• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: mitoloji

Sevgiyi Tanrı Yapanlar

12 Cumartesi Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

abelard, çöl, çölde çay, güneş, heloise, mitoloji, pagan tanrıları, paganizm, panteizm, paris, sevgi, tanrı


paganlar-tanri-sevgi-paganizm-panteizm

” Tanrım! Nasıl da gıpta ediyorum, sevgisi bizim gibi olmayanların mutluluğuna.”

Abelard böyle yazıyordu Heloise’e bir mektubunda. On ikinci yüzyılda yaşamış bir filozoftu Petrus Abaelardus ama asırlar sonrasına fikirleri değil, öğrencisi Heloise’la yaşadığı aşk ve o aşkın mektupları kalmıştı.

Büyük aşkları “büyük” yapan neydi… İnsanları “sevgileri kendilerininki gibi olmayanlara” gıpta ettiren şey olabilir miydi? Yani imkânsızlık…

Öyle bir imkânsızlık ki “yeni doğmuş bir kuzuyu, aç bir kurda teslim etmek”le başlayan sıradan bir “hikâyenin” Fransa tarihinin belki de en trajik aşkına dönüşmesine neden olacaktı.

İmkânsızlık aşkı büyüttüğü kadar acısını da derinleştiriyordu.

Bretanya’da 1709 yılında bir şövalyenin oğlu olarak doğan Abelard, felsefe öğrendi, eğitimini sürdürmek için gittiği Paris’te ilahiyat dersleri aldı.

Dönemin kabul gören düşüncelerini, Hıristiyan ahlakını sivri diliyle eleştirdi. Parlak zekâsı ve yenilikçi fikirleriyle, felsefe öğretmenleriyle çatışmaya girdi ve kendi methoduyla ders vermeye başladı. Güçlü hitabetiyle kısa sürede büyük ün kazandı ve gittiği her yerde öğrencilerin çevresini sardığı bir hoca oldu. Paris’teki Notre-Dame Okulu’na atandığında artık otuz altı yaşında, başarısı herkes tarafından kabul edilmiş biriydi.

O sıralar Notre-Dame Katedrali’nin rahiplerinden olan Fulbert, Abelard’a yeğeni Heloise’e özel ders vermesini teklif etti. Heloise öksüzdü ve dayısının koruması altındaydı. Fulbert, bu çok zeki ve çok güzel kızla övünüyordu. Aralarındaki pazarlığa göre bu derslerin karşılığında Abelard onların evinde oturabilecekti.

Böylelikle, eğer o beklenmedik feci olayla neticelenmese gayet klasik bir aşk öyküsü olarak kalacak, bugün hiç kimsenin bilmediği ve hiç hatırlanmayacak bir sevdanın tarihteki özel yerini alması için de ilk adım atılmış oluyordu. Abelard öyle yazmıştı: “Yeni doğmuş bir kuzuyu, aç bir kurda teslim etmek”ti bu. O, öyle görüyordu.

“Kuzu” dayanılmaz güzellikteydi ona göre. Ne dinsel yeminler ne ahlaki kurallar kâr edecek, Abelard, on beş yaşındaki Heloise’i baştan çıkaracaktı.

Bu öykünün klasik tarafıydı. Öğretmenin ve öğrencisinin aşkıydı. Mutlu sonla bitse hiç şüphesiz sıradanlaşacak, sadece onu yaşayanların yaşadıkları müddetçe hatırlayacakları güzel bir anı olarak kalacaktı. Gerçi Heloise’e çılgınca tutulan Abelard aşkının şiddetiyle tutkulu şiirler yazmaya başlamış, felsefe çalışmalarını boşlayıp bir şair olup çıkmıştı. Hatta onlardan yedi yüzyıl sonra yaşayan Fransızların büyük ozanı Lamartine, “Heloise’e ve Abelard’ın öyküsünün anlatılamayacağını, ancak şarkısının söylenebileceğini” dile getirecekti. Abelard’ın Heloise için yazdığı şarkılar Paris sokaklarını inletmişti zaten, onlar bir yandan büyük aşklarını doludizgin yaşarlarken.

