• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Category Archives: Filmler, sinema, film inceleme

The King’s Speech / Zoraki Kral

26 Pazartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

bertie, black swan, colin firth, geoffrey rush, inception, king george vi, lionel logue, mamma mia, oskar ödülleri, quills, shutter island, the king's speech, zoraki kral


+Yeni mi izledin? -Eveeet. +Aaaa! -Yaa. İşte böyle bir hikaye benim çok bilinen filmleri sonradan izlemem ve herkesin unuttuğu anlarda onlara bu filmleri hatırlatabiliyor olma lüksüne sahip olmak. Inception, Shutter Island, Black Swan ve diğerleri. Hepsi benim filmleri çok daha ileriki bir zamanda izlememin eseri. Oy canım.

Aslında bu yazıya şu şekilde başlamayı düşünüyordum: Film nasıl olursa olsun sırf oyuncuları sevdiğiniz, sempati duyduğunuz insanlar diye beklentinizi en düşük seviyeye çekip en mutlu insanlardan birisi olabilirsiniz. Evet, Geoffrey Rush’ı gördüğümde film tüm yapılarından, yargılarından ve beklentilerinden kurtuldu. Seviyorum bir kere bu adamı, çok normal ondan iyi bir şeyler beklemek. Yine de ne kadar gözümde büyütürsem o kadar hayal kırıklığına uğrayacağımı bildiğim için sakince izledim filmi. Yine de Quills’de dizlerimi titreten bu adam burada da beni zevkten dört köşe etmeyi başardı.

83. Oscar Ödülleri’nde En İyi Aktör dalında oskarı kucaklayan Colin Firth için bir aralar “Yersiz bir oskar oldu.” gibi şeyler duymuştum. Zoraki bir ödül verildi açıklamaları yapılmıştı. İtirazım var! Katılmıyorum hakim bey! Colin kekemeledikçe ben sanki kendimi bir şeyler söylemeye çalışıyor da başaramıyor gibi hissettim. Ben gittikçe sıkıştım, o küfrettikçe ben rahatladım! Güldükçe güldüm, gerildikçe onun gerginliğini yaşadım. Daha önce Mamma Mia’da karşıma çıktığını hiç hatırlamadığım bu adamı dosdoğru, yargılamadan, ilk kez izliyor gibi izledim ve sonuç beni tatmin etti.

Geoffrey Rush’ın yine keskin zekalı bir karakteri canlandırması ve üzerine tamamen yapışan muhtekuladelik. Evet. Sıfat oluşturmakta özgürüz. Dil bizimle yaşayan bir şey. Mis gibi kelimeler ile tanıtıyorum size Rush’ı. Yaşlılığın garip bir şekilde çirkinleştirmekle karizmalaştırmak arasında bıraktığı bir adam Rush. Yine de o bilge  ve küstah eda başka birilerine yakışabilir miydi bilmiyorum. Lionel Louge’u tanıtırken Kral George biraz duraksar ve “Benim kişisel konuşma terapistim.” der. Aslında o anda orada “Mentorüm.” demesini bekledim bir an. Tabii ki bir krala böyle konuşmak yakışmazdı. Hem kralsınız hem de size akıl veren bir adam var. Hem de bu adam başpsikopos da değil. Hmm! Tü kaka.

kings-speech-izle

Gelelim filmin ayrıntılarına ve dokunulması gereken parçalarına. İlk olarak müstakbel kralın sahip olduğu kekemelik ve geçmişi ile olan anlaşmazlığından bahsetmek istiyorum. Sahip olduğu kekemelik içine doğduğu ve aslına bakarsanız çok da doğmak istemediği bir yer olan İngiliz Kraliyet’ine baş kaldırıdır. Kekeme olduğu zaman ona kimse dokunmayacaktır. Elbette gerçek bir asil gibi olması daima beklenecektir, üzerine gidilecektir, ani çıkışlar yapılacak ve korkudan ödü koparılacaktır fakat onlar ne yaparsa yapsın eşinin de dediği gibi ona ilişmeyeceklerdir. İngiliz Kraliyeti’nin pürüzsüzlüğüne, o beyazlar ile belirlenen asilliğine karşı kara bir dikendir George. Hem kendisine batar hem de ailesine. Konuşmada başarısız görünse de insanlara katlanma konusunda oldukça başarılıdır. Onunla dalga geçen bir ağabeye katlanmak zorundadır öncelikle. Ardından sert olması gerektiği en abuk şekilde empoze eden babasına karşı. Ona yemek vermeyen dadısına ve bu konulara hep uzak kalan annesine. George kekelemesin de ne yapsın?

King George VI: [Sees Logue is sitting on the coronation throne] What are you doing? Get up! You can’t sit there! GET UP! 
Lionel Logue: Why not? It’s a chair. 
King George VI: No, that. It is not a chair. T-that… that is Saint Edward’s chair. 
Lionel Logue: People have carved their names on it. 
King George VI: [Simultaneously] That… chair… is the seat on which every king and queen has… That is the Stone of Scone you ah-are trivializing everything. You trivialize… 
Lionel Logue: [Simultaneously] It’s held in place by a large rock. I don’t care about how many royal arseholes have sat in this chair. 
King George VI: Listen to me. *Listen to me!* 
Lionel Logue: Listen to you? By what right? 
King George VI: By divine right if you must, I am your king. 
Lionel Logue: No you’re not, you told me so yourself. You didn’t want it. Why should I waste my time listening? 
King George VI: Because I have a right to be heard. I have a voice! 
Lionel Logue: [pauses] Yes, you do. 
[Longer pause] 
Lionel Logue: You have such perseverance Bertie, you’re the bravest man I know. 

Bertie, Louge’un asistanlığında yepyeni bir adama dönüşür. Yüzleşmek istemediği krallık gerçeği ile cesursa karşılaşmasını sağlar Louge. Tüm çalışmaların, yerde yuvarlanmaların ve zıplamaların, camlardan bağırmaların sonucu olarak tamamen kendine güvenen bir kral çıkacaktır ortaya. Bu yüzden hiçbir şeyi olmayan adam Louge kaybedecek de bir şeyi olmadığı için Bertie’ye yardım etmek, en onulmaz sözler söyleyerek onu güçlenddirmeye çalışmaktadır. Herkese böylesine bir arkadaş gerekli desem, çok ileri gitmiş olmam sanıyorum.

Filmin en eğlenceli ve müthiş rahatlama dolu sahnesini ise kocaman bir spoiler alert ile vermek istiyorum. DİKKAT DİKKAT.

King gone wild!

King George VI: All that work down the drain. My own brother, I couldn’t say a single word to him in reply. 
Lionel Logue: Why do you stammer so much more with David than you ever do with me? 
King George VI: ‘Cos you’re b… bloody well paid to listen. 
Lionel Logue: Bertie, I’m not a geisha girl. 
King George VI: St… stop trying to be so bloody clever. 
Lionel Logue: What is it about David that stops you speaking? 
King George VI: What is it about you that bloody well makes you want to go on about it the whole bloody time? 
Lionel Logue: Vulgar, but fluent; you don’t stammer when you swear. 
King George VI: Oh, bugger orf! 
Lionel Logue: Is that the best you can do? 
King George VI: Well… bloody bugger to you, you beastly bastard. 
Lionel Logue: Oh, a public school prig could do better than that. 
King George VI: Shit. Shit, shit, shit, shit, shit, shit, shit, shit, shit, shit, shit, shit! 
Lionel Logue: Yes! 
King George VI: Shit! 
Lionel Logue: Defecation flows trippingly from the tongue! 
King George VI: Because I’m angry! 
Lionel Logue: Do you know the f-word? 
King George VI: F… f… fornication? 
Lionel Logue: Oh, Bertie. 
King George VI: Fuck. Fuck! Fuck, fuck, fuck and fuck! Fuck, fuck and bugger! Bugger, bugger, buggerty buggerty buggerty, fuck, fuck, arse! 
Lionel Logue: Yes… 
King George VI: Balls, balls… 
Lionel Logue: …you see, not a hesitation! 
King George VI: …fuckity, shit, shit, fuck and willy. Willy, shit and fuck and… tits. 

