• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: paris

Total Eclipse

10 Pazar Şub 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

afrika, arthur rimbaud, arthurt rimbaud, david thewlis, eşcinsel ilişki, fransa, fransız edebiyatı, fransız şair, fransız şiiri, ingiltere, leonardo di caprio, londra, mathilde, paris, paul verlaine, romane bohringer, sempati, total eclipse


tota eclipseLeonardo Di Caprio izlemeyi sevenlerin izlerken “Vay aman, aman anam.” diye dolanacakları bir film olmuş Total Eclipse. İki ünlü Fransız şair Paul Verlaine ve Arthur Rimbaud’nun gerçek hayatını anlatan filmde gencecik bir Leonardo Di Caprio ile orta yaşlı bir David Thewls görüyoruz. 16 yaşında yepyeni bir tarz ile Fransız Edebiyatı’na giriş yapan ve dahi olmak için yola çıkan Rimbaud’yu Verlaine’in kol kanat germesi ile büyürken buluyoruz. Bu ikilinin eşcinsel ilişkileri her ne kadar filmin ana noktasında dursa da mesele yalnızca bir ilişki sonunda olgunlaşmayı bilen iki adam değil iki farklı şair zihniyetinin ortaya çıkması oluyor.

Paul’un Mathilde adında güzel bir karısı var. Hamile ve Paul’u seviyor. Paul ise Arthur’un gelişi ile birlikte içme alışkanlığına iyice gem vuramayıp sarhoş bir şekilde karısına yapmadığını bırakmıyor. Duyguları da şiirleri kadar yoğun Paul’un. Yalnızca içerek unutabileceğine ve unutması gerektiğine inanıyor. Arthur ise yanımızda olsa dövmek isteyebileceğimiz tipten bir çocuk. Çok bilmiş, nobran, küçük çapta hırsız, büyük çapta bencil. İlk başta hiçbir şekilde Arthur’a sempati duyamıyoruz. Paul’un tüm değişiminin nedenini Arthur olarak görüyoruz. Bir açıdan durum böyle olsa da Paul’un zaten kendisini içkiye vererek yaşadığı hayattan mutlu olmadığını da anlamış oluyor.

Rimbaud Fransız Edebiyatı’nda yeni bir soluk olduğunu biliyor. Bu yüzden bunun eminliği ile hareket edip çevresindeki hiçbir şeyi kabul etmiyor. Yazı yazmanın zorlayıcı evrelerinden geçiyor.

total-eclipse-leonardo-dicaprio-arthur-rimbaund

Filmde gözümüze takılan ve hatta bariz bir şekilde  sokulan eşcinsellik teması ise verilebilecek en naif şekilde verilmiş. Özellikle Arthur ile Paul’un ilk öpüşme anlarından rahatsız olabilmek imkansız. Öylesine gelişigüzel ve içten öpüşüyorlar ki tüm homofobileri yıkabilecek güçte neredeyse. Yalnızca bu eşcinsellik konusunda kafama takılan en önemli nokta Arthur’un 16 yaşındayken bu ilişkiye başlıyor oluşu. Yani bildiğiniz çatır çutur sevişiyor adam. Hep nasip.

Arthur Rimbaud: The only unbearable thing is that nothing is unbearable. 

 

Arthur Rimbaud: Love has to be reinvented. 

 

Paul Verlaine: Sometimes he speaks in a kind of tender dialect of the death which causes repentence, of the unhappy men who certainly exist, of painful tasks and heartrending departures. In the hovels where we got drunk he wept looking at those who surrounded us, the cattle of poverty. He lifted up drunks in the black streets. He had the pity a bad mother has for small children. He moved with the grace of a little girl at catechism. He pretended to know about everything, business, art, medicine. I followed him, I had to! 

 

Total Eclipse Trailer

Kabare! / Cabaret!

27 Pazar Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ 2 Yorum

Etiketler

1. dünya savaşı, 2009 yılı tiyatro, almanya, özge borak, berlin, cabaret, clifford, emcee, fritzie, hitler, istanbul büyükşehir belediyesi, joe masteroff, john harold kander, kabare, kit kat club, lüküs hayat, life is a cabaret, lulu, müzikal, money money, paris, politika, rosie, sally bowles, selçuk borak, sherlock holmes, tiyatro sahnesi, yaşar ne yaşar ne yaşamaz


kabare-istanbul-buyuk-sehir-belediyesi-tiyatro-sahnesi

2009 yılında üniversiteye yeni başladığımda kendimi sanata vereceğime dair söz vermiştim. Ardından art arda film izlemeye, tiyatrolara gitmeye başladım. Kabare de ilk kez o sene oynanmaya başlıyordu İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları’nda. Hemen biletimi aldım. Müzikal sevdiğimi Lüküs Hayat ve Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz ile anlamıştım.

