• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: defamiliarization

Do The Right Thing

16 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

breaking the forth wall, brecht, brecht tiyatrosu, brooklyn, buggin out, bugging out, defamiliarization, do the right thing, etnisite, fight the power, gustavo fring, kernell, love daddy, love fm, mayor, mookie, radio raheem, rita, samuel jackson, samuel l jackson, spike lee, taxi driver, thelma and louise


do the right thing

Geldik Kültür İncelemeleri dersine. Okul hayatımın blog üzerindeki etkisini asla yadsıyamam. En basitinden bir hafta içinde 4 film izlemiş olarak girmemize yardımcı oluyor sınavda. Kültür dersinde işlenilen 3 film var söz konusu. Taxi Driver, Do the Right Thing ve son olarak Thelma and Louise. Bu üç filmi incelememizi istediği konu tabii ki de doğa ve kültür çerçevesi etrafındaydı. Biz de üç filmi nasıl ortak paydada buluştururuz diye düşünüp bir türlü gerçekleştiremedik. Sınav sorusunu görünce rahatlamıştık fakat. Taxi Driver’da “setting”in önemi nedir? Bir başka yazıda bu konuya ayrıntılı değineceğim ancak şimdilik üç film arasında. En yüksek seviyede beğenmiş olduğum Do the Right Thing’i yazmak istiyorum Spike Lee’nin.

Do the Right Thing Brooklyn’de bir zenci mahallesinde geçiyor. Mahallede birbirinden farklı etnik yapıda insanlar var. Öncelikli rolü olan İtalyanlar (Sal, Pino, Vito) alıyor. Koreliler, Porto Rikolular ve birkaç millet daha var içlerinde. Zenciler ile normal bir hayat geçiriyorlar. Mookie arkadaşımız ki kendisini garip bir şekilde çırpı bacak Spike Lee canlandırıyor, Sal’in mekanında yani pizzacısında çalışan bir zenci. Tüm hikayenin orta yerinde yer alıyor. Ardından müziği duymaktan usanacağımız Radio Raheem ve Buggin Out. Bu üç tipin yatacacak yeri yok. Hikaye ise havanın kaynar derecede olduğu bür gün başlıyor ve o gün bitiyor. Unutmamakta fayda var, Samuel Jackson da Dj olarak karşımıza çıkıyor: Love Daddy. Love Fm’in değişmez adamı. Hikayeyi daha fazla anlatmak yerine semboller ve temalar üzerinden gitmeyi yeğliyorum.

Do-The-Right-Thing-samuel-l-jackson-izle

İlk karşımıza çıkan konu film boyunca dikkatimize çarpan zıtlıklar. Bir mahallede var olan beyaz ve siyah ırkı görüyoruz. Bu iki zıt milletin de yaşayız tarzı bu bağlamda farklı oluyor. Sal bir beyaz İtalyan olarak kapital tarafta. Aynı şekilde Korelilerin de bu tarafta kaldığını görüyoruz ancak yaşlılar heyetinin de farkına vardığı gibi hiçbir zenci satış işi ile ilgilenmiyor. Onlar sürekli satın alma derdindeler. Tüm film boyunca bir satın alma eğilimde daha doğrusu tüketme eğiliminde olduklarını görüyoruz. Aynı zamanda beyazlar çalışıyorken işe yarar bir iş yapan tek zencinin Mookie olduğunu görüyoruz. Zencilerin tek yaptığı iş gösterişli kıyafetleri ile sadece var olmak. Bir diğer zıtlık Radio Raheem’inelindeki “love” ve “hate” yüzükleri. Bu yüzükler tüm film boyunca karşımıza çıkabilecek en sembolik nesneler. Aynı boyda ve ağırlıkta olan bu iki yüzük anlamları doğrultusunda farklı ellerde bulunuyor. Abil’i öldüren Kabil’in kardeşini öldürdüğü eli olan sol elinde hate, sevmenin ve vermenin eli olan sağda ise love bulunuyor. Bu ikisini bir araya getiren adamın Radio olması garip yine de. Aynı şekilde Sal’in oğullarında da bir zıtlık söz konusu. Sarı saçlı olab Vito siyah renkte tişört giyerken siyah saçlı Pino beyaz tişört giyiyor. Bundan ziyade bu ki kardeşe dair en büyük zıtlık ise zencilere karşı tutumları ve çalıştıkları yeri sahiplenme biçimleri. Son olarak karşımıza çıkan zıtlık filmin sonu da akan yazı ile Martin Luther King ve Malcolm X’in kendi davalarında nasıl devam etmeleri konusunda verdikleri demeç. Martin abimiz adam gibi barıştan ve defanstan bahsederken Malcolm hızını alamayıp eğer sizin başınıza birileri iş açıyorsa o kişiler ile savaşmalısınız diyor.

