• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: christian bale

Metroland / Küçük Christian

12 Pazartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

alkol, chris, christian bale, equilibrium, metroland, paris, toni


Metroland küçük adamların büyük işler peşinde koşmaya çalışması ve bundan çabucak sıkılması ve küçük işler peşinde koşması ve garip bir hayata dalmasının hikayesi. Chris (Christian Bale) hayatından memnun evli barklı bir adamdır. Toni, eski arkadaşı ortaya çıktıktan sonra hiçbir şey eskiyi gibi olmamaya başlar. Paris’te yaşadığı dönemleri hatırlamaya başlayan Chris hayatının tam ortasında bir boşluk hisseder. Tüm yaşamı boyunca hızlı ve güzel günler geçirmiş olan bu adam nasıl olur da kendisini bir kadına bağlayarak çoluğa çocuğa karışacaktır? Hem Toni de gelmiştir artık. Trenlere yeniden binilebilir, eski anılar canlanabilir, gençlik henüz sonlanmamış gibi sabahlara kadar içilebilir ve evden uzaklaşılabilir.

Yine de… Biliyorum ki gençliği dolu dolu yaşamak dünyanın en güzel şeyi. Bilmediğin bir şehirde uyanmak, yanında sevdiğin arkadaşlarının olması, kız ya da erkek arkadaşın ile özgürce sevişebilmek, bir evde yaşamaya çalışmak, başaramamak… Bunların hepsi yaşandığı sürece güzeldir. Eğer yaşayamıyorsun bunları, örneğin ailen baskı altında tutuyorsa seni, sevdiğin insan izin vermiyorsa güzel yaşamana, arkadaşların arkadaş değil kösteklerse öyle bir yaşantıyı kimse istemez. Şimdiye kadar yaşadığı baskılar nedeni ile çok sağlam dağıtmış insanlar gördüğüm için bunları açık yüreklilikle söyleyebiliyorum. Mesele o ki, Metroland zaman dilimlerini birbirinden ayıran bir film.

metroland-film-izle

Chris’in bebeği hayatın en masum dönemi olan çocuğu sembolize ediyor. Henüz ailenden ayrı hiçbir şey yapamıyorsun. Kimse sana doğmak isteyip istemediğini sormamış fakat sen bir güzel doğmuşsun. Ardından gençlik yıllarına flashbackler gerçekleşiyor. Bunlarda Chris dolu dizgin ve idealist bir hayat yaşıyor. Arkadaşları ile alkol ve rock n roll arasında gidip geliyorlar. Büyüyorlar ve hayatlarının olgunluk evrelerine erişiyorlar. Toni idealist bir adam olarak kalıyor. Yani yaşadığı hayatı devam ettiriyor fakat Chris filmlerden görmeye alışık olduğumuz evli barklı adam işte.

Yine de başlarda Toni’yi sevsek de bir süre sonra irrite olmaya başlıyoruz. En azından bu durum benim için oldukça yüksek oranda. Belki de hayatın her bölümünün farklı güzellikte olduğunu düşünmemdendir. Bilemedim. Metroland’i izlemezseniz olmaz! demiyorum. Haftasonu öylesine çıtır çerez diye gidecek bir film. Haberiniz olsun.

 Metrolan Trailer

Rescue Dawn / Kurtulmak mı Kurtarmak mı Mesele?

25 Perşembe Eki 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerika birleşik devletleri, christian bale, düzen, dieter dengler, doğa, Jeremy Davies, medeniyet, rescue dawn, Steve Zhan, türkiye, vietnam savaşı


Oyun hamuru gibi bir adam Christian Bale, istediğiniz şekli verebiliyorsunuz. Bir bakıyorsunuz tamamen kas yığını haline gelmiş seksiötesi bir adam, bir bakıyorsunuz tamamen kemikleri sayılan takıntılı birisi, bir bakıyorsunuz savaş esiri olarak günden güne eridiğini gördüğünüz bir asker. Christian Bale’i izlemeye başladığımdan beri her seferinden beni şaşırtmayı başarıyor. Şimdiye kadar sadece bir filmde hayal kırıklığına uğrattığını düşünürsek bendeki kredisi oldukça yüksek.