Bu aşkı karasevdaya döndürmeye ise Fulbert sebep olacaktı. Aralarındaki ilişkiyi fark eden, bir rivayete göre “yatakta yakalayan” bir diğerine göre Heloise 1118’de bir erkek çocuk dünyaya getirince durumdan haberdar olan Heloise’in “dayısı” müthiş öfkelenecekti. İki aşığı birbirinden ayırdı.

“Efendim “ diyordun bana.

Kafanın içini işe yaramaz laflarla,

Lüzumsuz sayılarla doldurduğum

O saatleri hatırlıyor musun?

Ne söylediklerimi dinledin

Ne ben hissettiklerimi söyledim.

Nasıl öğrettin öğretmenine gözlerinle dersini,

Nasıl da hızlı öğrendi öğrencin, dudaklarına birleşmeyi.

Sen saflığınla, bense özgürlüğümle,

Ödedik işte o derslerin bedelini,

Benden intikam alınca dayın.

Ha… Dayın diyorsam da gerçekten dayın mı bilmem.

Ama bana öyle geliyor ki, kıskançlığı kan bağından değildi.

Elde etmek istiyordu seni”

Hakikaten de kimilerine göre Heloise’i yetiştiren Fulbert aslında onun dayısı değildi, kimilerine göreyse, dayısı olsa bile Helios’de gözü vardı. Esas neden hangisi de olsa ok yaydan çıkmıştı bir kere…

Abelard, Fulbert’i yatıştırmak için, gizli tutulmak kaydıyla, Heloise’le evleneceğini söyledi. O tarihte felsefe hocalarının evlenmesi imkânsız değilse de sıra dışı bir durumdu. Ama Heloise katiyen yanaşmıyordu buna, var gücüyle karşı koyuyordu. Sevdiği adamın omuzlarına evlilik yükünü bindirmemek ve onu çalışmalarından uzaklaştırmamak için kendisi aşkı uğruna fedakârlık yapmayı, toplumun gözünde küçük düşmeyi, yapayalnız bırakılmayı göze alıyordu. Belki de gerçekten çok derin ve ağır bir aşkla seven bütün kadınlar gibi, sevdiği erkekle evlenmeyi istemiyordu. Her daim sevgili kalmak en büyük rütbeydi.

“Metresin olmak daha çekiciydi.

Çünkü özgürlüktü.

Evlilik bağları ticari bir anlaşma gibi,

Gereksiz yere bağlıyor insanları.

“Kan” lafından nefret ediyordum,

Metresin olarak pekala da yaşar giderdim.

Köpeğe tasma takmasan da sadakati bağlar onu sana.

Bilirsin ki isteyerek kalmaktadır yanında.”

Anlaşılan o ki evliliği “zül” kabul edecek derecede çok sevmişti Abelard’ı. O, ilahi aşkına resmi sıfatlarla gölge düşürülmesini kabullenemiyordu; ne var ki Abelard’ın ısrarları karşısında çaresiz kaldı ve evlendiler.

Abelard hocalık yapmayı sürdürürken, Heloise de bir türlü öfkesini yenemeyip olan biteni herkese anlatmaya devam eden dayısının evinde kalıyordu. Karısını bu sıkıntıdan kurtarmak isteyen Abelard, onu Paris dışındaki, Arqenteull Manastırı’na götürdü. Fulbert, Abelard’ın, yeğeninin sorumluluğundan kaçtığını düşünerek iyice kinlendi ve öcünü almak için kiraladığı adamları üzerine saldırtıp onu hadım ettirdi.

Abelard, utanç içinde, yine Paris yakınlarında bulunan Saint Denis Manastırı’na sığındı. Burada inzivaya çekilerek keşiş olan Abelard, Heloise’i de Argentulil Manastırı’nda rahibe olarak kalmaya zorladı.

