• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: sigmund freud

Sigmund Freud’un Modern Edebiyata Etkileri

06 Perşembe Şub 2014

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

alter ego, Clarissa Dalloway, Crime and Punishment: A Psychoanalytic Reading, dostoyevski, ego, Fitzgerald, görüntünün ortasındaki karanlık, id, kayıp nesil, lost generation, louis breger, modern edebiyat, modernizm, raskolnikov, sepitmus smith, sigmund freud, sigmund freudun edebiyata etkileri, suç ve ceza, The Love Song of J. Alfred Prufrock, the sun also rises, ts eliot, virginia woold, woolf


Sigmund Freud

Her şey edebiyatın içine psikoloji girdiğinde başladı. Gerçekçi romanlar okurken bir anda modernizm akımı ile karşı karşıya kaldı okuyucu. Okuması zordu, adeta bir demir leblebi. Öncelikle daha önce okuduğu romanlara ya da makalelere benzemiyordu; işin içinden çıkılmaz bir hali vardı. Hem dilbilgisi de çok aranmıyordu bu yazılarda. Her şey olduğu gibi, gelişigüzel denilebilecek şekilde ancak bilinçli yerleştirilmişti. Bu yüzden düşünmek gerekiyordu anlamak için.

Modernizm akımı artık yazarın değil okuyucunun devreye girdiği, düşünerek ve hatta kafa patlatarak anlamak için çaba sarf ettiği o yeni dönem oldu. Modern bir eseri okurken salt metin yetmiyordu, metin altı ya da metin üstü okumak gerekiyordu. Satır aralarını inceleyerek neler neler çıkarılabilmezdi ki? Çıkarıldı da zaten.

Modern edebiyat akımı ile birlikte İngiliz, Amerikan ve diğer ülke edebiyatlarında müthiş bir değişim gözlemlendi. Aşina olunan konular yerine (aşk, ayrılık, ölüm) daha dikkat çekici, okurken daha zorlayıcı konulara (zihin akışı, erkeklik ve kadınlık, varoluş) geçildi. Bu geçişte bayrağı eline alarak edebiyata neredeyse yön veren adam ise Sigmund Freud’tu.

Freud, psikanaliz dünyasına girdiğinde taşlar yerine oturmaya başladı. O tezlerini sundukça yazarlar ondan etkilendi, bu yepyeni tarz yazarlara ilham verdi. Çünkü şimdiye kadar hiç kimse insanı bu kadar çok tanımaya yaklaşmamıştı.

Görüntünün Ortasındaki Karanlık kitabını okuduğunuzda Sigmund Freud hakkında edinmeniz gereken bilgiden çok daha fazlasına ulaşırsınız ve kitabın sonunda onu sevip sevmemek arasında gidip gelirsiniz. Şu anda karşılaşsak zorba diyebileceğimiz bu adamın açtığı çağ ise karakterinden tamamen ayrı olarak meşale tutan seviyede oldu. 1910’lardan sonra önü kesilemeyecek bir modernizm akımı içinde eserlerini ortaya çıkaran ve edebiyatı da aynı şekilde besleyen kişi de yine kendisiydi.

Peki neler değişmişti?

Gelişen ve büyüyen teknoloji ve bilgi çağı ile birlikte psikoloji de büyük bir gelişme kaydetmişti. O zamana kadar okunan romanlar artık değişim içerisine girmişti. Belki de ilk bakışta karakter aynıydı, diğer karakterlerden hiçbir farkı yoktu ancak kitapları okuyan kişilerin algısı tamamen değişmişti. Artık okur, bir karakterin hareketlerini ya da zihinsel akışını kontrol ederek daha detaylı bilgi alabiliyor, karakterin derinlerine inebiliyordu. Psikolojinin önderlerinden William James’in “Benlikteki Değişimler” teorisini Sigmund Freud alıp “Bilinç ve bilinçaltı” haline getirdikten sonra her karakter analiz edilebilir hale geldi. Daha doğrusu psikolojinin de içine girdiği upuzun analizlerin yapılmasına yol açtı. Freud bilinç ve bilinçaltına dair ayrıntılı çalışmalar yaptıktan sonra üç önemli etkeni de keşfetti. Bunlar insan bilincinde yer alan ve insana insan olma özelliklerini sunan etkenlerdi. Birincisi daima yabanıl halde kalacak olan “id” yani alt bilinç, günlük yaşantı ihtiyaçlarının da içinde olduğu “ego” yani benlik ve son olarak işin içine etik, sosyal ahlak vb. konuların girdiği “süper ego” yani üst benlik. Karakterlerin benliklerine girdiğiniz, alt bilinçlerinde dolaşıp farklı tahlillerde bulunabildiğiniz bu insana ait parçalar sayesinde edebiyat yüzlerce adım ileri gitmiş oldu.

