuduklarımın bana yetmeyeceğini biliyordum ancak yine de çok okudum sanıyordum. Ben Leyla Erbil ile tanışmadan önce kitapların anlamlarının yalnızca okuduklarımda olduğunu sanıyordum. Leyla Erbil, bir uyanış hikâyesidir bu yüzden. Yolculuğudur edebiyatseverin, yalnız başına yola çıkmayışıdır. Odysseus’a yardım eden tanrılar ve tanrıçalar gibidir kocaman bu küçücük kadın. Yalnız kalamayıştır.

Peki, neden sevilir bu kadar Leyla Erbil ve nereye koymuşuzdur biz onu? Aslına bakarsanız kocaman, kapkalın romanların kadını değildir Leyla, az lafın çok şey anlatabileceğini bilir. O yüzden eğer Leyla’nın kitaplarını ararsanız raflarda, ince narin kitaplara bakmalısınız kendisi gibi.

İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde Sema Bulutsuz ile tanıştınız mı Leyla Erbil ile de tanışmış olursunuz. Belki de arkadaşlığındandır böyle yakın yakına anlatması Leyla’yı belki de daima saygı duyduğu bir kadın olmasından ancak Sema Leyla’dan bahsederken gözleri dolar bazen, sesi titrer. İşte ben de tam olarak öyle tanıştım Leyla ile. Bildiğim tüm yazılardan farklıydı yazıları. Örneğin imla önemli değildi onun için. Bir virgül yerine üç nokta koyardı. Şimdiye kadar ona dayatılmış şeyleri neden kabul etsindi ki? Etmezdi elbet. Türk Edebiyatı’nın en dişli kadınıydı belki de. Tezer Özlü ile arkadaşlığı da bu yüzden öylesine sağlam öylesine doğruydu. Tezer kendi karanlığında hayatına devam ederken bir yerlerde Leyla’nın olduğunu bilerek rahatlıyordu. Kendi peşinde kendini arayan, kitaplarında yaralarını insanlara açan Tezer’e Leyla’nın arkadaşlığı birebir geliyordu. Bu iki kadın birbirine bir o kadar bağlı ve bir o kadar birbirinden ayrıydı. Tezer kaçar gider, koşardı. Ama Leyla kalmalıydı. Kaçamazdı. Devlet vardı savaşması gereken, sistem vardı. Ve hatta kendi vardı aklında.

Minicik bir kadının devleşmesiydi aslında hikâyesi. Hayatı boyunca hiçbir ödül almamıştı ve bunu kendisi istemişti. Verilen ödülleri de almaya gitmemişti bu yüzden. Nobel’e aday gösterilen ilk Türk kadın yazardı. Peki, neden –di’li geçmiş zaman var hep Leyla’da? Çünkü Leyla Temmuz ayının sıcaklı soğuklu bir gününde bizi, cücelerini annesiz bıraktı. Uzun zamandır Parkinson tedavisi gören Leyla dayanamadı artık. Aslında 1931 yılından bu yana “üç başlı bir ejderha” gibi dayandı Sultanahmet’in ortasında dikilen. Bir sürü hayatı bir arada yaşadı ve bize gösterdi pek çok şeyi.

Önce kadının yerini öğretti bize Leyla. İkili karşıtlıklarda nerede kalıyordu kadın? Tam da gece/gecede’nin yanında. Kadın bilinmez bir varlıktı, bilinmek istenmiyordu. Bu yüzden her hikâyesinde deli kadınları anlattı. Ondan sonra pek çok kadın yazar Leyla’dan yola çıkarak yazdı hikâyelerini, romanlarını. Kadınlar neden delirirdi? Ne kadar çok soru vardı kadınlar ile ilgili… Hepsi, hepsi Leyla’nındı. Tüm sorular Leyla’ya çıkıyordu. Doğanın içindeydi kadın, Leyla bunu çok iyi biliyordu. Doğaya karşılık kurulan medeniyetin içinde, kadınların sesi olmaya çalıştı. Kadın olmaya çalıştı. Kadınlığın büyüsünü, kadının doğasını, doğadaki kadını anlattı. Tek tek, ilmek ilmek anlattı hem de. Ve tam bir kadın olarak.

