• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: kapitalizm

Popüler – Apopüler – Tüketicilik!

24 Perşembe Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

apopülerlik, cern, consumerism, consumers, deney, dinozor, edebiyat tüketimi, fast food, kapitalizm, mina urgan, moda, oğuz atay, popülerlik, popular, sabahattin ali, sosyal, tüketicilik, türk edebiyatı, Turgut Uyar, underground, yeraltı edebiyatı


Consumerism_by_sl33pyincognita

2000’li yıllarda teknolojide yaşanan gelişmeler ve hayatımıza giren internet sayesinde artık ulaşamayacağımız bir mecra söz konusu değil. 90’ların şarkılarını tekrar tekrar dinleyip, okumak isteyip okuyamadığımız köşe yazılarını okuyup CERN’de yapılan deneylere dair bilgi alabiliyoruz. Bilgi bu kadar yayılabilir, insanlar bu kadar sosyal iken yaşanan her gelişmenin ve ortaya çıkan her yeniliğin mantar gibi çevreye yayılması an meselesi.

Küçüklüğümden beri garip bir tutum ile (ki tahminimce benim gibi pek çok kişi vardır) birden ortaya çıkarak popülerlik elde eden şeylere karşı asiliğim söz konusu. Patlayıp da taşan akımlar, kimsenin daha önce umursamadığı fakat bir ünlü kişi bahsetti diye vazgeçilmez olduğu düşünülen kitaplar, eşyalar vs. Neden bu popülerlik peki? İşin özünde kendimizi o “çok sevilen” kişiler ile özdeşleştirmeye çalışmak olduğunu varsayıyorum. Onların algılarına ulaşmak için sevmediğimiz yemekleri sevmek zorunda hissediyor, okumaktan hoşlanmadığımız insanları okuyarak entelektüel birikimimizden bahsediyoruz. Var olan damak tadımızı ise hiçe sayıyoruz.

Evet, bir nesne popüler olduğu zaman onu tamamen yok edene kadar kullanıyoruz. Yıpratıyoruz ve kenara atıyoruz. Örneğin Türk Edebiyatı’nda naif duruşu ile bir kenarda okunmayı bekleyen Sabahattin Ali, Oğuz Atay, Turgut Uyar, sırf bir filmde bir şiirleri okundu, kitaplarından bahsedildi diye kısa süre içerisinde posası çıkarılana kadar kullanılıyor. Tüm sosyal medya platformlarında fast food gibi hızlı tüketimleri gerçekleşiyor. Bu güzel adamları daha önceden tanıyıp da onları anlamak için kafa patlatmış insanlar da bu duruma uzaktan kötü kötü bakıyorlar. Bu ikircikli noktada öne çıkan iki farklı tez var. Birincisi, yazarların veya popüler olan nesnenin aslında vaktinde hak ettiği ilgiyi alamaması ve ne olursa olsun eserlerin tanınırlığı ve bilinirliği açısından bu popülerliğin oldukça iyi bir olgu olması. İkinci konu ise hızlı tüketilen her şeyde olduğu gibi popülerliği yakalamış eserlerin de kısa sürede tozlu raflara dönecek olması.

Popülerlik meselesi sadece burada bitmiyor tabii. Yeni çıkan her kitabın, filmin de aynı şekilde yorumcusu çok oluyor. Herkes bir yorum yapıyor, filmin ya da kitabın sonunu söylemek için can atan insanlar ile doluyor ortalık. Bu yüzden sakin kafa ile bağlanmak istediğimiz o eserlere bir türlü entegre olamıyor, “daha sonra” ilgilenmek üzere kenara ayırıyoruz. Üzerinden altı ay ya da bir sene geçtikten sonra kaldığımız yerden devam ediyor ve kendi fikrimizi belirtmenin hazzını yaşıyoruz. Sırf herkes sonu hakkında yorum yapıyor diye Black Swan ve Inception’ı bir sene sonra izlediğimi itiraf edebilirim. Bu popülerlikten uzaklaştırma çabasının da zararları var tabii ki. Daha doğrusu arasında kaldığımız bir ikilem söz konusu. Ya herkesin yorum yaptığı bir dönemde, tam da o eserlerin en popüler olduğu anlarda okuyacak/izleyecek ve gündemden uzak kalmayacağız ya da zaman geçip de yorumlardan arındığımız bir dönemde izleyip/okuyarak fikirlerimizi daha küçük çapta paylaşabileceğiz. Bir yandan gündemi takip edip aktif bilgi sahibi olmak söz konusu, diğer yandan o popülerliğin içerisinde boğuluyor hissetme ihtimalimiz.