Freud’un sunduğu bu teori ile birlikte özellikle İngiliz ve Amerikan edebiyatında yeni bir yapılanma gerçekleşti. Bilimin, psikolojinin ve edebiyatın buluştuğu noktadan yepyeni bir tarz doğdu. Modernist döneme kadar genel olarak anlatımları, üslupları ve konuları ile kafayı bozan yazarlar, Freud’un ardından karakterlere daldı. O zamana kadar karakter derinliğine dair ayrıntılı eklemek zorunda olmayan yazarlar, psikolojinin de öngörülerini yanına alarak yeni bir akıma önayak oldu.

Modern döneme ayak uydurarak geçmişe sünger çeken ilk yazarlardan bir tanesi T.S. Eliot’tı. “The Love Song of J. Alfred Prufrock” –ki bu şiiri Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Şiir Akımları dersinde de görmek mümkündür- bir adamın düşüncelerini, sevdiği kişiyi ya da korkularını anlatır.

Eliot’ın ortaya sunduğu fikir Freud’un bilinç akışı ile aynı yönde hareket etmektedir. İnsan düşünceleri hiçbir zaman düz bir çizgide hareket etmez.  Daima bir akış, bir devinim, geri dönüş ve de duruluş söz konusudur. Freud kendi teorilerinde insan bilincinin daima açık olduğunu, geçmişten pek çok anı ya da noktanın çağrılabileceğini, üzerinde durulursa var olan her şeyin geçmişteki yansımasının görülebileceğini belirtir.

Eliot gibi modernizm akımında kendini kaptıran bir diğer yazar Virginia Woolf’tur. Bilinç hareketlerine vurgu yaparak kendi romanlarını şekillendiren bu değerli yazar, Freud’un psikolojik ve psikanalitik çıkarımlarından yola çıkarak kendi rahatsızlığını çözmeye, bu sorunu karakterleri yardımı ile atmaya çalışır. 1922 yılında Virginia Mrs. Dalloway’i yazmaya başlar. Clarissa Dalloway’in tek bir gün içinde yaşadıklarını anlatan kitapta Woolf konuyu ne kahramanlaştırmaya ne de dramatize etmeye çalışır.

Kitapta Dalloway’in fikirlerini, düşüncelerini ve kendisi ile gerçekleştirdiği monoloğu görürsünüz. Bir parti için hazırlık yapan Dalloway’in kendi ile monoloğunun yanı sıra bilinçaltına dair de özel ayrıntılar bulursunuz. Sepitmus Smith’in intihar ettiğini duyduktan sonra yükselen ses sizi Freud’un hem bilinç akışı konusuna hem de bilinçaltı konusuna iter. Dalloway yalnızca kendisi nasıl bir hayat yaşadığını düşünmez, aynı zamanda kim olduğunuza dair bazen düşündüğünüz anları paylaşmış olur.

