• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: breaking bad

Six Feet Under 2. Sezon / Ay Bana Bir Şeyler Oluyor

02 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

billy, breaking bad, brenda, david, it's the most wonderful time of the year, metafor, nate, oz, ruth, six feet under, six feet under ikinci sezon


six feet under ikinci sezon season 2Büyük bir heyecan ve istekle başladığım Six Feet Under nasıl oldu da bana fenalıklar getirmeye başladı? Bu yazımda sizinle bunu paylaşacağım.

Breaking Bad gibi kallavi ve bol bol psikolojik etmenler bulunduran bir diziden sonra arkadaşımın yoğun isteği üzerine başlamıştım Six Feet Under’a. Birinci sezon tam olarak alışma sezonuydu. Karakterler ile tanışıp hangisinin yanında olmak istediğinize karar verdiğiniz sezondu yani birini sezon. Yapılan göndermeler, yaşam ile ölüm arasında gidip gelen metaforlar, karakterlerin birbirinden farklı ancak temelde aynı noktaları vs. Six Feet Under’ı severek izlemek için yeterliydi. Aynı zamanda her bölümün başında gerçekleşen ölümler ve bu ölümlerin gerçekleşiş tarzları insanda farklı duygular yaratmaya yetiyordu. Ancak…

Her şey bir ancak ile başladı. Six Feet Under fazlası ile gerçek karakterleri barındırıyordu. Bu yüzden işin içinden çıkamaz hale gelip tamamen nefessiz kaldım. Ruth’un histerik tavırları, sürekli olarak dengesiz hareketleri, Keith’in bir bıçak kadar keskin davranışları, David’in paspas sendromu, Brenda’nın bitmek bilmeyen tam bir ucube hali ile çileden çıkmaya başladım. Bu karakterler normal hayatımda da katlanamadığım, gördüğümde koşarak uzaklaşacağım karakterler olduğu için diziden de yavaş yavaş uzaklaştım. Bana sürekli olarak karın ağrısı veren karakterler ile yüz yüze gelmek beni yormaya başladı. Brenda’nın daima haklı olmaya endekslenmesi, Ruth’un canı istediği şekilde yaşamaya çalışıp becerememesi, daha doğrusu sakilliği, Billy’nin psikopat tavırları ve çizgiyi aşma alışkanlığı ile yüzleştikçe kendimi daha da rahatsız hissettim. Oturduğum yer dar gelmeye başladı. Breaking Bad’de her sezonda maksimum 3 kere yaşadığım kendimi nereye atacağımı bilemem Six Feet Under’da her bölümde olmaya başladı.

Şimdi Six Feet Under’ı bayılarak, ayılarak, ölerek ve biterek izleyenlerin gazabını hissediyorum. Ateş gibi gözleri ile satırlara bakıyorlar fakat onlar için yapabileceğim bir şey söz konusu değil. Six Feet Under metaforik olarak oldukça yeterli bir dizi olsa da hatta ve hatta karakterlerin bu kadar canlı bu kadar gerçekçi olması dizinin en büyük özelliği olsa da benim gibi mutsuzluktan kaçan birisi için korkutucu derecede baskın bir dizi.

İkinci sezon bittiğinde elimde sadece bir kez gülümsediğim bir bölüm vardı. Geri kalan tüm bölümlerde hissettiğim baskı yüzünden yüzümün herhangi bir şekil aldığını sanmıyorum. It’s the Most Wonderful Time of the Year bölümüydü. Gerçekten mutlulukla izledim o anları. Üçüncü sezona geldiğimde ise ilk bölüm ile tatmin olmuş bir şekilde kapattım son olarak. İkinci sezonun rehaveti hala üstümdeyken üçüncü sezonda devam edip etmeme konusunda fazlaca kararsızım. Aynı darlanma eğer üçüncü bölümde de benimle olacaksa ben bu işte yokum. Hem zaten başlamamı bekleyen Oz’un 3. sezonu var. Akıllılık edip vaktimi ona göre dağıtırım ben de. Ne diyorsunuz? Tamam mı? Devam mı?

Oz / Bizim Hapishanemiz

22 Cumartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aryan, augustus hill, breaking bad, defamiliarization, em city, emerald city, italyanlar, oswald prison, oz 1. sezon, oz hapishanesi, oz prison, tim mcmanus, tobias beecher, zenci


oz

Herkes kendi hapishanesini kendi yaratır bu dünyada? Vay efendim laflara bakın siz laflara. Breaking Bad gibi kafayı sıyırmalı evrimli mevrimli bir dizi izleyince sonrakileri de o bağlamda değerlendirmeme gibi bir şansım yoktu. Oz da aynı şekilde bu algıma kurban giden dizilerden bir tanesi. Belki de gerçekten benim algıladığım gibidir herkesin algısı ve aslında tüm sanatçıların ortak bir bilinci vardır. Yazarken, oynarken ya da izlerken herkes aynı hayali yaşatmaya, aynı vurguları yapmaya çalışır.