Zıtlıkların yanında paralellikler de söz konusu. Filmde sıcaklık arttıkça ortaya çıkan şiddet de artıyor. İnsanlar bir o kadar saldırganlaşıyor ve gerginleşiyor. Aynı şekilde artan sıcaklık ile yangın ve söndürme arasında da paralellik var. Ne kadar çok ateş o kadar çok su demek oluyor. Sal’e duyulan öfke artıkça dükkana verilen zarar da artıyor ve son olarak Radio Raheem’in sidik yarışında sesler devamlı yükseliyor.

Filmi izlediğinizde hissettiğiniz garip bir duygu var ayrıca. Sanki film size bir mesaj vermeye çalışıyormuş ama siz bulmalıymışsınız gibi. Biz bu noktaya Brecht’in tiyatro geleneği dedik. Spike Lee’nin Brecht tiyatrosunu filminde kullanması beni mest eden nokta oldu. İlk olarak geleneksel tiyatroda görmediğimiz ancak Brecht ile birlikte gelen anlatıcının sahne ortasında görülmesinden bahsedeceğim. Bildiğiniz üzere modern tiyatroya kadar sahnede bir anlatıcı yer almaz. Bunun yerine sesini duyarız. Yani anlatılan hikaye ya da verilmek istenen mesaj daima arkadan, görmediğimiz kişilerce verilir ancak Brecht tiyatrosunda anlatıcı sahnenin tam ortasında yer alır. Brecht’in yaratmak istediği yabancılaştırma “defamiliarization” bu noktada ilk kez gerçekleşmiş olur. Filmde bu örneğimiz Love Daddy’e denk düşer. Mahallenin ortasında durur ve herkesin ne yaptığını bilir, hikayeler anlatır. Bir diğer Brecht etkisi de sahnede seyirci ile konuşmak olarak tezahür eden ve insanlara “o neydi lan” tepkisi verdirten “breaking the forth wall”dur. Bu sayede seyirci izlediğinin bir tiyatro eseri olduğunu unutmaz kendisini oyuna vererek ağlayıp sızlanmaz. Filmde oyuncuların kameraya bakarak milliyetlere sayıp döktükleri sahneler ve aynı zamanda Raheem’in aşk ve nefreti anlattığı sahne bu teknik ile eş düşer.

Bahsetmemiz gereken bir diğer mesele filmdeki herkesin bir tip olmasıdır. Bireysel olarak bir değişim geçirmezler. Nasıl başladılarsa o şekilde sonlanır onların hikayesi. Bugging Out olarak gördüğümüz ve Breaking Bad’ten Gustavo Fring olarak tanıdığımız abimiz, Sal, Rita ve diğerleri… Hepsi birer tiptir.

Filmde kadının rolü yok denecek kadar azdır çünkü kadınlar o dönemde söz hakkına sahip değildir. Bağırabilirler ama dinlenmezler. Filmin başında Rita’yı Fight the Power şarkısı ile dans ederken ve boks yaparkan görürüz ancak Rita’nın karşısında kimse yoktur. Kadınlar güce karşı savaşabilecek nitelikte değillerdir. Ya hiç olacaklardır ya da bilmedikleri, anlamadıkları bir gruba dahil olup var olmaya çalışacaklardır.