İnsan karakterine ve yapısına dair ayrıntılı bilgiye ulaşmak için fikirleri araştıran, insan davranışlarının hangi noktadan çıktığını gözlemleyen Freud; Eliot, Lawrence ve Woolf’un yanı sıra aynı dönemde adından söz ettiren ve ekolün temsilcilerinden olan Fitzgerald ve Hemingway’e de yol göstermiştir.

great-gatsby-muhtesem-gatsby-izle

Kayıp Nesil’in ortaya çıkardığı Atlantis buradadır aslında. Freud’un teorilerini kendi kitaplarına ekleyerek insanın kaybetmek istediği ancak bir türlü uzaklaşamadığı bilinç altına, bunun yanı sıra zihin akışına inerler. The Sun Also Rises ve The Great Gatsby romanları ile karakterlerin geçmişine geri dönüş yapmalarının yanı sıra toplum tarafından verilen rollerin üzerinden geçerler. Freud’un pek çok eleştirmen tarafından seksist görülen kadınların “eksiği” teoremi, The Sun Also Rises’da da dikkat çeker.

Freud’un edebiyata getirdiği yalnızca yazarların nasiplendiği sistemler değildir. Aynı zamanda edebiyatı eleştirme konusunda da Freud farklı bir ekol yaratır. Freud’u bilerek okumaya başladığınızda her şey bir düğüm gibi çözülür. Daha ilk romanlardan, belki de mitlerden yola çıktığınızda Freud’un teorileri ile karşılaşırsınız. Oedipal kompleks ve Elektra kompleksi, doğa ve medeniyet çatışması, kadın ve erkek rolleri ve daha fazlası… Pek çok edebi eser Freud’un teorileri ile olgunlaşır ve anlaşılır hale gelir.

Örneğin Suç ve Ceza’yı okuduğunuzda ve Freud ışığında değerlendirdiğinizde Raskolnikov’un kendi içgüdülerine gem vuramadığını, öldürme isteğinin su yüzüne çıktığını ve bu nedenle fırsat kollayan “id”in yani alt bilincin neler yapabileceğini görür. Freud tam da bundan bahsetmiştir. Uygun koşullar sağlandığında insan bilincinin arka taraflarında, o köhne yerlerde kalmış olan alt bilinç baş verecektir ve beklenenden çok daha fazlasını ortaya koyabilecektir. Hayvansı dürtülerin oluşturduğu alt bilincin en önemli parçası varlığın bilincinde olmadan yalnızca hayvansı (ve dolayısı ile aslında insansı) içgüdülerin doyurulmasıdır. Bu açıdan Raskolnikov önüne çıkan sorunları yok etmek için ya öldürecektir, ya öldürecektir. Bilinç altında korkuya neredeyse yer yoktur. Orası doğmak, yaşamak, çiftleşmek ve öldürmek üzerinedir.

İlk insanların nasıl bu kadar avcılık ve toplayıcılık yaparak yaşadıklarına bakarsanız Freud’un bilinç altı yani id dediği bilince ulaşırsınız. Orada yalnızca yaşamın sürerliliği önemlidir.

Eğer Suç ve Ceza’nın psikanalitik incelemesini okumak isterseniz Görüntünün Ortasındaki Karanlık’ın yazarı Louis Breger’den “Crime and Punishment: A Psychoanalytic Reading”i okuyabilirsiniz.

İçimizdeki Şeytan / Bu Sefer Başka

04 Pazartesi Şub 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

anne oğul ilişkisi, aşk hikayesi, aşk romanı, can yayınları, içimizdeki şeytan, marthe, raymond radiguet, sabahattin ali, sigmund freud, şehvet


raymond-radiguet-icimizdeki-seytanSabahattin Ali’den sonra Raymond Radiguet’nin İçimizdeki Şeytan’ı bana biraz yavan geldi. Can Yayınları’ndan okuma fırsatı bulduğum ve 19 yaşında bir yazarın yazdığı kitap nereden baksanız meh.

İlk olarak kahramanımızın küçük bir çocuk oluşu dikkatimizi çekiyor. 1. Dünya Savaşı sırasında Fransa’da kendisinden büyük bir kız ile aşk yaşamaya başlıyor. O anda kendi ergenliğimize dönüyor, yaşamaya çalıştığımız aşkları nasıl yaşadığımızı hatırlıyoruz. En az onun kadar problemli ve sorunlu. Herkes bizi sevsin ama biz istediğimizi yapalım, sorumluluk kabul etmeyelim ama en büyük sorumlu biz olalım gibi. Bu yüzden küçük bir anlatıcının bize söyledikleri canımızı skıyor. Ergenliğe dönmüş oluyoruz, çoğumuzun istemediği o atarlı giderli zamanlara.