Çok uzun zaman sonra izlediğim için pişmanlık duymuyorum. Bunu açıkça söylüyorum ki şu anda filmi izlemiş olanların hissedeceği hatırlamışlık ve izleyeceklerin yaşayacağı istek çok daha değerli herkesle izlemekten.

http://www.youtube.com/watch?v=pzI4D6dyp_o

King’s Speech – Trailer

Sleepy Hollow / Hayalet Süvari

17 Cumartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerikan, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, diedrich knickerbocker, don quiot, ichabod crane, istanbul üniversitesi, johnny depp, katrina van tessel, kısa öykü, new york, sleepy hollow, tim burton, tim burton the legend of sleepy hollow, washington irwin


Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okuyorsanız Washington Irwin’i duymamanız neredeyse imkansızdır. İstanbul Üniversitesi’nin bu bölümünde Irwin ile tanışıklığımız Kısa Öykü dersine dayanıyor. Daha sonradan filminin olduğunu öğrendiğim ve izlediğimde Tim Burton’ın dokunuşlarını fazlasıyla hissettiğim hikayede yalnızca gizli saklı bir süvari yok. Aynı zamanda Amerikan tarihine dair de bilgiler var. Ichabod Crane New York’un henüz gelişmemiş, tamamen doğanın kucağında olan Sleepy Hollow köyüne gelir. Bu köyde herkes bir gariptir çünkü köyün hayaletler tarafından ele geçirildiği düşünülmektedir. Köydeki herkesin birbirinden garip özellikleri vardır. Müdür olmak için Sleepy Hollow’a gelen Crane’in de başına gelecekler vardır tabii ki de.

Köyün en zengin adamının kızı olan Katrina Van Tessel’ın gönlünü kazanmaya çalışan Crane, gerçekleştirilen özel gecede Kesikbaşlı Hayalet Süvari’nin peşine düşer. Tüm olaylar bu noktadan sonra gelişir ve son bulur. Okumaya devam et →

Pardon / İstemeden Oldu

14 Çarşamba Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ali çatalbaş, çok tuhaf soruşturma, bülent kayabaş, emre altın, Ferhan Şensoy, hapis, kenan şahin, mehmet yatkı, muzaffer, pardon, sibel bulgan, tuncel kurtiz, ılgıt mertel


Aslında gerçek bir hikayedir filmde anlatılan. Her ne kadar usta oyuncuların yorumuyla bize komik gelse de trajikomiktir bir çok anektot. Her şeyin bir buluşma ile başladığı ve sonunun hapishaneye dayandığı filmde son ile baş iç içe geçmiştir. Kahkahalara boğarlarken iğnelemektedirler bir çok kurum ve kuruluşları. İsmini ise sonuna kadar eleştiriye açık bir kurum yöneticisinin dilinden çıkan tek kelimeden alır. Bir dönem ülkemizin içinde bulunduğu örtbast etme yönteminin özetini net bir şekilde gözler önüne serer bu film.

Esprilerinin inceliğine şapka çıkartılacak bir çalışma. Hiç bir kişi veya kurumu zan altında bırakmadan tüm eksiklik ve ihtiyaçlara çok güzel dokundurmalar yapılmış. Gülerken düşündürmek dedikleri deyimini düşünebilenler için tam anlamıyla mümkün kılmış bir yapıt. Bu kalitede ve doğrultuda başka bir örnek olmadığı için de kıyaslanamaz bir durumda. Yermek ya da karalamaktan ziyade işlerin yanlış yürütülüşünü gözler önüne sermiş ve bunu yaparken didaktik bir tavırdan ziyade eğlendirici bir yol izlenmiş. Ayrıca konuyu gerçekten halktan seçilmiş karakterler tarafından ele aldıkları için oldukça samimi ve yapmacıklıktan uzak bir usluba sahip olduğunu düşünüyorum. Oyuncuların performansına değinmek gerekirse de söz konusu kaliteli tiyatrocular olduğu için kimsenin haddine düşmez. (Ilgıt Mertel)

Belki de Sinan Çetin’in yaptığı en iyi film. Asker kaçağı İbrahim’in, onca yıl sonra eniştesi yüzünden mevzusunun su yüzüne çıkması, dağıtım izninde niyeyse İstanbul’a arkadaşı Muzaffer’in yanına gelmesi falan derken asılsız suçlamalara muhattap olması, bi’ anda kendilerini polis sorgusunda bulmaları, bi’ arkadaşlarını da bu belaya alet etmeleri falan derken 3 kişin yıllarca süren hapis hayatı. İnsan ilk baktığında “Ulan bu kadar da olmaz” diyebilir. “Pardon” ama oluyor canım kardeşim. İzlemeyen çok şey kaçırır. (Kenan Şahin)

Ferhan Şensoy, Rasim Öztekin ve Ali Çatalbaş’ın başrollerinde oynadığı 2004 yapımı Pardon sıradan bir komediden daha çok Türk hukuk sistemindeki yozlaşmayı, ülke yapısındaki bozuklukları ortaya seren ve 3 kişinin bir araya geldiğinde arkadaşlığın bir anda organize suça dönüştürülebildiğini gösteren bir şaheser aslında Pardon. (Oğuz Arı)

“Karakterine en çok işleyen filmleri bir say” deseler önce durup bir düşünürüm. Öyle hemen cevap verilebilecek mevzu değil çünkü, ayrıca düşünmeden cevap vermek de saçmadır. Tarzım değil. Sizi bu satırlarla oyalarken ben de durup düşündüm. Sizsiniz çakal, evet o da sizsiniz. “Lan” mı geçti o cümlenin içinde lan? Asıl siz bana niye lan diyorsunuz? Siz de demeyin o zaman. En sinirlendiğim laftır. Hayatta hiçkimse bana lan diyemez. Ben bu yüzden enişteyi bıçakladım.

Aaa. Sorunun cevaplarından birini buldum. “Pardon” filminden etkilenmiştim. Tamam baya etkilenmiştim, ne olmuş. Sanki sağda solda anlattıklarını hep sen mi yaptın. Evet senli benli oldum iyice çirkinleştim, nolmuş.. [burda uzun bir sessizlik hayal et. Pardondaki nezaret sahnesini hatırla.] ohhh.. Tamam sakinim.

pardon-ferhan-sensor-rasim-oztekin-film-izle

Evet her film sadece güzel iz bırakmıyor malesef. Tamam enişteyi bıçaklamadım ama bıçaklayan arkadaşım var ben sana onu da getiricem. Aha biri de “G.O.R.A”ymış ama onu şimdi boşver, zor olsa da unut. Pardonu anlatacağım.

Pardon’u defalarca izledim. Ben izledim, yetmedi arkadaşlara izlettim, izletirken onlarla izledim bi baktım defalarca olmuş. Evet ben de o manyaklardanım, izletiyorum, huy huy…

Pardon’u defalarca izlemek boş bir iş değildir. Arkasında derin bir felsefe, büyük bir motivasyon yatar. Görelim nedir bunlar:

1. Ultra mega süpersonik oyuncu kadrosu. Ferhan abimiz ve saz arkadaşları işin içindeyse zaten ortaya kötü birşey çıkma ihtimali çok düşük. Zira oyuncu kadrosu çok eskiden de arkadaş ve birlikte çok çalışmışlıkları var.

2. Anlatılan hikaye, bir yaşanmışlıktan esinlenildiği için insan ister istemez daha çok etkileniyor.

3. Yönetmenlik çok iyi. Hikaye yansıtılmış ekrana dolu dolu. Bağlıyor.

4. Şu anda bütün bu yazıyı boşverip, burda filmi anlatmak yerine alıp sana izletme isteği doğuruyor. Bunu her film başaramaz.

Pardon bir komedi filmi değildir. Gerçek olaylar mizahi bir üslupla değil, gerçekten olduğu gibi yansıtılmış. Sadece yaşadığımız gerçekler gerçekten komik. Bu yüzden film mizah filmi gibi duruyor. Ama değil. Çünkü güldürdüğü kadar boğaz da düğümlüyor.

Ben ne düşünürsem düşüneyim, insanların kafalarında yarattığı küçük dünyalarda yaşadığını ve onların eline düşersem neler olabileceğini bana çok erken yaşta, çok iyi bir şekilde öğrettiği için bu filmin yeri ayrıdır.