Heloise’in örtünmesini istemesinin nedenlerini “ ‘Aşk mülkiyetçi olmamalı diyordum’ çünkü aşkın mülkiyetini kullanıyordum. İnsan aşkı hep mülkiyetçidir. Ne yazık ki apaçık görüyorum şimdi. Belki Tanrı’nınki de böyledir. Tarih beni bir şair, bir filozof olarak değil, bir sevgili, senin sevgilin olarak hatırlayacak. Ve ben sevmeyi bilmiyorum” diye itiraf ediyordu Abelard, İngiliz yazar Ronald Duncan’ın artık biri keşiş diğeri rahibe olan iki sevgilinin yaşam öykülerinden ve birbirlerine yazdığı mektuplardan yola çıkarak oyunlaştırdığı şiir-oyun metninde.

“- Bir zamanlar… Nasıl iç burkuyor bu sözler…-

Bir zamanlar, gövdesini gövdeme kattığım birine,

Rol mü yapayım, ketum mu davranayım?

Gecenin doruklarında dörtnala koşturmuştuk bedenlerimizi,

Daha da doruklara çıkmıştık doğan güneşlerle.

Biliyorum böyle yazmasa gerek benim gibi bir rahibe.

Özür diliyorum, ama yazan rahibe değil.

Örtüldük tepeden tırnağa ama kadınız biz.

Bu örtünün altındaki de Heloise, her dişiden daha fazla dişi.

Ve aşk… Ona bir Abelard öğretisi.”

“Ben sevmeyi bilmiyorum” demekte büyük ihtimalle haklı olabilirdi, tarihe geçen aşkın kahramanı Abelard. Hadım edilmese Heloise’e hep aynı tutkuyla bağlı kalmayabileceğini tahmin ediyordu. Bir erkek için sonsuza değin sürebilecek bir aşkın sadece yenisinin yaşanması imkânsız olduğunda mümkün olabileceğini anlamıştı. Yeniden cinsel bir aşkı tatma şansı yoktu onun. Hâlbuki Heloise, hissettiği öylesine büyük bir aşkın sonrasında gerçek bir rahibe olmadan da yıllarca rahibe gibi yaşayabilirdi; sevdiği erkeğe değil kendi duygularına ihanet etmemek için. Heloise üstün bir zekâya sahipti ve bu yüzden duyarlılığı zekâsı kadar keskindi.

“Ben böyle seviyorum işte: Zarafetini, gaddarlığını, inceliğini, kabalığını, olduğun şairi, olmadığın erkeği seviyorum. Hem gövdeni hem aklını seviyorum” diyordu Heloise. Bir daha asla ”erkek” olamayacak erkeği seviyordu o. Belki de hiçbir erkeğin beceremeyeceği bir sevgiyle. “Tanrı böyle sevemiyorsa” o da “sevgisini Tanrı yapıyordu”.

“Elin… Elin değmiş bu mektuba.

Teşekkür ederim; bana yazmışsın ama…

Elbette tanıdım yazını; değişmemiş hiç.

Değişen bir şey olmadı zaten, acı bile aynı acı.

Bana gönderilmemiş ama, mektubu ben okudum

Utanmadım, kimseye de ihanet etmedim.

Suskun geçen bunca yıldan sonra, hesap verecek değildim.

Şimdi de vermeyeceğim.”

Heloise böyle yazıyordu, ayrılıklarının üzerinden yıllar geçtikten sonra Abelard’ın bir başkasına yazdığı, tesadüfen eline geçen ve birlikte geçirdikleri yaşamın öyküsünü anlatan mektubu okuduğunda.

“Bırak, sana ait her şeye, sadakatle üzüleyim.

Bahtsızlık da olsa, her şeyi bileyim.

İç çekişlerim karışırsa seninkilere,

Belki ikimizin de acısı hafifleyecektir. Ne dersin?

İçimden hiç geçmiyor ama sen istersen,

Mektubumu şöyle de bitirebilirim;

Sonsuza kadar, elveda…”

Ve soruyordu Abelard’a dine adanmış bir yaşanda mutlu olmayı nasıl öğrenebileceğini. Abelard birbirinden habersiz yaşadıkları yıllarda yeniden yazmaya ve ders vermeye başlamıştı. Ortaya, eskisinden de parlak ve büyük tartışmalar yaratan fikirler atmaya sürdürüyordu.  Paraclete (şefaatçi) adını verdiği kendi dinsel topluluğunu kurmuştu, orada hocalık yapıyordu. 1125 yılında doğum yeri olan Bretanya’da bir manastıra başrahip seçilince kurduğu tarikatı terk etti, beş yıl sonra ise Paraclete Manastırı’nı Heloise ile cemaatine bağışladı.