Ardından hikayenin kurgulanışı ile klasik bir aşk romanı okuduğumuzu anlıyoruz. Burada taraflardan bir tanesinin küçük olmasına gerek yok. Hikaye şehvetin ve aşkın bir araya geldiği topraklarda geçiyor. Hikayemizin dramatize kısmını seven genç kız oluşturuyor. İçimizdeki Şeytan’ın alınıp sevilesi tarafları olmasına rağmen bütüncül olarak bakıldığında geri planda kalıyor.

Bir annenin oğlunu evlendirmek isteyişi ancak daima gelini beğenmeyişi, işlediğimiz suçların aslında gerçekten su yüzeyine çıkmasını isteyişimiz gibi nokta atışlarının yanı sıra basit roman örgüsü ve beklenen son ile bitirmesi bize çantada keklik hissi veriyor. Şu anda kitabın yeni basımları yapılıyor mu bilmiyorum ancak arkakapakta abartılarak anlatılan genç dahi Raymond Radiguet’yi ya çok yanlış çevirdiler ya da o çok yanlış geldi.

A Streetcar Named Desire

13 Perşembe Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

a streetcar named desire, blanc duboi, ego, freud, id, ii. dünya savaşı, marlon brando, mississippi, mitch, new orleans, polak, sigmund freud, stanley kowalski, stella kowalski, streetcar named desire, superego


a streetcar named desire marlon brando

New Orleans’ın bozulmuş yapısında, II. Dünya Savaşı’ndan sonra geçen bir oyun A Streetcar Named Desire. Oyun neredeyse her sahnesi ile farklı bir noktayı vurguluyor, sembolize ediyor ya da eleştiriyor. Bu tiyatro eserinin sinema uyarlamasında o zamanlar gencecik ve taş gibi olan abimiz Marlon Brando’yu görmek de mümkün.

Blance DuBoi nevrotik bir karakterdir. Hayatı boyunca en büyük korkusu yaşlanmak ve erkeklerin onu beğenmemesi olmuştur. Missisipi’deki kardeşini ziyaret ettiği sürece onu ve çevresinde olup bitenleri görürüz. Hayal dünyasında yaşamaktadır aynı zamanda. Duygularını kontrol edemez, alkol bağımlısıdır. Daha önce bir öğrencisi ile ilişkisi olduğu ortaya çıkınca hayatının geri kalanını erkeklerin gölgesinin altında kalmayı tercih etmiştir. Missisipi’nin tozlu ve erkek kokan sokaklarında hayatının en büyük kazığını kız kardeşinin eşinden yiyecektir. Blance, izlediğinizde sempati duyduğunuz fakat garip bir şekilde sevip sevmemek arasında kaldığınız bir karakter. İsminin Fransızca’daki anlamı olan beyaz ile oldukça ilişkili bir yaşantısı vardır.

a-streetcar-named-desire-marlon-brando-izle

Stella Kowalski, erkeklere karşı zayıf bir karakterdir. Ablasının tam olarak savunucusu bile olamaz. Bir mağara adamı tarafından neredeyse alıkoyulmaktadır. Kocası olan Stanley ile hem insanı hem de hayvansal bir ilişkileri vardır. Birbirlerine bağırarak ve dövüşerek hareket ederler fakat içgüdüleri birbirilerini bırakmalarına izin vermez. Hamiledir fakat onun için görebileceğimiz, bakabileceğimiz tek fal şanssız bir çocuktur.

Stanley, tiksinmek isteyeceğiniz bir karakter. Kendisi Polak fakat Polak olduğu söylendiğinde kabul etmeyen bir adam. Amerikalı olduğunu düşünüyor ve aslına bakarsanız Amerika’nn ideali olan bul ve yok et psikolojisine oldukça uygun bir karakter. Hayvani bir yanı var genel olarak, iri yarı bir adam olduğu için Stella’yı tek parmağı ile hareket ettirebiliyor. Arkadaşlarına karşı yüksek oranda sadık bir karakter.