Lafı çok da uzatıp, vaktini almayayım. Hadi git izle. (Mehmet Yatkı)

Türklerin de zekice yapılmış komedi filmi çekebileceğini gösteren ender filmlerden biri Pardon. Rasim Öztekin ve Ferhan Şensoy’un efsane uyumunu izleyip ince esprilerle eğlenirken, bir yandan da Türk adaletini sorgulatan çarpıcı durumlarla karşı karşıya kalırsınız bu filmde. Komedi deyip geçmemek lazım, izledikten sonra aklınızı uzun süre meşgul eder. Memleketi anlatan, adaleti anlatan, bizim insanımızı anlatan nadide filmdir. Pardon kelimesi başta hiçbir şey ifade etmezken, filmin sonunda tüyleri diken diken eder. tekrar tekrar izlenir, izlenmelidir. (Sibel Bulgan)

Ferhan Şensoy yıllar önce Pardon’u Çok Tufah Soruşturma olarak sahnelemişti. Bu sahnede Tuncel Kurtiz, Ali Çatalbaş ve Ferhan Şensoy usta oyunculuklarını sergiliyorlar. Yıllar sonra aynı kadro sadece birkaç eksikle Sinan Çetin’in platosunda çekiliyor. Sonuç ise Ferhan Şensoy’un Türk adaletine güzelce verip veriştirdiği, filmin genelinde dişe dokunur derecede hissedilen eleştirileri ile kahkahanın bir araya gelişi. Sanıyorum Pardon üzerine daha uzun bir şeyler yazmama gerek yok, arkadaşlarım benim yerime oldukça güzel şeyler yazdılar.  Kendilerine çok teşekkür ediyorum. Çok yazarlı ilk blog yazımı da bu sayede ortaya çıkarmış oluyorum. 🙂 Teşekkürler!!

Metroland / Küçük Christian

12 Pazartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

alkol, chris, christian bale, equilibrium, metroland, paris, toni


Metroland küçük adamların büyük işler peşinde koşmaya çalışması ve bundan çabucak sıkılması ve küçük işler peşinde koşması ve garip bir hayata dalmasının hikayesi. Chris (Christian Bale) hayatından memnun evli barklı bir adamdır. Toni, eski arkadaşı ortaya çıktıktan sonra hiçbir şey eskiyi gibi olmamaya başlar. Paris’te yaşadığı dönemleri hatırlamaya başlayan Chris hayatının tam ortasında bir boşluk hisseder. Tüm yaşamı boyunca hızlı ve güzel günler geçirmiş olan bu adam nasıl olur da kendisini bir kadına bağlayarak çoluğa çocuğa karışacaktır? Hem Toni de gelmiştir artık. Trenlere yeniden binilebilir, eski anılar canlanabilir, gençlik henüz sonlanmamış gibi sabahlara kadar içilebilir ve evden uzaklaşılabilir.

Yine de… Biliyorum ki gençliği dolu dolu yaşamak dünyanın en güzel şeyi. Bilmediğin bir şehirde uyanmak, yanında sevdiğin arkadaşlarının olması, kız ya da erkek arkadaşın ile özgürce sevişebilmek, bir evde yaşamaya çalışmak, başaramamak… Bunların hepsi yaşandığı sürece güzeldir. Eğer yaşayamıyorsun bunları, örneğin ailen baskı altında tutuyorsa seni, sevdiğin insan izin vermiyorsa güzel yaşamana, arkadaşların arkadaş değil kösteklerse öyle bir yaşantıyı kimse istemez. Şimdiye kadar yaşadığı baskılar nedeni ile çok sağlam dağıtmış insanlar gördüğüm için bunları açık yüreklilikle söyleyebiliyorum. Mesele o ki, Metroland zaman dilimlerini birbirinden ayıran bir film.

metroland-film-izle

Chris’in bebeği hayatın en masum dönemi olan çocuğu sembolize ediyor. Henüz ailenden ayrı hiçbir şey yapamıyorsun. Kimse sana doğmak isteyip istemediğini sormamış fakat sen bir güzel doğmuşsun. Ardından gençlik yıllarına flashbackler gerçekleşiyor. Bunlarda Chris dolu dizgin ve idealist bir hayat yaşıyor. Arkadaşları ile alkol ve rock n roll arasında gidip geliyorlar. Büyüyorlar ve hayatlarının olgunluk evrelerine erişiyorlar. Toni idealist bir adam olarak kalıyor. Yani yaşadığı hayatı devam ettiriyor fakat Chris filmlerden görmeye alışık olduğumuz evli barklı adam işte.

Yine de başlarda Toni’yi sevsek de bir süre sonra irrite olmaya başlıyoruz. En azından bu durum benim için oldukça yüksek oranda. Belki de hayatın her bölümünün farklı güzellikte olduğunu düşünmemdendir. Bilemedim. Metroland’i izlemezseniz olmaz! demiyorum. Haftasonu öylesine çıtır çerez diye gidecek bir film. Haberiniz olsun.

 Metrolan Trailer

Just Break Bad / Sezon 1

09 Cuma Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

admission of guilt, ahlak kuralları, albuquerque new mexico, breaking bad, hank, jesse, kanser, kemoterapi, law enforcement entities, pan tanrı, radyoterapi, season 1, skyler, stensil, vince gilligan, walter


Hadi bana şimdi anlatırken heyecandan öleceğim, izlememek için kendimi tutamayacağım, gün içinde sahneleri gözümün önünden geçen bir dizi söyleyin dememe gerek kalmadan arkadaşımdan geldi yorum: Breaking Bad’i izlesene sen! Neden Breaking Bad’i izleyeyim dedim, sen kimyayı sevdin, o zaman Breaking Bad’i de seversin dedi. Sonra dizi gurusu arkadaşıma sordum, böyle diyollaa napayım diye? Dedi ki, “Durduğun kabahat!” Ve ben de “Ol!” dedim, torrent ol ve in bilgisayarıma.

Büyük umutlara kapılmamayı iyi öğrenmiştim film ve kitap konusunda. Söz konusu zevkler ve renkler oldu mu işler karışıyor. Ben seviyorum o sevmiyor, o seviyor ben sevmiyorum. Breaking Bad’e herkes olur verdi, ben umudumu yükselttim ve daha birinci sezondan istediğimi almış bulunuyorum. Şimdiye kadar izlediğim diziler arasında birinci sıraya lönk diye oturan bir dizi oldu Breaking Bad! Hadi birlikte “kafayı” fena halde “sıyır”alım.

Sezon 1 başlıyor, adamın teki donsuz monsuz ortalıkta geziniyor.

 Walter H. White: My name is Walter Hartwell White. I live at 308 Negra Arroyo Lane, Albuquerque, New Mexico. 87104. To all law enforcement entities, this is not an admission of guilt. I am speaking to my family now. 
[covers camera momentarily] 
Walter H. White: Skyler, you are the love of my life, I hope you know that. Walter junior, you’re my big man. There are… there are going to be some things, things that you’ll come to learn about me in the next few days. I just want you to know that, no matter how it may look, I only had you in my heart. Goodbye. 

Başrol ile tanışmış olmanın zevki içindeyim, (Açıkçası şu an bunları yazarken bile garip bir heyecan söz konusu.) Sahneler hızlıca ilerliyor. Sezonun ve dizinin ilk bölümü, oldukça hızlı ve farklı geçiyor. Diğer karakterler ile tanıştırılmaya başlıyoruz. Walter Jr., Skyler, Hank, Marie ve Jesse. Birbirinden bağımsız insanların tek bir çember içinde olduklarını anlamaya başlıyorum. Birinci sezon da başlamış oluyor. Kanser olan bir adamın hayatına dahil oluyoruz.

Yaptığı her harekette bir kanser hastasının düşünebilecekleri ve hissedebilecekleri doğrultusunda olduğunu anlıyoruz. Tüm o arada kalış, ne yapmak istediğini bilememe, gerçek ile bu kadar sert bir şekilde karşılaşma, karını ve henüz anne karnında olan bebeğini nasıl bırakacağını düşünme. Belki de Breaking Bad şimdiye kadar çok iyi bildiğimiz bir senaryo ile başlıyor, yani işin başlangıcı buraya dayanıyor fakat öyle kalmayacağı oldukça aşikar.

Şu an burada spoiler üzeri spoiler vermemek için kendimi zor tutuyorum. Yine de ayrıntılar ile birlikte bu dizinin daha da güzelleştiğini düşündüğüm için birkaç şeyden bahsetmek istiyorum. İlk olarak Walter’ın hasta olduğunu öğrendikten sonra düşündükleri, heyecan yaşamak istemesi fakat aslında bu işe başladığında çok da gönüllü olmayışı.

Hastalığını karısına söyledikten sonra “Hayatım boyunca  hiçbir kararda söz sahibi olmamış gibi hissediyorum, tüm hayatımı sadece var olanları kabul etmek üzerine yaşamışım gibi hissediyorum.” demesi ve dudaklarının titremesi.