Dertli bir arkadaşını teselli etmek için, yıllar öncesi Heloise ile yaşadıklarını tekrar hatırlayarak bir mektup yazan Abelard, bu sıralarda kendisine komplo hazırlayan Breton keşişleri tarafından tehdit ediliyordu.

Abelard’a göre Heloise’i ayartmak onlara felaket getirmişti. Bu felaketten Tanrı bir iyilik ortaya çıkarmış ve iki sevgili de Tanrı yoluna dönmüşlerdi. Heloise’in eline bir rastlantı eseri geçen mektupta bunlar yazıyordu işte. Oysa Heloise’in acılarını “ilahi” bir merhemin sarmasıyla bile hafiflemeyecek kadar derindeydi. O yarasına şifa olarak Tanrı’dan değil Abelard’dan bekliyordu.

Bunun üzerine Abelard, Heloise’e geçmişlerini bir daha hatırlattı. Heloise kendisinden çok sevmişti. Abelard ise ona sahip olmaya çalışmıştı.

Abelard ile Heloise’in aşkı mektuplarda devam etti. Yunanca ve Latince bilen Heloise, parlak zekası ve engin bilgisiyle ünlüydü, önce Arqenteull Manastırı’nda başrahibe oldu, ileriki yaşlarında birkaç manastır kurdu.

Eşsiz bir öğretmen olan Abelard ise Paris Üniversitesi’nin kurulmasına öncü olan bilim adamları arasında yer aldı.

Abelard ve Heloise bir daha hiç bir araya gelmediler.

Görüşleri yüzünden Kilise tarafından mahkum edilen buna rağmen inancından hiç vazgeçmeyen Abelard, 1142’de altmış üç yaşındayken Papa’ya kendini bağışlatmak için Roma’ya  giderken dinlenmek için uğradığı Cluncy Manastırı’nda veda etti hayata. Heloise ise sevdiği adamdan tam yirmi iki yıl sonra ve oda altmış üç yaşındayken verdi son nefesini.

İki sevgilinin buluşmaları, öldükten sonra da çok zor oldu. Nihayet Paraclete Manastırı’nda yan yana gömüldüler. Abelard’ın arzusuydu bu. Ancak cansız bedeni kavuşmuştu yirmi iki yıl sonra gelen sevgilisine.

On dokuzuncu yüzyılda ise iki aşığın kemikleri Paris’teki Pere-Lachase Mezarlığı’nda özel yapılmış kabirlere taşındı.

Onların aşkları birbirlerine yazdıkları şiirsel mektuplarla çoktan anıtlaşmıştı.

(Alıntıdır.)

Ice Age / Buz Devri 4

01 Salı Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ali poyrazoğlu, buz devri, continental drift, dünyanın oluşumu, diego, haluk bilginer, ice age, korsanlar, manny, mitoloji, nuhun gemisi, sid, sirenler, yekta kopan, yunus peygamber


ice-age-buz-devri

Buz Devri’ni izleyip de sevmeyen olacağını zannetmiyorum. Animasyon filmler arasında benim için farklı bir yere sahip bu yüzden. En son Despicable Me’yi izleyip dört köşe olsam da Ice Age’in yeri bir başka. Çünkü Ice Age, art arda “şapşal, ahaha şapşal, şapşal” diye söyleyenerek izleyebileceğiniz bir animasyon serisi.