Gelelim filme adını veren Do the Right Thing meselesine. Bu cümle filmin tek bir yerinde geçer, o da Mayor’ın Mookie’ye söylediği andır. Tüm zenciler arasında gerçekte bir misyonu olan tek kişi Mayor’dır. Mookie’e bunun neden söylediğini ilk başta anlamayız ancak en sonunda yapılan güzel bir çıkarım ile bu desteklenebilir. (Benim çıkarımım olmamakla birlikte) Mookie doğru şeyi yapmaya filmin en sonunda karar verir. Sal’e saldırmak isteyen kızgın grubu çöp tenekesini dükkana atarak dükkana yönlendirir bu sayede üç kişinin hayatını kurtarmış olur. Ben filmi izlediğimde hiç böyle düşünmemiştim ama eğer do the right thing diye bir şey varsa ve bu Mookie’e söyleniyorsa yapılabilecek en doğru açıklama bu olur. Bunun dışında filmde gözümüze çarpan bireysellik diye bir konu vardır. Her tip kendi bireysel istekleri üzerinden hareket eder. Radio’nun son ses müzik dinlemek için diretmesi, Bugging Out’un duvarda görmek istediği zenci ünlüler ve diğer tüm konular bireyseldir bu yüzden topluö tarafından kabul görmezler. Bugging boykot yapmak istediğinde halkın yanında olmamak istemesi de buna denk düşer. Çünkü mantıklı ve gerçekçi bir gerekçi değildir sadece bireysel bir istektir. Kernell (bir dost), bunun üzerine şu yorumu yapar: zenciler bu şekilde bireysel istekler ile hareket edip bir olmazlarsa istediklerini başrmalrı çok zordur. Bu bence her topluma uygulanabilir tabii ki de.

Do the Right Thing oldukça eğlenceli ve renkli bir filmdi. Yine de insan mustehak bu zencilere demekten kendisini alamıyor film boyunca. Unutmadan belirtmekte yarar var, Spike Lee bu filmi bir sınıf ayrımını anlatmak için çekmediğini belirtiyor. Ancak biz farkı yaratanın sınıf değil etnisite olduğunu görüyoruz.

Do The Right Thing Trailer

The Beach / Ölüm Gibi Gerçek

03 Perşembe Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ütopya, danny boyle, defamiliarization, distopya, ewan mcgroger, jeux d enfants, kumsal, leonardo di caprio, richard, sürreal, tayland, the beach, tilda swinton, trainspotting


The Beach Poster kumsal

Hadi bana bir insan Danny Boyle’u sevmeyebilir mi açıklayın? Zannediyorum ki ben neden sevilemez kısmına dair herhangi bir şey bulamayacağım. Danny Boyle sevilir, öpülür ve hatta beslenir çünkü çektiği her film ile farklı bir konsepti işler ancak  her şey ölüm kadar gerçektir. Sürreal gelen hiçbir şey yoktur, her şey muhtemelin çizgileri içindedir. Sahnenin içinde, odanın bir köşesinde kendinizi senaryoyu izlerken bulursunuz. Bu yüzden Danny Boyle belki de hem sizi tamamen içine alacak bir romance yaratır hem de yaşadığnız hayatın üzerine düşündürmesi nedeni ile defamiliarization etkisi yaratır. Şimdiye kadar sanırım blogta hiç Danny Boyle filmine yer vermedim. Bunun The Beach yerine Trainspotting olmasını isterdim ancak son 2 senede izlenen filmler klasöründe gidip geldiğim için ondan öncesini yazmaya henüz başlamadım. İzlenmeyi bekleyen 24 film var şu anda. Bu filmler izlenecek ve yazılacak. İzlenip de henüz yazılmamış olanları ise saymaya gücüm yetmiyor. Üzülüyorum.

Gelelim The Beach’e. Gencerek Leonardo Di Caprio / Richard Tayland’a gitmeye karar verir. Yaşayacağı maceradan habersiz Tayland’ın keşmekeşinde kendini kaybeder. Kaldığı otelde yan odasında yaşayan adam ile garip konuşmalar içerisine girer ve ütopya gibi yepisyeni bir kumsalın haritası eline geçer. Her şey bu harita ile başlar. Yola çıkmak ile çıkmamak arasında kalır önce Richard ardından yanına yeni arkadaşlarını da alır ve akla hayale gelmeyecek o güzel topraklara doğru yüzmeye başlarlar.

Jeux D’enfants’dan sevdiğimiz Guillaume abimiz de Leonardo abimiz ile yola çıkar. İki erkek bir kız adaya varırlar ve hayatın tüm gerçekliği, tam da o ölüm gerçekliğini kısa süre sonra hissetmeye başlarız. Narnia’dan tanıdığımız buzdan kadın Tilda Swinton adanın sahibesidir. Daha doğrusu adanın sahipliği söz konusu olmasa da orada yaşayan komünitenin başıdır. Gerekli ayarlamaları yapar, düzeni sağlar. Richard ve arkadaşları ada efsanesini yaydıktan sonra ve adaya vardıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamaya başlar.