Aile toplantısında herkes Walter hakkında bir şeyler söylerken artık dayanamayıp ıslık çalarak “Skyler, you’ve read the statistics sheet, these doctors talking about surviving, one year, two years, like it’s the only thing that matters. But what good is it to survive if I’m too sick to work, to enjoy a meal, to make love. For what time I have left, I want to live in my own house, I want to sleep in my own bed. I don’t want to choke down 40 or 50 pills every single day, and lose my hair, lie around, too tired to get up, and so nauseated that I can’t even move my head. You cleaning up after me. Me… me some um… some dead man, some artifically alive, just marking time… No. And that’s how you would remember me. That’s the worst part. So… that is my thought process, Skyler… I’m sorry, it’s just I choose not to do it. “ demesi. Hayatını tam anlamıyla sonuca varmış hissetmemesi ve aslında bu sahnede tedavi hakkını seçip seçmeme konusundaki kararsızlıklara oldukça güzel bir cevap vermesi. Bu sahnede kendimi Mar Adentro izliyor gibi hissettim.

Karısının bencillik ile sevgi arasında gidip gelen yapısı. Hayatın koşuşturmasında ve elindeki şartlar ile yaşamaya çalışması sırasında yanında olacak adamı kaybetme korkusu ile sevdiği adamı kaybetme korkusu arasında kalması. Walter’ın eve geç geldiği günlerde hiçbir şey söylemeden tüm gerginliği gözleri ile anlatabilmesi.

Walter’ın kanser olduğunu öğrendikten sonra bir sürü kitap ve araştırma okuyan Skyler’ın yatağının başucunda bulunan kitaplar ve umudun peşinden koşması ile Walter’ın tek ve kalın, kapalı ve renksiz bir kitabı ile hayattan beklentilerinin en az seviyeye geldiğini görebilmemiz.

Walter’ın bahçesinde bulunan Pan Tanrı stensilleri. Biliyoruz ki Pan oldukça dengesiz bir tanrı. Periler ile birlikte olup insanları korkutsa da halkını çok seven bir tanrı. Bana kalırsa duvardaki stensiller Walter’ın ileri bölümlerde dönüşeceği tanrıyı simgeliyor. Böyle bir tahminde bulunmak için çok erken belki de fakat oldukça mantıklı geliyor şu an bu düşünce. Ayrıca tanrıların inanıldığı sürece var olduğunu düşünürsek ve Walter’ı da Pan olarak ele alırsak kendisine inanılmaya vazgeçildiği anda Walter ölecektir fakat çevresindekiler ona inanmaya devam eder.

Ahlak kurallarının değişebilirliği konusunda yapılan konuşma. Karısı ile veli toplantısının arasında sevişmesi. “Yasak olduğu için bu kadar güzel.” demesi. Bu noktada biz de düşünüyoruz, eğer gerçekten yasak olmasaydı yasakken aldığımız tadı alır mıydık? Lisede kaçarken eğlendiğimiz zamanları düşünüyorum, bir de üniversitede devam zorunluluğu olmadığı için domuz gibi yatışımı. Arsen Lüpen’e yaşım nedeniyle giremeyişim fakat şimdi istediğim her yere girebilişim vs. Ot bok püsür denemediğim için bir yorum yapamayacağım fakat yarın bunların legal olmaması için hiçbir neden yok.

Walter’ın parayı aldıktan sonra önce sinirlenemsi ardından yüzüne yerleşen bir gülümseme. Kötü olabiliyor olmanın hazzı. Seneler boyunca toplum normlarına göre yaşamak zorunda olduğunu hisseden bir kimya hocasının break bad’i.

Tabii ki sahnelerin gerçekçiliğinden ayrıyeten bahsetmek gerek. Jesse’nin dövüldüğü sahnede ellerimi ve bacaklarımı kasmam, gülerken (çok sakız çiğnemekten de olabilri tabii ki:p) çenemin ağrıması, gerim gerim gerilmem. Tamamen ekranın boyutlarını unuttuyor Vince Gilligan.

Son olarak hayatta hiçbir şeyin rastgele olmadığını, her maddenin bir numarası olduğunu anlamaya yarayan kimya. Seni seviyoruz.

İkinci sezona başlamamak için kendimi zor tutuyorum. Aslında tutmasam iyi olacak.

Secret Window / Bir İçim Stephen

05 Pazartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ajdar, gizli pencere, iclal aydın, ismail yk, john shooter, johnny depp, mehmet coşkundeniz, morton rainey, robe de chamber, secret window, stephen king


Creepy creepy, it’s so freaky! Stephen King ile karşılaşsanız nasıl hissedersiniz? Korku ve gerilimin üstadı Stephen King’in herhangi bir kitabını okumuş olanlar ne demek istediğimi anlayacaklar. Secret Window, kitaplarını okumayanlar için Stephen King’e giriş niteliğinde. Adama girmiyoruz canım, adamın edebiyat dünyasına giriyoruz.

Yazar olmak zor iştir, yazarların hepsi biraz delidir. Zaten düzgün adamlar bütün hayatlarını odanın bir köşesinde yazmak için ilham bekleyebilmeyi göze alamazlar. Yani bana sorsanız örneğin, çalışmayacak ama sürekli yazacaksın ve düşüneceksin; yapabilir misin? Sanıyorum yapamam. Yapsam da bir şeye benzemez. Tahminen İclal Aydın’a dönüşür bir süre sonra olmayan sevgililere mektuplar yazar,  İsmail YK dinler, Ajdar ile coşarım. Çok sağlam sıyıyırım. Bunlar olunca bir kez daha kendimi yazar zanneder. Bu sefer de Mehmet Coşkundeniz kıvamında bir şeyler yazarım. Ortasını bulamam. Bırakın yahu ben çalışacağım da yazacağım da. Tek iş yapmak zorunda değilim ya!

Mort Rainey evde ilhamın gelmesini bekleyen bir yazar. Her yer kağıt, üzerinde bir sabahlık. Robe de chamber, ropdöşambır, bödöfşambır ile gezmeye çok hazır. Bol sigara içiyor, bol kağıt karıştırıyor. Bir de bakıyor ki belalı bir adam çıkageliyor. John Shooter! Adında da anlaşılacağı üzere adamın vurma potansiyeli çok yüksek. Bulduğu yerde güzelce haklayacak Mort’u. Daha doğrusu kedinin fare ile oynadığı gibi oynayıp sonra afiyetle yiyecek.

secret-window-johnny-depp-izle

Evinin içinde yaşadığı rahatsızlığı hisseden yazar efendi nasıl bu adamdan kurtulsam hikayelerini kafasında kurmaya çalışıyor. Shooter’ın iddia ettiği bir şey var, Mort’un yazdığı yazıyı çaldığını daha doğru fikrini çaldığını söylüyor. Seni bulacağım olm gibisinden de tehdit ediyor. Bir yazarın en büyük korkusunu gözler önüne seriyor Shooter. Başkasının fikri etkisinde kalıp her şeyi o hikayeye göre yazmak. Yani bir bakıyorsunuz ki sizin olduğuna inandığınız her şey, karakterler ve diğer her şey. Sonra bir bakıyorsunuz ki o eser sizin değilmiş. Aaaaaa! :S. Yaaaa! 🙂

Stephen King romanlarının “hadi canım!” dedirten sonlarından bir tanesi ile sonlanıyor film. İşin içine alter egolar, olaylar olaylar giriyor. Burayı açıklamamak için kendimi zor tutuyorum, sonra Öznur sonunu yazmasaydın, spoiler vermeseydin oluyor. Asmasaydık da beslese miydik arkadaşım?

Demem o ki, beklenilmeyen sonların filmi Secret Window. Alice in Wonderland’e açılan bir penceredir Secret Window, bir komodinin ardındadır.

Bir de rica edeceğim ben filmin sonunu biliyordum yeaaa yavşaklığı yapmayınız. Hayat tamamen tahmin edilemez olsaydı hiçbir şeyden tat alamazdın. Bunu tabii ki bir insan aklı sundu sana, az mantıklı ol. O yazabildiyse sen de düşünebilirsin demek bu. Kendine iyi bakıyorsun, öpüyorsun.

Mort: You know, the only thing that matters is the ending. It’s the most important part of the story, the ending. And this one… is very good. This one’s perfect. 