Bir yazarı seversiniz evet ve onu yüceltmeye dair yüzlerce nedeniniz vardır. Leyla’yı sevmek için sayılabilecek nedenler yalnızca yazar olmak değildi benim için. Leyla benim üniversite yaşamım oldu. Aydınlanmam oldu. Kendimi bir kadın olarak görmüyor muydum ki ondan önce? Belki de medeniyet denilen, tek dişi kalmış canavarın beni nasıl göstermek istediğine göre şekil alıyor, kabıma sığıyor ve taşmamayı kabul ediyordum. Leyla bana engin deniz olmayı öğretti. Bilir misiniz bilmem, deniz bazı dillerde erkek bazı dillerde kadındır. Bir rahim gibidir deniz ve ben de ona kadın demeyi tercih ederim. Karanlıktır çünkü geceye doğru. Yalnızca ayın ışığını kabul eder üzerinde. Güneşin heybeti, medeniyeti altında kavrulmak istemez. Bir anda ayın güzel göğsüne bırakır kendini. Onlar iki iyi arkadaşlardır. Doğanın içindendir ikisi de. Kadın doğasına yakındır.

Leyla Erbil’i sevmek için bir kitabını okuyup ilk bakışta anlamamak yetiyor sanırım. Özellikle işe Cüce ile başlıyorsanız gittikçe zorlaşıyor mesele. Bir yanda Leyla bir yanda Zenime. Bir yanda deliler ve diğer yanda da deliler. Bir deliye karşı kaç deli vardır toplumda? Aslında gördüğümüz tüm toplum delidir ve deliler “akil”ler. Kadın olduğunu bilmez Zenime, kadın olduğu için delileştirilmiştir. Onun deliliği toplumdan gelir kadından değil. Deli kadın Leyla’nın deliliği de öyledir. Cüce de şöyle der bu yüzden:

“Ah, işte o güç saçların ki (öteki kadınlara örttürdüler üzerini sımsıkı korku kefenleriyle; korkunç birer cinsel organdan başka bir şey olmadığına ikrar getirttikleri bedenleriyle birlikte.”

Zamanının içinde ve ötesinde bir kadın sözüdür bu. Kadınları kimler metalaştırdı? Hangi ellerde kızlıkları kadın oldu ve kadınlıkları delilik? Sorular niye bu kadar fazla? Gittikçe Leyla’nın aklına giriyorum.

Düşünüyordu Leyla, bir örtü ile neler yaratılabilir diye kadınların üzerinde. Aman diyeyim hanımım, dizin ve üzerleri görünmesin. Ve tabii ki başın! Haşa! Toplumun kadınla alıp veremediğini kadına vermek isterdi Leyla. Ne olursa olsun Sezar’ın hakkı Sezar’a, kadının hakkı kadınaydı. Bu yüzden aktivist bir kadın olarak TİP’te yer almıştı. Deliliği daha fazla insana duyurabilmek için.

Kadın kimdi, kimdi bu cüceler ve nerelerde dolaşıyorlardı, işte bunu anlatmak istiyordu Erbil. En başından, tarihin derinliğinden insanlığın kökeninden başlıyordu anlatmaya. Adem ile sinsi Havva’nın hikayesini bize anlatıyordu. Kadındı orada da bir olaya neden olan. Yarım akıl ve çelim akıl. Çelinmeye hazırdı kadın, yoldan çıkmaya. Kadın bir meyve uğruna tüm cennetinden vazgeçendi. Şimdi bir de böyle düşünelim, Adem’i düşünmemiş miydi ki Havva atlıyordu Leyla’nın kollarına? Havva yalnızca Adem’ini değil bahçesini ve geleceğini düşünüyordu. Hikâye başlatmanın ne demek olduğunu biliyordu. Bir hikâye başlatmak için bir suçlunun olması gerektiğini de. Adem’e kalsa bahçesinde her şey var, hurisi de yanında tabii ki. Esnaf deyimi ile işler oldukça güzel, hayat Adem’in yörüngesinde. Yörüngen çıkıntısı kadın ve yılan oldu. Yılan kadına fısıldadı. Adem’e fısıldasa Adem dinlemezdi elbette. Kadını seçti yılan. Yılanı seçti kadın. Kadın kirlenmek istedi aslında özüne dönmek istedi. Çamurdan değil miydi? Çamurdan bir gezegene düşmeye korkmazdı kadın. Leyla da korkmuyordu işte. Çamura bulanabilirdi istediği zaman. Kadını anlatmak için bahsedilen aydınlığın içinde çamuru bulmalıydı.