Düşünün ki varlığını sürdüren ve daima dönen spiral var, ya da çember. Siz bu çemberin herhangi bir noktasına dokunursanız ya onu silikleştirirsiniz ya da döndüğü yörüngeyi bozarak onun bir daha asla eskisi gibi kalmamasına neden olursunuz. İşte Richard’ın ve ardından pek çok kişinin adaya gelişi çemberin üzerindeki etki gibidir. Bu kısımlar biraz spoilervaridir, dikkatli okuyunuz.

Adada oluşturulan bir ütopya var, herkesin iş bölümü yaptığı ama aslında kimsenin çalışmakta zorunlu olmadığı, herkesin birbirine sevgi ile baktığı ancak her ütopya bir hareket ile distopyaya dönmeye hazırdır. Kendi kültürünü yanında getiren, dışarıdan katılan her birey ütopyanın kirlenmesine neden olacaktır. Ne olursa olsun adaya ilk varıldığında kendi büyüsü altına almaktadır herkesi. Tamamen mavi, tamamen kum sarısı bir hayal içerisinde bulur herkes kendisini. Ne kadar güzel, insanlar mutlu, ot bedava. Yine de euphoria etkisi geçtiğinde ortaya saf açlık, insan egosu ve gerçekliği kalır. Aslına bakarsanız ortaya “insan insanın kurdudur.” kalır.

the-beach-leonardo-dicaprio-izle

Hayal ettiğiniz sürece var olan bir ütopyanın hayal alanına girer ve görüşünü  bozarsanız gerçekleri görmeye başlarsınız. Bu bir rüyadan uyanmak hatta rüyanın kabusa dönmesi gibidir. Görmek istediğiniz şekilde uzunca bir süre görürsünüz karşınızdakileri. O yüzden her şey aşk ve sevgi doludur çünkü siz sevgi dolu bakarsınız. Peki ya perdeler indiğinde? O anda ölümün bile insan kalbini yumuşatamadığını, insanların suçları bir başka noktaya atabilmek için ellerinden geleni yapacaklarını ve diğer tüm içgüdüsel ancak etik olmayan şeyi görürsünüz. Ne olursa olsun ne kadar içten geçen o hayvani içgüdüler zor durumda ortaya çıkarsa çıksın ölüme karşı kayıtsız kalınmaması gerektiğini düşünürsünüz. Eğer bir mutluluğunuz varsa ve yok olmasını istemiyorsanız gerçekleri de görmek istemez, başkasını suçlarsınız. Mutluluğu ortadan kaldıracak olan birden fazla ölü olsa bile.

The Beach’i izlediğinizde kendinizi çıplak hissetmeniz mümkün. Hangi tarafta yer alacağınıza karar vermek ise tamamen size kalmış ancak benim film sonunda alt üst olduğum bir gerçek. Ben karar veremedim. Umuyorum siz verebilirsiniz.

Filme dair notlar: Di Caprio yerine Boyle tabii ki McGregor’ı düşünmüş ancak kabul edilmemiş. O zamandan sonra McGregor ile Boyle konuşmuyorlarmış.

Film çekimi sırasında tüm ekip bir kaza geçirmiş ancak yaralanan olmamış.

Richard: And me, I still believe in paradise. But now at least I know it’s not some place you can look for, ’cause it’s not where you go. It’s how you feel for a moment in your life when you’re a part of something, and if you find that moment… it lasts forever… 

Richard: I had nothing left to offer but pure reflex. Pure reflex and mankind’s basic drive for survival, that somehow shouts, “NO – I WILL NOT DIE TODAY!” 

The Beach Trailer

Oz / Bizim Hapishanemiz

22 Cumartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aryan, augustus hill, breaking bad, defamiliarization, em city, emerald city, italyanlar, oswald prison, oz 1. sezon, oz hapishanesi, oz prison, tim mcmanus, tobias beecher, zenci


oz

Herkes kendi hapishanesini kendi yaratır bu dünyada? Vay efendim laflara bakın siz laflara. Breaking Bad gibi kafayı sıyırmalı evrimli mevrimli bir dizi izleyince sonrakileri de o bağlamda değerlendirmeme gibi bir şansım yoktu. Oz da aynı şekilde bu algıma kurban giden dizilerden bir tanesi. Belki de gerçekten benim algıladığım gibidir herkesin algısı ve aslında tüm sanatçıların ortak bir bilinci vardır. Yazarken, oynarken ya da izlerken herkes aynı hayali yaşatmaya, aynı vurguları yapmaya çalışır.