Mort: [his conscience] Why’d you put it on? 
Mort: I don’t know. 
Mort: Maybe he wanted you to. 
Mort: Why would he want me to put his hat on? 
Mort: Maybe he wants you to… 
Mort: Maybe he wants me to what? 
Mort: To get confused. 
Mort: Oh, I’m already confused, Pilgrim. Plenty confused. So don’t talk to me about confusion. 
Mort: Wait a minute. Back up just a sec. What about that? 
Mort: What about what? 
Mort: Well, “pilgrim.” “Shooter’s bay,” and the half a dozen other details you’ve chosen to ignore. 
Mort: You know what? You’re nuts. I don’t need to listen to this shit from you. 
Mort: Are all these things coincidences? 
Mort: I’m wearing his bruises, aren’t I? Aren’t I? 
Mort: Are you? 
Mort: Well… 
[Mort checks his arms and the bruises are gone] 
Mort: This doesn’t make any sense. 
Mort: Would you like to hear something that does make sense? Call the police. Call Dave Newsome, tell me to come here this second and lock you up before you can do any more damage. 
Mort: I’m gonna get a knife and cut you out of me. 
Mort: Before you kill anyone else. 
Mort: I didn’t kill anybody. 
Mort: You had a gun. 
Mort: Wasn’t loaded. 
Mort: Really? 
Mort: No. 
Mort: You almost killed them. You wanted to 

Secret Window – Trailer

Sucker Punch / Kadınların Sevmediği Film

02 Cuma Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

alice in wonderland, björk, chessboard, doormouse, emilia torrini, high roller, jefferson airplane, korn, red queen, skrillex, sucker punch, sweet pae, vanessa, white knight, white rabbit


One pill makes you larger
And one pill makes you small
And the ones that mother gives you
Don’t do anything at all
Go ask Alice
When she’s ten feet tall
And if you go chasing rabbits
And you know you’re going to fall
Tell ’em a hookah smoking caterpillar
Has given you the call to
Call Alice
When she was just small

When the men on the chessboard
Get up and tell you where to go
And you’ve just had some kind of mushroom
And your mind is moving
low
Go ask Alice
I think she’ll know

When logic and proportion
Have fallen sloppy dead
And the White Knight is talking backwards
And the Red Queen’s “off with her head!”
Remember what the doormouse said;
“Feed YOUR HEAD…
Feed your head”

Sucker Punch denilince sizin de aklınızda White Rabbit çalıyorsa siz de bendensiniz. Tahmin ettiğim kadarıyla Sucker Punch yüksek derece güzel ablaları ve taş gibi vücutları barındırdığı için çoğu kadın tarafından sevilmez. Aslına bakılırsa izlenmeme oranı daha yüksektir. Biz kadınlar hemcinsimizi garip bir bağ ile severiz. Her zaman bir rekabet vardır fakat en yakın arkadaşlarımız ile aramızdaki perde bu rekabeti azaltır.

Üvey babası tarafından tacize uğrayan genç kız yine bu adam tarafından akıl hastanesine yatırılır fakat bu akıl hastanesi ve bir nevi yetimhane aslında hiç de öyle bir kurum değildir. Kızların gösteriler sergilediği ve bu sergiler sonunda zengin adamların gönlünü hoş ettiği modern bir genelevdir. Bizim sevgili küçük ve korkak kuğumuz ise bu hastanede bir pantere dönüşecek, savaş tekniklerini öğrenecek ver her şeye karşı koyacaktır.

Sucker Punch’ı sevmemin nedeni aslında içinde bulundurduğu aksiyon ve müziklerin kalitesi. Aslına bakarsanız müziğin senaryonun önüne geçtiğini bile söyleyebiliriz. Skrillex ile Korn, Björk ve Emilia Torrini dörtlüsü benim mest olmam için geçerli sebepler. Aynı zamanda sıkı bir aksiyon tutkunu olduğum için dövüş sahneleri de beni mutlu ediyor.

sucker-punch-izle

Alice in Wonderland yerine Alice in Sorrowland diyebiliriz filmin temasına. Bu sefer hatunlar başkaldırıyor ve ölmek uğruna da olsa savaşıyorlar. Farklı bir devrim hava var filmde. Sweet Pea devrimcibaşı oluyor, liderleri olarak kaçış planını ortaya çıkarıyor. Siz de bunu zevkle izliyorsunuz.

Sezar’ın hakkının Sezar’a verilmesi konusunda oldukça adil olduğum için ve güzeli ödüllendirmenin arkasında bulunduğum için hatunlara çirkin diyenleri gerçekten anlamıyorum. Güzellik ön plana çıkarıldığında bunu doğrudan seksist bir şekilde anlamak yanlış. Filmin senaryosu zaten genelev üzerine kurulmuş durumda. Bu yüzden doğal olarak hatunlar on numara beş yıldız.

Gelelim Sucker Punch’ın anlamına. Bu Sucker Punch Türkçe’ye “Sakin atın tekmesi yaman olur.” ya da “Arap atı” (neden hep at ya rabbim), ummadık taş baş yarar gibi anlamı var. Saftirik yumruğu. Yani beklemediğiniz anda gelen fakat çok hafif olan bir yumruk. Yine de meseleyi Mevlana’ya, bilemediniz atasözleri sözlüğüne bağlarsak “damlaya damlaya göl olur.”. Birden fazla kadının sucker punchları bir devrim başlatır hale gelir. Gerekirse birilerini öldürür ve yollarına devam ederler.

Filmdeki hayal sahneleri ve dansın bir arada olması en çok hoşuma giden parçalardan bir tanesiydi. Dansın genel olarak bir ritüel olduğunu düşünürsek bu ritüel sırasında kadının kendini çok güçlü hissetmesi hatta hayallerinde herkesi yenmesi oldukça tatlı. Ayrıca rüyalar ve hayallerden gerçeğe geçtiğimiz içinde arada emin olamadığımız sahneler de oluyor. Hmmm şimdi bu gerçek miydi değil miydi?

Sucker Punch sonu itibari ile doyurucu gelmemiş olabilir fakat gidişata tam puan vermek benim gibi iyi niyetli öğretmenlerin/öğrencilerin ve bunu seven öğrencilerin/öğretmenlerin işidir.

“Wiseman: Don’t ever write a check with your mouth you can’t cash with your ass. Oh, and one more thing… don’t wake the mother.”

“Sweet Pea: You can deny angels exist, Convince ourselves they can’t be real. But they show up anyway, at strange places and at strange times. They can speak through any character we can imagine. They’ll shout through demons if they have to. Daring us, challenging us to fight.”

“High Roller: All I require from you is a slither of a moment. To have you not by force, but simply as a man and a women. To see in your eye, that simple truth, that you give yourself to me freely. Not because you have to, but because you want to. Now of course, for such a gem, I will give as well. I’m willing to give you freedom. Pure and total freedom. Freedom from the drudgery of everyday life. Freedom as abstract ideal. Freedom from pain. Freedom from responsibility. Freedom from guilt. From regret. Freedom from sadness. Freedom from loss. The freedom to be happy. Don’t close your eyes; I need you to look at me. The freedom to love.”

Sucker Punch – Trailer

RockNRolla!

28 Pazar Eki 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

archy, gerard butler, guy ritchie, handsome bob, johnny quid, lenny cole, lock stock and two smoking barrels, mark strong, one two, rock n rolla, rocknrolla, snatch


now i’m a man,
made twenty-one,
you know baby,
we can have a lot of fun.

i’m a man,
i spell m-a-n…man.

Bir adamın filmlerini kayıtsız şartsız sevebiliyorsanız ya o adamı çok seviyorsunuzdur ya da filmleri sevmeye hazırsınızdır. Guy Ritchie’yi sevmeye başladığınız anda onunla birlikte bir sürü filmi seviyor olursunuz. Evet, kimilerine göre bu filmler hep aynı çevrede toplanmış, senaryo olarak birbirine yakın filmlerdir. Ne fark eder ki? Her zaman tercih ettiğimiz o çikolatanın bundan bir farkı yok. Ben bitteri seviyorum, demek ki daha çok bitteri tercih edeceğim. Yani ben Guy Ritchie imzası seviyorum, demek ki bu adamın filmlerini de bağrıma basacağım.

Guy ile tanışıklığım üniversitenin ilk yılına denk düşüyor. Lock Stock and Two Smoking Barrels ardından Snatch diye başlıyorum izlemeye. Sonra hayatıma bir adam giriyor, hem de uzun zaman çıkmamaya hazırlanmış bir adam. Diyor ki bana “RocknRolla’yı izledin mi?” A-ah!. Ne ola ki? İzlemedim diyorum. Mutlaka izlemelisin diyor. Kabul ediyor, filmi izliyor ve mutluluk üçgen değil beşgen bilemediniz sekizgen oluyorum.