Leyla’nın cücesi yalnızca Zenime değildi. Bizdik aynı zamanda. Her bir kadındı. Kocalarımız döverdi de severdi de. Biz ölsek de çocuklarımız onları döven babalarına geri dönerdi. Zenime’nin yaşaması için bir erkek gerekirdi kaburga kemiğinden doğduğu. Bir bağ gerekirdi tüm medeniyet ve toplum ve ataerkil yapı ve erkek ile. Erkek olmadan kadın hiçbir anlam ifade etmezdi bize göre. Leyla havanın kurşun gibi ağır olduğu bir gün bağır bağır bağırıyordu, UYAN.

Yıllar sonra Leyla’nın sesine bir ses geldi uzaklardan. Mine Söğüt’ün sesi yankılandı raflarda. Deli kadınları anlatmak istedi o da Leyla gibi. Deliliğe methiyeler düzmek istedi. Leyla gibi minik de değildi bu kadın. Kocaman gözleri, keskin çizgileri ile belki de delirmeye hazırdı. Deli Kadın Hikayeleri’ni yazdı ve gönüllerde taht kurmayı başardı.

Bir kadın, bir kadını iyi anlat ve bir erkekten daha fazla acıtır. Bir kadın deliliği bir kadına daima tekinsiz gelir ancak deli olmayan kadın bir gün ansızın delirebileceğini bilir. Mine Söğüt kadınların neden delirdiğine baktı derinlemesine. Söyledikleri Leyla’dan ne eksik ne fazlaydı. Bir kadını delirtebilecek yegâne şeyin bir erkek olduğunu buldu sonunda. İkili karşıtlıkta erkeğe denk düşen her şeydi kadını yok etmeye çalışan. Kadın yok olmak istemiyordu. Deli Kadın Hikâyeleri yüzlerce kadının aynı dünya üzerinde delirmesiydi. Aynı babanın ona tecavüz etmeye çalışmasıydı. Evlatlarının yine onlar tarafından çalınmasıydı. Kadınlardan çalınan yalnızca evlatları değil, kimlikleriydi de.

En az Leyla kadar gerçekti Mine’nin anlattıkları. Deli Kadın Öyküleri’nde şöyle diyordu Mine:

“Bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez. İşte bu yüzden, bu şehirde ben her gün kendimi defalarca öldürürüm.” Kendini öldüren, delilik ile öldüren kadınların hikâyesini yazarken daima göz kırptı Mine minik kadın Leyla’ya. İkisi de çok iyi biliyordu ki dünyanın neresinde olursa olsun bir kadın daima bastırılmak istenecekti. Delilik, büyücülük ve müzik, tekinsiz olan her şey kadına ait kalacaktı. Erkek kendini öne çıkarmak için kadının üzerine basıyor ancak onsuz da olamıyordu.

Leyla Erbil öldüğünde Mine Söğüt cenazesine gitti mi bilmiyorum ancak küçük cinlerini toplayıp Leyla’yı güldürmek için elinden geleni yapabileceğini biliyorum.

Leyla Erbil öldüğünde Sema Bulutsuz cenazesine mutlaka gitmiştir onu da biliyorum. Ve bir kardeşi ölmüş gibi hüzünlü, eski bir yaprağa dönüştüğünü hissediyorum.

Leyla Erbil öldüğünde ben ona dair daha bir sürü şeyi bilmediğimi biliyordum ancak hiçbir şey öksüz kalmak kadar sert değildi.

Leyla Erbil öldüğünde solgun ve naif Tezer Özlü ne yaptı bilmiyorum ancak olduğu yerde yalnız kalmayacağını bilmenin iyi hissettirdiğini tahmin edebiliyorum.

