• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Author Archives: Öznur Doğan

Madde mi Ağır Yoksa Mana mı?

08 Salı Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

arap sado, ağır roman, burak sergen, Ferhan Şensoy, hasan kaçan, küçük iskender, müjde ar, metin kaçan, mustafa uğurlu, okan bayülgen, savaş dinçel, zafer algör


Agir_roman+ Abi Metin Kaçan intihar etmiş?

– Olum olmamıştır öyle bir şey yalan haberdir.

+ Yok abi, …. Hoca’dan mail geldi, intihar etmiş. Yeni film çekicekti abi ya! İntihar etmiş.

– Etmemiştir…. (Sessizlik)

Bugün bu konuşma sayesinde Metin Kaçan’ın intihar ettiğine dair bilgiyi aldım yemeğimi yiyip huzurla evime gitmeyi düşünürken. Önce bir düşündüm Metin Kaçan kimdi diye. Aklımın arkalarına itmişim varlığını, uzun zamandır o yabancı film senin bu dizi benim derken unutmuşum. Unutmak normal, unutmak insanlara özgü. Metin Kaçan’ı unutmuşum da Ağır Roman’ı unutmuş değilim ki. Son zamanlarda pek çok profilde gördüğüm “Güzelleş be oğlum, şimdilik ölümüne kadar hayattasın.” yazısına bakıp dün akşam, “Eaah!” demiştim. Haklıymışım. Çok görmek unutmamak olsa da sıradanlaştırıyormuş.

Kötü bir haberi en iyi nasıl alabilirsiniz? Kim verebilir o haberi size? Metin Kaçan’ın akrabası olmadığım sürece beni yıkamaz belki de intihar haberi ancak şu anda bir yerde birileri o intiharın acısını yaşıyor.

Biz yine de bilmeyelim hadi Metin Kaçan’ı çok. Hatırlamayalım mesela benim gibi tek seferde. Kim “Ağır Roman” dese akla tek ağır roman gelir. O da Ağır Roman’ı anlatmaya yeter. Şimdiye kadar Ağır Roman sevmeyen kaç kişi gördünüz? Ben görmedim. İzlemeyen gördüm ama sevmeyen görmedim. Ağır Roman’ı neden şimdi yazıyorum? E vakti geldi de ondan.

Biz kez de benle birlikte hatırlayın Ağır Roman’ı ilk defa izleyişinizi çünkü biliyorum tek seferle bitmez Ağır Roman. Şarkıları gecenin bir vakti dinlenir, sahneler Ferhan Şensoy filmleri gibi ezberlenir. Arkadaşlar arasında parola haline gelir, cümleler tamamlanır hatta sevgililer arasında da gidip gelen birkaç cümleyi ağırlar.

Türk sinema tarihinde bir parmağın parmaklarını geçmeyecek sağlamlıkta olan filmlerden bir tanesidir Ağır Roman. Kitabından uyarlanırken kayba neredeyse uğramayan güzide filmlerden. Afişe baktığımızda Okan Bayülgen, Müjde Ar ve Mustafa Uğurlu. Ve afişte olmasa da filmi film yapanlar: Burak Sergen, Savaş Dinçel, Küçük İskender, Serra Yılmaz, Zafer Algöz.

Boşuna demedim, sözleri ezberlenir ve tamamlanır diye. Erkek arkadaşım askerdeyken ona ilk yolladığımda kitapta (Kuyucaklı Yusuf) Ağır Roman sözleri vardı önsözde. “Madde mi ağır, mana mı?” yazmıştım ilk sayfaya. Ve sayfa aralarına diğer Ağır Roman sözlerini. Hem Ağır Roman’ı hatırlayacaktı, hem İstanbul’u, hem beni hem de arkadaşlarını. İçtiği birayı, sevdiği beni hatırlayacaktı.

Neden Ağır Roman’dı? Neden ağırdı? Ağır Roman hayatın özüydü, gerçeğiydi. İnsanın ilk haliydi. Duygularını sonuna kadar yaşıyordu bu yüzden.  Ağır Roman erkeklerin görmek istediği aynadaki gerçeklikti, kadınların ise olmak istediği gerçeklik. Öylesine çıplak ve öylesine beklenilmeyen.

Şimdi Metin Kaçan’ın haberi ile bir sürü insan Ağır Roman ile tanışacak, bir sürü kişi tekrar hatırlayacak ve bir sürü kişi de tekrar izleyecek. Kolera Mahallesi’ne hoş geldiniz.

“Savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye, zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın, nüksederken raksına mahallenin maşallahı, eyvallahı, güzelleş be oğlum şimdilik ölümüne kadar hayattasın. Şimdilik, ölümüne kadar hayattasın…”

“Manitalar gece güzelleşir.”

Güzelleşelim.

(Filmi indirmeden izlemek isteyenler: http://bit.ly/VbcbsJ

Torrent için: http://bit.ly/U1RvBb

“O” şarkı için http://bit.ly/VbdffZ)

Finals!

07 Pazartesi Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Seyahat, mekanlar, hatıralar

≈ Yorum bırakın

Etiketler

4. sınıf finaller, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, finaller, isteksizlik, okul, sıçtın mavisi, sınav dönemi, sınavlar, the color purple, their eyes were watching god


amerikan kulturu ve edebiyati

Arkadan üzgün üzgün bakan Poe ile birlikte ben de üzgünüm bu sıralar. Final dönemi geldi çattı. Sanki hiç gelmeyecekmiş gibiydi. Uzaktı. İşe gidiyorduk her gün. Ne gerek vardı ders çalışmaya. Okul yerine iş yeri vardı ya zaten. Sonra bir baktık 1 hafta kalmış. Bir baktık ki gelmiş, kapımızın önünde oturuyor. Sınav bu? Ne yaparsın. Yapamıyorsun hiçbir şey. Hem de gerçek anlamda yapamıyorsun. Bir şey yazayım desen olmaz, ders çalışayım demen saçma. Dizi izlesen eh, kitap bitirsen meh. Her şey garip derece tatlı ama bir o kadar da tatsız.