Oswald Hapishanesi yüksek dereceli suçlular ile dolu bir hapishane. Toplumun her bölümünden insanlara rastlamak mümkün. Em City olarak adlandırılan bu yer Tim McManus tarafından kontrol altında tutulmaya çalışıyor. Tim’in amacı bu yeri diğer hapishanelerden farklı bir yere dönüştürmek. Kendi ütopyası ile hareket edip orayı gelişmiş bir ıslahevine çevirmeyi düşünüyor ancak hesaba katmadığı insan faktörü ters köşeye düşmesine neden oluyor. Ne demiştik, toplumun her bölümünden insan var. Evet, örneğin hapishanenin ortasında namaz kılan müslümanlar, domates yiyen İtalyanlar, kaslı abilerimiz Afrikalılar, sıradan Amerikalılar, azılı katiller, annesini ve babasını yiyenler, beyaz ırkçı Aryanlar ve diğerleri. Küçücük bir hapishane aslında büyük bir dünyanın yansıması. Neredeyse yaşadığımız  dünyanın maketi. Zenciler ile beyazların arası iyi değil, aynı zamanda İtalyanların da beyazlarla.  Bu hapishanede kimin nasıl yaşayacağı ya da öleceği hiçbir şekilde belli değil.

Oz’un en büyük özelliği beklenmedik anlarda gerçekleşen kırılımlar ve kopuşlar. Karakterlere değer yüklemeye ve gelişimini çözmeye çalıştıkça senarist tarafından korkunç olaylara maruz kalıyor hepsi. İnsan psikolojisinin en temel noktalarına inip arada kalmış, sıkışmış insanın nasıl hareket edeceğini yansıtıyorlar. Bu yüzden gördüklerimiz bizde bir şaşkınlık yaratmıyor. Çok içten, bildiğimiz duygular ile karşılaştığımız için garip bir rahatsızlık hissediyoruz. Sanki yıllar boyunca o en vahşi halimizi saklamış gibi, sanki bastırmış ve gün yüzüne çıkmaması için dua etmiş gibi.

Bir diğer özelliği ise aralarda anlatıya giren karakter ve tüm dünya düzenine güzel laflar hazırlamış olması. Toplum yapısı, ahlak, etik, insan egosu ve diğer konularda bayağı ağır laflar ile bizi dizinin gerçekliğine ve sertliğine alıştırıyor. Oz’un bu olayı onu hem diğer dizilerden daha mesajlı bir hale getiriyor hem de bu konuşmalar gerçekleşirken karakterlerin hepsinin bu ambiyansa ayak uydurması sizi defamiliarization etkisine sokuyor. Bir anda dizi izlediğinizi hatırlıyorsunuz ancak düşünmeniz gereken pek çok gerçek olduğunu da görüyorsunuz.

Tüm çıplaklık, tüm şiddet ve diğer etkenlerin hepsi gözler önüne seriliyor Oz’da. Tüm organlar açık, tüm uyuşturucular görülebilir, tüm çığlıklar duyulabilir ve her şiddet yaşanabilir durumda. Birinci sezon biterken Oz’un tamamen hayatımızı anlattığını algılamıştım ancak bu kadar gergin bir sonla biteceğini tahmin bile edemezdim. Breaking Bad’in her sezonunda bir kez olan o kasık ağrısı, karın sancısı bu sefer Oz’un birinci sezon son bölümünde oldu. Bittiğinde garip hissetmemek imkansızdı.

Her bir aktörün oyunculuğu üzerine söyleyecek bir şey bulamıyorum. 20 yaşındakinden 60 yaşındakine kadar her birisi sanıyorum daha iyi şekilde giremezlerdi rollerine. Ne bir dudak seğirmesi, ne göz kaçırma. Her şey en açık şekilde bizlerle buluşuyor. Karakterler ise görmek istemediğimiz ve hep kaçtıklarımız.

Augustus’un araya girdiği her sahnede ben kendimi biraz daha yakın hissettim anlatılanlara. Kareem Said’in toplumun bize yaptıkları nutkunu bile yedim neredeyse. Her karakterin söylediği doğru geliyordu, her karakter kendi çevresinde haklı ve gerçekti. Oz, gerçeklikti.

Augustus Hill: ‘Fuck’ is a four letter word. ‘Rape’ is a four letter word. ‘Wife’ is a four letter word. So is ‘love.’ 

Tobias ‘Toby’ Beecher: If God is in me, he’s a tumor. 

Augustus Hill: Death is certain. Life is not. 

Augustus Hill: I ain’t saying drugs are good. But when your past is past and your present sucks and your future holds nothing but broken promises and dead dreams, the drugs’ll kill the pain. Listen up, America, you ain’t ever gonna get rid of drugs until you cure pain. 

Augustus Hill: ‘At least you got your health.’ Don’t you hate that? You lose your job, you lose your wife, YOU’RE IN PRISON, and some punk ass do gooder says ‘At least you got your health’ like that’s supposed to make you FEEL better! So what if I’m broke? So what if some dealer wants to cap my ass; at least I ain’t got a tumor. I swear, the next person to say ALYGYH to me, I’ma make sure they don’t have THEIR health much longer. 