Oswald Hapishanesi yüksek dereceli suçlular ile dolu bir hapishane. Toplumun her bölümünden insanlara rastlamak mümkün. Em City olarak adlandırılan bu yer Tim McManus tarafından kontrol altında tutulmaya çalışıyor. Tim’in amacı bu yeri diğer hapishanelerden farklı bir yere dönüştürmek. Kendi ütopyası ile hareket edip orayı gelişmiş bir ıslahevine çevirmeyi düşünüyor ancak hesaba katmadığı insan faktörü ters köşeye düşmesine neden oluyor. Ne demiştik, toplumun her bölümünden insan var. Evet, örneğin hapishanenin ortasında namaz kılan müslümanlar, domates yiyen İtalyanlar, kaslı abilerimiz Afrikalılar, sıradan Amerikalılar, azılı katiller, annesini ve babasını yiyenler, beyaz ırkçı Aryanlar ve diğerleri. Küçücük bir hapishane aslında büyük bir dünyanın yansıması. Neredeyse yaşadığımız  dünyanın maketi. Zenciler ile beyazların arası iyi değil, aynı zamanda İtalyanların da beyazlarla.  Bu hapishanede kimin nasıl yaşayacağı ya da öleceği hiçbir şekilde belli değil.

Oz’un en büyük özelliği beklenmedik anlarda gerçekleşen kırılımlar ve kopuşlar. Karakterlere değer yüklemeye ve gelişimini çözmeye çalıştıkça senarist tarafından korkunç olaylara maruz kalıyor hepsi. İnsan psikolojisinin en temel noktalarına inip arada kalmış, sıkışmış insanın nasıl hareket edeceğini yansıtıyorlar. Bu yüzden gördüklerimiz bizde bir şaşkınlık yaratmıyor. Çok içten, bildiğimiz duygular ile karşılaştığımız için garip bir rahatsızlık hissediyoruz. Sanki yıllar boyunca o en vahşi halimizi saklamış gibi, sanki bastırmış ve gün yüzüne çıkmaması için dua etmiş gibi.

Bir diğer özelliği ise aralarda anlatıya giren karakter ve tüm dünya düzenine güzel laflar hazırlamış olması. Toplum yapısı, ahlak, etik, insan egosu ve diğer konularda bayağı ağır laflar ile bizi dizinin gerçekliğine ve sertliğine alıştırıyor. Oz’un bu olayı onu hem diğer dizilerden daha mesajlı bir hale getiriyor hem de bu konuşmalar gerçekleşirken karakterlerin hepsinin bu ambiyansa ayak uydurması sizi defamiliarization etkisine sokuyor. Bir anda dizi izlediğinizi hatırlıyorsunuz ancak düşünmeniz gereken pek çok gerçek olduğunu da görüyorsunuz.

Tüm çıplaklık, tüm şiddet ve diğer etkenlerin hepsi gözler önüne seriliyor Oz’da. Tüm organlar açık, tüm uyuşturucular görülebilir, tüm çığlıklar duyulabilir ve her şiddet yaşanabilir durumda. Birinci sezon biterken Oz’un tamamen hayatımızı anlattığını algılamıştım ancak bu kadar gergin bir sonla biteceğini tahmin bile edemezdim. Breaking Bad’in her sezonunda bir kez olan o kasık ağrısı, karın sancısı bu sefer Oz’un birinci sezon son bölümünde oldu. Bittiğinde garip hissetmemek imkansızdı.

Her bir aktörün oyunculuğu üzerine söyleyecek bir şey bulamıyorum. 20 yaşındakinden 60 yaşındakine kadar her birisi sanıyorum daha iyi şekilde giremezlerdi rollerine. Ne bir dudak seğirmesi, ne göz kaçırma. Her şey en açık şekilde bizlerle buluşuyor. Karakterler ise görmek istemediğimiz ve hep kaçtıklarımız.

Augustus’un araya girdiği her sahnede ben kendimi biraz daha yakın hissettim anlatılanlara. Kareem Said’in toplumun bize yaptıkları nutkunu bile yedim neredeyse. Her karakterin söylediği doğru geliyordu, her karakter kendi çevresinde haklı ve gerçekti. Oz, gerçeklikti.