İlk olarak hastası olduğun aksan meselesi tamamen beni filme çekiyor. Ağır aksana maruz kalmaktan hiçbir zaman vazgeçmediğim için -Trainspotting vs- RocknRolla ilaç gibi geliyor. Amanını da İskoç aksanı. Amanını da sert İngiliz aksanı. Yerim yerim, cnm cnm. Daha sonra filmde bulunan adamların etkisi altına giriyorum. Film beni çekmek için birden fazla nedene sahip. Ya şundadır ya bunda, helvacının kızında. Ağız yamukluğunu sevmesem de diğer her şeyini sevdiğim: if you know what i mean, Gerard Butler, Archy rolü ile karizmanın üst mertebelerinde gezen Mark Strong, itlik seviyesinin üst sınırlarında gezen Toby Kebbell. Film gittikçe eğlenceli bir hal alıyor. Guy Ritchie’nin siz Türkler nasıl der ben bilmez, sense of humourı her şeyi gözüme güzel göstermeye başlıyor.

Filmde bir yanda kentin en varlıklı ve ağır babalarından birisi Lenny Cole, diğer yanda herhangi bir sanat eserine saatlerce bakabilecek kafada ve bu mafya babasının oğlu Johnny Quid, işleri hale yoluna koyabilecek coolluğa sahip Archy, her işi bozabilecek ve bunun üzerinden filmi tamamen eğlenceli hale getirebilecek OneTwo, Handsome Bob ve diğerleri…

RocknRolla

Pardon, söylemeyi unuttum: ve Ruslar! =)

Rusları şimdiye kadar sadece birkaç filmde eğlence mantığının dışında gördüğüm için burada koşturan Ruslar ve başlarına gelenlerden özellikle vazgeçmeyeceğim. Spoiler içeren video:

RockNRolla paranın peşinden koşan adamların hikayesi. Rusların da devreye girdiği ve her şeyin bir curcunaya dönüştüğü film. Sırf bu kovalama sahnesi için bile oturup izlenilmesi gerekir. Arabanın içinde birbirlerine savaş ve kavga yaralarını gösteren iki Rus’un konuşmasından vazgeçmek imkansızdır. Johnny’nin salak arkadaşının işleri berbat etme eyiliminden, rock bar sırasında kurşun kalem ile kaş göz yarmanın tadını çıkaran Johnny’e ve tüm film boyunca bir türlü göremediğimiz o tabloya sırt çevirmek… İmkansız!

Filmin sonunda Rock n Rolla’nın bir üçlemenin ilk filmi olduğunu anlıyoruz fakat şimdiye kadar Guy’dan bu konuda gelmiş bir malumat yok. İkinci film bile söz konusu değil. Bir an önce bir şekilde devam etmeli diye düşünüyorum. Havada kalan soruların olduğu kesin.  Archy’nin tam olarak ne ayak olduğunu, One Two ile Handsome Bob arasında bir şeylerin geçip geçmeyeceğini :kaş uu beybi, öğrenmemiz şart.

Hızlı akış, soundtracklerinin de dolu dolu oluşu ile RocknRolla Öznur Doğan’dan yıldızlı aferin almayı başarıyor. Filmi ben izleyeli aradan 3 sene geçmiş. Hala durup durup I’m a Man‘i, Rock n Roll Queen‘i zevkle dinliyor, arada kendime:

There’s no school like old school, and I’m the fucking headmaster. diyorsam, vardır bir bildiğim.

“Archie: People ask the question… what’s a RocknRolla? And I tell ’em – it’s not about drums, drugs, and hospital drips, oh no. There’s more there than that, my friend. We all like a bit of the good life – some the money, some the drugs, others the sex game, the glamour, or the fame. But a RocknRolla, oh, he’s different. Why? Because a real RocknRolla wants the fucking lot. “

“Johnny Quid: You see that pack of Virginia killing sticks on the end of the piano? 
Pete: Yes. 
Johnny Quid: All you need to know about life is retained in those four walls. You will notice that one of your personalities is seduced by the illusions of grandeur – the gold packet of king size with a regal insignia, an attractive implication towards grandeur and wealth, the subtle suggestion that cigarettes are indeed your royal and loyal friends, and that, Pete, is a lie. 
Johnny Quid: Your other personality is trying to draw your attention to the flip side of the discussion, written in boring bold black and white, it’s a statement that these neat little soldiers of death and in fact trying to kill you and that, Pete, is the truth. 
Johnny Quid: Oh, beauty is a beguiling call to death and i’m addicted to the sweet pitch of its siren. 
Johnny Quid: That that starts sweet ends bitter, and that which starts bitter ends sweet. 
Johnny Quid: That is why you and i love the drugs and that is also why I cannot give that painting back. now please, pass me a light. 
Pete: Oh you are something special, Mr johnny quid. “

RocknRolla Trailer

Rescue Dawn / Kurtulmak mı Kurtarmak mı Mesele?

25 Perşembe Eki 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerika birleşik devletleri, christian bale, düzen, dieter dengler, doğa, Jeremy Davies, medeniyet, rescue dawn, Steve Zhan, türkiye, vietnam savaşı


Oyun hamuru gibi bir adam Christian Bale, istediğiniz şekli verebiliyorsunuz. Bir bakıyorsunuz tamamen kas yığını haline gelmiş seksiötesi bir adam, bir bakıyorsunuz tamamen kemikleri sayılan takıntılı birisi, bir bakıyorsunuz savaş esiri olarak günden güne eridiğini gördüğünüz bir asker. Christian Bale’i izlemeye başladığımdan beri her seferinden beni şaşırtmayı başarıyor. Şimdiye kadar sadece bir filmde hayal kırıklığına uğrattığını düşünürsek bendeki kredisi oldukça yüksek.

Vietnam Savaşı’na dair şimdiye kadar çok fazla film izledik. Pek çoğu müthiş Amerika açgözlülüğünü haklı göstermeye çalışan, işin ucunda mutlaka Amerikalı askerlerin aklandığı, paklandığı, “Bakın bizim de kayıplarımız oldu.” mesajları verilmeye çalışıldığı filmlerdi. Sanıyorum ben Rescue Dawn’dan sonra savaş filmi izlemekten vazgeçtim. Sebebi filmin kötü olması değil sebebi savaşın ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar çok kanıksanıyor olması.

1965 yılında helikopteriyle ta ta ta ta ta Vietnam’da gezerken ormanın içerisine düşen bir adamın hikayesi Rescue Dawn. Köylüler tarafından alıkoyulduktan sonra bir de bakıyor ki kendisi tek değil, 5 tane daha adam var esir olarak tutulan. Savaşın soğuk etkilerini köylüler de yaşıyor ve yaşatmak istiyorlar. Esir aldıkları bu adamları aslında ne yapmaları gerektiğine dair bir bilgileri yok. Öldürseler tam süper olacak fakat savaşta esir sayısının öncelikli bir önemi de var.

Dieter Dengler, nam-ı diğer Bale, gerçek hayatta bu olaylara tanık olmuş bir adam. Yani kahramanımız gerçek hayattan. Hikayeyi bu yönde ele almaya başladığınızda her şey daha kan dondurucu oluyor. İlk olarak Dengler’dan önce tutuklanmış ve bir bambu evin içine yerleştirilmiş adamlardan bahsetmek istiyorum.

Savaş esiri olmak ile normal hapishanede yer almak arasındaki farkı bu adamlar iliklerine kadar yaşıyorlar. Sebebi ise çok basit, hapishanede sizi tehdit eden bir şey yoktur. Eğer sakin ve uslu olursanız kimse size bulaşmaz, aç bırakmaz ve hatta sırf kafa dinlemek için hapishaneye giren adamlar vardır. Savaş esiri olmak ise tamamen farklı bir psikolojide olmak demek. Öncelikle karşı tarafı yok etmek için oraya geliyorsunuz fakat yine onlar tarafından esir alınıyorsunuz. Bu tamamen savaşma içgüdülerine aykırı bir durum. Tüm gururunuz, amacınız ve varlığınız esir alındığınız anda sizi kurtaracak kişinin elinde kalıyor. Aynı zamanda acı bir gerçek var ki sizin tarafınız savaş alanlarını tarumar eder, bir bir her yeri yakıp yıkarken sizin de içinde olduğunuz kampı yerle bir edebilir. Evet, kendi adamlarınız tarafından çatır çutur öldürülebilirsiniz. Hani o cephede başına bir şey gelse taşımak isteyeceğiniz fakat nutkunuzun tutulacağı adam var ya, işte o adam başınızın tam üzerine bir bomba bırakabilir. Savaşta bu yüzden her şey mübahtır. Devlet çıkarları için aynı davanın insanları yine kendilerini kırmak zorunda bile kalabilirler.