Madem popüler olandan uzak duruyoruz, işte o anda daha önce duyulmamış olanı keşfetmeye doğru adımlar da atmış oluyoruz. Underground denilen her türlü “bilinmeyen”e ilerlemek mübah o saatten sonra. Yer altı edebiyatı mı diyelim, amatör grupların güzel şarkıları, küçük imkanlar ile çekilen sanat filmleri mi… Bu kadar özele inmeden de tarihin tozlu raflarına bir yolculuğa çıkarak ve o çok sevdiğimiz interneti kullanarak yorumlardan uzak olan yüzlerce esere ulaşabilmemiz mümkün. Popülerlik mi apopülerlik mi? Bu sorunu kendi içimizde çözdüğümüz gün filmin sonunu söylememek için kendini zor tutan, her yeniliğin öncüsü olan birisi mi olacağız yoksa Mina Urgan gibi kendimize “dinozor” mu diyeceğiz? Seçim yapmak zor! Sizin seçiminiz ne?

On The Road Üzerine

23 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

allan gingsberg, amerikan, amerikan kültürü, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, beat generation, beat kuşağı, consumerizm, dean moriarty, divan edebiyatı, howl, jack kerouac, kapitalizm, kristen stewart, moloch, on the road, para, puritanlar, quakerslar, sal paradise, sam riley, steve buscemi, tasavvuf edebiyatı, tüketicilik, viggo mortensenve, walter salles


on_the_road_

Amerikan Kültürü okuyup “Amerika’nın da kültürü mü varmış sorusuna maruz kalmayan neredeyse yoktur. Evet acı ama gerçek ki bu milletin kısa sürede geliştirdikleri ve domuz gibi baskı kurdukları bir kültürleri var. Kuruluşlarının ardından birbirinden farklı dönemlerden geçen bu millet ilk olarak Puritan sıkıcılığına gark olmuş ardından gelen Quakerslar ile biraz rahata ermişler. Sonrasında gel ve git zaman savaş öncesi, savaş sonrası 50’ler derken Beat Kuşağı olarak karşımıza çıkan kafa on numara bir dönem yaşamıştır. Beat Generation’ın manifestosu olarak kabul edilebilecek Allan Gingsberg’ün Howl şiiri ile birlikte dönem başlangıç çanlarını çalmış, kendilerinden önceki dönemi eleştirerek yeni bir akım olmuşlardır. Beat Generation’ın manifesto şiiri olan Howl’da hippielik ile ilhamlarını yok eden, yanlış yolda ilerleyen meslektaşlarından bahsedilir. Bunlar aydın adamlardır. Şiirin ikinci kısmında Beat’in karşı durduğu temeller Moloch adında bir kötü tanrıya atfedilir. Böylece Moloch hem para, hem tüketicilik hem kapitalizm hem de daha fazlası olur. Şiirin üçüncü ve son bölümünde tüm bu kötülüklere rağmen kurtuluş olduğunu optimist bir şekilde açıklar Gingsberg. Kendi akımları alternatif ve kuvvetlidir onlara göre.

Bir akımın hele de aydınlar tarafından ortaya çıkarılmış bir akımın manifesto şiiri varsa manifesto kitabı da vardır. Kendisi Jack Kerouac tarafından yazılmış ve yıllar sonra yönetmenliğini Walter Salles’in üstlendiği, oyuncular arasında ise Kristen Stewart, Sam Riley, Viggo Mortensenve son olarK Steve Buscemi’nin yer aldığı On The Road adlı kitaptır.

Kendi hayatından ilham alarak yazdığı kitapta Jack Kerouac pişme döneminden bahseder. Şimdiye kadar bu motifleri neden divan edebiyatına bağlamamış olduğumu da aynı anda düşünüyorum. Yolculk motifinin olduğu tüm hikayeleri bir “Hamdım, piştim, oldum”a bağlarsak gayet doğru yapmış oluruz. Her karakter yolculuğa çıkmadan önce edinmesi gereken bilgilerle dolu dünya içindedir. Ardından yol boyunca gördükleri ile pişmeye başlar. Hikayenin sonunda olmuştur artık. Kişiliğini keşfetmiş, kendi sesine sahip olmuştur. Şimdi neredeyse dünya üzerindeki tüm motiflerin birbirine benzediğini, bu yüzden edeniyatın evrensel olduğunu görüyoruz. Okuduğumuz her romanda ya da şiirde bulduğumuz duygular insana dair ve açıklanabilir.