Her sınav dönemi kendimi 4 senedir PMS’ten çıkamayan kadın gibi buluyorum. Balon balığı gibi şişiyorum. Tontonlaşıyorum, huysuzlaşıyorum. Hele bir de yoğun ve yorucu bir döneme denk geliyorsa bu sınavlar iyice aksileşiyorum.

balon baligiBeni kitleyin bir yerlere rica ediyorum. Sınavlar geçince de çıkarın. Ya da çıkarmayın, iyiyim ben öyle.

 

The Beach / Ölüm Gibi Gerçek

03 Perşembe Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ütopya, danny boyle, defamiliarization, distopya, ewan mcgroger, jeux d enfants, kumsal, leonardo di caprio, richard, sürreal, tayland, the beach, tilda swinton, trainspotting


The Beach Poster kumsal

Hadi bana bir insan Danny Boyle’u sevmeyebilir mi açıklayın? Zannediyorum ki ben neden sevilemez kısmına dair herhangi bir şey bulamayacağım. Danny Boyle sevilir, öpülür ve hatta beslenir çünkü çektiği her film ile farklı bir konsepti işler ancak  her şey ölüm kadar gerçektir. Sürreal gelen hiçbir şey yoktur, her şey muhtemelin çizgileri içindedir. Sahnenin içinde, odanın bir köşesinde kendinizi senaryoyu izlerken bulursunuz. Bu yüzden Danny Boyle belki de hem sizi tamamen içine alacak bir romance yaratır hem de yaşadığnız hayatın üzerine düşündürmesi nedeni ile defamiliarization etkisi yaratır. Şimdiye kadar sanırım blogta hiç Danny Boyle filmine yer vermedim. Bunun The Beach yerine Trainspotting olmasını isterdim ancak son 2 senede izlenen filmler klasöründe gidip geldiğim için ondan öncesini yazmaya henüz başlamadım. İzlenmeyi bekleyen 24 film var şu anda. Bu filmler izlenecek ve yazılacak. İzlenip de henüz yazılmamış olanları ise saymaya gücüm yetmiyor. Üzülüyorum.

Gelelim The Beach’e. Gencerek Leonardo Di Caprio / Richard Tayland’a gitmeye karar verir. Yaşayacağı maceradan habersiz Tayland’ın keşmekeşinde kendini kaybeder. Kaldığı otelde yan odasında yaşayan adam ile garip konuşmalar içerisine girer ve ütopya gibi yepisyeni bir kumsalın haritası eline geçer. Her şey bu harita ile başlar. Yola çıkmak ile çıkmamak arasında kalır önce Richard ardından yanına yeni arkadaşlarını da alır ve akla hayale gelmeyecek o güzel topraklara doğru yüzmeye başlarlar.

Jeux D’enfants’dan sevdiğimiz Guillaume abimiz de Leonardo abimiz ile yola çıkar. İki erkek bir kız adaya varırlar ve hayatın tüm gerçekliği, tam da o ölüm gerçekliğini kısa süre sonra hissetmeye başlarız. Narnia’dan tanıdığımız buzdan kadın Tilda Swinton adanın sahibesidir. Daha doğrusu adanın sahipliği söz konusu olmasa da orada yaşayan komünitenin başıdır. Gerekli ayarlamaları yapar, düzeni sağlar. Richard ve arkadaşları ada efsanesini yaydıktan sonra ve adaya vardıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamaya başlar.

Düşünün ki varlığını sürdüren ve daima dönen spiral var, ya da çember. Siz bu çemberin herhangi bir noktasına dokunursanız ya onu silikleştirirsiniz ya da döndüğü yörüngeyi bozarak onun bir daha asla eskisi gibi kalmamasına neden olursunuz. İşte Richard’ın ve ardından pek çok kişinin adaya gelişi çemberin üzerindeki etki gibidir. Bu kısımlar biraz spoilervaridir, dikkatli okuyunuz.

Adada oluşturulan bir ütopya var, herkesin iş bölümü yaptığı ama aslında kimsenin çalışmakta zorunlu olmadığı, herkesin birbirine sevgi ile baktığı ancak her ütopya bir hareket ile distopyaya dönmeye hazırdır. Kendi kültürünü yanında getiren, dışarıdan katılan her birey ütopyanın kirlenmesine neden olacaktır. Ne olursa olsun adaya ilk varıldığında kendi büyüsü altına almaktadır herkesi. Tamamen mavi, tamamen kum sarısı bir hayal içerisinde bulur herkes kendisini. Ne kadar güzel, insanlar mutlu, ot bedava. Yine de euphoria etkisi geçtiğinde ortaya saf açlık, insan egosu ve gerçekliği kalır. Aslına bakarsanız ortaya “insan insanın kurdudur.” kalır.