Vietnam Savaşı’na dair şimdiye kadar çok fazla film izledik. Pek çoğu müthiş Amerika açgözlülüğünü haklı göstermeye çalışan, işin ucunda mutlaka Amerikalı askerlerin aklandığı, paklandığı, “Bakın bizim de kayıplarımız oldu.” mesajları verilmeye çalışıldığı filmlerdi. Sanıyorum ben Rescue Dawn’dan sonra savaş filmi izlemekten vazgeçtim. Sebebi filmin kötü olması değil sebebi savaşın ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar çok kanıksanıyor olması.

1965 yılında helikopteriyle ta ta ta ta ta Vietnam’da gezerken ormanın içerisine düşen bir adamın hikayesi Rescue Dawn. Köylüler tarafından alıkoyulduktan sonra bir de bakıyor ki kendisi tek değil, 5 tane daha adam var esir olarak tutulan. Savaşın soğuk etkilerini köylüler de yaşıyor ve yaşatmak istiyorlar. Esir aldıkları bu adamları aslında ne yapmaları gerektiğine dair bir bilgileri yok. Öldürseler tam süper olacak fakat savaşta esir sayısının öncelikli bir önemi de var.

Dieter Dengler, nam-ı diğer Bale, gerçek hayatta bu olaylara tanık olmuş bir adam. Yani kahramanımız gerçek hayattan. Hikayeyi bu yönde ele almaya başladığınızda her şey daha kan dondurucu oluyor. İlk olarak Dengler’dan önce tutuklanmış ve bir bambu evin içine yerleştirilmiş adamlardan bahsetmek istiyorum.

Savaş esiri olmak ile normal hapishanede yer almak arasındaki farkı bu adamlar iliklerine kadar yaşıyorlar. Sebebi ise çok basit, hapishanede sizi tehdit eden bir şey yoktur. Eğer sakin ve uslu olursanız kimse size bulaşmaz, aç bırakmaz ve hatta sırf kafa dinlemek için hapishaneye giren adamlar vardır. Savaş esiri olmak ise tamamen farklı bir psikolojide olmak demek. Öncelikle karşı tarafı yok etmek için oraya geliyorsunuz fakat yine onlar tarafından esir alınıyorsunuz. Bu tamamen savaşma içgüdülerine aykırı bir durum. Tüm gururunuz, amacınız ve varlığınız esir alındığınız anda sizi kurtaracak kişinin elinde kalıyor. Aynı zamanda acı bir gerçek var ki sizin tarafınız savaş alanlarını tarumar eder, bir bir her yeri yakıp yıkarken sizin de içinde olduğunuz kampı yerle bir edebilir. Evet, kendi adamlarınız tarafından çatır çutur öldürülebilirsiniz. Hani o cephede başına bir şey gelse taşımak isteyeceğiniz fakat nutkunuzun tutulacağı adam var ya, işte o adam başınızın tam üzerine bir bomba bırakabilir. Savaşta bu yüzden her şey mübahtır. Devlet çıkarları için aynı davanın insanları yine kendilerini kırmak zorunda bile kalabilirler.

RESCUE DAWN

Ve insan tamamen Darwin’in dediği gibi hayatını kurtarmaya odaklıdır. Fakat hayat acımasızdır. En sağlam olanı kurtulacaktır. Uzun zamandır esir olarak bulunan 5 adamın mental rahatsızlıkları tabii ki de söz konusu olacaktır. İlk olarak tamamen hayattan soyutlanmış, alışık oldukları ve hayatlarının parçaları olan her ayrıntıdan uzaklaşmışlardır. Aynı zamanda kendi vücutlarına da yabancılaşmaya başlarlar. Uzayan tırnaklar, sakallar ve diğer kıllar. Verilen kilolar, ortaya çıkan kemikler… Film çekimi sırasında oyuncuların da buradan nasiplendikleri kesin çünkü Christian Bale 25 kilo, Jeremy Davies 13 kilo, Steve Zhan 18 kilo veriyor. İşin bu noktasında devreye gerçekçiliğin önemi giriyor. Film boyunca bu adamları esir olarak gören bizler eğer vücutlarında bir değişim olmasaydı, -larva ile beslendiklerini düşünürsek- gerçekten sinirlenir, filmi kapatır giderdik. Ama yapmadık. Kaçış planlarına dahil olduk ve onların peşinden gittik.