Kitap Sal Paradise ve Dean Moriarty’nin tanışması ile başlar. Kendi başına yazılar yazan Sal, Dean ile tanıştırıldıktan sonra önüne geçemeyeceği bir sürece girmiş olur. Budeğişimi isteyip istemediğini düşünmeden yola çıkar ancak sonuçlarına ulaşmak için hikayenin peşinden koşmak zorunda olduğunu bilir. Filmin adı üzerinde On The Road. Tüm hikaye yollarda geçer. Sal kendi sesini bulmak amacı ile Dean’i takip eder. Dean belirli bir sanat algısına sahip, çapkın ve hükmedicidir. Sal ise bu ikilinin pasif tarafına denk düşer. Beat Generation bu noktada karşımıza çıkar. Hükümete ve düzene karşı çıkan Beatçiler kendi hikayelerini yazmak isterler. Sonunda onların hikayelerini yazacak kişi Sal olacaktır. Yola çıkmış olan Sal kitap boyunca sürekli hareket halindedir. Dean ilefarklı zamanlarda bir araya gelerek özlem giderirler. Kendi “yol”unu çizmeye çalışan Sal için attığı her adım önemlidir. Bu yüzden günlerini not alarak geçirir. Dean’den sonra yaşamaya başladığı hayattan aslında çok memnundur ancak hala bir outsider, efendime söyleyeyim yabancıdır. Ne homoseksüelliği kabul edebilir ne de tam olarak içinde bulundu Beat’e ayak uydurur.

on-the-road-kristen-stewart-araba-sahnesi

Normal gelirli bir ailede yaşayan Sal bu yolculuk boyunca fakirliği de görecektir. Ona yolcluğunda eşlik eden Dean kadınlara karşı olan zaafı yüzünden sürekli olarak gider. Sal ise kalır ve not alır. Sal, etrafından anlatmaktan mutlu olduğu bir grup ile birliktedir. Herkes hem eğlenceli hem sanat hem de hayat doludur. Onları izlemeyi sevdiği için uzakta kalır Sal. Yolculukilerledikçe macera seviyesi de artar ancak sona yaklaşması hızlanır. Kendisini Dean tarafından yatakta hasta bir şekilde bırakıldığını gçrdüğünde ilk gerçek dönüşüm gerçekleşir. Artık Sal olup bitenleri görebilmektedir be bu gördükleri araında Dean yoktur.

Yaptığı çapkınlıklar yüzünden çocuğu olan veaile babası kıvamına gelen Dean ise girdiği hayattan ve Sal’a yaptıklarından pişman olacaktır.

On The Road – Yolda – Trailer 2012

Bartleby, the Scrivener / Katibim Bartelby

23 Cuma Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, bartelby, bartelby the scrivener, civil disobedience, death letter, death letter office, gingernut, herman melville, i would prefer not to, kapitalizm, katip bartelby, kısa öykü, sivil itaatsizlik, turkey, wall street


Sivil itaatsizliğin Amerika’daki babalarından bir tanesidir Bartelby. Daha önce Death Letter Office’te çalışmış bu adam Wall Street’te çalışmaya başlar. Ne zaman Bartelby’den bir iş istense işte o zaman “I would prefer not to.” der ve hatta sayfaları bu şekilde doldurmuşluğu vardır. Herman Melville’in hayatından parçalar bulabileceğimiz kısa öyküde Bartelby’nin soyutlanmış yapısı ile karşı karşıya kalırız. Sakin, sessiz bir adamdır Bartelby fakat oldukça da inatçıdır. Kendi istemediği sürece hiçbir işi yapmaz. İnsanlar ve yaşantısı ile iletişimi pamuk ipliğine bağlıdır Bartelby’nin. Bu sistemde aslında nasıl olduğunun da önemi yoktur. Kısa hikayedeki karakterlerin özel isimleri olmadığını görürüz o anda. Gingernut, Turkey gibi isimler ile çağrılan çalışanlar vardır ofiste. Toplumda sadece aracı olarak var olan, herhangi bir söz hakkı söz konusu olmayan adamlardır. Birbirleri ile iletişimleri neredeyse yoktur. Bartelby’nin de konuşmama konusundaki inatçılığını düşünürsek koca ofisin içerisinde bir allahın kulu konuşmaz, bir şeyler anlatmaz. Sanki aralarında duvarlar vardır. Bu duvarlar hem karakterleri birbirinden ayırır hem de sembolik olarak mekanikleşmeye başlamış toplumun birbirinden ayrılmasına gönderme yapar.