Kabare ilk bakışta tamamen eğlence üzerine kurulmuş gibi görünen bir oyun. “Politikaya karşı eğlence, kavgaya karşı eğlence, savaşa karşı eğlence ve eğlenceye karşı yine eğlence.” I. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir buhran içerisinde bulunan Almanya’nın Berlin şehrinde geçen hikayede yaşananların acı yönleri gün yüzüne çıkarılırken zamanın  ideolojik düşünceleri de eğlence ile birlikte veriliyor. Kabare’yi ilk izlediğimde anladıklarım ile bugün izlediğim arasında oldukça fark var. Politikaya sağlam eleştirilerde bulunduğu algılasam da karakterlerin analizlerini şu anda daha rahat yapabiliyorum.

Joe Masteroff’un yazdığı, John Harold Kander’in müzikale çevirdiği eserin ana konusu bir kabare sanatçısı ile Amerikalı bir yazarın aşkıdır diyebiliriz. Bu aşk sürecinde Almanya’nın içinde bulunduğu korkunç çıkmaz da ustalıkla veriliyor.

Emcee (Mert Turak) konukları karşılıyor, tıpkı diğer Kabare’lerdeki gibi bize Kabare’de yer alacak kızları ve erkekleri tanıtmaya başlıyor. Rosie, Lulu, Frenchie, Texas, Fritzie, Helga, Juju, Bobby, Victor, Hans, Herman sırası ile bize tanıtılıyor. Hepsi kabareye özel kıyafetleri ile karşımızdalar her an dans etmeye. Ve dans başlıyor. Ardından Kabare’nin gülü Sally Bowles (Özge Borak) ve Clifford Bradshaw (Can Başak) ile tanışıyoruz. Şimdilik neredeyse her şey tamam.

Clifford daha iyi bir roman yazabilmek için Berlin’e kadar gelmiş bir adam. Kitabını bitirmek için yeni hikayelere ihtiyacı olduğunu biliyor. Berlin’e gidişi sırasında karşısına çıkan Ernst Ludwig sayesinde hayatının değişeceğini bilmiyor tabii ki. Ernst Ludwig Cliff’e kalabileceği ve gidebileceği yerlerden bahsediyor, onu kendi ülkesinde misafir etmeye hazırlanıyor. Cliff Kit Kat Club’u öğrenip de oraya gittiğinde Sally ile tanışmış oluyor.

Hikaye kısmını geçip Kabare’nin üzerinde durduğu ve vurguladığı noktalara gelmek bana daha cazip görünüyor. Eğer daha ayrıntılı anlatırsam belki gidebilme ihtimali olanlar için spoiler vermiş bile olabilir.

Yücel Erten’in yönetmenliğindeki oyuna bir dönem oyunu diyebiliriz. I. Dünya Savaşı’nın izlerini sarmaya çalışan halkın yanında Hitler’in prestij kazanmak için uğraşan orduları ve toplumu. Bu iki zıt etken bir noktada birleşiyorlar. Bu ikili zıtlığın en iyi anlatılabileceği yer olan Berlin’deyiz hikayede.

Sokaklarda yaşanan ölümler, kavgalar ve düşmanlıkların dışında insanlar kendi acılarını eğlence ile unutmaya çalışıyorlar. Sally her akşam yüzlerce kişinin gerçekten kaçtığı nokta oluyor. Cliff ise bir yazar olarak kendi sorumluluklarının daha farkında olan bir adam. İçinde bulunduğu ortamı yazar gözü ile değerlendirebilen, kişileri analiz edebilen birisi. Şarkılar söyleniyor, oyunlar oynanıyor, kadınlar ve erkekler Berlin’in iki yüzünü de görmeye başlıyor.

Vazgeçilmez olduğunu düşünen Sally iş yerinden kovulduktan sonra gidebileceği tek yere Cliff’in yanına gidiyor. Bu süreçte her şey ikisi için de hem zor hem de kolay bir hal alıyor. Normalde içinde bulundukları eğlence hayatı tamamen politikadan uzak olduğu ve bu hayatın içinde bulunanların da politika ile uzaktan yakından alakası olmadığı için Sally rahatça: Yani politika falan mı? Ama bunun bizimle ne alakası var ki diye sorabiliyor.