RESCUE DAWN

Ve insan tamamen Darwin’in dediği gibi hayatını kurtarmaya odaklıdır. Fakat hayat acımasızdır. En sağlam olanı kurtulacaktır. Uzun zamandır esir olarak bulunan 5 adamın mental rahatsızlıkları tabii ki de söz konusu olacaktır. İlk olarak tamamen hayattan soyutlanmış, alışık oldukları ve hayatlarının parçaları olan her ayrıntıdan uzaklaşmışlardır. Aynı zamanda kendi vücutlarına da yabancılaşmaya başlarlar. Uzayan tırnaklar, sakallar ve diğer kıllar. Verilen kilolar, ortaya çıkan kemikler… Film çekimi sırasında oyuncuların da buradan nasiplendikleri kesin çünkü Christian Bale 25 kilo, Jeremy Davies 13 kilo, Steve Zhan 18 kilo veriyor. İşin bu noktasında devreye gerçekçiliğin önemi giriyor. Film boyunca bu adamları esir olarak gören bizler eğer vücutlarında bir değişim olmasaydı, -larva ile beslendiklerini düşünürsek- gerçekten sinirlenir, filmi kapatır giderdik. Ama yapmadık. Kaçış planlarına dahil olduk ve onların peşinden gittik.

Kaçış planına geçmiş bulunuyoruz. Tabii ki her esirliğin bir de kaçış bölümü olacaktır. Şimdiye kadar hiçbir esir insan kaçış planını düşünmeden bir esaret dönemi geçirmemiştir. Özellikle savaş esiri iseniz işin boyutu farklılaşır çünkü bu durumlar için eğitilmiş adamlardan birisisinizdir. Bıçağı nasıl tutmanız, silahı nasıl doğrultmanız, hangi saatlerde ne yapmanız gerektiğini ayarlayabilecek yapıya sahip olmalısınız ki o savaşın ortasına atılasınız. Aslına bakarsanız insanın içgüdüsel olarak bu kaçış yolunu çok sakar olsa da bulabileceğini düşünüyorum. Bir düzen kurabilir kafasında, tabii bunun gerçekleştirme ve başarılı olma oranı tamamen o anki duruma bağlıdır. Şartlarda gerçekleşen en ufak bir değişim her şeyi alt ve üst olarak ikiye ayırmaya yetecektir.

Savaş ve boyutları, kaçışlar ve sonuçları hayatımızın tam ortasında yer alıyorlar. Şu anda ülke sınırlarımızın içerisinde dahi bir savaş söz konusu. Hatta sözlüğün gerçek anlamı ile maddi yapılan savaştan geçerek bilinçler arasındaki manevi savaşa göz kırpıyorum. Sanıyorum ki son 10 senedir ak ile kara birbiri ile kıyasıya bir mücadele içindeler. Biz de bu savaşı görüp sadece uzaktan izleyebiliyoruz. Gariptir ki artık savaşlardan bahsederken de yüzümüzde en ufak bir kıpırdama dahi olmuyor, kaldı ki içimizde bir hareketlilik olsun.

Savaş, kanıksadığımız bir olgu artık. Doğanın en uzak noktasında, medeniyet denilen maskenin altında gerçekleştirilen insan içgüdülerine yakın, göz dolduran bir gerçeklik savaş. Daha doğrusu kan donduran.

Filmi izleyiniz mi? Bana kalırsa izleyin fakat sanıyorum siz de filmin sonundan memnun olmayabilir, bir kere de şöyle olsun beeeh! diyebilirsiniz.

Sevgiler.

Rescue Dawn Trailer

Quills / Marquis de Sade ve Sadizme Giriş

23 Salı Eki 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

kate winslet, marquis de sade, mazoizm akımı, mazoşizm, quills, sadist, sadizm, sadizm akımı


Hepimizin içinde bir sadist vardır. Sade’ı severiz, Marquise de Sade’dan ötürü.

Evet, kulağa biraz garip geliyor fakat hepimiz aslında bir kuple de olsa sadistiz. Var olan sadistliğimizi belki de maddesel olarak gerçekleştirmiyor, hardcore seks partileri vermiyoruz (tabii burası çok bireysel bir konu) fakat manevi olarak sadizme çok yatkınız. Sevdiğimiz adam ya da kadın bizimle birlikte olmadığında o da üzülsün diye düşünüyoruz. Sahip olmadığınız arabalar ve evler için hafif hafif ne kadar bastırmaya çalışsak da “ah ulan, hep bu hödüklerde oluyor bu paralar” minvalinde şeyler düşünüp gerim gerim geriliyoruz. Küçük bebekleri severken önünü alamayıp ısırıyor, garip bir şekilde “ben bunu şimdi biraz hırpalasam kesin ağlar, ağlatsam mı acaba?” diye düşünüyoruz.

quills-izle-sadizm-sadist

Bildiniz! Bingo! İnsan iç güdüsel olarak kötüye evrilmeye hazır bir varlıktır. Şimdiye kadar izlediğiniz tüm Sır Kapısı, 5. Boyut, 7. Göz programlarını rafa kaldırabilirsiniz. Unutun, hatta beyninizin en ufak bir hücresini bile bunların adını dahi hatırlamamaya programlayın.

Marquis de Sade’ın da bahsettiği olay bu. Adamın bir yarası mevcut değil, kimseye gıcık da değil -düzen dışında-. İç güdülerini bastırmamayı kendine düstur edinmiş bir adam. Korkutucu geliyor bu yüzden tüm otoritelere. Öncelikle bu tarz şeyleri düşünebilen bir insan sağlıksızdır diye tıkıyorlar deli hastanesine fakat dahilik ile delilik agresiflik ile naifllik arasında gidip gelen, toplumun olmaktan korktuğu fakat onların başarı ile üstlendiği bu delilik ve deliler sanki bir vebaymış, bilemediniz ince hastalıkmış gibi işleniyor.

Quills’i izlememin nedeni bir arkadaşımın “Oha süper filmdi!” demesi. Bu film hakkında iyi yorum yapanların da kesin sadist gözü ile görülebileceği bir toplumda olduğumuz için hemen izledim filmi. Zaman kaybetmedim. Ve iyi ki izlemişim.

Bir delinin, daha doğrusu bir akıllının sınırsızlığını görmek, yazma ihtiyacının, insanlara ulaşma ve içindekileri anlatma isteğini sınırlandırılamayacak bir gerçek olduğunu görüyoruz bu sayede.

Sadizmi insan hayatının içine eken bu adam seksi de daha dışavurumcu bir hale getiriyor. Bu yüzden Marquis de Sade’ı Google görsellerinde aradığınızda önünüze görmeye alışık olmadığımız / olduğumuz görüntüler çıkıyor.

Quills’in beni bu kadar etkilemesi delilik üzerine söylenenleri kabul etmememden kaynaklanıyor olabilir. O akıl hastanesindeki herkes deli olamaz çünkü!

Quills’i izleyin efendim, sonra film boyunca Marqius’nin yaptığı muzurluklara ve sözüm ona kötülüklere nasıl empati ile baktığınızı görün, içinizdeki sadisti keşfedin.

İyi yolculuklar.

Quills Trailer

O Brother, Where Art Thou? Nerdesin Be Birader?

21 Pazar Eki 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

coen brother, coen kardeşler, george clooney, homer, mitoloji, o brother where art thou, Odysseia, odysseus, penelope, soggy bottom boys, ulysses


Keyifle izlenebilen fakat geri planda kalmış canım filmler vardır. Bunlardan bir tanesi de iyi ki izlemişim cnm cnm dediğim O Brother Where Art Thou? Sanıyorum günümüz İngilizcesi ile yazmama gerek yok, herkes anladı. Thy, thou ve thee bunlar benim sevdiğim sen, senin kelimelerin biricik eski İngilizce halleri. Film zaten daha isimden kazandı diyoruz.

Mitolojiden feyz almış, kendisine mitoloji yolu çizmiş ya da içinde bu mitolojiden parçalar bulunduran filmlerin kolay kolay kötü olabileceğini sanmıyorum. Ayrıca filmin yapımcısı da Coen Kardeşler. Bu Coen biraderlerin akılları zehir gibi, her şeyi kesiyor kafaları. Hal böyle olunca IMDB kriterlerine göre kötü varsayılan bir film bile tadından yenmeyecek hale geliyor. Bu arada IMDB’yi bir kıstas olarak almak ne kadar mantıklı ve doğru tam olarak bilmiyorum.

Üç farklı jenerasyonun adamı bir hapishanede buluşur ve kaçış planı hazırlarlar. Kaçalar da. Bu sırada başlarına gelen olayların tamamıdır Where Art Thou?.

o-brother-where-art-thou-neredesin-kardesim-izle

Homer’in en görkemli eseri olan Odysseia’yı temel hikaye olarak kabul eden filmde doğal olarak Kikloplar, yolculuklar ve bol bol göndermeler vardır. Neler yok ki bu hikayede, Odysseus – George Clooney ve karısı Penelope, Kiklop olarak karşımıza çıkan Big Dan, şarkıları ile erkekleri baştan çıkaran Sirenler, Odysseus’un boğulmak üzere oluşu ve bir dal parçasına tutunarak kurtuluşu, Muse’a ithaf edilen şarkılar gibi. Şimdi sanıyorum ki ilginizi biraz daha çekmeyi başardım.