Bir gün Bartelby hapse düşer. Hapse düştüğünde iş yerinin sahibi / patron Bartelby’i görmeye gelir ve ona kendine iyi bakmasını söyler. Bizim inatçı Bartelby durur mu? Yapıştırır lafı! Pardon, kapatır ağızı. Günlerce yemek yemeyi reddeder ve ölür. Bartelby düzene karşı koyarak ölümü göze almıştır.

Bartelby hem depresif hem de hafif kaçık bir adamdır. Anlatıcı Bartelby’nin hayatına girmeyi başarmış, onun bu sistemde yer almak istemediğini çözmüştür. Bartelby dahil ofiste çalışan herkesin mental ya da fiziksel bir rahatsızlığı vardır. Bu da ofis içerisinde üreticiliğin en düşük seviyede olduğunu gösterir. Hikaye ne kadar gerçekçi olursa olsun romantik yönleri ile öne çıkar. Bartelby için ölüm, yaşamaktan daha stabil bir durumdur. Çünkü yaşarken ölümü daha çok hissedersin hayatında. Wall Street’te, büyük binaların arasında ruhunu hissedemez, sadece var olan sistemin bir parçası olursun.

Bartelby katip olduğu üzre sadece kopyala yapıştır işlemi ile meşguldur bu yüzden hayal gücünü harekete geçirmesine hiçbir neden yoktur. Sadece kopyalar yaratır. Tıpkı bir bilgisayar gibi ona verileni yapmaktadır. Hissettiği sadece makineleşmenin keskin ve demirsi tadıdır. Daha önce de bahsettiğimiz görünmez duvarlar maddesel olarak da karşılarına çıkar. Örneğin kapılar, diğerlerinden daha yüksek patron kürsüleri, masalar. Hepsi karakterlerin uzaklaşmasına neden olan ayırıcı elementlerdir.

Kendi başına itaatsizlik yaratan ve bu yolda ölmeyi göze alan Bartelby yine de sıradan bir katip, bir bilgisayar değildir. Bir Don Quixote bilemediniz Melville’in kendisidir!

Gerçek Çocuklar: Pál Sokağı Çocukları

20 Salı Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 13 Yorum

Etiketler

ankara tiyatrosu, çocuklar korkunç allahım, öznur doğan, boka, budapeşte, fazıl hüsnü dağlarca, ferenc molnar, feri ats, freud, kapitalizm, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, nemescek, oznurdogan.com, pal sokağı çocukları, pal sokağı çocukları hikayesi, pastor kardeşler, peter pan, tarık demirkıran


Biliyorum ki içinizde çocuk kitaplarının aslında sadece çocuk kitabı olmadığını bilenler var. Ben de öyle düşünüyorum. Hiçbir çocuk kitabı sadece çocuk kitabı değildir. Sözüm ona çok satmış, dillerden düşmeyen kitaplardan çok daha sağlam kitaplar çıkar onlardan. Çünkü insan en iyi çocuk olduğunda anlar.

Peter Pan’i okuduktan sonra çocuk hikayelerine bir sempatim artmıştı üniversite 2. sınıfta. Durmadan tüm klasikleri okumak istiyordum fakat araya bir sürü kitap girdi her zaman olduğu gibi. Pál Sokağı Çocukları’ndan uzun zamandır haberdardım ama bir türlü okumak aklıma gelmiyordu. Tâ ki 2 hafta önce televizyonu izlerken Ankara’da Pál Sokağı Çocukları’nın tiyatrosu oynandığını görene kadar. Türkiye’de ilk defa Pál Sokağı Çocukları sahneye taşınıyordu. Hemen kitabı okumam gerektiğini anladım, eve dönerken doğruca kitapçıya uğrayıp kitabı aldım.