Nazilerin güçlenmeye başladığı zamanda artık Yahudilerin kendilerini güvende hissedebilmesi ihtimali de ortadan kalkıyor. Kit Kat kızlarının Hitler askerleri olarak  sahneye girip camı taşladıklarında kollarındaki kırmızı bant ile üzerlerine düşen kırmızı ışık verilmek istenen şiddeti gözler önüne sermiş oluyor.

Politikanın kirli işleri “Paris’ten biraz çorap ve parfüm” olarak değerlendirip insanları kullanmak amacı ile rahatça manipüle edilebiliyor. Cliff zor durumda kaldığında karşı olacağını bildiği bir görüş için yardımda bile bulunmuş oluyor. Bu sırada Sally için hiçbir değişiklik söz konusu değil. O hayatını dans etmek ve para kazanmak üzerine kurmuş hissediyor. Eğer Amerika’ya Cliff ile dönerse orada Berlin’de olduğu kadar rahat olamayacağını, aynı şekilde karşılanmayacağını biliyor.

Tüm bunların yanında savaş ve açlıktan ziyade insanı en çok yok etmeye çalışan şeyin para olduğunun da üzerinde duruluyor. Oyun boyunca herkes farklı şekillerde paranın peşinde koşuyor. Cliff yazarak ve kaçakçılık yaparak para kazanmaya çalışıyor, Sally erkekler ile yatarak ve Kabare’de şarkı söyleyerek. Fraulein Schneider sahip olduğu odaları birilerine satarak ve sırf bunu devam ettirebilmek için geleceğini bir kenara koyarak paranın peşinden koşmuş oluyor. Odaların bir tanesinde kalan genç Alman kız ise denizciler ile birlikte olarak onlardan para almanın peşinden gidiyor.

Şehir tiyatrolarında şimdiye kadar kötü bir oyunculuk ile karşılaşmadığımı özellikle belirtmek istiyorum. Geçen hafta gittiğim Sherlock Holmes’te daha çok canım sıkılmıştı hatta. Tamamen kararan sahne, kimseye göstermeden değişen dekor ve küçük alan. Buna karşılık şehir tiyatrolarında geniş sahne, geniş alan, sizi izleyici olarak kabul eden bir sistem var. Kabare hem şarkıları hem de hikayesi ile bizi mest eden bir oyun oldu.

Son olarak arkadaşım Buğra Batuhan Berah sırf bu oyun için güpgüzel bir ilüstrasyon çalışması hazırladı ve beni duvara çiviledi. Çok teşekkürler kuzucuk, blog artık çok daha güzel!

batuhan bugra berah kabare

Şarkıları da yazayım da madem buralardan ulaşabilsin tiyatroseverler.

Money Money 

Parayla döner dünya

Döner dünya

Dünya onunla döner.

Ya mark, ya yen, ya pound, ya dolar

Dünyayı döndürür bunlar

Şıngır mıngır pullar

Dünyayı kurgular.

Para para para para

Eğer çok paran varsa

Cozutmak istersin

Kaçamak yapması da

Çok kolay.

Eğer çok paran varsa

Arkadaş bulmak kolay

Zili çal “ting-e-ling”

Gelsin uşak.

Eğer çok paran varsa

Kaçmışsa sevgilin

Terk edip seni

Sakın ağlama

Sızlama,

Taksi çağır bin ve git

Sevgili seçmeye kendine

Üç direkli yatında.

Parayla döner dünya

Kesin olan şey şu

Sıç yoksulluğa.

Para para para para

Eğer yoksa hiç kömür sobanda

Donmuşsan soğuktan

Rüzgardan ve ayazdan

Kışlık pabuç yoksa ayağında

Eskimişse palton

Zayıflamışsan

Biraz güç almak için gidersin papaza

Sonsuz aşkı anlatıp durur sana

Ama açlık gelince kapına.

Tak ta tak tak ta tak

–          Kim o?

–          Açlık!

–          Oo açlık!

Bak, aşk nasıl kaçar… çünkü

Parayla döner dünya

O şıngır mıngır ses

Para para para para

Biraz al, biraz al.

Para para para para

Ya mark ya yen ya pound ya dolar

Şıngır mıngır şıngır mıngır

Dünyayı yönetir para…

Life Is A Cabaret

Yalnız kalmanın neresi iyi

Gel de müzik dinle

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye.

Bırak kitabı, dikiş nakışı

Hazır ol tatile

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye

Gel şarap tat

Müzik dinle

Gel çığlık at

Gel kutlamaya

Coşmaya

Hazırdır insan.