the-beach-leonardo-dicaprio-izle

Hayal ettiğiniz sürece var olan bir ütopyanın hayal alanına girer ve görüşünü  bozarsanız gerçekleri görmeye başlarsınız. Bu bir rüyadan uyanmak hatta rüyanın kabusa dönmesi gibidir. Görmek istediğiniz şekilde uzunca bir süre görürsünüz karşınızdakileri. O yüzden her şey aşk ve sevgi doludur çünkü siz sevgi dolu bakarsınız. Peki ya perdeler indiğinde? O anda ölümün bile insan kalbini yumuşatamadığını, insanların suçları bir başka noktaya atabilmek için ellerinden geleni yapacaklarını ve diğer tüm içgüdüsel ancak etik olmayan şeyi görürsünüz. Ne olursa olsun ne kadar içten geçen o hayvani içgüdüler zor durumda ortaya çıkarsa çıksın ölüme karşı kayıtsız kalınmaması gerektiğini düşünürsünüz. Eğer bir mutluluğunuz varsa ve yok olmasını istemiyorsanız gerçekleri de görmek istemez, başkasını suçlarsınız. Mutluluğu ortadan kaldıracak olan birden fazla ölü olsa bile.

The Beach’i izlediğinizde kendinizi çıplak hissetmeniz mümkün. Hangi tarafta yer alacağınıza karar vermek ise tamamen size kalmış ancak benim film sonunda alt üst olduğum bir gerçek. Ben karar veremedim. Umuyorum siz verebilirsiniz.

Filme dair notlar: Di Caprio yerine Boyle tabii ki McGregor’ı düşünmüş ancak kabul edilmemiş. O zamandan sonra McGregor ile Boyle konuşmuyorlarmış.

Film çekimi sırasında tüm ekip bir kaza geçirmiş ancak yaralanan olmamış.

Richard: And me, I still believe in paradise. But now at least I know it’s not some place you can look for, ’cause it’s not where you go. It’s how you feel for a moment in your life when you’re a part of something, and if you find that moment… it lasts forever… 

Richard: I had nothing left to offer but pure reflex. Pure reflex and mankind’s basic drive for survival, that somehow shouts, “NO – I WILL NOT DIE TODAY!” 

The Beach Trailer

Six Feet Under 2. Sezon / Ay Bana Bir Şeyler Oluyor

02 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

billy, breaking bad, brenda, david, it's the most wonderful time of the year, metafor, nate, oz, ruth, six feet under, six feet under ikinci sezon


six feet under ikinci sezon season 2Büyük bir heyecan ve istekle başladığım Six Feet Under nasıl oldu da bana fenalıklar getirmeye başladı? Bu yazımda sizinle bunu paylaşacağım.

Breaking Bad gibi kallavi ve bol bol psikolojik etmenler bulunduran bir diziden sonra arkadaşımın yoğun isteği üzerine başlamıştım Six Feet Under’a. Birinci sezon tam olarak alışma sezonuydu. Karakterler ile tanışıp hangisinin yanında olmak istediğinize karar verdiğiniz sezondu yani birini sezon. Yapılan göndermeler, yaşam ile ölüm arasında gidip gelen metaforlar, karakterlerin birbirinden farklı ancak temelde aynı noktaları vs. Six Feet Under’ı severek izlemek için yeterliydi. Aynı zamanda her bölümün başında gerçekleşen ölümler ve bu ölümlerin gerçekleşiş tarzları insanda farklı duygular yaratmaya yetiyordu. Ancak…

Her şey bir ancak ile başladı. Six Feet Under fazlası ile gerçek karakterleri barındırıyordu. Bu yüzden işin içinden çıkamaz hale gelip tamamen nefessiz kaldım. Ruth’un histerik tavırları, sürekli olarak dengesiz hareketleri, Keith’in bir bıçak kadar keskin davranışları, David’in paspas sendromu, Brenda’nın bitmek bilmeyen tam bir ucube hali ile çileden çıkmaya başladım. Bu karakterler normal hayatımda da katlanamadığım, gördüğümde koşarak uzaklaşacağım karakterler olduğu için diziden de yavaş yavaş uzaklaştım. Bana sürekli olarak karın ağrısı veren karakterler ile yüz yüze gelmek beni yormaya başladı. Brenda’nın daima haklı olmaya endekslenmesi, Ruth’un canı istediği şekilde yaşamaya çalışıp becerememesi, daha doğrusu sakilliği, Billy’nin psikopat tavırları ve çizgiyi aşma alışkanlığı ile yüzleştikçe kendimi daha da rahatsız hissettim. Oturduğum yer dar gelmeye başladı. Breaking Bad’de her sezonda maksimum 3 kere yaşadığım kendimi nereye atacağımı bilemem Six Feet Under’da her bölümde olmaya başladı.

Şimdi Six Feet Under’ı bayılarak, ayılarak, ölerek ve biterek izleyenlerin gazabını hissediyorum. Ateş gibi gözleri ile satırlara bakıyorlar fakat onlar için yapabileceğim bir şey söz konusu değil. Six Feet Under metaforik olarak oldukça yeterli bir dizi olsa da hatta ve hatta karakterlerin bu kadar canlı bu kadar gerçekçi olması dizinin en büyük özelliği olsa da benim gibi mutsuzluktan kaçan birisi için korkutucu derecede baskın bir dizi.

İkinci sezon bittiğinde elimde sadece bir kez gülümsediğim bir bölüm vardı. Geri kalan tüm bölümlerde hissettiğim baskı yüzünden yüzümün herhangi bir şekil aldığını sanmıyorum. It’s the Most Wonderful Time of the Year bölümüydü. Gerçekten mutlulukla izledim o anları. Üçüncü sezona geldiğimde ise ilk bölüm ile tatmin olmuş bir şekilde kapattım son olarak. İkinci sezonun rehaveti hala üstümdeyken üçüncü sezonda devam edip etmeme konusunda fazlaca kararsızım. Aynı darlanma eğer üçüncü bölümde de benimle olacaksa ben bu işte yokum. Hem zaten başlamamı bekleyen Oz’un 3. sezonu var. Akıllılık edip vaktimi ona göre dağıtırım ben de. Ne diyorsunuz? Tamam mı? Devam mı?