Kitabın başında çevirmen Tarık Demirkan’ın isimlerin okunuşlarını yazdığı bir bölüm var. İşte o anda farklı bir dünyaya kapılar açıldığını anlıyorum. Şimdiye kadar kimse bir ışık olmamıştı bu isim konularında. Tekrardan çocuk olmak istedim, her şey en temiz hali ile ortaya çıksın, birileri bana söylesin neyin nasıl okunduğunu diye.

Çevirmeye başladım sayfaları. Sayfalar sayfaları izliyor; Nemescek ve Boka, Feri Ats ve Pastor kardeşler. Minik değil bunlar gerçek birer askerler. Görevlerini müthiş derece önemseyen küçük adamlar hepsi. O an durup düşünüyorum, küçükken oynadığım tüm oyunları nasıl ciddiye aldığımı. Kiremiti nasıl dilim dışarıda kırmaya çalıştığımı, kafamı nasıl yan tutup gözlerimi kıstığımı.

Çocuk demek aslında bilmeyen demek değil, çocuk demek en çok bilme ihtimali olan demek. Çocuklar aslında öyle ölesiye sevimli de değil. Sizin inandıklarınıza inanmazlar, sevdiklerinizi sevmezler. Aksidir çocuklar, muhalefettir.

Nasıl demiş şair Fazıl Hüsnü Dağlarca;

Çocuklar korkunç Allah’ım;
elleri, yüzleri, saçları…
Uyurlar bütün gece
yok sana ihtiyaçları.

Çocuklar korkunç Allah’ım,
bebek yaparlar haçları.
Aşina değiller hatıramıza,
severken aynı ağaçları.

Belki de size şiir tam tersi olması gerekiyor gibi gelebilir. Çocuklar korkunç değildir çünkü size göre. Ama aslında korkutucu derecede doğaldırlar. Bir çocuk teni gerçek olamayacak kadar pürüzsüzdür, tekinsizdir. Ha keza gözleri ve saçları da.

Duadan bihaberdirler bir de. Biz her gece kendi vicdanımız ile konuşmak zorunda kalırken onlar derin ve tatlı uykularındadırlar, ihtiyaçları yoktur bir tanrıya. Haç nedir bilmezler, dini simgeler bir oyun meselesidir belki de.

Ve bilinçleri, hatıraları sadece varlıkları iledir. Siz onlardan aynı anlayışı bekleseniz de bir ağaç sadece ağaçtır onlar için. Bilmezler sizin yüklediğiniz manalar.

İşte bu açıdan Pál Sokağı Çocukları en cesur büyükten cesur, en akıllı adamdan daha akıllıydılar. Savaş planı yapacak, mertlik ve namertlik üzerine sözler söyleyebilecek kadar akıllı ve bilinçli. O sokağın çocukları aidiyetin ne demek olduğunu iyi bilen çocuklardı. Arsa’larını korumak her şeyden önceydi, çünkü arsa onların oyun alanıydı.

Korkusuzca savaş kuralları koyabilecek, defter tutabilecek ve oylama ile başkan seçecek kadar özgürdüler.

Yine de sadece çocuklar çocuk değildi, Freud devreye girerse birer minik şeytandılar ve bu yüzden birbirlerine cezalar da veriyorlardı, ölüme de yolluyorlardı.

Bir anne ve babanın evlatlarını kaybetme sahnesi ise akıllara kazınacak gerçek bir olay gibi yanıyordu kitabın sonunda. Minik bir çocuk gerçek bir savaşçı gibi savaşmış, bu uğurda hastalanmış ve fakat yine de savaşı kazandıran atılımı yapmıştı. Kendisini de ölüme atmıştı tabii ki de en az Feri Ats kadar.

Nemescek narin vücudu ile yatağında kaldığında ben de yatağımdaydım dün gece. Çocuklar ne olduğunun farkında değillerdi, ama ben biliyordum bir yanlışlık olduğunu bu işte. İçimde hala bir çocuk olduğunu. Hala Nemescek için umut besleyebildiğimi gördüm. Umutlar bazen sönmek için toplanıyordu. Kitabın kapağını çevirdiğimde yakın arkadaşımı kaybetmiş gibiydim, gözlerimden akan yaşlar sadece Nemescek için değil, kaybedilen arsa içindi. Bir dişlinin çarkı daha dönüyordu toprak denen şeyin üzerinde.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...