Kötü habere hiç izin verme

Keyfini asla bozma.

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye.

Elsie adlı bir arkadaşım vardı

Chelsea’deki odamız pis ve dardı.

Utangaç desen hemen alınırdı

Aslına bakarsan, saatlik kiralanırdı.

Üşüştüler ölünce dört bir taraftan:

“İşte zıbardı içkiden ve haptan”

Yatıyordu bir kraliçe gibi

Görebildiğim en mutlu cesetti.

Ne zaman Elsie aklıma gelse

Söylediği sözü hatırlarım yine:

Yalnız kalmanın neresi iyi

Gel de müzik dinle

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye.

Bana göre, bana göre

Bu kararın yeri ta Chelsea.

Ölürsem örneğimden Elsie.

Hadi kabul et

Beşikten mezara

Zamanımız kısa

Hayat bir kabare dostum

Sadece kabare dostum

Ve tek aşkım kabare!

Sevgiyi Tanrı Yapanlar

12 Cumartesi Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

abelard, çöl, çölde çay, güneş, heloise, mitoloji, pagan tanrıları, paganizm, panteizm, paris, sevgi, tanrı


paganlar-tanri-sevgi-paganizm-panteizm

” Tanrım! Nasıl da gıpta ediyorum, sevgisi bizim gibi olmayanların mutluluğuna.”

Abelard böyle yazıyordu Heloise’e bir mektubunda. On ikinci yüzyılda yaşamış bir filozoftu Petrus Abaelardus ama asırlar sonrasına fikirleri değil, öğrencisi Heloise’la yaşadığı aşk ve o aşkın mektupları kalmıştı.

Büyük aşkları “büyük” yapan neydi… İnsanları “sevgileri kendilerininki gibi olmayanlara” gıpta ettiren şey olabilir miydi? Yani imkânsızlık…

Öyle bir imkânsızlık ki “yeni doğmuş bir kuzuyu, aç bir kurda teslim etmek”le başlayan sıradan bir “hikâyenin” Fransa tarihinin belki de en trajik aşkına dönüşmesine neden olacaktı.

İmkânsızlık aşkı büyüttüğü kadar acısını da derinleştiriyordu.

Bretanya’da 1709 yılında bir şövalyenin oğlu olarak doğan Abelard, felsefe öğrendi, eğitimini sürdürmek için gittiği Paris’te ilahiyat dersleri aldı.

Dönemin kabul gören düşüncelerini, Hıristiyan ahlakını sivri diliyle eleştirdi. Parlak zekâsı ve yenilikçi fikirleriyle, felsefe öğretmenleriyle çatışmaya girdi ve kendi methoduyla ders vermeye başladı. Güçlü hitabetiyle kısa sürede büyük ün kazandı ve gittiği her yerde öğrencilerin çevresini sardığı bir hoca oldu. Paris’teki Notre-Dame Okulu’na atandığında artık otuz altı yaşında, başarısı herkes tarafından kabul edilmiş biriydi.

O sıralar Notre-Dame Katedrali’nin rahiplerinden olan Fulbert, Abelard’a yeğeni Heloise’e özel ders vermesini teklif etti. Heloise öksüzdü ve dayısının koruması altındaydı. Fulbert, bu çok zeki ve çok güzel kızla övünüyordu. Aralarındaki pazarlığa göre bu derslerin karşılığında Abelard onların evinde oturabilecekti.

Böylelikle, eğer o beklenmedik feci olayla neticelenmese gayet klasik bir aşk öyküsü olarak kalacak, bugün hiç kimsenin bilmediği ve hiç hatırlanmayacak bir sevdanın tarihteki özel yerini alması için de ilk adım atılmış oluyordu. Abelard öyle yazmıştı: “Yeni doğmuş bir kuzuyu, aç bir kurda teslim etmek”ti bu. O, öyle görüyordu.

“Kuzu” dayanılmaz güzellikteydi ona göre. Ne dinsel yeminler ne ahlaki kurallar kâr edecek, Abelard, on beş yaşındaki Heloise’i baştan çıkaracaktı.

Bu öykünün klasik tarafıydı. Öğretmenin ve öğrencisinin aşkıydı. Mutlu sonla bitse hiç şüphesiz sıradanlaşacak, sadece onu yaşayanların yaşadıkları müddetçe hatırlayacakları güzel bir anı olarak kalacaktı. Gerçi Heloise’e çılgınca tutulan Abelard aşkının şiddetiyle tutkulu şiirler yazmaya başlamış, felsefe çalışmalarını boşlayıp bir şair olup çıkmıştı. Hatta onlardan yedi yüzyıl sonra yaşayan Fransızların büyük ozanı Lamartine, “Heloise’e ve Abelard’ın öyküsünün anlatılamayacağını, ancak şarkısının söylenebileceğini” dile getirecekti. Abelard’ın Heloise için yazdığı şarkılar Paris sokaklarını inletmişti zaten, onlar bir yandan büyük aşklarını doludizgin yaşarlarken.