Augustus Hill: Remember when your high school history teacher said that the course of human events changes ’cause of the deeds of great men. Well, the bitch was lying. Fuck Caesar, fuck Lincoln, fuck Mahatma Gandhi. The world keeps moving cause of you and me, the anonymous. Revolutions get going cause there ain’t enough bread. Wars happen over a game of checkers. 

Augustus Hill: Yeah, who cares who lives or dies in prison? We read the names in the morning paper and they mean nothing to us. They’re faceless. Truth is, we don’t wanna put a face on ’em. We don’t want to know who they really are. Because then it might hit too close to home, and home is what it’s all about, right? Making a home no matter where you are, no matter who you are. At the end of the day, everybody wants somewhere to rest, somewhere to lay their bones, even if it’s in a land called Oz. Yeah, like Dorothy says when she wakes up in her own bed back at Aunt Em’s, “There’s no place like home.” There’s no fucking place like home. 

Six Feet Under – Ölüm ile Yaşam

17 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ölü restorasyon, breaking bad, cenaze evi, david, dexter, dizi, dizi izle, eşcinsel, fisher, gay, gilardi, inceleme, nate, natheniel, ruth, six feet under, yorum


six feet under season 1Breaking Bad’in sert çizgilerinden Six Feet Under’ın naif çizgisine atlamak benim için beklenilenin de üstünde bir etki yarattı. Hala uyumadan önce kafamda dönen Breaking Bad sahneleri ve isimlerinin yerini alabilecek yeni bir dizi ile karşılaşmak ve verilen tavsiye üzerine sevmek oldukça güzel ve eğlenceli bir durum.

Six Feet Under’ın ilk sezonu her dizide olduğu gibi tamamen tanışma ve tanışma üzerine bir sezondu. Fisher ailesinin içine giriyor ve birbirinden farklı aile bireyleri ile tanışıyoruz. Bildiğimiz aile yapısından çok farklı gibi görünse de aslına bakarsanız ailenin evrenselliğini ve tekrarlanışını gözler önüne seriyor. Aile babası Nathaniel Fisher öldükten sonra cenaze evinin sorumluluğu tamamen iki oğula kalmıştır. Bu sayede yıllardır görüşmemiş olan kardeşler ve diğer tüm karakterlerin farklı yönlerini tanımaya, onların içinde gizledikleri hazinelere inmeye başlıyoruz. David cinsel tercihini erkeklerden yana yapmış bir adam. Nate ise her ailede bulunan başına buyruk, savruk genç. Claire görmekten ilk olarak korkacağımız fakat daha sonra alışacağımız evin ergeni. Ruth ise dengesizliği ve panikataklığı ile göz dolduran anne. Sanıyorum ki size de çok fazla uzak terimler olarak gelmemiştir. Hepimizin geçirdiği ergenliği, cinsel seçimleri ve özellikle Türk aile yapısında cinsel baskıyı düşünürsek tam da bize uygun türden bir drama. Aile yapısına tekrar döneceğim. Bunu detaylı kurcalamadan önce dizinin üzerine kurulduğu konsepti incelemek istiyorum.

Cenaze evi. Bizim hiç aşina olmadığımız bir durum. Biliyoruz ki bizde en fazla yapılacak şey ölüyü evin ortasına koyup üzerine de bir bıçak bırakmak. Gömme işlemini en kısa sürede gerçekleştirmek ve hayatın döngüsü içine bir ölü daha katmak. Hristiyanlarda farklı işleyen bir sistem ölüm ve cenaze. Öncelikle onları özel hissettiriyorsunuz. Ardından arkadaşlarının ve tanıdıklarının ölmeden önce onu iyi görmeleri için özel çaba sarf ediyorsunuz. Giydiriyor, makyaj yapıyor hatta saçını maşalıyorsunuz. Özel tabutların içine yerleştirerek küçük bir sergi yaratıyorsunuz. Bir ölüm üzerinden yepyeni bir yaşam formu yaratıyorsunuz. Ölümün yaşamını. Her bölümde ilk olarak ölen birilerini görüyoruz. O ya da bu şekilde ölüm ile tanışan bu insanlar dizinin her bölümüne hayat vermiş oluyor. Aynı zamanda onun ölümü sırasında Fisher ailesinde gerçekleşen değişimler de büyüyen ve gelişen bir organizma halini alıyor. Ruth’un kendini öğrenmesi, cinsel yaşantısındaki değişiklikler, Dave’in gitgelleri, Claire’in zor bir kız olması ve Brenda’nın değişmesini istemese de değişen fikirleri. Her bir karakterde farklı boyutlarda görülen değişiklikler, yeşillenmeler işte tam da ölümün olduğu o evde gerçekleşiyor. Korkutucu olduğu kadar da hayata ait olan ölümün yenileyici tarafını da görmüş oluyoruz. Ölüm sadece insanları üzmek için değil, aynı zamanda varlığın farkını yaratmak için de gerçekleşen bir eylem. Doğanın kendi sistemi. Doğanın kendi taşları ile oynadığı güzel bir Go oyunu bu. Uzaktan baktığınızda tüm hamleler aynı gelir. Taşlar birbirinin aynısıdır. Herhangi bir taşı yerinden oynatmak sanki hiçbir şeye neden olmayacak gibi. Ancak aslında tek bir hareket bile sizi yere serebilecek güçtedir. Bu yüzden doğa, ölüm gibi olgular insanı korkutur. Bu korkuyu yok etmek ve hayatın güzelliğine inanmak için ölümü onurlandırmak zorunda hissederler insanlar kendilerini. Güzel giyinirler örneğin cenazeye giderken. Ya da ölülerini güzelleştirirler.