Aşiyan Dergisi Ocak Sayısı 

Öznur Doğan

Yağmur Hikayesi X

16 Çarşamba May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

adam, öznur doğan, kadın, kadın ve toplum, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, toplumda kadının yeri, yağmur, yağmur hikayesi


Bakmak, görmeye katlanabilmek için atılan ilk adımdır. Görmek ise sürekli bir çember içinde dolanan bir gerçektir. Bakmanın ya da görmenin farklı şeyler olduğunun söyleniş klişesi ağızlarda pelte olurken bakmak ve görmek aslında pratikte aynı teoride farklıdır ve fakat insanların pratik mi teori mi diye düşünecek ne zamanları vardır ne de hevesleri.

Sıradan bir günde zaten bir insan özellikle böyle bir şeyi düşünmez. Düşüneceği şey olsa olsa hangi sokaktan, nereye; saat kaçta, nasıl sorularıdır. Böylesine sorunsal ve sıradan bir gün içinde bir filozof edası ile gerçekleri düşünmek, pratik üzerinde kafa yormak, gerçeğe ulaşabilmek için hangi pratik yolunun denenmesi gerektiğini araştırmak da işte bu yüzden saçmadır. Gerçek anlamlı bir saçmalık ifadesi böyle bir durum için öylesine geçerli olabilir ki “saçma” bir motto olur çıkar fark ettirmeden.

Kadın eline baktığında sadece ince bir çizgi gördü. Kırmızı bir çizgiydi bu. Fakat sıradan bir çizgiden farklı olarak içinde minik iplikler barından bir çizgiydi. O anda tüm korkularını bertaraf etti. Etmek ile etmemek arasında bir süre kıvrandı fakat yaşanılan tutkulu dakikalar bir düşünme silsilesine yer veremeyecek kadar yoğundu. Adam, kadının gömleğini çıkardı. kadının ten renginin güzelliğini bir kez daha “gör”dü. Buğday bir tenin daha çekici gelebileceğini sanmıyordu. Kadının kızıl saçları omuzlarına dökülüyordu. Eli ile saçları sırtına doğru itti kadının. bir vücud boyunca var olan ten parlaklığından gözlerini alamıyordu. Kadın, adamın ceketini çoktan çıkarmıştı. içindeki gömleği ise çıkarmaktan yana değildi. Sanki beyaz gömleğin temizliği kadına bir rahatlık sağlıyordu.

Rahatlama duygusu her zaman insanı ziyaret eden bir duygu değildir. Hayatın sıkışıklığında bu duyguyla göz göze gelmek ve hatta uzaktan silüetini görmek dahi zordur. Çünkü kendi davranışlarımız ile kendi sonlarımızı yarattığımız gibi kendi rahatsızlıklarımızı da yaratırız. Sonra bize özel bir mekanın varlığından bahsedip de burada rahatlamaya çalışırız. Fakat böyle bir şeyin olmayacağı çok bellidir. rahatlama, tam anlamı ile iki akciğer parçasındadır. Bir nefestir aslında.

Adam, kadını sırt üstü yatağa uzandırdı ve yanına kıvrıldı. Beklenilenin aksine adamın az önce körüklenmiş bir şekilde yanan teni şu anda buz gibiydi. Kadın, bu gördüğüne şaşırmıştı. Böyle bir şeyi hayatı boyunca hiç yaşamamıştı. elini adamın göğsüne attı ve fark etmek istemeyeceği bir şeyi fark etti. Adamın göğsünde bir boşluk vardı. Bu, sanki bir yumruk boşluğuydu ve hareket ediyordu. Adamın kırılmış kaburgasının ona acı verdiği her halinden belli oluyordu. Kadın, adama zarar vermişti. Göğsündeki boşluktan kadın sorumlu değildi fakat o anda adamın donuk bir şekilde yatışından o sorumluydu. Onu kendime çekmek isterken aniden sırtından yakalamış ve göğsünün adamın göğsüne çarpmasına neden olmuştu. Ona göre güzel geçecek olan bir sahnenin başından sahneyi mahvetmiş bulunuyordu.