Mitch, Blanc’ın hayatında umut ışığı gibi görünse de aslında kör bir ışık haline gelecek hatta onun hazin sonuna neden olacak adamdır. Pasif bir kişidir, gerçekleri görmekte gecikse de son kararı mantığı iel verir.

Şimdi birazcık hikayeyi anlatalım, Blanc ile Stella soylu bir aileden gelmektedirler ancak Stella, Stanley ile yaşamak üzere Mississippi’ye kaçmıştır. Stanley’in çocuğunu taşımaktadır ve ablasının geleceğini öğrenir. Yavaş yavaş her şeyi hazırlar, Blanc kırmızı bir araba ile kardeşinin yaşadığı yere gelir. Arabanın isminde geçen -desire- Blanc’ın bir önceki hayatını ve süregelecek olanı müjdelemektir. Blanc temizlik takıntılı bir kadındır. Çok sıcak sular ile sürekli duş alır, kardeşine Stanley’den ayrılması için baskı yapar, Stella ise bu durum karşısında keskin bir tavır sergiler. Stanley’den vazgeçmeyecektir. Blanc’ın en çok ısrar ettiği ve takıntılı olduğu konu ise ışıkların tamamen açık olmamasıdır. Blanc’ın olduğu noktalarda ışık daima az olacaktır. Bu sayede Blanc hem günahlarını hem de yaşını kapatabileceğini düşünmektedir. Kimseyle sabah görüşmez, yüzündeki çizgilerin görülmesini istemez. Bir gün Stanely’i her zamanki gibi azarlarken Stanley ona tecavüz eder. Bu psikoloji ile yaşayamayacağını bile Blanc bu olay ardından akıl hastanesine kapatıldığında ölür.

Hayal dünyasında yaşamayı kabul etmiş olan Blanc, gerçekleri tamamen reddediyordur. Kendisini zayıflığından, aşktan, fakirlikten korumak için bu dünyaya sığınmak zorundadır. Dünyayı görmek istediği şekilde görür, alkol bağımlısı olduğunu tıpkı Stanley’nin kaba bir insan olduğunu reddettiği gibi reddeder. En büyük suçun acımasızlık olduğunu söyler ve bunun uzmanının oyun boyunca Stanley olduğunu görürüz. Çünkü Blanc yaşlı bir kadın olsa da oldukça naiftir, hayatın ondan aldıkları ve onu zorladığı kadarıyla yaşamaktadır ve bir de insanların onu üzmesini istemez.

İlkel ile medeni arasındaki farkı da görmüş oluruz oyunda. Stanley’nin arkadaşlarının yanına gitmeden önce eline alıp karısına attığı et parçası mağara devirlerindeki toplayıcı ve avcı erkekten farksız olduğunu gösterir. Daha cannibal bir adamdır çünkü. Freud’un teorisine göre Stanley id, Stella ego, Blanc süperegodur.

Oyunda seks ile ölüm arasında da bir bağ kurulmuştur. Blanc’ın içinde “sex” geçen taksisi aslında onu ölüme getirir. Aynı zamanda Stanley’nin tecavüzü de bunun en önemli nedenidir. Kadınlar bu erkek dolu, tamamen erkeklere ait dünyada yalnızlardır ve kurbanlardır. Stella garip bir adamla evlidir ve çocuğu bu kaba adamın evinde doğacaktır. Aynı şekilde Blanc da toplumun ve erkek egemenliğinin kurbanı olacaktır. Kadınların tek imkanları evlenip erkeklerinin istediği kadınlar olmaya çalışmaktır. Başka hiçbir şey yapamazlar.

A Streetcar Named Desire insanın tüylerini şöyle bir hareketlendiren türden. Stanley’nin tüm o içgüdülerini içinizde hissettiğiniz ve korktuğunuz bir oyun.