Peki Ice Age’i yani Buz Devri’ni bu kadar farklı ve güzel kılan nedir? Bence karakterlerin bizlere çok yakın olması en büyük etken. Her bir karakter etrafımızda kolayca bulabileceğimiz tiplerden. Yalnızca Sid, Diego ve Manny biraz daha kahraman bizden. Hatta ve hatta üç karakter aynı zamanda tek bir karakter yaratma konusunda da oldukça başarılı. Sid, daima tembellik yapmak isteyen, yedikçe yiyen, doymak bilmeyen tarafımız gibi. Bir nevi bizim idimiz. Manny, hem düşünceli hem de katı tarafımız. Göstermek istemediğimiz bir gururumuz ve bağlı olduğumuz önemli bağlar var. Manny bu yüzden egomuz. Diego ise her hali ile gururlu ve üstün olduğu, aslına bakarsanız da aslan familyasından olduğu için bile gücün sembolü oluşu ile superegomuz oluyor. İşte üç karakter bu yüzden bize bu kadar yakın geliyor. Her halimizi anlatabildikleri, her şekilde bize benzedikleri için.

ice_age_4_continental_drift-buz-devri-izle

Buz Devri’nin zamanda yaptığı göndermeleri de bilenler için Buz Devri 4 neredeyse derya gibiydi. Yunus peygamber, Nuh’un Gemisi, Sirenler gibi mitolojik ve dini göndermeler de vardı.

Korsanlar ile savaşta Karayip Korsanları aklımıza gelirken, Diego’nun aşk kıvılcımlanması bir Türk filmi bir Gülşen Bubikoğlu Tark Akan aşkını hatırlattı.

Doğa olaylarının başlangıcı ve dünyamızın şu anki haline gelişi sürecinde kahramanlarımızın başına daha neler geleceğini bilemiyoruz. Buz Devri 4 bu açıdan bir geçiş filmi gibi geldi bana. Aile sorunlarını da anlatarak, hayatın daha gerçek noktalarına parmak basmış oldu. Sid’in aile bağlılığına karşı terk edilmesi, bir anda ona bırakılan anneanne, Manny’nin ailesi ile imtihanı. Her şey aile mitinin üzerine kurulmuş durumdaydı. Manny’nin ailesi daima görmeye alıştığımız bir aile. Manny kızgın ancak kızına kıyamayan baba, annesi kızına daha yakın. Kız, biraz uçarı biraz ergen. Sid’in ailesi ise görüp de tasvip etmediğimiz ailelerden. Bir arada olmak yerine eksik ya da kendince kötü parçalardan vazgeçmeye karar vermiş olan.

Son olarak Buz Devri 4’e gülsem de hatta bazı yerlerde kahkaha da atsam Buz Devri 3 daha iyiydi diye düşünüyorum. Sid’in dinozorlara annelik etmeye çalışmasını ve belki de dinozorları sevdiğimden dolayı daha ilgi çekici ve eğlenceli bulmuştum. Filmin sonuna bakılırsa da Buz Devri 5 gelecek, bizi böyle Kestanepazarı’nın avlasunda mahzun bırakmayacak.

Ice Age – Buz Devri 4 Trailer

Aşka 12 Mil Kala(bilir)

04 Pazar Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

azıtma, aşka 12 mil kala, çıkmaz sokak sakinleri, boşaltılmış köy güncesi, Ece Ayhan, galaksi, gideğensiz, meçjul öğrenci anıtı, mitoloji, murat yazıcı, paraş tepesinden gazzeyi seyir, potkal kitap, yalnız insan takımadaları


Potkal Kitap ile yeni tanışmış birisinin ilk okuduğu kitap Murat Yazıcı’nın Aşka 12 Mil Kala!sı olursa ne hissetmesi gerektiği karışır durur içinde.

Aşka 12 Mil Kala’da Murat Yazıcı’nın hayatına davet ediliyorsunuz. Coğrafya bizim coğrafyamız, yüzler tanıdık, anlatılanlar tanıdık, anlatılış şekli tamamen Yazıcı’ya özel. İlk olarak Yalnız İnsan Takımadaları dikkatimi çekiyor. Ardından bu şiire kardeş olan Azıtma‘yı kucaklıyorum.