Acı vermek. İşte bir diğer silahımız hayattaki. İsteyerek ya da istemeyerek. Acıyı doruk noktasına ulaştırmak hatta insan olmayışın bir işaretidir. Acı çeken birisine bakıp da acı çekişinden zevk almak da en az acı çekmeye yeltenmek kadar hastalıklı bir durumdur. Hastalık, sizi esir aldığı andan itibaren bir köle gibi işkenceye bağlanırsınız. Siz ya bir işkencecisinizdir ya da işkencedeki mağdur.

Kadın, yüzünü adamın burnuna doğru götürdü. Hissedeceği sıcaklıktan emin olmak istiyordu. Bütün bu olanlardan sonra yüzünün sıcaklığı, adamın solukluğunda buluşuyordu ve fakat kadın şunu keşfetti. “Nefes alış-verişi yoktu.”

Çalıkuşu, Acımak ve Yaprak Dökümü Güncesi

15 Perşembe Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

acımak, ali rıza, ansiklopedi, ayşe, çalıkuşu, öznur doğan, baba kız, bütün eserleri, feride, fikret, gülbeşeker, iletişim yayınları, kadın ve toplum, kamuran, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, leyla, maroia, necla, oznurdogan.com, polemik, popüler, reşat nuri güntekin, senarist, yaprak dökümü, zehra, şevket


Güntekin, Reşat Nuri. Ansiklopedi ne demek bilenler için garip gelmeyecek yazılış. Ansiklopedi ile alakası olmayanlar için alakasız duruş. Önemli bir yazarı nasıl abidik gubidik tersten yazarsın?

Polemik yaratmak isteyenler hep olur. Bir şey söylersiniz ve anında birisinden anti-tezini alırsınız. Güzeldir yaşamak, karşıtlıklarla bir olduğunu bilirsiniz. Reşat’ın her romanı neredeyse film ve dizi yapılırken karşı çıkanlar ile çıkmayanlar olduğu gibi. Yaprak Dökümü ile dalga geçenlerin sayısı bazen izleyenlerin sayısını geçiyordu bir ortamda.

Reşat Nuri bu kadar popüler olacağını bilseydi daha başka neler yazardı acaba? Ya da kendisi bu popüler durum karşısında nasıl bir tavır takınırdı? Benim tüm karakterlerimi alakasız isterik insanlara çevirdiniz, gerçekliklerini yitirdi diye feryat figan eder miydi acaba?

Reşat Nuri’yi ilkokulda kıskanmam ile başlar benim Reşat sevgim. Abimin kitaplarının arasındadır Yaprak Dökümü ve evet onun değil o kitap benim olmalıdır çünkü ilk olarak kabı güzel kitabın, böyle pembeli gibi sanki. Tam yaşıma hitap ediyor. Hep ismi de akılda kalıyor. Ben Yaprak Dökümü’nün neye dair olabileceği üzerine fikir bile üretmemişken hemen sahipleniyorum kitabı. Uzun süreli tatile başlıyor kitap kitaplarımın arasında. Büyüdükçe ve adını duydukça okuma isteği duyarım ve ilk Yaprak Dökümü’nü okurum.

Bir düşünüp kalırım üzerinde. Ne anlatmak istiyordu bu kitap? Felaket felaket üzerine. Etkilenmem o kadar, henüz anlayabilecek durumda değilim oysa ki. Sonra dizisi yapılır Yaprak Dökümü’nün hatta en alakasız şekillerde linç edilir kitap. Tüm senaristler unutuverir bir anda Reşat Nuri’nin titremekten kırılmış kemiklerini, cümlelerindeki anlamı. Dizi sayesinde kitap da tekrardan okunur, ilgi görür. Reşat Nuri bilindik ve tanıdık bir hale gelir. Senaristlerin mantığı; reklamın iyisi kötüsü olmaz. Ama kötüsü hep olur reklamın ve edebi eserlerin hep kötü kopyalarını gösterirler özellikle her hafta sonu aptal kutusunda. Yaprak Dökümü ne bir ailenin içten dramı, ne değişen değerlerin vuruculuğu ne de başka bir şey olarak kalır akıllarda. Dört manyak yetişkin evlat, bir tane küçük psikopat evlat, bir dedikoducu ve kimseyi dinlemez kavgacı anne ile sürekli ölümden dönen ama her ölmeyişinde 100.000 yaşam puanı alan baba.