Aynı zamanda anlatımlar ile de sadece mitolojiye değil din açıklamalarına da girmiş oluyoruz. Şeriften bahsederken kullanılan cümleler Şeytan’ın bahsedilişi ile birebir aynıdır: He’s white, as white as you folks, with empty eyes and a big hollow voice. He likes to travel around with a mean old hound.

Ku Klux Klan bile var. En sevdiğim topluluk. Tam pislik, tam hain. Bu filmin içinde var oğlu var. Sanıyorum son zamanlarda bu kadar çok üzerinde durmak istediğim, izleyin diye bağrış çağrış takıldığım başka bir film yoktu. Çok ciddiyim, bu filmi izleyiniz.

Filmleri daha detaylı açıklama konusunda arada kaldığım bir durum var, eğer filmi detaylarıyla yazarsam spoiler oluyor, spoiler olmayınca da yazı kısa kalıyor. Bilemiyorum. Şimdilik sadece filmden sözler vermeye başlıyorum. Fikriniz belirtirseniz süper olur. Derin incelemeler yapayım mı yoksa spoiler vermeden heyecanı yüksek mi tutayım?

“Pete: You miserable little snake! You stole from my kin! 
Ulysses Everett McGill: Who was fixin’ to betray us. 
Pete: You didn’t know that at the time. 
Ulysses Everett McGill: So I borrowed it until I did know. 
Pete: That don’t make no sense! 
Ulysses Everett McGill: Pete, it’s a fool that looks for logic in the chambers of the human heart. “

“Delmar O’Donnell: Them syreens did this to Pete. They loved him up and turned him into a horny toad. “

“Blind Seer: You seek a great fortune, you three who are now in chains. You will find a fortune, though it will not be the one you seek. But first… first you must travel a long and difficult road, a road fraught with peril. Mm-hmm. You shall see thangs, wonderful to tell. You shall see a… a cow… on the roof of a cotton house, ha. And, oh, so many startlements. I cannot tell you how long this road shall be, but fear not the obstacles in your path, for fate has vouchsafed your reward. Though the road may wind, yea, your hearts grow weary, still shall ye follow them, even unto your salvation. “

Şu an filmi yemek istiyorum! O derece!

O Brother Where Art Thou – Neredesin Birader – Trailer

The Lost Symbol / Kayıp Sembol / Mevlana / Etli Ekmek

18 Perşembe Eki 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

ahit, altın kitapları, beowulf, D&R, da vinci şifresi, dan brown, elif şafak, kathrine, kayıp sembol, konya, malakh, mevlana, peter, robert langdon, tengri, the lost symbol


Yurtdaşlarım! Az zamanda büyük kitaplar okuduk. Yeri geldi kitapları bağrımıza bastık, yeri geldi onları bir köşeye ayırdık. 7.5 liraya satıldığını görünce D&R’dan hemen satın almış olduğum Dan Brown’ın son kitabı The Lost Symbol, Türkçe’si ile Kayıp Sembol gün itibari ile tarafımca bitirilmiş bulunuyor.

Dan Brown serüvenlerini seven, om nom nom iştahı ile kitapları okuyan bir kitapsever olarak Kayıp Sembol’ü iyi ki bu kadar geç okudum diyorum. Herkesin yorum yaptığı ve yücelttiği ya da yerin dibine soktuğu dönemde kitabı okusaymışım kesinlikle hayata küsermişim. Peki nedir bu Kayıp Sembol abimizin beni yerden alan yere çalan özelliği?

Her zaman olduğu gibi Dan Brown sağlam ve iç gıcıklayan bir kurgu ile başlamış olaya. Masonluktan ve masonlardan vazgeçemeyen bu koca adam Kayıp Sembol’de tüm kapılara açacak, insanları Eski Ahit’in aydınlığına kavuşturacak sembolü arattırmakta Robert Langdon’a. Langdon arama konusunda pek işe meyilli değil. Bir masonluğa inanıyor ama pratikte içerisine girmiş de değil. Kayıp Sembol adamı zorla mason locasının içine sokuyor.

Kitap boyunca beni en çok etkileyen nokta masonluğun temelini oluşturan “bir güç var, biz de ona inanıyoruz” çevresinde bulutlanan fikirler. Bu Allah olsun, Tanrı, İsa, Tengri ya da bilemediniz Beowulf olsun. Olsun efendim, istediği herkes tanrı olsun. Hal böyle olunca masonluğun o ürkütücü, “bu adamlarda çok pis para var.” küçültücü fikri ortadan kayboluyor. Ayrıca en eski inanış biçimlerinden birisi olan (bu noktada tam doğru kelimeyi bulamıyorum) masonluğun sağlam temellere dayanıyor olması hiç şaşırtıcı değil. Eğer zaten yamuk yumuk bir şeyler üzerine inşa edilmeye çalışılsaydı her şey kötü olurdu. Düşünsenize, tuttuğunuzda elinizde kalan bir sistem. Eminim hoşlanmazdınız. Matematikte 2+2 = 4 etmiyormuş gibi.

Noetik bilimi de kitap sayesinde tatlı tatlı araştırmış, yüz göz olmuş oluyorsunuz. No-etik, etik olmayan gibi şakalara maruz kalsa da aslında köklü bir bilim dalı olması ve sıradan çizgilerin dışında bulunması onu farklı kılıyor. Birkaç biyoloji dersine girdikten sonra bile “acaba yeni bir insan yaratabilir miyiz?” düşüncesi ile gezen insanların varlığını düşünürsek Noetik bilim tüm canlıları bir araya ve yeniden dünyaya getirmeye yarayacaktır.

Kitapta dikkatimi çeken ve var olmasına hem kızdığım hem de sevindiğim bir nokta var.

Ağır spoiler geliyor. Robert Langdon’ın Malakh tarafından içine yerleştirildiği ve oksijen seviyesi doyurulmuş suni su. Evet bu hem anne rahmine dönüşü sembolize ediyor hem de bilimde atılmış bir sonraki adımı gösteriyor. Sevindiğim nokta şu: yaklaşık 6 sene önce abimle bir konuşmamızda “aslında suda da oksijen var, bence bunu alabilmeliyiz.” dememdi. İleri görüşlü bir karı olduğum oradan belli olmuş. Benim mantığıma göre hemen o anda oksijeni vücuduma alabilmem gerekiyordu ama küçüktüm de. Kitapta bu olay gerçekleştiğinde gerçekten mantıklı bir yol izlediğimi görmüş oldum fakat… Robert tam da o sahnede, sandığımız gibi ölmeliydi. Neden mi? Başrol kahramanı öldüğünde de film devam edebilir. Etmelidir. Ağır spoiler gidiyor.

Kitabın sembolleri nelerdi, nelerden bahsediliyordu ve kast ediliyordu gibi bir şeyler yapmak istemiyorum çünkü kitabın kendisi tamamen semboller üzerine kurulmuş Dan’in diğer tüm kitapları gibi. Size sadece kitabı okumak ve sonunu getirmek kalıyor. Sonu geldiğinde okuduğunuzun sizi tatmin edip etmemesi konusunu size bırakıyorum.

Kitabı büyük umutlar ile okumaya başlayıp helyum balonu gibi sönmesini gördüğümde gerçekten üzüldüm. Ben aynı şeyi Elif Şafak kitaplarında da yaşamıştım. Hep bir sakinleşme, hep bir duralama. Nedendir bilmiyorum(!), sanki bu romanı Konya’da Elif Şafak ile birlikte yazmış. Hem de Etli ekmek yiyormuş ve Mevlana’nın öğretilerini dinliyormuş. Ne diyeyim, hayal kırıklığı büyük oldukça insanın canı da sıkılıyor tabii ki.

Söylemeden geçemeyeceğim son nokta ise kitapta beklemediğiniz anda karşınıza çıkan Soğanlık Cezaevi. Evet, gözler bir anda İstanbul’a hatta Kartal’a dönüyor ve hapishane müdürü ile gerçekleşen konuşma gözümüzün önünde canlanıyor.

Kitaba dair yorumlarınızı bekliyorum. Birileri beni hayal kırıklığından kurtarmalı.

← Older posts
Newer posts →

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...