Bu aşkı karasevdaya döndürmeye ise Fulbert sebep olacaktı. Aralarındaki ilişkiyi fark eden, bir rivayete göre “yatakta yakalayan” bir diğerine göre Heloise 1118’de bir erkek çocuk dünyaya getirince durumdan haberdar olan Heloise’in “dayısı” müthiş öfkelenecekti. İki aşığı birbirinden ayırdı.

“Efendim “ diyordun bana.

Kafanın içini işe yaramaz laflarla,

Lüzumsuz sayılarla doldurduğum

O saatleri hatırlıyor musun?

Ne söylediklerimi dinledin

Ne ben hissettiklerimi söyledim.

Nasıl öğrettin öğretmenine gözlerinle dersini,

Nasıl da hızlı öğrendi öğrencin, dudaklarına birleşmeyi.

Sen saflığınla, bense özgürlüğümle,

Ödedik işte o derslerin bedelini,

Benden intikam alınca dayın.

Ha… Dayın diyorsam da gerçekten dayın mı bilmem.

Ama bana öyle geliyor ki, kıskançlığı kan bağından değildi.

Elde etmek istiyordu seni”

Hakikaten de kimilerine göre Heloise’i yetiştiren Fulbert aslında onun dayısı değildi, kimilerine göreyse, dayısı olsa bile Helios’de gözü vardı. Esas neden hangisi de olsa ok yaydan çıkmıştı bir kere…

Abelard, Fulbert’i yatıştırmak için, gizli tutulmak kaydıyla, Heloise’le evleneceğini söyledi. O tarihte felsefe hocalarının evlenmesi imkânsız değilse de sıra dışı bir durumdu. Ama Heloise katiyen yanaşmıyordu buna, var gücüyle karşı koyuyordu. Sevdiği adamın omuzlarına evlilik yükünü bindirmemek ve onu çalışmalarından uzaklaştırmamak için kendisi aşkı uğruna fedakârlık yapmayı, toplumun gözünde küçük düşmeyi, yapayalnız bırakılmayı göze alıyordu. Belki de gerçekten çok derin ve ağır bir aşkla seven bütün kadınlar gibi, sevdiği erkekle evlenmeyi istemiyordu. Her daim sevgili kalmak en büyük rütbeydi.

“Metresin olmak daha çekiciydi.

Çünkü özgürlüktü.

Evlilik bağları ticari bir anlaşma gibi,

Gereksiz yere bağlıyor insanları.

“Kan” lafından nefret ediyordum,

Metresin olarak pekala da yaşar giderdim.

Köpeğe tasma takmasan da sadakati bağlar onu sana.

Bilirsin ki isteyerek kalmaktadır yanında.”

Anlaşılan o ki evliliği “zül” kabul edecek derecede çok sevmişti Abelard’ı. O, ilahi aşkına resmi sıfatlarla gölge düşürülmesini kabullenemiyordu; ne var ki Abelard’ın ısrarları karşısında çaresiz kaldı ve evlendiler.

Abelard hocalık yapmayı sürdürürken, Heloise de bir türlü öfkesini yenemeyip olan biteni herkese anlatmaya devam eden dayısının evinde kalıyordu. Karısını bu sıkıntıdan kurtarmak isteyen Abelard, onu Paris dışındaki, Arqenteull Manastırı’na götürdü. Fulbert, Abelard’ın, yeğeninin sorumluluğundan kaçtığını düşünerek iyice kinlendi ve öcünü almak için kiraladığı adamları üzerine saldırtıp onu hadım ettirdi.

Abelard, utanç içinde, yine Paris yakınlarında bulunan Saint Denis Manastırı’na sığındı. Burada inzivaya çekilerek keşiş olan Abelard, Heloise’i de Argentulil Manastırı’nda rahibe olarak kalmaya zorladı.