Six Feet Under sadece karakterlerin evrim sürecinden geçtiği bir dizi değildir. En azından benim için bu durum tam olarak böyle. Aynı zamanda aile ve toplum yapısının, kadın ve erkek ilişkisinin karmaşıklığından da dem vurur. Homoseksüel ve antilerin yaşadıklarını görürüz. İki arada kalan ruhların çığlıklarını duyarız. Sevmek ile nefret arasındaki ince çizgide gidip gelen kadın ve erkek ilişkilerine tanık oluruz. İki taraftan birisini haklı görmek istesek de iki tarafın da ne kadar dibe batmış olduğunu görürüz. Bunların her biri, sadece kadın ve erkek değil aynı zamanda toplumun da nasıl istenilen şekle sokulmaya çalışıldığı fakat yine bu işlemi yapanın da toplum olduğunu anlarız. Hem gerçek bir karşı duruş ile insanların ilerlemesi için yardımda bulunur bu toplum hem de yanlış yapan her bir bireyi yolunun üzerinden ittirmeye hazırdır.

Tekrar aile yapısına döndüğümde ise toplum tarafından belirlenen aile çizgilerinin aslında ne kadar silik olduğunu görüyorum. Mutlu olarak tanık olduğumuz ailelerin de büyük sırları olduğunu anlamış oluyoruz bu sayede. Türk aile yapısındaki o kutsallığın aslında bir çırpıda yok olabileceğini görüyoruz. Ve aslına bakarsanız dünyanın her yerinde insanların etrafını çitlerle kapladığınızda onların mutsuz olduğunu göreceksinizdir. Bu sadece Türkiye ya da Amerika için geçerli bir durum değildir. Mutsuz bir anne ile mutsuz bir babanın evliliğinden asla iyi bir ortam doğmayacaktır. Toplum kendi ölü tohumlarını kendi elleri ile ekmiş olacaktır.

Six Feet Under’ın diğer sezonlarında ne ile karşılaşacağıma dair şu an hiçbir fikrim yok, yine de bu söylediklerimin pek çoğunu Oz için de söyleyeceğime inanıyorum. Aklın ve bilginin yolu bir olsa gerek.

“If we live our lives the right way then everything we do can become a work of art. “

Breaking Bad Sezon 4 – 5 / Beklemek Artık Çok Zor

14 Cuma Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

aaron paul, breaking bad, bryan cranston, flynn, jesse, metamfetaminin zararları, sezon 4, sezon 5, vince gilligan, walter junior, walter white


breaking bad season 4-5

Uzun zamandır bir dizi için gün saymanın ne demek olduğunu unutmuştum. Kitap ve filmler ile aram çok iyiydi, her gün bir yeni uğraş ediniyordum. Sonra Breaking Bad’e başladım. Ne kadar çok sevdiğimi ve gerçekten Breaking Bad konusunda tatlı tatlı kafa patlattığımı düşünürsek bitişinin de beni üzmesi oldukça doğal oldu.

İlk üç sezonda ipini koparmış olan Walter White’a uyuz olma, kıl olma yolunda devam ettik bu iki sezonda. Artık bizim yanında olabileceğimiz, koruyabileceğimiz bir adam değildi Walter White. Öldürme konusunda düşünmeyen, önüne geçen her şeyi ezmeyi başarabilecek olan bir adama dönüştü. Kanser olduğu için ne yapsa müstahaktır diye düşünenlerin ters köşede kaldığını gördük. Tüm karakterlerin neredeyse içi dışına çıkmış oldu bu sayede. Her bir karakter dönüşümünü tamamlamanın eşiğine gelmiş oldu. Walter White nereye kullanacağını dahi bilemediği bir para için delicesine çalışmaya devam etti, elinden geleni yaptı. Evet, büyük adımlar atarak pislik adama dönüşmek için devam etti yolunda. Bizi de üzdü tabii ki. Sempati duymaya alışık olduğumuz baş kahraman çizgisinden uzaklaşmış oldu ki bu da Vince Gilligan’ın belki de en çok yapmak istediği şeydi. Sağ gösterip sol vurmak ya da insanların değişebileceğini, çok farklı insanlara evrilebileceğini göstermek. Belki de bize Darwin’i doğrulamak istiyordu: evrim gerçektir.

Jesse ise değişimin olumlu tarafındaydı. Her ağlayışında, her kendisini suçlu hissedişinde bir kez daha gördük ne kadar açık olduğunu duygulara. İçindeki kötüyü  görsek de duygusallığını kaybetmediğini görüyoruz. 25 yaşında bir adam olmanın olgunluğunu ve hamlığını yaşıyor daima. Jesse iki arada bir derece kalmanın resmi.