Kaçış planına geçmiş bulunuyoruz. Tabii ki her esirliğin bir de kaçış bölümü olacaktır. Şimdiye kadar hiçbir esir insan kaçış planını düşünmeden bir esaret dönemi geçirmemiştir. Özellikle savaş esiri iseniz işin boyutu farklılaşır çünkü bu durumlar için eğitilmiş adamlardan birisisinizdir. Bıçağı nasıl tutmanız, silahı nasıl doğrultmanız, hangi saatlerde ne yapmanız gerektiğini ayarlayabilecek yapıya sahip olmalısınız ki o savaşın ortasına atılasınız. Aslına bakarsanız insanın içgüdüsel olarak bu kaçış yolunu çok sakar olsa da bulabileceğini düşünüyorum. Bir düzen kurabilir kafasında, tabii bunun gerçekleştirme ve başarılı olma oranı tamamen o anki duruma bağlıdır. Şartlarda gerçekleşen en ufak bir değişim her şeyi alt ve üst olarak ikiye ayırmaya yetecektir.

Savaş ve boyutları, kaçışlar ve sonuçları hayatımızın tam ortasında yer alıyorlar. Şu anda ülke sınırlarımızın içerisinde dahi bir savaş söz konusu. Hatta sözlüğün gerçek anlamı ile maddi yapılan savaştan geçerek bilinçler arasındaki manevi savaşa göz kırpıyorum. Sanıyorum ki son 10 senedir ak ile kara birbiri ile kıyasıya bir mücadele içindeler. Biz de bu savaşı görüp sadece uzaktan izleyebiliyoruz. Gariptir ki artık savaşlardan bahsederken de yüzümüzde en ufak bir kıpırdama dahi olmuyor, kaldı ki içimizde bir hareketlilik olsun.

Savaş, kanıksadığımız bir olgu artık. Doğanın en uzak noktasında, medeniyet denilen maskenin altında gerçekleştirilen insan içgüdülerine yakın, göz dolduran bir gerçeklik savaş. Daha doğrusu kan donduran.

Filmi izleyiniz mi? Bana kalırsa izleyin fakat sanıyorum siz de filmin sonundan memnun olmayabilir, bir kere de şöyle olsun beeeh! diyebilirsiniz.

Sevgiler.

Rescue Dawn Trailer

I’m Not There / Bir Garip Adam Filmi / Bob, Sen Misin?

03 Çarşamba Eki 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

andy warhol, bob dylan, cate blanchett, christian bale, cup of coffee, heath ledger, i'm not there


Anlatacak ve yaşayacak çok şeyiniz varsa kaç kişi sizin yerinize  geçebilirdi? Hem de her seferinde farklı bir yanınızı gösterecek şekilde. I’m Not There psikolojik bölünmeler ve farklı hikayeleri ele alış açısından tadı damakta bırakan filmlerden bir tanesi. Filmi sever Bob Dylan’ı sevmezsiniz. O da olur. Bob’ı sever, filmden haz etmezsiniz. Hmm. Zor biraz.

Efsaneler kadrosunda yer almayan yok neredeyse. Christian Bale ve Heath Ledger başı çekiyor. Bu güzel adamlar pek çok gencin olmaya çalıştığı adamı canlandırıyorlar.