Heloise’in örtünmesini istemesinin nedenlerini “ ‘Aşk mülkiyetçi olmamalı diyordum’ çünkü aşkın mülkiyetini kullanıyordum. İnsan aşkı hep mülkiyetçidir. Ne yazık ki apaçık görüyorum şimdi. Belki Tanrı’nınki de böyledir. Tarih beni bir şair, bir filozof olarak değil, bir sevgili, senin sevgilin olarak hatırlayacak. Ve ben sevmeyi bilmiyorum” diye itiraf ediyordu Abelard, İngiliz yazar Ronald Duncan’ın artık biri keşiş diğeri rahibe olan iki sevgilinin yaşam öykülerinden ve birbirlerine yazdığı mektuplardan yola çıkarak oyunlaştırdığı şiir-oyun metninde.

“- Bir zamanlar… Nasıl iç burkuyor bu sözler…-

Bir zamanlar, gövdesini gövdeme kattığım birine,

Rol mü yapayım, ketum mu davranayım?

Gecenin doruklarında dörtnala koşturmuştuk bedenlerimizi,

Daha da doruklara çıkmıştık doğan güneşlerle.

Biliyorum böyle yazmasa gerek benim gibi bir rahibe.

Özür diliyorum, ama yazan rahibe değil.

Örtüldük tepeden tırnağa ama kadınız biz.

Bu örtünün altındaki de Heloise, her dişiden daha fazla dişi.

Ve aşk… Ona bir Abelard öğretisi.”

“Ben sevmeyi bilmiyorum” demekte büyük ihtimalle haklı olabilirdi, tarihe geçen aşkın kahramanı Abelard. Hadım edilmese Heloise’e hep aynı tutkuyla bağlı kalmayabileceğini tahmin ediyordu. Bir erkek için sonsuza değin sürebilecek bir aşkın sadece yenisinin yaşanması imkânsız olduğunda mümkün olabileceğini anlamıştı. Yeniden cinsel bir aşkı tatma şansı yoktu onun. Hâlbuki Heloise, hissettiği öylesine büyük bir aşkın sonrasında gerçek bir rahibe olmadan da yıllarca rahibe gibi yaşayabilirdi; sevdiği erkeğe değil kendi duygularına ihanet etmemek için. Heloise üstün bir zekâya sahipti ve bu yüzden duyarlılığı zekâsı kadar keskindi.

“Ben böyle seviyorum işte: Zarafetini, gaddarlığını, inceliğini, kabalığını, olduğun şairi, olmadığın erkeği seviyorum. Hem gövdeni hem aklını seviyorum” diyordu Heloise. Bir daha asla ”erkek” olamayacak erkeği seviyordu o. Belki de hiçbir erkeğin beceremeyeceği bir sevgiyle. “Tanrı böyle sevemiyorsa” o da “sevgisini Tanrı yapıyordu”.

“Elin… Elin değmiş bu mektuba.

Teşekkür ederim; bana yazmışsın ama…

Elbette tanıdım yazını; değişmemiş hiç.

Değişen bir şey olmadı zaten, acı bile aynı acı.

Bana gönderilmemiş ama, mektubu ben okudum

Utanmadım, kimseye de ihanet etmedim.

Suskun geçen bunca yıldan sonra, hesap verecek değildim.

Şimdi de vermeyeceğim.”

Heloise böyle yazıyordu, ayrılıklarının üzerinden yıllar geçtikten sonra Abelard’ın bir başkasına yazdığı, tesadüfen eline geçen ve birlikte geçirdikleri yaşamın öyküsünü anlatan mektubu okuduğunda.

“Bırak, sana ait her şeye, sadakatle üzüleyim.

Bahtsızlık da olsa, her şeyi bileyim.

İç çekişlerim karışırsa seninkilere,

Belki ikimizin de acısı hafifleyecektir. Ne dersin?

İçimden hiç geçmiyor ama sen istersen,

Mektubumu şöyle de bitirebilirim;

Sonsuza kadar, elveda…”

Ve soruyordu Abelard’a dine adanmış bir yaşanda mutlu olmayı nasıl öğrenebileceğini. Abelard birbirinden habersiz yaşadıkları yıllarda yeniden yazmaya ve ders vermeye başlamıştı. Ortaya, eskisinden de parlak ve büyük tartışmalar yaratan fikirler atmaya sürdürüyordu.  Paraclete (şefaatçi) adını verdiği kendi dinsel topluluğunu kurmuştu, orada hocalık yapıyordu. 1125 yılında doğum yeri olan Bretanya’da bir manastıra başrahip seçilince kurduğu tarikatı terk etti, beş yıl sonra ise Paraclete Manastırı’nı Heloise ile cemaatine bağışladı.