Skyler… Beni en çok zorlayan karakter. Nasıl desem, ne anlatsam onun için bilmiyorum. Benim için büyük bir muamma. Sinir bozucu derecede dengesiz, sinir bozucu derece insanı üzücü. Bir anne olarak çok duyarlı fakat aynı zamanda çok duyarsız. Bir insan olarak çok ahlaklı ama çok ahlaksız. Skyler belki de toplumun bir kadını görmek istediği her şekilde olabilen bir kadın. Belki de Skyler her açıdan kadın. Kötü kadın, iyi kadın, yardakçı kadın, gergin kadın. İnsan gerçekten çok sinirleniyor fakat sonra vazgeçiyor. Bir anne olduğunu düşünüyor ve hak etmedi diyor. Skyler madalyonun iki yüzü gibi.

Favori karakter Saul. Daha önce hiç bahsetmemiş olsam da en doğru karakter bana göre Saul. Kendisini, ne olduğunu bilen bir adam Saul. Bu yüzden çevresindekileri de açıkça görebiliyor. Gördüğü tamamen gerçekler. Buna rağmen en sadık karakter Saul. Zor durumlarda daima yanlarında, her zaman için koruyucu. Kazandığı paranın hakkını veren bir adam. Zor durumda kaldığında her insanın yapacağına inandığım şeyi yapıyor, sabun gibi kayıyor insanların ellerinin arasından.

Breaking Bad beni sarsarak farklı bir boyuta geçiren dizi oldu. Her şeyi ile sevdim onu. Hank’in ısrarları, Marie’nin boşboğazlılığı, Walter Junior’ın sert tatlı hali, Ted’in gururu ve diğerleri. Sadece dizi hakkında beni rahatsız eden iki konu var, bu da tüm dizinin gelişimini etkiliyor zaten. Birincisi Jesse’nin peşini polisler neden bırakıyor? İkincisi Hank her halükarda bu kadar işlere gömülmüşken Marie neden “Bu aileyi bu hale getiren sensin!” diyemiyor. Bunlar evet bana kalırsa dizinin açık noktaları. Geri kalan her şey için MasterCard.

Breaking Bad 3. Sezon / Devin Uyanışı

10 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

3.sezon, üçüncü sezon, big brother is watching you, breaking bad, breaking bad inceleme, darwin, george orwell, gus, hank, jesse pinkman, kartel, marie, meksika, metamfetamin, metamfetamin nasıl yapılır, mike, mor, paganlar, saul goodman, skyler, tuco, walter white


breaking bad season 3 üçüncü sezon3. sezon olayların hızlı bir şekilde akmaya başladığı sezon. İlk sezonda hiç tanımadığımız bir adamın hayatına girdik, kanserini öğrendik ve kurtulması için içimizde garip bir hisle dolaştık. İkinci sezonda tüm dizi boyunca gördüğümüz herkesin küçük ve büyük değişimlerine, evrimlerine tanık olduk. Üçüncü sezonda ise bu evrimlerini tamamlamaya çalışan karakterler kozalarından çıkmalarına az kalmış sabırsız birer tırtıl olarak karşımıza çıkıyor.

Breaking Bad’in insan sağlığı üzerinde zararları olmadığını söyleyemeyeceğim. Örneğin bende uykusuzluk ve bağımlılık yaptı. Metamfetaminin ne olduğunu öğrenmekle de kalmadım, oldukça steril ortamlarda yapılması gerektiğini öğrendim. Pek çok kişinin aksine Breaking Bad’in uyuşturucunun gerçek yüzünü ortaya çıkardığı için neredeyse bir belgesel olarak kabul edilebileceğinden de bahsedebilirim.

İki sezonun karmaşaları ile en son bölümü izlediğimde üçüncü sezonda neler olacağına dair tahmin yürütemedim fakat ayrılan sevgililer Jesse ve Walter’ın bir noktada birleşeceklerine emindim. En azından üçüncü sezonun posteri bana öyle söylüyordu.

İlk iki sezondan farklı olarak üçüncü sezonun daha mistik bir yapısı var. Açılış bölümü olan birinci bölümde gördüğümüz türbevari yer, paganların gerçekleştirmekten bıkmadıkları ve sıkıca bağlı kaldıkları törenlerini temsil ediyor ve bizi materyal dünyadan başka bir dünyaya çağıracağına haber veriyordu. Adını sanını bilmediğimiz fakat dişlerimizi gıcırdatan seviyede canımızı sıkan iki eleman Meksika’nın kızılımsı topraklarında zamanlarının gelmesini bekliyordu. İlk sahnede gördüğümüz gökyüzünün ve yeryüzünün kızıllığı sezon boyunca hakim olacak olan puslu ve kanlı atmosferi temsil ediyor diye düşünüyorum.