Augustus Hill: ‘Fuck’ is a four letter word. ‘Rape’ is a four letter word. ‘Wife’ is a four letter word. So is ‘love.’ 

Tobias ‘Toby’ Beecher: If God is in me, he’s a tumor. 

Augustus Hill: Death is certain. Life is not. 

Augustus Hill: I ain’t saying drugs are good. But when your past is past and your present sucks and your future holds nothing but broken promises and dead dreams, the drugs’ll kill the pain. Listen up, America, you ain’t ever gonna get rid of drugs until you cure pain. 

Augustus Hill: ‘At least you got your health.’ Don’t you hate that? You lose your job, you lose your wife, YOU’RE IN PRISON, and some punk ass do gooder says ‘At least you got your health’ like that’s supposed to make you FEEL better! So what if I’m broke? So what if some dealer wants to cap my ass; at least I ain’t got a tumor. I swear, the next person to say ALYGYH to me, I’ma make sure they don’t have THEIR health much longer. 

Augustus Hill: Remember when your high school history teacher said that the course of human events changes ’cause of the deeds of great men. Well, the bitch was lying. Fuck Caesar, fuck Lincoln, fuck Mahatma Gandhi. The world keeps moving cause of you and me, the anonymous. Revolutions get going cause there ain’t enough bread. Wars happen over a game of checkers. 

Augustus Hill: Yeah, who cares who lives or dies in prison? We read the names in the morning paper and they mean nothing to us. They’re faceless. Truth is, we don’t wanna put a face on ’em. We don’t want to know who they really are. Because then it might hit too close to home, and home is what it’s all about, right? Making a home no matter where you are, no matter who you are. At the end of the day, everybody wants somewhere to rest, somewhere to lay their bones, even if it’s in a land called Oz. Yeah, like Dorothy says when she wakes up in her own bed back at Aunt Em’s, “There’s no place like home.” There’s no fucking place like home. 

Şark Dişçisi / Ağız Dolusu Kahkaha

25 Pazar Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

çağlar çorumlu, bertolt brecht, defamiliarization, engin alkan, hagop baronyan, kabare, lüküs hayat, levon, salih bademci, selçuk borak, selin türkmen, sevil akı, sevinç erbulak, taparnigos, tarla kuşuydu juliet, tuğrul arsever, yarenyag, şark dişçisi


Daha önce herhangi bir müzikal oyun izleme fırsatı bulmuş olanların tam anlamı ile bağlanacağı, oyundan çıktıktan sonra ayakları ile müziğe eşlik ettiğini anlayacağı bir oyun Şark Dişçisi. Lüküs Hayat, Tarla Kuşuydu Juliet, Kabare gibi çok sesli oyunlar ile haşır neşir olmuş bir insan olarak Şark Dişçisi’ne uzun zamandır gitmek istiyordum. Sonunda gittim! Ve iyi ki de gitmişim.

Şark Dişçisi 19. yy’da geçen bir hikaye. Nam-ı diğer Şark Dişçisi yani Taparnigos çapkın bir adamdır. Sophie adında kocasından bıkmış mı bıkmış bir kadın ile aşk yaşamaktadır. Taparnigos’un karısı Marta kocasının sürekli onun parası ile adam olduğundan yakınır da durur. Bütün olaylar işte bu noktadan ortaya çıkar.

Her şeyden önce Şark Dişçisi’nin açılışını yapan ve tüm oyuna bir güzel yön veren “kolbaşı” Selçuk Borak’tan bahsetmek istiyorum. Ermeni Türkçesi ile konuşarak ilk dakikada bağlar bizi oyuna. Hagop Baronyan tarafından yazılmış bu eseri bir kuble anlatır. Ardından Hagop hakkında bilgiler de verir. Örneğin mezar yerinin belli olmaması gibi. Aynı zamanda 19.yy’da yani 1850’lerde Pera’nın ne menem bir şey olduğunu anlatır. Biliriz ki bu gezgin kumpanyadan bizi güldürecek çoook şey çıkacaktır.