Nedir Bob Dylan? Yenilir mi içilir mi? Bob Dylan gençlere başını aşağı eğerek sigarayı yakmayı öğretmiş bir adamdır belki de. Birden fazla enstrüman çalmanın tadını zerk etmiştir damarlarına. Küçücük görünüp kocaman işler yapılabileceğini göstermiştir. Hem de hastalıklı hastalıklı gezinirken etraftakilerin daha hastalıklı olabileceğini ortaya çıkarmış bir adamdır.

i-m-not-there-bob-dylan-izle

Son iki senedir etrafıma baktığımda küçük Dylan’lar görüyorum. Alternatif müziklere kayanlar, amatör gruplar kuranlar, toplumdan sıyrılıp iki tık üste çıkmak isteyenler Bob Dylan’ı dinleyip anlamaya çalışıyor. One Mor Cup of Coffee’sinden başka bir şarkısını sonuna kadar bilmeyen birisi olarak Bob’ı takdir etmekle birlikte müthiş bir bağ ile sevdiğimi söyleyemem. Yine de sanatçıların yaşadıkları hayatlar, pek çok kişiye ilham olması açısından ayrıca müzik dünyasından önemli bir yeri olmasından sebep filmi izleyip üzerine bir de oturdum düşündüm.

Tüm erkek oyuncuları geçerek söylüyorum, sırf Cate Blanchett’ın o donuk tavırları için bile tav olunabilir bu filme. Aynı zamanda 6 karakterden bir tanesini kendinize yakın hissedebileceğiniz için de izleyebilirsiniz. Bilmiyorum işte, izleyip sizin seçmeniz gerekiyor.

Önemli olan izlediğiniz filmlerin kötü yönlerini görüp zevk alınacak nokta bırakmamak diye düşünüyorum. Bob Dylan’a bir bağlılığım olmamasına rağmen zevk ve feyz aldım filmden. Aynı zamanda Dylan’a dair yeni şeyler öğrenmiş oldum. Hatta bazı zamanlar nasıl ki Andy Warhol’u sevmiyorum, o şekilde sevmedim adamı. Jude, Arthur, Jack, Billy, Woody ve Robbie.

Hem huzursuz ve huysuz bir adam hem de çocuksu. Birden fazla kadında yaşamaya da çalışıyor, ani çıkışlar ile aşkı da kabarabiliyor. Bob Dylan halkın olmamasını istediği bir adam belki de. Ahlak kuralları içerisinde yaşamak gibi bir zorunluluk hissetmiyor. Gerçek bir sanatçı gibi o da doğaya yakın, ahlak kelimesinin altında ezilip büzülmüyor. İyi olmak için uyumaya gerek duymuyor. Gücünün sonuna kadar ayakta kalmaya çalışıyor, ölmeye yeltenerek.

Şöyle başlıyor film ve devam ediyor:

Narrator: There he lies. God rest his soul, and his rudeness. A devouring public can now share the remains of his sickness, and his phone numbers. There he lay: poet, prophet, outlaw, fake, star of electricity. Nailed by a peeping tom, who would soon discover… 
Jude: A poem is like a naked person… 
Narrator: – even the ghost was more than one person. 
Arthur: …but a song is something that walks by itself. 

“Jude: Look at all these medicines! Hey man what are those? 
Man At Party: Mandy’s, make you sleep. 
Jude: Sleep? aint sleepin’… Sleep’s for dreamers. I haven’t slept in thirty days, man. Takes a lot of medicine to keep up this pace. “

“Billy the Kid: People are always talking about freedom. Freedom to live a certain way, without being kicked around. Course the more you live a certain way, the less it feel like freedom. Me, uhm, I can change during the course of a day. I wake and I’m one person, when I go to sleep I know for certain I’m somebody else. I don’t know who I am most of the time. “

I’m Not There Trailer

Harsh Times / Zor Zamanlar / Bozuk Psikolojiler

02 Salı Eki 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

bilinçaltı, christian bale, filmlerde savaş, harsh times, jim davis, mafya, polyanna, zor zamanlar


Kolay kolay film beğenmemezliği yapan bir insan olarak Harsh Times’dan çok hoşlanmamam beni üzdü. Özellikle müptelası olduğum bir adam Christian Bale varken işin içinde.

Tamamen asker psikolojisi üzerine yoğunlaşmış, yaşanan kötü olayların bünyeyi nasıl etkileyeceğini vurgulamak isteyen filmde rahatsız eden birkaç nokta vardı. Bu noktalara bağlanmadan önce kısa bir şekilde filmin olumlu ve bana göre tatlı kısımlarını yazmalıyım diye düşünüyorum.