düşlere kapatılmış dağlarımız

kırılan dal kadar yalnızız

dönsek zamana ters izimiz

yürüsek tekiz

ne var olmaya ne de çekip gitmeye

bu duyarsız duruşlar kadar yakınız

Birbirimizden farklı noktalarda aynı yalnızlığı yaşıyoruz fakat aynı duyarsızlık ile yalnız kalmamak adına bir şey de yapmayan insanlarız özünde. Geri dönsek, hareket etsek yine bu yalnızlığa bulanacağız çünkü çevremizdekiler de yalnız. Peki şiirin adını neden Yalnız İnsan Takımadaları koymuştu şair? Yıldızlar gibi bir arada olmamıza rağmen hepimizin farklı bir hikayesi var. Mitolojide nasıl ki her adanın bir oluşum hikayesi vardır ve galaksi gala yani süt kelimesinden gelir, yıldızları ile birlikte, işte öyle hikayelerimiz var bizim de. Herkes bu kadar yalnızken yalnız olmaya devam etmemizin şiiri.

Sonra inişli çıkışlı şiir kitabı yolunda Boşaltılmış Köy Güncesi çıkıyor karşıma. Sorular ile çıkıyor karşıma şiir. Bu köy neden boşaltılmıştı? Bir rejim değişikliği mi olmuştu yoksa insanlar mı hayatı bırakıyordu? Hayat mı değişiyordu? Her şey o kadar tanıdık geliyor ki babaannemin bana anlattığı Bulgaristan’dan bir akşamda Türkiye’ye kaçışları. Tüm evlerini içinde eşyaları ile bırakmaları, ahırlarını hasat ile dolu. Sonra bomboş hissediyorum her şeyi. Bomboş bir köyde, ruh bir köyde yürüdüğümü hissediyorum. Yaşanmamışlıkların arasından geçiyorum. Şiirler en çok kentlere değil en çok köylere yakışıyor.

Bir savaşı seyrediyorum bu sefer, Paraş Tepesi’nden Gazze’yi Seyir ile. O anda farklı bir hisse kapılıyorum. Sanki Murat Yazıcı yalnızca bir şair değil. Ressam, yorumcu, eleştirmen. Bir anda hayatın acılığı diğer yönde hayatın devam edişi ve çocuk sevgisi. Bu yüzden bir çocuğa kurşun izlemez. Bir arkadaşı öldü diye çocuk orada oynamamazlık yapmaz; Gazze’de bile. Gazze’deki çocuklar mermi kovanları ile oynar belki de yine de oyunlar hep oyundur, çocuklar hep çocuk. Gökyüzü bomba dolu iken, gördüğü karartıyı balon sanmaya meyillidir çocuk, ölüm makinesi değil. Sonra Gideğensiz ile tekrar Anadolu’ya bakıyorum. Resimler çizmiş Yazıcı, kahvehanede oturan adamlar ve çalışan kadınlar ve eşekler. Bu arada “gideğen” ne demek bilmiyorum fakat hiç yadırgamadım. Hem de hiç.

Çıkmaz Sokak Sakinleri‘nde Meçhul Öğrenci Anıtı’nı görüyorum Ece Ayhan’ın. Bir başkaldırı vardır ortada, sebebi zenginler ve politikacılardır fakat yine de ezilen ve çürüyen hep halktır. Barajlar vaat edenler ile barajlardan çalanlar aynı kişilerdir, aynı düzenin aynı düzücüleridir.

Son olarak bu yeni tanıdığım şair ve şiirlerin en sevdiğim noktası parantezler içindeki yeni anlamlar. Ben o anlamlar için hep “/” kullanırım. Anlamlar hep daha fazladır, kelimeler yeni kelimelere kucak açacak kadar cömerttir. Murat Yazıcı başka şiir kitapları ile karşımıza çıkacak kadar cömert olmalıdır. =)

O Brother, Where Art Thou? Nerdesin Be Birader?

21 Pazar Eki 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

coen brother, coen kardeşler, george clooney, homer, mitoloji, o brother where art thou, Odysseia, odysseus, penelope, soggy bottom boys, ulysses


Keyifle izlenebilen fakat geri planda kalmış canım filmler vardır. Bunlardan bir tanesi de iyi ki izlemişim cnm cnm dediğim O Brother Where Art Thou? Sanıyorum günümüz İngilizcesi ile yazmama gerek yok, herkes anladı. Thy, thou ve thee bunlar benim sevdiğim sen, senin kelimelerin biricik eski İngilizce halleri. Film zaten daha isimden kazandı diyoruz.