Dertli bir arkadaşını teselli etmek için, yıllar öncesi Heloise ile yaşadıklarını tekrar hatırlayarak bir mektup yazan Abelard, bu sıralarda kendisine komplo hazırlayan Breton keşişleri tarafından tehdit ediliyordu.

Abelard’a göre Heloise’i ayartmak onlara felaket getirmişti. Bu felaketten Tanrı bir iyilik ortaya çıkarmış ve iki sevgili de Tanrı yoluna dönmüşlerdi. Heloise’in eline bir rastlantı eseri geçen mektupta bunlar yazıyordu işte. Oysa Heloise’in acılarını “ilahi” bir merhemin sarmasıyla bile hafiflemeyecek kadar derindeydi. O yarasına şifa olarak Tanrı’dan değil Abelard’dan bekliyordu.

Bunun üzerine Abelard, Heloise’e geçmişlerini bir daha hatırlattı. Heloise kendisinden çok sevmişti. Abelard ise ona sahip olmaya çalışmıştı.

Abelard ile Heloise’in aşkı mektuplarda devam etti. Yunanca ve Latince bilen Heloise, parlak zekası ve engin bilgisiyle ünlüydü, önce Arqenteull Manastırı’nda başrahibe oldu, ileriki yaşlarında birkaç manastır kurdu.

Eşsiz bir öğretmen olan Abelard ise Paris Üniversitesi’nin kurulmasına öncü olan bilim adamları arasında yer aldı.

Abelard ve Heloise bir daha hiç bir araya gelmediler.

Görüşleri yüzünden Kilise tarafından mahkum edilen buna rağmen inancından hiç vazgeçmeyen Abelard, 1142’de altmış üç yaşındayken Papa’ya kendini bağışlatmak için Roma’ya  giderken dinlenmek için uğradığı Cluncy Manastırı’nda veda etti hayata. Heloise ise sevdiği adamdan tam yirmi iki yıl sonra ve oda altmış üç yaşındayken verdi son nefesini.

İki sevgilinin buluşmaları, öldükten sonra da çok zor oldu. Nihayet Paraclete Manastırı’nda yan yana gömüldüler. Abelard’ın arzusuydu bu. Ancak cansız bedeni kavuşmuştu yirmi iki yıl sonra gelen sevgilisine.

On dokuzuncu yüzyılda ise iki aşığın kemikleri Paris’teki Pere-Lachase Mezarlığı’nda özel yapılmış kabirlere taşındı.

Onların aşkları birbirlerine yazdıkları şiirsel mektuplarla çoktan anıtlaşmıştı.

(Alıntıdır.)

Metroland / Küçük Christian

12 Pazartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

alkol, chris, christian bale, equilibrium, metroland, paris, toni


Metroland küçük adamların büyük işler peşinde koşmaya çalışması ve bundan çabucak sıkılması ve küçük işler peşinde koşması ve garip bir hayata dalmasının hikayesi. Chris (Christian Bale) hayatından memnun evli barklı bir adamdır. Toni, eski arkadaşı ortaya çıktıktan sonra hiçbir şey eskiyi gibi olmamaya başlar. Paris’te yaşadığı dönemleri hatırlamaya başlayan Chris hayatının tam ortasında bir boşluk hisseder. Tüm yaşamı boyunca hızlı ve güzel günler geçirmiş olan bu adam nasıl olur da kendisini bir kadına bağlayarak çoluğa çocuğa karışacaktır? Hem Toni de gelmiştir artık. Trenlere yeniden binilebilir, eski anılar canlanabilir, gençlik henüz sonlanmamış gibi sabahlara kadar içilebilir ve evden uzaklaşılabilir.

Yine de… Biliyorum ki gençliği dolu dolu yaşamak dünyanın en güzel şeyi. Bilmediğin bir şehirde uyanmak, yanında sevdiğin arkadaşlarının olması, kız ya da erkek arkadaşın ile özgürce sevişebilmek, bir evde yaşamaya çalışmak, başaramamak… Bunların hepsi yaşandığı sürece güzeldir. Eğer yaşayamıyorsun bunları, örneğin ailen baskı altında tutuyorsa seni, sevdiğin insan izin vermiyorsa güzel yaşamana, arkadaşların arkadaş değil kösteklerse öyle bir yaşantıyı kimse istemez. Şimdiye kadar yaşadığı baskılar nedeni ile çok sağlam dağıtmış insanlar gördüğüm için bunları açık yüreklilikle söyleyebiliyorum. Mesele o ki, Metroland zaman dilimlerini birbirinden ayıran bir film.