Ice Age / Buz Devri 4

01 Salı Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ali poyrazoğlu, buz devri, continental drift, dünyanın oluşumu, diego, haluk bilginer, ice age, korsanlar, manny, mitoloji, nuhun gemisi, sid, sirenler, yekta kopan, yunus peygamber


ice-age-buz-devri

Buz Devri’ni izleyip de sevmeyen olacağını zannetmiyorum. Animasyon filmler arasında benim için farklı bir yere sahip bu yüzden. En son Despicable Me’yi izleyip dört köşe olsam da Ice Age’in yeri bir başka. Çünkü Ice Age, art arda “şapşal, ahaha şapşal, şapşal” diye söyleyenerek izleyebileceğiniz bir animasyon serisi.

Peki Ice Age’i yani Buz Devri’ni bu kadar farklı ve güzel kılan nedir? Bence karakterlerin bizlere çok yakın olması en büyük etken. Her bir karakter etrafımızda kolayca bulabileceğimiz tiplerden. Yalnızca Sid, Diego ve Manny biraz daha kahraman bizden. Hatta ve hatta üç karakter aynı zamanda tek bir karakter yaratma konusunda da oldukça başarılı. Sid, daima tembellik yapmak isteyen, yedikçe yiyen, doymak bilmeyen tarafımız gibi. Bir nevi bizim idimiz. Manny, hem düşünceli hem de katı tarafımız. Göstermek istemediğimiz bir gururumuz ve bağlı olduğumuz önemli bağlar var. Manny bu yüzden egomuz. Diego ise her hali ile gururlu ve üstün olduğu, aslına bakarsanız da aslan familyasından olduğu için bile gücün sembolü oluşu ile superegomuz oluyor. İşte üç karakter bu yüzden bize bu kadar yakın geliyor. Her halimizi anlatabildikleri, her şekilde bize benzedikleri için.

ice_age_4_continental_drift-buz-devri-izle

Buz Devri’nin zamanda yaptığı göndermeleri de bilenler için Buz Devri 4 neredeyse derya gibiydi. Yunus peygamber, Nuh’un Gemisi, Sirenler gibi mitolojik ve dini göndermeler de vardı.

Korsanlar ile savaşta Karayip Korsanları aklımıza gelirken, Diego’nun aşk kıvılcımlanması bir Türk filmi bir Gülşen Bubikoğlu Tark Akan aşkını hatırlattı.

Doğa olaylarının başlangıcı ve dünyamızın şu anki haline gelişi sürecinde kahramanlarımızın başına daha neler geleceğini bilemiyoruz. Buz Devri 4 bu açıdan bir geçiş filmi gibi geldi bana. Aile sorunlarını da anlatarak, hayatın daha gerçek noktalarına parmak basmış oldu. Sid’in aile bağlılığına karşı terk edilmesi, bir anda ona bırakılan anneanne, Manny’nin ailesi ile imtihanı. Her şey aile mitinin üzerine kurulmuş durumdaydı. Manny’nin ailesi daima görmeye alıştığımız bir aile. Manny kızgın ancak kızına kıyamayan baba, annesi kızına daha yakın. Kız, biraz uçarı biraz ergen. Sid’in ailesi ise görüp de tasvip etmediğimiz ailelerden. Bir arada olmak yerine eksik ya da kendince kötü parçalardan vazgeçmeye karar vermiş olan.

Son olarak Buz Devri 4’e gülsem de hatta bazı yerlerde kahkaha da atsam Buz Devri 3 daha iyiydi diye düşünüyorum. Sid’in dinozorlara annelik etmeye çalışmasını ve belki de dinozorları sevdiğimden dolayı daha ilgi çekici ve eğlenceli bulmuştum. Filmin sonuna bakılırsa da Buz Devri 5 gelecek, bizi böyle Kestanepazarı’nın avlasunda mahzun bırakmayacak.

Ice Age – Buz Devri 4 Trailer

Red Blooded Woman: Starbucks’ı Kişiselleştirin!

01 Salı Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Seyahat, mekanlar, hatıralar

≈ Yorum bırakın

Etiketler

barista, kahve aromaları, kahve çeşitleri, kahveler, starbucks, starbucks kahveleri


Kolay kolay Press This yapmıyorum, hatta ilk defa yapacağım bu yüzden biraz heyecanlıyım. Edebiyat, sinema, tiyatro derken modadan hiç bahsetmedim ancak moda dünyasında da güzel şeyler dönüyor. Yeni bir blog katıldı aramıza, onu da takip etmekte yarar var. Tabii ben aradan hemen Öznur Doğan’la alakalı olan bir parça alıverdim. Starbucks ve kahveler hakkında güzel bir yazı yazmış Ezgi ayrıca. Okuyunuz derim. Oh.

 

Red Blooded Woman: Starbucks’ı Kişiselleştirin!.

En Mutlu Senelere!

31 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Güncel, gündem, medya

≈ Yorum bırakın

Etiketler

happy new year, iyi seneler, mutlu senelere, yeni sene, yeni yıl


Christmas-WallpaperHerkese musmutlu, süpersonik, harika mı harika bir sene diliyorum.