İlk olarak iki dost arasındaki konuşmalar ve birbirlerinin kıçlarını kollamak  adına yaptıkları fedakarlıklar oldukça tatlı. Yaşanan olaylar ne kadar mafya, kavga, dövüş, yalan ve dolan üzerine kurulmuş olsa da insanların birbirleri adına yapacakları şeylerin olduğunu görmek güzel. Buna bence arkadaşının yerine okulda imza atmak da dahil. Biliyoruz ki başkası soru sorduğunda “Sen de yapsaydın bilirdin.” minvalinde cevap birden fazla insan var çevremizde. Bireyselliğin ön planda tutulduğu, aman efendim kimse bana dokunmasın da bin yaşasıncılığın tavan yaptığı bir zamanda içimizde bir umut belirmesine neden oluyor.

Bir diğer tatlı kısım ise savaş sahnelerinin gerçekliğe yakınlığı, Christian’ın düşlerinde kol gezmesi. Bilinçaltının daima bir saat gibi işlediğini buradan anlıyoruz tekrar. Unuttuğumuzu iddia ettiğimiz çoğu şeyi bizim için özel kutularda saklayan beynimiz rüyalarımızda şakalar yapmayı seviyor bize. En kötü olayı, hayatına tamamen yön veren gerçekleri insan nasıl unutabilir ki?

harsh-times-christian-bale-izle

Filmin geri kalan bölümlerinde gerilim ve tiksinme bir aradaydı. Belki de bu kadar çok bozulan bir psikoloji ile karşılaşmak beni rahatsız etmişti. Hani o irrite dediğimiz kelime var ya böyle bir garip bir karmaşık hissedersiniz. İşte tam da öyle. Ne aşkını ne arkadaşlığını ne işini tam yaşayabilen bir adam olup çıkıyor Jim Davis. Hal böyle olunca bu sefer bir film kahramanının yanında olamıyorsunuz.

Hayatın zorluğu karşısında tamamen taşlaşmış bir adam. Kolay öldürebiliyor, gözünü kırpmıyor o anda. Çok sağlam ve ölümsüz görünüyor fakat büyük karabasanlar ile birlikte yaşıyor. Sevdiği kadını dövüyor ve seviyor. Sevdiğini düşünüyor. Yaşadıkları ile şiddet eğilimi içinde ve her an bir şeyler yapabilecek gibi geliyor.

Harsh Times savaş döneminde psikolojisi tamamen bozulmuş bir adamın hikayesi. Sınırlarını artık bilmeyen, topluma tekrar ayak uyduramayacak olan ve fakat doğadan da çoktan kopmuş bir adam. Jim Davis savaşta cismen yok olmamış bir adam olsa da ruh ve varlık olarak yok olmuştu. Onun yokluğunda yerini alan çok fazla şey vardır. Geri döndüğünde iş bulamayacaktır. Sağlam olmayan sinirleri ile kendisine hakim olamayacaktır.

Bozuk psikoloji ile karşılaşıp beton etkisi yaşamak isteyenlerin izlemekten imtina etmeyeceği film. Yine de benim gibi Polyanna olmaya yatkın insanlar için hiç de iyi değil.

Harsh Times – Zor Zamanlar Trailer

Equilibrium / İsyan / Korku Ütopyaları

22 Cumartesi Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

christian bale, distopya, distopya nedir, equilibrium, filmlerde distopya, isyan, john preston


 

Ütopyalar ile ilk defa lisede karşılaştım. Mis gibi ütopyaların yanında bir de korku ütopyaları olduğu öğrendiğimde ise aklım karışmıştı. Bir kere ütopya işte, adı üzerinde. Yaşayamadığın bir şeyi yaşamak isteyeceksin. Neden böyle oluyor ki? Sonra işin içine insan egoları, çıkarları ve açıklamaları girmeye başlayınca anladım korku ütopyaların nedenlerini. İnsan olarak hiçbir zaman masum olamayacağımız içindi tüm ütopyaların başlangıcı. En güzel ütopyanın bile bozulma riski vardı. Bu yüzden asla gerçek hayata geçirilemez şeylerdi onlar. Biz insanlar temiz ütopyaları benliklerimiz ile kirletmeye çok hazırız.