Tarihin en garip cezalandırıcılarından biri olmaya aday bu iki SPAM ALERT ON -daha sonradan Tuco’nun kuzenleri olduğunu öğreneceğiz- SPAM ALERT OFF sadece  bir intikamın peşinde koşmuyorlar. Aynı zamanda geçmişe dönük kanla bağlanmış bir hikayenin de peşinde koşuyorlar. Kendi ailelerinin hikayelerinin peşinde. En gösterişli şekilde ayinlerini yapan gösterişli bir ailenin. Kartel! Her ne kadar alt yazı ile izlerken bu ismi küçük harfle yazmaya ısrarcı olsalar da özel isim olduğuna inandığım. Tüm bunların yanında Walter’ın daima yanında taşıdığı ve garip pozisyonlarda görmeye alıştığı ikinci sezonun başında parçalanan ayıcığa ait göz var. Bu göz “Big brother is watching you”nun gözü olması büyük bir ihtimal. Yatağın altına düşse de pozisyonu Walter’ı izleyecek şekilde. Bu sayede Walter’ın daima izlendiğini, sadece Kartelboy’lar tarafından değil daha büyük bir güç tarafından da korunduğunu anlıyoruz.

Breaking Bad noktalar ile ayrıntıları bir araya getirip güzel bir kurgunun etrafında dolandırıyor insanı. Bu yüzden izlediğinizde iki üç bölüm art arda izlemek istiyorsunuz. Madem bu bölüme Devin Uyanışı dedik, o zaman neden böyle dediğimi de açıklamanın vakti geldi. Bahsettiğim gibi karakterlerin evrilişi ve kendi içlerinde var olan insanlara dönüşmesine artık çok küçük bir adım kalmış durumda. Kimyanın da en temelinde bulunan değişime ayak uydurmaya başlıyorlar. Sessiz bir adam olarak tanıdığımız Walter’ın artık sesi daha da gür çıkmaya başlıyor, eli titremiyor ve kendisini en kötü hissettiği anlar genellikle ikinci varlığı olan, benim pek de uyumlu görmediğim fakat basite indirgersek, “kötü yanı” bir başka kişi tarafından hafife alındığında. Walter artık içinde var olan gücün farkında bir adam haline geliyor. Sadece yalnız kaldığında değil başkaları ile birlikteyken de hissettiği bir gerginlik var. Yaptığı işten zevk almaya başladığını bile görebiliyoruz. Yine de iki şeytan iki tarafında var olmaya devam ediyor. Walter’ın değişen tarafı %60’lık bir alanı kapsıyor.

Diğer yandan daha önce de bahsettiğim, kendisini doğruluk ve gurur abidesi olarak anlatmaya çalışan Skyler’ın içinde değişen özü de görmüş oluyoruz. Daha profesyonelce yalan söylemesi, Ted ile olan ilişkisinde garip bir şekilde istikrarlı olması fakat hala bağlılık duyduğu adamın Walter olması… Skyler, yarışa katılan bir oyuncu gibi. Değişime ne kadar hızlı ayak uydurursa aralarında kaybolmama ihtimali işte o kadar yüksek. Eğer geride kalırsa ayaklarının altından çekilen taşların boşluğunda kalmaya mahkum olacak. Bu yüzden Skyler da koşuyor. Bir yandan hala Walter’a çok kızgınken bir yandan da onun hayatına dahil olmak için adımlar atıyor.

Hank, kilit karakter olmak üzere hızlı adımlarla ilerliyor. İnatçı yapısı, vakadan vazgeçmemesi ve Darwin’in gurur duyacağı “the fittest” adam olması ile takdirimi kazanıyor. Yine de ben istiyorum ki Hank hiç dokunmasın bizimkilere, onlar kumrular gibi bir barışık bir ayrı gezse de pişirsinler methlerini, bize düşmesin üzülmek. Hank’in en zorlu sınavı verdiği sahne, üçüncü sezonun karın kaslarımı gerdiğine hissettiğim, ellerimin sımsıkı kapalı kaldığı sahne oldu. Bu konuda spoiler vermeyeceğim, sadece son bölümlere kadar beklemek gerekecek. Yine de Hank’in kendisinden beklenmeyen çevikliği ve kendisinden beklenmezse olmaz kıvrak zekası ile bir bütün oluyor.

Şu anda 4. sezonu izliyor olduğum için bunu rahatça söyleyebilirim ki, eğer dikkat etmediyseniz 3. ve 4. sezonda Marie’nin gerçek bir mor manyağı olduğunu anlayacaksınız. Yatak örtüleri, kıyafetleri, aldığı çiçekler, alışveriş çantası, mutfağı… Her şeyi mor. Mora neden bu kadar takıntılı olduğunu henüz herhangi bir durum ile bağdaştırabilmiş değilim. Mutluluğun ve cinselliğin renklerinden birisi olduğunu biliyorum morun fakat Marie’ye uygun düşen konum tam olarak nedir? Bir bilgim yok, bu konuda yardımınızı istiyorum.