Her yerinizden öpüyorum cınıms.

 

2012’de oznurdogan.com’da Neler Oldu?

31 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Güncel, gündem, medya

≈ Yorum bırakın

Etiketler

2012'de neler oldu, en çalışkan blog, en güncel blog


WordPress.com istatistik yardımcı maymunları bu blog için bir 2012 yıllık raporu hazırladılar.

İşte bir alıntı:

2012 Cannes Film Festivaline 4.329 film gönderildi. Bu blog, 2012 içinde yaklaşık 32.000 kez görüntülenmiş. Eğer her görüntülenen bir film olsaydı, bu blog 7 Film Festivaline ev sahipliği yapardı

Raporun tamamını görmek için buraya tıklayın.

Yılbaşı Dilekleri

28 Cuma Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

2012'de ne oldu, 2013 dilekleri, dilek listesi, grumpy cat, hediye


32446455

Evet gençler, 2013’ten neler beklediğinizi öğrenelim bakalım. Bu sene Santa olup herkese hediye dağıtabilirim. No.

Ben şimdilik,

– Yeni bir kitaplık

– Bol bol para

– İyi geçen sınavlar

– Ağrımayan boyunlar

– Sızlamayan sırtlar istiyorum.

Ya siz ya siz? Ya siz ya siz? Mutluluktan bir habeeer ver dilek taşı.

2012’nin En Çok Satan Kitapları

28 Cuma Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

2012 en çok satılan kitaplar, 2012 popüler kitaplar, albert camus, amin maalouf, aylak adam, çavdar tarlasında çocuklar, bir bilim adamının romanı, Dönüşüm, düşüş, doğudan uzakta, grinin elli tonu, içimizdeki şeytan, ihsan oktay anar, kürk mantolo madonna, korkuyu beklerken, kuyucaklı yusuf, mutlu ölüm, oyunlarla yaşayanlar, saatleri ayarlama enstitüsü, semerkant, siddharta, sineklerin tanrısı, taht oyunları, tuhaf alışkanlıklar kitabı, tutunamayanlar, yabancı, yaşar kemal, yedinci gün


kütüphaneKitaplar! Asla vazgeçmek istemeyeceğim yegane parçalar. Şimdiye kadar burada hem kitaplardan hem filmlerden hem de tiyatro oyunlarından bahsettim. 2012’nin sonuna gelirken benim için de bir durum raporu vermek şart oldu. 2012’de en çok hangi kitaplar satılmış, neler varmış, kim yokmuş? Bu kitaplar neden böyle tutulmuş bir göz atalım. Daha sonra 2012’nin filmleri ve tiyatro oyunlarından da bahsederiz.

dogudan uzakta amin maalouf

Listenin birinci sırasında Amin Maalouf – Doğu’dan Uzakta var. 2012’yi verimli bir şekilde geçirdim Amin Maalouf açısından. Bir tek satın alıp da okumadığım Ölümcül Kimlikler kaldı. Onun dışında Beatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl, Tanios Kayası, Uzaktan Aşk ve Doğu’nun Limanları‘nı okuma fırsatı buldum bu sene içinde. Semerkant ve Yüzüncü Ad’ı ise çok daha önce okuyabilmiştim. Doğu’dan Uzakta’yı henüz okuma şansına nail olmadım ancak kısa sürede alıp başlayacağım kesin çünkü Amin Maalouf beni Beatrice ile kırmış olsa da kolayca vazgeçemeyeceğim bir yazar.

“Doğu’dan Uzakta, bir yüzleşmenin romanı: Gençliklerinin en güzel dönemlerini bir arada geçiren, ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra farklı yerlere dağılan ve yıllar sonra, eski arkadaşlarından birinin cenazesi için tekrar ülkelerine dönen bir grup arkadaş… Açıkça belirtilmese de Lübnan İç Savaşının getirdiği yıkımlara ve Ortadoğu coğrafyasının kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunlarına dair çok çarpıcı gözlemlere de yer veren Doğu’dan Uzakta’da Maalouf, yine en iyi bildiği şeyi yapıyor: Doğuyu anlatıyor.” demişler. Bu da zannediyorum kitabı almak için yeterli bir açıklama.

yedinci gun ihsan oktay anarSıkı bir İhsan Oktay Anar hayranının uzun zamandır beklediği kitaptır Yedinci Gün. Benim gerçekten büyük bir merakla beklediğim kitaptı. Hepsinden çok daha iyi olmasını hatta bilmediğim bir şekilde tamamen bana ait olmasını istemiştim ancak en büyük hayal kırıklığını yaşadığım kitap oldu. Daha önce İhsan okumasaydım belki de bu okuduğum bana büyülü, aklın ötesinde gelecekti, ancak İhsan Oktay Anar’ın Külliyatı’ndan haberdar olan birisi olarak bir Suskunlar değil demek istiyorum. Yine de bu benim şahsi görüşüm, en çok satanlar listesinde ikinci sırada olmasına göre vardır helbet bir bildikleri.

“Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da hayâllere dönüştüğü bir hikâyedir bu. Sıradan insanların sıra dışılığı, bilinen hikâyelerin düşlere dönüşümü, zaafların asîlleşmesi, erdemlerin ardındaki günâhkârlık tüm içtenliğiyle akacak zihinlere. İnsan olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak.”

ciplak deniz ciplak ada yasar kemal

Listenin üçüncü sırasında Yaşar Kemal yer alıyor. İnce Memed ile Yaşar Kemal’i tanıma fırsatı yakalamış insanların son zamanlarda Kemal’den bekledikleri önemli bir eserdi Çıplak Deniz Çıplak Ada. Sait Faik aklıma geliyor her ada denilişinde, bu yüzden kitabı daha bir bağrıma basıyorum. Şimdiye kadar burada herhangi bir Yaşar Kemal yazmamış olmanın hüznünü yaşıyorum bir yandan.

“Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Yaşar Kemalin yerlerinden edilen insanların Egede bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarının destansı öyküsü Bir Ada Hikâyesinin dördüncü ve son kitabı. Dörtlünün bu son romanında, geçmişin yaraları kapanmaya yüz tutmuş ama izleri kalmıştır… Ağaefendiyle Melek Hatun, Poyrazla Zehra, Ali Hüseyin’le Nesibe muradına erecektir; Lena Ananın hasretle yollarını beklediği kayıp oğulları da geri dönmüştür ama balıkçıların reisi Hıristonun başına beklenmedik bir olay gelir.”

grinin elli tonu e l jamesPopüleritesi ile dünyayı sallayan Grinin Elli Tonu var listenin dördüncü sırasında. Kitabı okumadım ve büyük bir önyargı ile okumak da istediğimi sanmıyorum. Pegasus yayınlarından çıkan kitapların neden böylesine popülerlik yakaladığını da tekrar düşünmek istiyorum. Hmm…

yabanci albert camusBeşinci sırada değil de daha yukarıda olmayı hak eden Yabancı var listede. Albert Camus’nün esrarengiz dünyasında, kelimelerinde ve düşlerinde hareket etmenin tek yolu belki de onun kitaplarını okumak. Albert Camus’nün de üç kitabını bu sene okumuş olduğum için mutluyum. Mutlu Ölüm ve Yabancı, ardından da Düşüş. İnsanın kendi gözlerinin içine bakması demek bana kalırsa Camus okumak.

“Ölümün egemen olduğu bir “varlık”ın en anlamsız olgularını saçma bir düzensizlik içinde yaşayan bu romanın başkişisi “Meursault”, bir simge kahraman değildir, “adı” olmayan bir “Yabancı”dır; bu eksik kimlik, gerçeklikten algıladığı şeyi yapılandıramayan, yeniden örgütleyemeyen, ama gerçekliğin yankılarını yakalamaya çalışan bir boş bilincin imgesidir. “

kürk mantolu madonnaZaman geçse de gerçekliğinden hiçbir şey kaybetmeyecek olan bir kitap var listede. Bu kitap her zaman listede kalmalı bence hatta ikinci ve üçüncü sırada yer alırsa hiç gocunmam. Sabahattin Ali okumuş olduğum için kendimi şanslı addediyorum. Böyle bir adam ile, böyle bir can ile tanışmak belki de insanoğlunun yaşayabileceği en güzel deneyimlerinden bir tanesi. Henüz tüm hoyrat ellerde yerini almadan tanışmak ise paha biçilemez. Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan ile kilitleri kapamış oldu Sabahattin Ali. Açabilmek için yürek gerek.

“Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.”

Liste şu şekilde devam ediyor: Lizbon’a Gece Treni, Özgürlüğün Elli Tonu, Satranç ve  bir sonraki durak Tutunamayanlar olunca ben duruyorum.

tutunamayanlar oguz atayBu kitabın hala en çok satanlar listesinde olması Türk Edebiyatı için en onurlu gerçeklerden bir tanesi. Geç keşfedilmiş ancak peşinin bırakılmaması gerektiği anlaşılmış bir adam Oğuz Atay ve onu okumak ve onu anlamak ve onunla birlikte düşünmek. Oyunlarla Yaşayanlar, Korkuyu Beklerken ve Bir Bilim Adamının Romanı‘nı severek ve bayıla bayıla okurken onu okumanın vakti olduğunu anladığım adamın en baba, en kalın kitabının listede olması. İşte tarif edilemez mutluluk yaratan gerçeklerden bir tanesi.

“Tutunamayanlar, Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Berna Moran, Oğuz Atayın bu ilk romanını “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak niteler. Morana göre “Oğuz Atayın mizah gücü ve duyarlılığı ve kullandığı teknik incelikler, Tutunamayanları büyük bir yeteneğin ürünü yapmış, eserdeki bu yetkinlik Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır.” Küçük burjuva dünyasını ve değerlerini zekice alaya alan Atay, “saldırısı tutunanların anlamayacağı, rededeceği türden bir romanla yapar.”

Okumadığım kitaplar ile karşılaştıkça listede üzülüyorum yetişemiyorum diye. Liste sırasıyla şu şekilde devam ediyor:

Hikayem Paramparça,

Sinek Isırıklarının Müellifi,

İçimden Geçen Zaman,

Taht Oyunları serisi,

Sineklerin Tanrısı,

Siddharta

Ve ardından okuyup en çok okunan listesinden olmasından mutlu olduklarım geliyor:

Suç ve Ceza,

Aylak Adam,

Dönüşüm,

Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı,

Çavdar Tarlasında Çocuklar,

Kuyucaklı Yusuf…

Ah kitapların mutluluğu bir başka. Bir başka onların kokuları ve hatta satın alma duygusu.