Filmlere dair yazılarımı okuyanlar benim Christian Bale ve Evan McGroger hayranı olduğumu anlarlar hemen. Bu filmde tarafsız olamayacağım aslında. Konu itibari ile bahsettiğim korku ütopyası üzerine kurulmuş bir film. 1984 ve diğerleri gibi ortada daima izlenme durumu var. Kral ve adamları tarafından izleniyorsunuz, her gün almanız gereken hapları almamak istediğinizde ise öldürülüyorsunuz. Alınan bu haplar sizi tamamen duygulardan arındıran, sadece aklınız ile hareket etmenize ve itaat etmenize yarayan  haplar. Bir nevi uyuşturucu. Aynı zamanda herkes birer patriot. Yaşadıkları yere, kurallarına kökten bağlılar. Daha doğrusu bağlı olmak zorundalar.

Korku ütopyası yaratmanın en mantıklı yollarından birisine değinmiş oluyorlar bu noktada. Duyguların ruh ile bağlantısını hatırlarsak ruhu çekilmiş insanların itaat etmeye daha meyilli olduğunu görüyoruz. Bu yüzden birlikte çalıştığınız adam bile eğer sizi asi olarak görüyorsa ya da bir isyan üzere buluyorsa sizi, öldürmeye çalışıyor hatta en büyük düşmanınız oluyor.

equilibrium-christian-bale-sean-bean-izle

Kocaman ekranlarda daima bir adam var, bir yönetici. Aslında kime karşı savaştığınızı ve kim tarafından yönetildiğinizi de bilmek imkansız. Hal böyle iken insan da bir yandan oldukça artist olmasına rağmen “consume obey die” ilkesi ile hareket ediyor. İlla birileri çıkmalı tabii aralarından. Bu da olsa olsa Christian olur!

Oyunculuk konusunda biraz endişeliyim fakat. Christian’ın bu rolü bana fazla şişirilmiş geldi. Taraflı da olmak istiyorum bir yandan. İşin ucunda Christian var. Bu rolü aynı soğukluk ve şişirme ile bir de Keanu Reeves yapabilirdi gibime geliyor.

“Mary: Let me ask you something. 
[Grabs his hand] 
Mary: Why are you alive? 
John Preston: [Breaks free] I’m alive… I live… to safeguard the continuity of this great society. To serve Libria. 
Mary: It’s circular. You exist to continue your existence. What’s the point? 
John Preston: What’s the point of your existence? 
Mary: To feel. ‘Cause you’ve never done it, you can never know it. But it’s as vital as breath. And without it, without love, without anger, without sorrow, breath is just a clock… ticking. “

 

“Father: Prozium – The great nepenthe. Opiate of our masses. Glue of our great society. Salve and salvation, it has delivered us from pathos, from sorrow, the deepest chasms of melancholy and hate. With it, we anesthetize grief, annihilate jealousy, obliterate rage. Those sister impulses towards joy, love, and elation are anesthetized in stride, we accept as fair sacrifice. For we embrace Prozium in its unifying fullness and all that it has done to make us great. “

Ama güzel bitiyor, mutlu bitiyor. Oh!

Equilibrium – İsyan Trailer

American Psycho / Amerikan Sapığı / Böyle Sapık Her Eve

13 Pazartesi Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 1 Yorum

Etiketler

amerikan filmlerinde işkence, amerikan sapığı, baltalama sahnesi, christian bale, the prestige


Tamam hem en dibimiz düştü diye “Auuuv” demeyiniz. Şimdiye kadar takip edebildiğiniz kadarıyla Christian Bale’i ne kadar sevdiğimi anlamışsınızdır. Daha iki sabah önce inen The Prestige’in kalitesine bakmak için açtığımda filmi kapatamadım ve tekrar izledim. O akşam yine aklımda filmi izlemek vardı. Günde iki kere Christian, iyi gider.