Hagop Baronyan Edirne’de doğmuş bir Ermeni’dir. Yazmış olduğu tiyatro eserleri 120 yıl sonra Şehir Tiyatroları tarafından oynanmaya başlanmıştır. Yine de işin garibi yazdığı her detayın güncellenebilir ve günümüze uygun olması. Yani aile ilişkilerinin çarpıklığı, yapılabilecek mevcut espriler. Sanki onların hepsi Hagop’un kafasının içinde bekliyormuş yıllar geçmesini. İşte bu sayede oyun hakkında ilk incelemeyi yapmış oluyoruz. Sanat eserlerinin zamansızlığını adımız gibi görmüş oluyoruz. 1842’de doğup 1891’de ölen Hagop’un eserinin zaman dışında bir oluşum olduğuna tanık oluyoruz. İnsanın sevmeye, arzularının peşinden koşmaya başladığı anda yaşanabilecek olayların evrenselliğini görüyoruz. Aile dediğimiz kurumdaki bozuklukların her zaman için geçerli olduğunu, baskı altında kalan bireylerin baş kaldıracağını ve daha iyisi için insanoğlunun daima bir koşuş içinde olduğunu.

sark-discisi-istanbul-buyuksehir-belediyesi-tiyatrosu

Çağlar Çorumlu’nun canlandırdığı Taparnigos Sevil Akı’nın canlandırdığı Marta ile bir türlü anlaşamaz. Onunla parası için evlenmiştir, Marta ondan büyüktür. Anlaşıldığı üzre yapmaması gereken bir evlilik yapmış üzerine bir de çocuk sahibi olmuştur. Yarenyag bu aşksızlığın meyvesidir. Aklı karışlarca havadadır yine de sevgisinin ardından baş kaldırmayı, amacına ulaşmak için iş çevirmeyi bilir. Akıllıdır da aptaldır da. Selin Türkmen’in canlandırdığı Yarenyag Salih Bademci’nin hayat verdiği Levon’a deliler gibi aşıktır. Levon, otoriterlerin sevginin önünde duramayacağına inanır. Sabah sevgilisi ile buluşmak için evden çıkarken annesine ne söyleyeceğini bir anda bilemez fakat aşkın her şeyden önce geldiğini düşünür ve geceden baloya gider.

Sophie (Sevinç Erbulak) ise yaşlı kocası tarafından tatmin edilemeyen bir kadındır. Taparginos ile hard-core bir ilişkileri vardır. Bastırdığı tüm duygular Taparginos ile ortaya çıkar. Bu noktada kadın ve erkek ilişkilerinde tatminsizliğe dair ikinci inceleme noktasına geliriz. Marta ve Taparginos ikilisinde tatmin edilmeyi bekleyen bir kadın vardır. Marta 60 yaşında olmasına rağmen hala kocası ile sevişmek ister fakat Taparginos karısının yaşlılığına ve isteğine dayanamayan bir adamdır. Onun için daha genç ve aynı derecede tatmin edilmeyi bekleyen Sophie vardır. Kadınlar erkekler tarafından hem duygusal hem de maddi açıdan tatmin edilmek isterler. Örneğin Marta’nın parasından daima bahsetmesi, ilk günkü gibi sevişmek istemesi, kocasına küsse de elini öptüğünde onu affetmesi, Sophie’nin yaşlı kocası ile sevişemediği için kuruyup gitmesi gibi birden fazla etken toplumda kadınların çekinik rolünü ortaya koyar. Yine de kadınlar da erkekler de bu tatminsizlik sonucunda başka insanlara kaçmaktadır.

Şark Dişçisi’ni Vişne Bahçesi, Tarla Kuşuydu Juliet ve diğer pek çok oyundan tanıdığımız Engin Alkan yönetiyor. Koreografi ise Selçuk Borak tarafından. Selçuk Borak Türk sanatında öncelikli yere sahip olması gereken bir adam. Sadece yurt içinde değil yurt dışında da çalışmalar yapmış bir başkoreograf. Yazması bile zorken bu kelimeyi adamlar bunun başı oluyor. Öyle düşünün. Dimdik duruyor sahnede, her noktada sesi yankılanıyor gür gür. Biraz daha aşık oluyor insan tiyatroya, biraz daha seviyor o sahne performansını.