A Streetcar Named Desire Trailer

“Nietzsche Ağladığında” Ben Karıştım

22 Çarşamba Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ayrıntı yayınları, öznur doğan, breuer, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, nietzsche, nietzsche ağladığında, oznurdogan.com, sigmund freud, when nietzsche wept


Nietzsche Ağladığında’ya başlamak için uzun zaman beklemiştim. Bir türlü kitabı okuma sırası bana gelmiyor. Kitap benim olmayınca “Hadi verin.” de diyemiyordum tabii. Hal böyle olunca bir arzu bir fetiş ürününe döndü dönecekti kitap bende. Tam da o sıralar elime geçti ve ben okumaya başladım.

Tamamen hayal ürünü olmaması, bazı gerçeklere dayanması ile birlikte hem gerçekten çok sürükleyici hem de kurgu olan kısımları ile oldukça birbirine bağlıydı. Yani gerçek hayatta arkadaş olan Sigmund Freud ve Dr. Breuer’in en sadık hastası Nietzsche’ydi ve onlar birlikte birbirlerini inceliyorlardı.

Kitab boyunca Nietzsche’ye bir sempati duyuyordum, bir sinirleniyordum. Bazen onu haklı buluyor, aşk ve hayat için söylediği her şeye katılıyor, hak veriyordum. Bazen de “Ne alakası var.” dediğim bir hale bürünüyor, sanki onlarla birlikte oturuyormuşum da fikrimi sormuşlar gibi hissediyorum.

İşler sarpa sarmaya başladı kitabın sonuna doğru. Aklım bunun bir kurgu oluşunu kabul etmiyordu, içim içime sığmıyordu. Bir kadının bir adamın hayatına etkisini görebiliyordum, olaya müdahele etmek istiyordum. Yalom’a selam ediyordum, bazen de küfrediyordum çünkü beni böylesine inandırmaya hakkı yoktu.

Ayrıntı yayınlarından çıkıp da saçma olan bir kitaba rastlamadım şimdi. Yalom’un da saçma kitabına rastlamadım zaten. Mesela Nietzche Ağladığında’yı beğenenler Aşkın Celladı’nı okuduklarında da beğeneceklerdir ondan.

Aklımı karıştırıp beni yaşadığım ve bildiklerime yabancılaştıran her romanı, her hikayeyi daha doğrusu her yazıyı ve görseli onurlandırmak geri kalmak istemiyorum.

Nietzsche Ağladığında popülarizmin etkisi altına girmeden -ucun biraz giriyor bazen ama- kendi ağırlığı ile kitaplıklarda duruyor. Ben kitabı o kadar çok sahiplenmişim ki, benim olmayan o kitap için “Kitabım nerede? Kim aldı bu kitaplıktan ya? Bir kere de aldıklarını yerine koysunlar. Birine mi verdim acaba? Keşke kaydetseydim kime verdiğimi. Kime verdim ben bunu ya?” diye dolandım ortada. Fakat sonra hatırladım.

Kitap benim değildi.

Görüntünün Ortasındaki Freud

15 Çarşamba Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, görüntünün ortasındaki karanlık, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, louis breger, maroia, oznurdogan.com, sigmund freud, yapı kredi yayınları


Ölümünün üzerinden seneler geçmesine rağmen adı en çok anılan tarihi kişilerden birisi : Sigmund Freud.

Freud aşağı, Freud yukarı. Her yerde Freud, her evde Freud. Rüyalarımızda Freud, benliğimizde Freud.

Postmodern konuşmaların olmazsa olmazıdır Freud. Hakkında bu kadar çok konuştuğumuz bir adamı ne kadar tanıyoruz acaba? İşte bu soruya yanıt Louis Breger’den geliyor ve küçük Sigmund’dan doktor Freud’a kadar olan her şeyi anlatıyor. Nasıl bir aileye doğduğu, savaş dönemlerinde neler yaşadığı, nasıl öldüğünü de her şeyi de öğretiyor bize.