M. Butterfly / Olgunluğa Uçuş

26 Çarşamba Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

1993 movie, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, film eleştirisi, m. butterfly, madam butterfly, rene gallimard, song liling


M. Butterfly 2

Bu eseri sahnede izleme fırsatı bulsaydım, sanıyorum gözlerim çıkana kadar ağlardım. Bitişi ile insanı düşünmeye zorlayan, kemiklerine kadar sızlatan bir opera / tiyatro eseri Madam Butterfly. Puccini’nin Madam Butterfly’ından etkilenerek tiyatro eserini oluşturan David Hanry Hwang, gerçek hikayeye dayanan bu anlatıyı masalsılaştırmış ve onu kabuslara yakışır bir son ile bitirmiştir. 1993 yılında David’in eserinden yola çıkarak Madam Butterfly’ın filmi çekilmiştir. Filmi izleyenler hem opera hem de tiyatro oyunu hakkında kolayca bilgi sahibi olabileceklerdir çünkü film de diğer türler kadar etkili ve keskin bir tada sahiptir.

Song Liling bir opera sanatçısıdır ve o dönemde Çin’deki Fransız büyükelçiliğinde görevli olan  Rene Gallimard ile aşk yaşamaya başlar. Kadınlığını Rene ile keşfetmeye hazırlanan Song’u Gallimard karısını terk edecek kadar çok sever. Onun istediği şekilde, onu utandırmayacak şekilde sevişir onla. Tam bir geyşa olarak yetişen Song’un tek bir saç teline bile kıyamaz. İstediği her şeye boynu kıldan incedir. Fransa’nın Çin’deki hakimiyetinin bir sembolü olan Rene ve film boyunca göreceğimiz Çin’in sosyalist duruşu film boyunca çatışma oluşturacaktır. Song Çinli bir kadındır ve geleneklere göre Avrupalı bir adam ile birlikte olması hiç de iyi bir şey değildir. Aynı şekilde Avrupalı Rene’nin de bu durumdan aşağı kalır yanı yoktur.  Avrupa kültü ile yetişmiş olan Rene’ye Çin mistikliği çok farklı ve büyüleyici gelir. Film boyunca sadece bu iki kişinin normları yıkmaya çalıştığını, sevgileri için ayakta durmaya çalıştıklarını görürüz. Bu aşkın bir meyvesi de Rene ortalarda yokken doğmaya mahkum olan çocuktur. Rene ile Son buluştuklarında çocuk 3 yaşındadır. Seneler boyunca birbirinden uzak kalan iki aşık için bu aşkın meyvesi gerçek bir ilaç gibidir. 20 sene boyunca ilişkileri devam eder. Ancak kan donduran ilk gerçek Song’un erkek olduğunun öğrenilmesi ile gelir. Bu sürede Gallimard çoktan Fransa’ya ihanet etmiş, Çin’in çıkarları için sevgilisinin sevgisi ile hareket etmiştir. Bu durumda hapise atılan Gallimard bir tören gerçekleştirir. Bu tören tüm filmin çözümüdür.

m.butterfly-izle-

Madam Butterfly yalnızca politik açıdan bilgi veren bir oyun değil aynı zamanda karakterlerin davranışları ile insan psikolojisine de ışık tutar. 20 sene boyunca nasıl olur da Song’un erkek olduğunu anlamaz diye düşünmeye koyuluyor insan ancak görmek istemeyen bir kişiden daha kör kimsenin olamayacağını hatırlamak gerekir. Rene’nin durumunu tam olarak bilemiyoruz bu açıdan. Belki de Song’un erkekliğini fark etti ancak görmek istemedi ya da gerçekten eksilmeyen bir aşkla bağlı olduğu için görmedi. Bu iki durumda da aşkın buldozer etkisini ve insan soyunun ikinci yüzünün ortaya çıkışını görüyoruz. Hangi amaçla olursa olsun insanın yalan söylemeye, rol yapmaya ne kadar yatkın olduğunu anlıyoruz. Belki de devlet için attığın bir adım, belki de kendin için. Yine de insan, insanoğlu, hani şu ademoğlu tam olarak yalana dönük, içindeki kötülüğe dönük bir yaratık.

Politik konularda ise tamamen ülkelerin aralarındaki stratejilerine göndermeler söz konusudur. İki uç tarafın birbirini nasıl yok edeceğini düşünmesi, proleter kesimin daima eziliyor oluşu, eğlenmeye vakit bulabilen zenginlerin dünyayı yöneten zenginler olduğu, gerektiği sürece sanatın da politikaya dahil edilişi gözler önüne serilen önemli gerçekliklerden.

Madam Butterfly ya da M.Butterfly nefesi bir süreliğine kesip sevilen eserler arasında hızlıca yükselebilir. Bahsettiğim olgunluğa uçuş metaforunu filmi izleyenler ya da tiyatroyu okuyanlar tahminen anlayacaklardır. Spoilerdan kaçınıyorum.

M. Butterfly Trailer

The Hobbit / Beklenmedik Yolculuk

24 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 4 Yorum

Etiketler

48 fps, beklenmedik yolculuk, bilbo baggins, cüceler, dövüşen taşar, elfler, frodo, heisengard, hobbit, hobbitler, imax, lonely mountain, lord of the rings, lotr, ortadünya, paganlar, tabula rasa, the hobbit, unexpected journey


The-Hobbit-An-Unexpected-Journey-

Vay efendim IMAX’e gidelim vay efendim izleyemeyeceğiz derken The Hobbit’i izlemiş bulunuyorum. The Hobbit benim için de Beklenmedik Macera olmayı başardı. Her şeyden önce çevremi gözlemleme ve insanların bilgileri üzerine yorum yapabilme şansı tanıdı. Örneğin filme girmeden önce tavlamaya çalıştığı kıza The Hobbit’i şöyle anlatan bir adam vardı: Şimdi bunlar Ortadünya’dalar. Cüceler var, onlar kısa, şişman. Savaşçı tabiatlı bunlar. Hobbitler var, onlar da kısa ama onların sakalı çıkmaz Allah tarafından. Bir de Elfler var. Onlar da Allah’ın sevgili kulları işte. Bu şekilde The Hobbit’i anlatmak sanıyorum farklı bir yetenek gerektiriyor. Filmin yarısında “Ya kızaaam bu film 3 saatmiş, hade gidiyoruz.” gibi hallenen ergenler ve çıkışta “Olm hemen de LOTR’a bağladılar yaa.” diyen gençler. Tanrım! Büyük bir hezeyanın içindeyim.