Mitolojiden feyz almış, kendisine mitoloji yolu çizmiş ya da içinde bu mitolojiden parçalar bulunduran filmlerin kolay kolay kötü olabileceğini sanmıyorum. Ayrıca filmin yapımcısı da Coen Kardeşler. Bu Coen biraderlerin akılları zehir gibi, her şeyi kesiyor kafaları. Hal böyle olunca IMDB kriterlerine göre kötü varsayılan bir film bile tadından yenmeyecek hale geliyor. Bu arada IMDB’yi bir kıstas olarak almak ne kadar mantıklı ve doğru tam olarak bilmiyorum.

Üç farklı jenerasyonun adamı bir hapishanede buluşur ve kaçış planı hazırlarlar. Kaçalar da. Bu sırada başlarına gelen olayların tamamıdır Where Art Thou?.

o-brother-where-art-thou-neredesin-kardesim-izle

Homer’in en görkemli eseri olan Odysseia’yı temel hikaye olarak kabul eden filmde doğal olarak Kikloplar, yolculuklar ve bol bol göndermeler vardır. Neler yok ki bu hikayede, Odysseus – George Clooney ve karısı Penelope, Kiklop olarak karşımıza çıkan Big Dan, şarkıları ile erkekleri baştan çıkaran Sirenler, Odysseus’un boğulmak üzere oluşu ve bir dal parçasına tutunarak kurtuluşu, Muse’a ithaf edilen şarkılar gibi. Şimdi sanıyorum ki ilginizi biraz daha çekmeyi başardım.

Aynı zamanda anlatımlar ile de sadece mitolojiye değil din açıklamalarına da girmiş oluyoruz. Şeriften bahsederken kullanılan cümleler Şeytan’ın bahsedilişi ile birebir aynıdır: He’s white, as white as you folks, with empty eyes and a big hollow voice. He likes to travel around with a mean old hound.

Ku Klux Klan bile var. En sevdiğim topluluk. Tam pislik, tam hain. Bu filmin içinde var oğlu var. Sanıyorum son zamanlarda bu kadar çok üzerinde durmak istediğim, izleyin diye bağrış çağrış takıldığım başka bir film yoktu. Çok ciddiyim, bu filmi izleyiniz.

Filmleri daha detaylı açıklama konusunda arada kaldığım bir durum var, eğer filmi detaylarıyla yazarsam spoiler oluyor, spoiler olmayınca da yazı kısa kalıyor. Bilemiyorum. Şimdilik sadece filmden sözler vermeye başlıyorum. Fikriniz belirtirseniz süper olur. Derin incelemeler yapayım mı yoksa spoiler vermeden heyecanı yüksek mi tutayım?

“Pete: You miserable little snake! You stole from my kin! 
Ulysses Everett McGill: Who was fixin’ to betray us. 
Pete: You didn’t know that at the time. 
Ulysses Everett McGill: So I borrowed it until I did know. 
Pete: That don’t make no sense! 
Ulysses Everett McGill: Pete, it’s a fool that looks for logic in the chambers of the human heart. “

“Delmar O’Donnell: Them syreens did this to Pete. They loved him up and turned him into a horny toad. “

“Blind Seer: You seek a great fortune, you three who are now in chains. You will find a fortune, though it will not be the one you seek. But first… first you must travel a long and difficult road, a road fraught with peril. Mm-hmm. You shall see thangs, wonderful to tell. You shall see a… a cow… on the roof of a cotton house, ha. And, oh, so many startlements. I cannot tell you how long this road shall be, but fear not the obstacles in your path, for fate has vouchsafed your reward. Though the road may wind, yea, your hearts grow weary, still shall ye follow them, even unto your salvation. “

Şu an filmi yemek istiyorum! O derece!

O Brother Where Art Thou – Neredesin Birader – Trailer

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...