O keskin bakışlarını ortaya çıkarana kadar kimleri örnek aldığını, hangi arkadaşlarından vazgeçtiğini, bazen değil çoğunluklu mızmız ve “kompleksli” bir adam olduğunu da görüyoruz Freud’un.

Yaptıkları ile idealize edilen insanların gerçek hayatlarına tuttuğumuz ışıkla onların aslında ne kadar farklı olduğunu anlıyoruz. Hani o sanatçıları kendimizden çok farklı düşünmek fakat bazılarının bizden daha acayip huyları olduğunu öğrenmek gibi.

Görüntünün Ortasındaki Karanlık’ı okurken hem Freud’un tüm tezlerini, antitezlerini, arkadaşlarının öne sürdüğü tüm yöntemleri öğrenmiş en azından kulağıma küpe edinmiş oldum da bir de üzerine Freud’u tanıdım en ince ayrıntılarıyla. Bazen çok kızdım ona, bazen yakın buldum, genel itibari ile beni hayal kırıklığına uğratsa da özel hayatı ve davranışları ile arkadaşlarını bilmek bile ilaç gibi geldi.

Louis Breger’in üslubunu değerlendirme aşamasında ise ortalama bir çizgi çiziyorum kendisine.  Taraflı davrandığı bölümleri – ki ben de aynı görüşteydim okurken – profesyonelce bulmadım. Bir bilim adamını ele alırken kendisi de bir bilim işinin içindeymiş gibi davranmasını beklerdim. Yine de Breger ile iyi anlaşacağımız kesin. Bol bol sohbet ve dedikodu.

İçimizdeki Şeytan’da Darwin ve Freud

12 Pazar Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

öznur doğan, charles darwin, içimizdeki şeytan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, naturalism, oznurdogan.com, sabahattin ali, sigmund freud, yapı kredi yayınları


Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan romanını bitirdiğim gibi kendimi sorgu lambasının altına alınmış gibi hissettim.

Nasıl ki naturalizmin amacı insanı anlatmak ve ona dair her şeyi açığa çıkarmak; hem de en ufak noktasına kadar, İçimizdeki Şeytan’da içimizdeki gerçek şeytana şöyle bir derinlemesine bakıyor.

Romanı okurken ilk olarak aklıma Charles Darwin’in arkasında durduğu Naturalism ve ilkelerinden birisi olan “hayvansı yön” – animalistic side geldi. Bu hayvansı yön daha doğrusu en dipteki Freud’un da id olarak söylediği temel kişiye dayanıyor. Daha önce Theodore Dreisser’ın Sister Carrie adlı romanında denk gelmiştim böylesine dipli başlı zihin analizlerini ve ahlak üzerine yazıları.

Sister Carrie’de sevdiği kadınla yeni bir hayata başlamak için çalıştığı şirketin parasını çalan George Hurstwood ile farklı amaçlarla da olsa İçimizdeki Şeytan’daki veznedar ve Ömer neredeyse aynı ahlak kriterlerinden geçip karar veriyorlar. Dreisser romanında paranın çalınma sahnesini anlatırken Hurstwood’un içten gelen bir dürtü ile bunu yaptığını söylüyordu.

İçimizdeki Şeytan’da da herkesin içinde aslında bahsetmek istemediği, kimseyle paylaşmadığı ya da paylaştığı halde anlaşılamayan bir şey “animal side” ya da “id” var. Ve bunların doğrultusunda hareket eden insanoğlunun durumu anlatılıyor.

Ömer’in şeytan olarak adlandırdığı bu olgu bize yaptığımız ve yapmak istediğimiz her şeyin doğal ve doğru olduğunu anlatmaya çalışıyor. Aslında insan doğası gereği sahip olduğu şeytanla yaşamaya devam ediyor sürekli.

Eğer onu bastırmayı başarabiliyorsa topluma uyumlu bir halde de hayatını devam ettiriyor.

İçimizdeki Şeytan bittiğinde sağ tarafımda Darwin sol tarafımda Freud vardı. Önce Darwin’e teşekkür ettim sonra Freud’a ve kitabı yavaşça kapattım.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...