Evet, sıraladığımda benim de böyle aklıma gelişi her şeyin utanç verici ama yine de ne yapılırsa yapılsın Reşat Nuri’nin o anlaşılır diline, anlatmak istediğine, insanın içinde bıraktığı o küçük kıymığa erişemiyor kötü reklamlar. Yine benim aklımda ve içimde duruluğu ile bir kitap kalıyor, tekrar tekrar okunabilecek.

Okuduğum ikinci Reşat Nuri kitabı da Acımak. Acımak beni Yaprak Dökümü’nden daha çok etkiler ve hatta hüngür hüngür ağlatır. Duygularını çabuk gösterebilen bir insan olduğum için ben de hemen fırsat bilirim, gözyaşlarımı sel haline getirir akıtırım bir güzel. Daha ergen dönemlerime denk geldiği için de doğrudan etki bırakır üzerimde. Roman’daki Zehra ben oluveririm, babamla kavga ettiğim her sahne gelir aklıma ve daha da çok üzülürüm. Acaba babam da günlük tutsa ne yazardı?

Hayattaki gecikmişlikleri anlatarak okurlarının dünyalarına girmeyi amaçlayan Güntekin beni bu kadar etkileyebildiğini görseydi ne yapardı peki? O zaman sadece duygusal olarak baksam da ve hatta hayatımdan kesitlermiş gibi görsem de şu anda daha farklı algılıyorum her şeyi.

Şimdi, mazeretlerin aslında mazeret olamayacağını düşünüyorum. Geç kaldığımız her şey için sorumluluğumuzun ağırlığını, hissettiğimiz hayal kırıklıkları görüyorum. Ön yargının ve dinlememenin ne kadar acıtabileceğini biliyorum. Roman şu anda bana sıradan bir dram hikayesinden fazlasını anlatıyor ve işte Reşat Nuri’nin farklı zamanlarda farklı seviyelerde algılanabilen konularını ve üslubunu seviyorum.

Ve en son da Reşat Nuri Günteki’nden bir türlü başlayamadığım Çalıkuşu’nu okuyorum. Bu kitabı da kuzenimin kitaplığından çalmışım daha önce fakat eski olduğu için okuyasım gelmiyor. En sonunda okuyorum ve bu kadar hızlı akıp giden bir romanı neden daha önce okumadım diye yine kendimi sorguluyorum.

Çalıkuşu’nda ben en çok insanların zaman içinde değişmeyen tavırlarını görüyorum. Hala herkes aynı o dönemdeki gibi dedikodu yapmaya hazır ve nazır, hala kadınlar sadece kadın oldukları için eksik etek ve daha ötesi, hala kadınlar bir erkeğin yanında olduğu sürece sadece bir ‘karı’ ve hala kadınların ayakları yere basmak istediğinde ya yer altlarından çekiliyor ya da kadınların bilekleri kırılıyor.

Reşat Nuri şimdi gelse yanımıza, yabancılık çekeceği şey sadece teknoloji olurdu. Geri kalan her şey aynı çünkü. Neyi gözlemlediyse ve üzerinde yazı yazdıysa hepsi varlığını devam ettiriyor.

Burada mesele ise Reşat Nuri’nin ileri görüşlü yapısı mı oluyor yoksa Türk toplumunun değişme kelimesinin d’sinden yoksun yapısı mı? Seçim yapmak çok zor ve yorucu geliyor. Bir kez daha yenilmek istemiyorum çünkü değişmeyen gerçeklere. Bir kez daha duyabilecek gücüm yok bu gece okumak, feyz almak ve değişmek istemediğimizi görmeye. Bir kez daha farkına varmak istemiyorum aslında toplum olarak bir arpa boyu kadar bile yol almadığımızı.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 1.572 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...