Garip bir şekilde evrilmeyi seçen son adam ise Jesse. Bizim bıçkın, zıpır delikanlı. Bir ileri gidiyorsa iki geri gediyor. Mehteran takımı gibi mübarek. Bir yandan duygularına çok bağlı ve aslına bakarsanız mahvolmaya çok açık bir yapısı var. Bir yandan da dünyanın en sağlam adamı gibi görünmeye çalışıyor. 25 yaşında bir adamın alabileceği tüm sorumlulukları aynı anda sırtına almaya çalıştığı ve aslına bakarsanız çelimsiz olduğu için nefreti daha da artıyor. Birden fazla konuda düşünmeye, yaptığı şeyleri sorgulamaya başlıyor. Jesse, şeytanın yanında olmaktan hem çok mutlu hem de çok üzgün bir adam. Walter ile bir türlü barışmayan yıldızlarının yanında ikisinin de birbirlerini baba oğul gibi seviyor olmaları var. Bu yüzden belki de bu kadar çok kavga ediyorlar. Bir düşünelim bakalım biz nasıl kavgalar ediyoruz ailemizle? Meth ailesinden gelen bu iki adam da bu yüzden o kadar çok sürtüşüyor ve ayrılığa düşüyorlar.

Son olarak Gale, Mike ve Gus. Üç farklı karakter, üç farklı yapı, bir ortak nokta. Üçünün de sakin görünmelerinin ardında patlayan, neredeyse kocaman bir eyaleti altına alabilecek bir volkan olmaları. Özellikle Gale’in tekinsiz tavırları beni sürekli tedirgin ediyor. Sanki bir anda koşup bıçak ya da eline ne geçiyorsa alacakmış da sokuverecekmiş bir yerlere. Gale, garip bir adam. Garip bir tekinsizlik unsuru Freud’un bahsettiği.

Daha çok karakterler üzerinden gitmiş oldum bu sezon için fakat dünyanın en mantıklı hareketi sanıyorum bu. Artık olaylar daha tahmin edilebilir bir boyuta taşınıyor. Vince’in yapmak istediği ise tamamen farklı kamera açıları ile bizi hikayeye yaklaştırmak, germek ya da uzaklaştırmak. Tek yapmamız gereken dönüşümün tamamlanmasını beklemek. Bir sabah uyandıklarında kendilerini böcek olarak bulabilecek adamları uzaktan izlemek ve değneğin ucuyla uzaktan dokunmak…

Just Break Bad / Sezon 1

09 Cuma Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

admission of guilt, ahlak kuralları, albuquerque new mexico, breaking bad, hank, jesse, kanser, kemoterapi, law enforcement entities, pan tanrı, radyoterapi, season 1, skyler, stensil, vince gilligan, walter


Hadi bana şimdi anlatırken heyecandan öleceğim, izlememek için kendimi tutamayacağım, gün içinde sahneleri gözümün önünden geçen bir dizi söyleyin dememe gerek kalmadan arkadaşımdan geldi yorum: Breaking Bad’i izlesene sen! Neden Breaking Bad’i izleyeyim dedim, sen kimyayı sevdin, o zaman Breaking Bad’i de seversin dedi. Sonra dizi gurusu arkadaşıma sordum, böyle diyollaa napayım diye? Dedi ki, “Durduğun kabahat!” Ve ben de “Ol!” dedim, torrent ol ve in bilgisayarıma.

Büyük umutlara kapılmamayı iyi öğrenmiştim film ve kitap konusunda. Söz konusu zevkler ve renkler oldu mu işler karışıyor. Ben seviyorum o sevmiyor, o seviyor ben sevmiyorum. Breaking Bad’e herkes olur verdi, ben umudumu yükselttim ve daha birinci sezondan istediğimi almış bulunuyorum. Şimdiye kadar izlediğim diziler arasında birinci sıraya lönk diye oturan bir dizi oldu Breaking Bad! Hadi birlikte “kafayı” fena halde “sıyır”alım.

Sezon 1 başlıyor, adamın teki donsuz monsuz ortalıkta geziniyor.

 Walter H. White: My name is Walter Hartwell White. I live at 308 Negra Arroyo Lane, Albuquerque, New Mexico. 87104. To all law enforcement entities, this is not an admission of guilt. I am speaking to my family now. 
[covers camera momentarily] 
Walter H. White: Skyler, you are the love of my life, I hope you know that. Walter junior, you’re my big man. There are… there are going to be some things, things that you’ll come to learn about me in the next few days. I just want you to know that, no matter how it may look, I only had you in my heart. Goodbye. 

Başrol ile tanışmış olmanın zevki içindeyim, (Açıkçası şu an bunları yazarken bile garip bir heyecan söz konusu.) Sahneler hızlıca ilerliyor. Sezonun ve dizinin ilk bölümü, oldukça hızlı ve farklı geçiyor. Diğer karakterler ile tanıştırılmaya başlıyoruz. Walter Jr., Skyler, Hank, Marie ve Jesse. Birbirinden bağımsız insanların tek bir çember içinde olduklarını anlamaya başlıyorum. Birinci sezon da başlamış oluyor. Kanser olan bir adamın hayatına dahil oluyoruz.

Yaptığı her harekette bir kanser hastasının düşünebilecekleri ve hissedebilecekleri doğrultusunda olduğunu anlıyoruz. Tüm o arada kalış, ne yapmak istediğini bilememe, gerçek ile bu kadar sert bir şekilde karşılaşma, karını ve henüz anne karnında olan bebeğini nasıl bırakacağını düşünme. Belki de Breaking Bad şimdiye kadar çok iyi bildiğimiz bir senaryo ile başlıyor, yani işin başlangıcı buraya dayanıyor fakat öyle kalmayacağı oldukça aşikar.