Filmin sosyolojik etkilerini bir yana bırakıp asıl konumuza dönersek The Hobbit, LOTR ateşinin içimizde bitmeyen hasretine su serpmeye gelmiş bir seri. Kitabı okumadığım için şu anda göreceğim yeni bölümleri merakla bekliyorum. Kitabı okuyanlar ise sadece filmde neler değiştiğini görmek için gitmiş oluyorlar. Tabii ki sinema görsellik açısından insanı doyuran bir sanat, bir filmin kitaba aktarılması sırasında özünden hiçbir şey kaybetmeyen LOTR’u düşünürsek aynı şeyi The Hobbit’ten beklemek de çok normal. Yalnız kitabı okuyan arkadaşların benim kadar heyecanla bekleyebileceğine pek ihtimal vermiyorum. Filme tabula rasa olarak girmiş oluyorum çünkü. Tertemiz, ön yargısız.

The Hobbit’i benden önce izleyenlerin yorumları ile iki keskin taraf olduğunu algılamıştım. Bir kısım filmi hiç sevmemiş, para kaygısı barındırdığını söylüyor, diğer kısım ise en az LOTR ayarında olduğunu. Bunu tabii ki kendi açımdan en iyi izleyerek gözlemleyebilirdim. Gözlemledim de.

The Hobbit, LOTR hikayesinin en başını, Frodo’lu zamanların 60 yıl öncesini anlatıyor. Yüzüğün ilk ortaya çıkışını, yüzük kardeşliğine neden olacak olan hikayeyi açıklıyor bize. Cücelerin Bilbo’nun evine teşrifi ile her şey başlıyor. Orklar, goblinler ve diğer yaratıklar ile eğlenceli bir macera çıkıyor. Bu sefer The Lord of the Rings’te sıkı sıkıya yaşamaya alıştığımız gerilim ve aksiyondan çok eğlence ile karışık bir aksiyon görüyoruz. Karakterlerin cüce olması nedeni ile etraf şenleniyor, hatta bazı yerlerde müzikal bir havaya bürünüyor. Cücelerin eğlenceli ancak sert dünyasında kendini bulan Bilbo da kahramanlığını gösteriyor ve güzelce burnunu tüm işlere sokuyor.

THE HOBBIT: AN UNEXPECTED JOURNEY

Şu anda spoiler vermemek için kendimi zor tutuyorum, sırf bu yüzden biraz da kısa kesmenin daha mantıklı olduğunu düşünüyorum. Daha gözlemsel yorumlarından bahsedeceğim sadece. İlk olarak hikaye anlatma geleneğinin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz Bilbo sayesinde. Henüz hazır olmadığı için Frodo’ya göstermek istemediği mektubu ile her hikayenin bir olgunluk zamanı olduğunu anlıyoruz. Çok erken ya da çok geç anlatıldığında ihtişamını kaybedecek o hikayelerden olduğunu görüyoruz. Ardından sözlerin hayat üzerindeki etkisine tanık oluyoruz. Karanlık denildiğinde ortaya çıkan karanlıklar ile insanın her bir kelimesinin evrende nasıl yankılanabileceğini görüyoruz. Ardından ormanların büyücüsü ile eski Pagan inanışlarına gidiyoruz. Küçük bir kirpiyi bile kurtarmak için verilen mücadeleden, doğayı anlamanın ne demek olduğunu, doğanın verdiği işaretlerin nelere delalet olduğunu öğreniyoruz. Paganların aslında doğayı tanıyan en iyi insanlar olduğunu, bazı büyücülerin de bu Paganlar ile aynı yapıya sahip olduğunu keşfediyoruz.  Aslında bu noktada Paganları ya da büyücüleri değil, doğanın kendisini koruyan insana ne kadar açık yüreklilikle yaklaştığını ancak içinde daima kötülüğü de barındırabilecek dengeye sahip olduğuna şahit oluyoruz.

Filme dair yapılması gereken özel eleştiriler ise LOTR’un kemikleri titreten derinliğine sahip olmaması diyebiliriz. Bir de tabii ki şu 3D meselesi. Savaş sahnelerinin yarısı neredeyse bu saçma gözlükler yüzünden anlaşılamıyor. Filmi izlememiş arkadaşlara 3D olmayanına gitmelerini tavsiye ediyorum. Filmin derinliğinden kastım ise eleştiriye açık yönler bırakabiliyor olması. Daha çok Hollywood filmiymiş gibi algılanmasına neden olan komik elementlerle süslenmiş sahneler ve ah kendimi nasıl tutsam bilmiyorum, savaş sahnelerinin daima kazanılabilirliği. Belki de senaryoda keskin çizgiler olabilir ve bizi ayaklarımızdan sarkıtabilirdi.

The Hobbit, ikincisi ve üçüncüsü merakla beklenen bir film yine de. Maceradan dönenin kaşığı kırılsın, Troll olsun.

The Hobbit: An Unexpected Journey – Trailer

← Older posts
Newer posts →

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...