American Psycho’yu izlemeye karar verişim yine bir tavsiye üzerine ortaya çıkıyor. Tam da film izlemenin dibine vurduğum dönemler. Arkadaşım ile izlemeye başlıyoruz hakkında hiçbir yorum okumadan. İşin içinde Christian olunca doğal kızsal tepkiler verip “Aaa, yaaa.” gibi şeyler söylesek de işin cinayetler – ler – ler boyutu dikkatimizi çekmeye başlıyor. O anda biz de film üzerine düşünmeye ve kafa yormaya karar veriyoruz.

Christian Bale’in canlandırdığı Patrick Bateman, Wall Street’te çalışan ve enfes paralara sahip olan bir adam. Arkadaşlarının hepsi de en az bu arkadaş kadar sağlam elemanlar. Hayatlarındaki en önemli vaziyet ise her şeyin en iyisine ve en güzeline sahip olma takıntıları. Patrick her sabah uyandığında en bakımlı kadının bile yapmaya belirli bir süre sonra usanacağı bakım kürlerini uyguluyor. Solaryuma giriyor, maske yapıyor, cildine ve her bir parçasına dikkat ediyor.

Sporu ve seksi yapılan bu adamı tüm olayların dışına çıkaran bir nokta var. Gerçek bir seri katil. Peki buna neden olan olay nedir? Hayatında her şeye sahip olabilen bir adam düşünün. İstediği kadın ile yatabilir, istediği kıyafete milyonlarca para dökebilir, iş hayatını zirvesindeyken en güzel ~kartvizit~e sahip olabilir. Olamıyor işte. Bu adamın aklına o dünyanın en paçoz kartivizitini yaptırmak gelmiyor.

MCDAMPS EC020

Geldik mi Amerika’nın şekilcilik üzerine kurulan toplumuna. Wall Street’ten haybeye gelen paraların nasıl kağıt parçalarına ve oradan da caka, hava, artistliğe dönüştüğüne. Hayatında her şeye sahip olabilen bir adamın şehvetini durdurabilecek, sapkın düşüncelerini dizginleyebilecek ne vardır? Bana kalırsa bir hiç.

Tüm filmi izledikten sonra ve şiddet sahnelerinden sevişme sahnelerine kadar her bir sahnede yorum yapabileceğimiz yerler varken biz gittik de şuna takıldık: fazla film izlediysek demek o ara, bu yaşananlar gerçek miydi?

Wall Street’in zengin hayatları, Wall Street’in hemen yan sokağına bile değmezken, bölgenin en iyi restoranına gidebilmek için günlerce bekliyor, en güzel takım elbiseleri ve bakım ürünlerini alabilmek için paraları deli gibi saçıyorken Patrick’in yaşadıkları bir rüyadan mı ibaretti yoksa gerçek miydi?

Filmi tekrar izlemem gerektiğini düşünüyorum. The Prestige’i tekrar izledikten sonra anladım lisede izlediğimde anlayamadığım yerleri. The Prestige bir kez daha “en çok sevdiğim film” olarak kuruldu gönlümün en başına.

American Psycho’yu tekrar izledikten sonra özet geçeceğim. 🙂 Beni bekleyin anacım.

American Psycho – Amerikan Sapığı – Trailer

All The Little Animals / Christian Bale’in Küçüklüğü

30 Pazartesi Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 5 Yorum

Etiketler

all the little animals, christian bale, christian bale genç, ekosistemde canlıların yeri, tüm küçük hayvanlar


Bulamayacağım, Christian Bale’in oynadığı ve bok atacağım bir film bulamayacağım. All The Little Animals’ta genç bir delikanlı Christian Bale. Zeka özürlü bir çocuğu oynuyor hem de ve yıllar sonra Batman gibi bir karakterle karşımıza çıkıyor. İki uç karakterden bahsediyorum, ikisi de farklı zamanlarda çekilmiş ve aynı adam tarafından oynanan.