metroland-film-izle

Chris’in bebeği hayatın en masum dönemi olan çocuğu sembolize ediyor. Henüz ailenden ayrı hiçbir şey yapamıyorsun. Kimse sana doğmak isteyip istemediğini sormamış fakat sen bir güzel doğmuşsun. Ardından gençlik yıllarına flashbackler gerçekleşiyor. Bunlarda Chris dolu dizgin ve idealist bir hayat yaşıyor. Arkadaşları ile alkol ve rock n roll arasında gidip geliyorlar. Büyüyorlar ve hayatlarının olgunluk evrelerine erişiyorlar. Toni idealist bir adam olarak kalıyor. Yani yaşadığı hayatı devam ettiriyor fakat Chris filmlerden görmeye alışık olduğumuz evli barklı adam işte.

Yine de başlarda Toni’yi sevsek de bir süre sonra irrite olmaya başlıyoruz. En azından bu durum benim için oldukça yüksek oranda. Belki de hayatın her bölümünün farklı güzellikte olduğunu düşünmemdendir. Bilemedim. Metroland’i izlemezseniz olmaz! demiyorum. Haftasonu öylesine çıtır çerez diye gidecek bir film. Haberiniz olsun.

 Metrolan Trailer

Le Concert / Bana Göre “O Konser”

18 Çarşamba Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 1 Yorum

Etiketler

çaykovski, öznur doğan, bolchoi, klasik müzik, le concert, maestro ne işe yarar, mr nobody, o konser, orkestrayı yöneten adam kimdir, paris, pariste son konser, tool, İstanbul


İzleme listemde bulunup da uzunca süre beklettiğim filmler oluyor. Her seferinde yeni bir mazeret bulup izlememezlik yapmak gibi problemlerim var. Aynı şey kitaplarda da olmuyor değil. Bu belki de bende kronik bir durum.

Akşam yatmadan önce huzurlu bir şeyler izleyip, biraz da kitap okuyup iyi bir uyku çekmek istiyordum. Sürekli gözüme çarpan fakat açıp da altyazı bulmaya üşendiğim filmi açtım. Le Concert. Türkçeye Paris’te Son Konser olarak çevrilmiş film. Bana kalırsa daha o filmin Türkçe adı O Konser olmalıydı. Anlatacağım.

Kısa filmlerden çok hoşlanırım. Upuzun fakat müthiş filmler de izlemişliğim vardır. Yine de kısa filmler 1-0 önde başlar benim için. Le Concert izleme listemdeki diğer filmlere göre daha kısaydı. İyi ki öyleymiş. Maestroluğu elinden alınmış bir adam 30 sene sonra binbir katakulli ile maestroluğunu geri almaya uğraşır. Kadroyu tekrar kurup Paris’te Bolchoi olarak konser vereceklerdir. Bu olayın etrafında gelişen ve insana yeniden klasik müzik dinleme ihtiyacı hissettiren film benim için üst raflara yükseldi hemencik.

le-concert-izle

Çaykovski’yi aklında yüz binlerce kez çalmış olan maestromuz bir deliliğe ulaşmak ister ve deliliğe ulaşmasına yardım edebilecek en önemli kişi de -spoiler içerir- kendisi ile aynı deliliğe yükselebilmiş arkadaşının kızıdır çünkü bu kız annesi kadar kemanda iyi, hisli ve kabiliyetlidir.

Filmin son sahnesine kadar sürekli olarak bir aksilik peşinde koştum. Sanki o son konser hiç olmayacakmış gibi, rezalet bir gösteri sunacaklarmış gibi. Bir yandan da içim “Ama o zaman film hiç güzel olmaz ki” minvalinde ekolar yapıyordu.

Sonuç çok güzel oldu, yaklaşık 7 dakikalık bir Çaykovski dinleme şansı bulduk, hem de oldukça güzelinden. Bir dönem klasik müziğe sarıp da bir sürü eser dinleyen ben hemen ardından Çaykovski dinleme ihtiyacı duydum. Keşke o sardığım dönemde daha çok içine girebilseymişim dedim müziğin. Daha çok araştırsaymışım ve küçük çapta, kendi çapımda, kendi boyumda bir minnak guru olabilseymişim.

Olamıyor insan. İşe tembellik girdiğinde her şey yarım kalıyor.

O Konser, son bir haftadır Mr.Nobody’den sonra izlediğim en iyi ikinci film oldu.

Benim için bir O Konser olacaksa ayrıca, Tool’un İstanbul’a gelip konser verdiği gündür. Peki sizin O Konser’iniz hangisi olabilir? Ya da hangisidir? 🙂

Le Concert Trailer

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...