Sahne demişken de üçüncü bir noktaya geçiyoruz incelenecek. Sahnede bulunan kocaman kumpanya evi ve onun sahne ortasında değiştiriliyor, çevriliyor oluşu. Bertolt Brecht’ten alışık olduğumuz defamiliarization / yabancılaştırma efektine tanık oluyoruz. Orkestraya laf atan oyuncu, protesto olarak elma armut atan orkestra, makyaj temizliyor diye sahneye çıkamayan oyuncu, gözlerimizin önünde değiştirilen ve taşınan dekor… Aslına bakarsanız daha pek çok detay var şu anda yazıp da sizi boğmak istemediğim. Oyunu izlerken bir anda yadsıyoruz bu yüzden, “Lan!” diyoruz. Hagop’un yapmak istediği de bu aslında. Topluma ışık tutarak hiciv yapmaya çalışan bir adamın aynı anda bizi de uyandırmaya çalışması çok normal. O ışık bize de tutulsun ki herkes sahnede yaşananlara dair kendini özdeşleştirmek yerine bir düşünsün, bir eleştirsin.

Yazıyı çok fazla uzatmadan ve size de izleme zevki bırakarak son bir noktayı incelemek istiyorum. Tuğrul Arsever’in canlandırdığı Giragos! Sen ne güzel adamsın, sen ne güzel karaktersin. “Genleşş, genleş, bollaş” diye insanları gülmekten öldüren, zenne kıyafeti ile Hamlet’ten tiratlar atan uşak. Son sahnede de bir hinlik ile karşılıyor bizi. Oyunun aynı zamanda başka tiyatro oyunlarına da gönderme yaptığını görerek alt çıkarım yapmış oluyoruz. Ve bir de kendi kendine gönderme yaptığını görünce tamam diyoruz “metatheatre” işte burada!

Çenem açıldı, durduramıyorum. Şark Dişçisi eve döndüğümde hemen oyun programını açıp yeni bir oyuna bilet aldıracak kadar içimi tiyatro ile doldur. Zannediyorum ki 2012-2013 sezonu oldukça bereketli geçecek benim için.

Belkıs, Cevat ve Ne İdüğü Belirsizler

28 Salı Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, balo sokak, defamiliarization, formalist, küçük beyoğlu, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, laurence sterne, maroia, orçun türkay, oznurdogan.com, russian formalism, taksim, tristram shandy


Kitapları severim. İnce kitapları severim. Kalın kitap büyük puntoyu severim. Kalın kitap karınca punto kitabı sevmem. İnce kitap karınca puntoyu sinsi bulurum.

Orçun Türkay ise farklı bir şekilde yazıyor hikayelerini bu sefer. Her hikaye için önce bir resim çiziyor – açık konuşalım çizimler acemice Orçun – ve sonra bu resimlere dair hikayeler oluşturuyor.

Resim çizmek zor iş, şimdiye kadar eminim pek çoğumuz çöp adam çizdik. Ve bunla da gururlandık bazen. Zaten resim yeteneği özel kişilere verilmiştir, dedik ve işten kurtulduk. Peki resim ile yazıyı birleştirmek? Normal bir resime hikayeler düzmek ve onları paylaşmak.

Orçun Türkay tam da bunu yapıyor bu sefer. Bir masada oturan iki adamı resmediyor, birisinin arkası dönük diğeri ise kızgın kızgın Orçun’a bakıyor. Orçun bunları çiziyor ve bu iki adama dair hemen bir hikaye yazıyor. Hikayeler, hikayeleri kovalıyor. Resimler yazılara dönüşüyor. Resim ve yazının ana malzemesi kalem ve kağıt zaten. Bir sorun yaşamıyor Türkay bu değiş tokuş sırasında. Hatta bildiği bir bölgeye girmiş olmanın rahatlığı bile vardır üzerinde, resim zordur çünkü evet. Kabul edelim.

Farklı bir tarzda yazıyor bir de Orçun Türkay. Bıçkın delikanlı ağızlarını severim ben. Hatta kaypak insanları da severim. Kaypaklığın yakıştığı insanlar gerçekten vardır. * Orçun da biraz bıçkın biraz kirli bir ağızla yazıyor. Yazılar Taksim’den çıkıyor, Küçük Beyoğlu’na yakıncacık Balo Sokak’ta nefes alan kısımları da var kelimelerinin.

Bu yüzden de sıradan bir dil olmuyor yazdığı, kendisine gönderme yapıyor bazen de. Evet, yazı bir anda duruyor ve siz onun bir hikaye olduğu gerçeğine yaklaşıyorsunuz. Biz buna “defamiliarization” yabancılaştırma diyoruz Rus yapısalcıları olarak. İçimdeki formaliste dur diyemem bazı bazı. Laurence Sterne olasım gelir.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...