Christian Bale, bu işi yani oyunculuğu çoktan yalamış yutmuş sanırım. Doğa ile yaşamayı öğrendikten sonra her şeyin çok daha iyi olduğunu, miras davalarının ve diğer tüm medeniyete dair konuların aslında ne kadar çok bizden uzak olduğunu, her bir hayvanın ekosistemdeki yerinin önemini, minik karıncaların bile beslenebileceğini bize öğreten film.

all-the-little-animals-christian-bale-izle

Gerçekten en küçük yaratık bile kendine bir yer etmiş birisini yemiş birisi tarafından yenilmiştir. Biz de bu sistemin bir parçasıyken ve ölmeye bu kadar yakınken ne güzel de inkar ediyoruz geldiğimiz ve gideceğimiz yeri. İşe böyle kaderci baktığımızda her şey çok uzakmış gibi geliyor, hatta gülünçmüş gibi. Fakat değil.

All The Little Animals, birkaç dakikalık saygı duruşu gerektiren bir film. Pek çok kişi şaşalı çekimleri, rengarenk görselleri ve bol memeli kadınları olmadığı için sevmeyebilir. Zaten gerek yok, filmde meme arayan insanın olayı en başından yanlış anladığı düşünülürse sevmemesi çok daha uygun düşüyor.

Sakin senaryosu ve vurucu sonu ile All The Little Animals aslında “All The People In The World”e göz kırpıyor yıllar öncesinden. Dünya üzerinde küçük olmaktan utanmayan herkese…

All The Little Animals Trailer

3:10 To Yuma / Yuma’nın Yolları Taştan

22 Pazar Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

3 10 to yuma, 3:10 to yuma, akıl oyunları, christian bale, hollywood, kovboy filmi, russel crowe


“Şu adamın tüm filmlerini izlemeliyim!” dediğim birisi varsa o da Christian Bale’dir. Sanırım pek çok filmini de izlemişimdir. Azıcık ucundan birkaç film kaldıysa kaldı. Bu adamın filmlerin tuzu biberi gibi. Tat katmadan duramıyor.

Ailemizin baharatı sevgili Christian Bale ile Akıl Oyunları ile hatırlanmaya mahkum olan Russel Crowe bir kovboy filminde bir araya geliyorlar. Kovboy filmlerinin bizim kültürümüzde yeri Trt 1 ile birlikte hafta sonları sabah kahvaltılarında ekmeğe katık olmasıdır. Ve bu yüzden şimdiye kadar en az 5 kere TV’de gösterilmiş, güzel güzel izletilmiştir herkese.

3:10 To Yuma’yı severseniz eğer şu sebeplerden sevebiliyorsunuz: Christian Bale’in oyunculuğu, Russel Crowe’un yaşlanmazlığı, sonunda iyi adam ile kötü adamın iş birliği ve diğer oyuncuları daima bir yerden hatırladığınızı hissetmeniz.

Sevmediyseniz de şu sebeplerden sevmemiş olabilirsiniz: Beklenilen bir son ile bitmesi, klasik Hollywood filmi kıvamında sahnelerin yaşanması, koşuşturmacaların hep beklenilen doğrultuda olması.

3_10_to_yuma-christian-bale-izle

Son zamanlarda bana “hasssskktir.” dedirtecek herhangi bir filme denk gelmedim. Beni en tepetaklak eden filmlerden bir tanesi The Prestige diğeri de Oldboy’dur. Tekrar düşündüğümde aklıma herhangi bir filmin gelmemesi tamamen senaristlerin suçu. 3:10 To Yuma’nın da sonunu tahmin edebilmenin rahatlığı ile film izleme keyfi vardı. Şimdiye kadar hiçbir spoiler benim canımı sıkmayı başaramadı çünkü hiçbir film için “Eğer bu filmin sonunu çözersem hiçbir keyfi kalmaz.” demedim. Her film, sonuna gelen kadar yüzlerce evreden binlerce kez geçer, aklınızın süzgecinde bir o yana bir bu yana savrulur.

Film listemi geliştirmek, allak bullak edici sonlarla karşılaşabilmek için tavsiyelerinize ihtiyacım var. Nedir size “hasssskktir.” dedirten filmler?

3:10 to Yuma Trailer

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 1.572 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...