Şu an burada spoiler üzeri spoiler vermemek için kendimi zor tutuyorum. Yine de ayrıntılar ile birlikte bu dizinin daha da güzelleştiğini düşündüğüm için birkaç şeyden bahsetmek istiyorum. İlk olarak Walter’ın hasta olduğunu öğrendikten sonra düşündükleri, heyecan yaşamak istemesi fakat aslında bu işe başladığında çok da gönüllü olmayışı.

Hastalığını karısına söyledikten sonra “Hayatım boyunca  hiçbir kararda söz sahibi olmamış gibi hissediyorum, tüm hayatımı sadece var olanları kabul etmek üzerine yaşamışım gibi hissediyorum.” demesi ve dudaklarının titremesi.

Aile toplantısında herkes Walter hakkında bir şeyler söylerken artık dayanamayıp ıslık çalarak “Skyler, you’ve read the statistics sheet, these doctors talking about surviving, one year, two years, like it’s the only thing that matters. But what good is it to survive if I’m too sick to work, to enjoy a meal, to make love. For what time I have left, I want to live in my own house, I want to sleep in my own bed. I don’t want to choke down 40 or 50 pills every single day, and lose my hair, lie around, too tired to get up, and so nauseated that I can’t even move my head. You cleaning up after me. Me… me some um… some dead man, some artifically alive, just marking time… No. And that’s how you would remember me. That’s the worst part. So… that is my thought process, Skyler… I’m sorry, it’s just I choose not to do it. “ demesi. Hayatını tam anlamıyla sonuca varmış hissetmemesi ve aslında bu sahnede tedavi hakkını seçip seçmeme konusundaki kararsızlıklara oldukça güzel bir cevap vermesi. Bu sahnede kendimi Mar Adentro izliyor gibi hissettim.

Karısının bencillik ile sevgi arasında gidip gelen yapısı. Hayatın koşuşturmasında ve elindeki şartlar ile yaşamaya çalışması sırasında yanında olacak adamı kaybetme korkusu ile sevdiği adamı kaybetme korkusu arasında kalması. Walter’ın eve geç geldiği günlerde hiçbir şey söylemeden tüm gerginliği gözleri ile anlatabilmesi.

Walter’ın kanser olduğunu öğrendikten sonra bir sürü kitap ve araştırma okuyan Skyler’ın yatağının başucunda bulunan kitaplar ve umudun peşinden koşması ile Walter’ın tek ve kalın, kapalı ve renksiz bir kitabı ile hayattan beklentilerinin en az seviyeye geldiğini görebilmemiz.

Walter’ın bahçesinde bulunan Pan Tanrı stensilleri. Biliyoruz ki Pan oldukça dengesiz bir tanrı. Periler ile birlikte olup insanları korkutsa da halkını çok seven bir tanrı. Bana kalırsa duvardaki stensiller Walter’ın ileri bölümlerde dönüşeceği tanrıyı simgeliyor. Böyle bir tahminde bulunmak için çok erken belki de fakat oldukça mantıklı geliyor şu an bu düşünce. Ayrıca tanrıların inanıldığı sürece var olduğunu düşünürsek ve Walter’ı da Pan olarak ele alırsak kendisine inanılmaya vazgeçildiği anda Walter ölecektir fakat çevresindekiler ona inanmaya devam eder.

Ahlak kurallarının değişebilirliği konusunda yapılan konuşma. Karısı ile veli toplantısının arasında sevişmesi. “Yasak olduğu için bu kadar güzel.” demesi. Bu noktada biz de düşünüyoruz, eğer gerçekten yasak olmasaydı yasakken aldığımız tadı alır mıydık? Lisede kaçarken eğlendiğimiz zamanları düşünüyorum, bir de üniversitede devam zorunluluğu olmadığı için domuz gibi yatışımı. Arsen Lüpen’e yaşım nedeniyle giremeyişim fakat şimdi istediğim her yere girebilişim vs. Ot bok püsür denemediğim için bir yorum yapamayacağım fakat yarın bunların legal olmaması için hiçbir neden yok.

Walter’ın parayı aldıktan sonra önce sinirlenemsi ardından yüzüne yerleşen bir gülümseme. Kötü olabiliyor olmanın hazzı. Seneler boyunca toplum normlarına göre yaşamak zorunda olduğunu hisseden bir kimya hocasının break bad’i.

Tabii ki sahnelerin gerçekçiliğinden ayrıyeten bahsetmek gerek. Jesse’nin dövüldüğü sahnede ellerimi ve bacaklarımı kasmam, gülerken (çok sakız çiğnemekten de olabilri tabii ki:p) çenemin ağrıması, gerim gerim gerilmem. Tamamen ekranın boyutlarını unuttuyor Vince Gilligan.

Son olarak hayatta hiçbir şeyin rastgele olmadığını, her maddenin bir numarası olduğunu anlamaya yarayan kimya. Seni seviyoruz.

İkinci sezona başlamamak için kendimi zor tutuyorum. Aslında tutmasam iyi olacak.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...