• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: david

Six Feet Under 2. Sezon / Ay Bana Bir Şeyler Oluyor

02 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

billy, breaking bad, brenda, david, it's the most wonderful time of the year, metafor, nate, oz, ruth, six feet under, six feet under ikinci sezon


six feet under ikinci sezon season 2Büyük bir heyecan ve istekle başladığım Six Feet Under nasıl oldu da bana fenalıklar getirmeye başladı? Bu yazımda sizinle bunu paylaşacağım.

Breaking Bad gibi kallavi ve bol bol psikolojik etmenler bulunduran bir diziden sonra arkadaşımın yoğun isteği üzerine başlamıştım Six Feet Under’a. Birinci sezon tam olarak alışma sezonuydu. Karakterler ile tanışıp hangisinin yanında olmak istediğinize karar verdiğiniz sezondu yani birini sezon. Yapılan göndermeler, yaşam ile ölüm arasında gidip gelen metaforlar, karakterlerin birbirinden farklı ancak temelde aynı noktaları vs. Six Feet Under’ı severek izlemek için yeterliydi. Aynı zamanda her bölümün başında gerçekleşen ölümler ve bu ölümlerin gerçekleşiş tarzları insanda farklı duygular yaratmaya yetiyordu. Ancak…

Her şey bir ancak ile başladı. Six Feet Under fazlası ile gerçek karakterleri barındırıyordu. Bu yüzden işin içinden çıkamaz hale gelip tamamen nefessiz kaldım. Ruth’un histerik tavırları, sürekli olarak dengesiz hareketleri, Keith’in bir bıçak kadar keskin davranışları, David’in paspas sendromu, Brenda’nın bitmek bilmeyen tam bir ucube hali ile çileden çıkmaya başladım. Bu karakterler normal hayatımda da katlanamadığım, gördüğümde koşarak uzaklaşacağım karakterler olduğu için diziden de yavaş yavaş uzaklaştım. Bana sürekli olarak karın ağrısı veren karakterler ile yüz yüze gelmek beni yormaya başladı. Brenda’nın daima haklı olmaya endekslenmesi, Ruth’un canı istediği şekilde yaşamaya çalışıp becerememesi, daha doğrusu sakilliği, Billy’nin psikopat tavırları ve çizgiyi aşma alışkanlığı ile yüzleştikçe kendimi daha da rahatsız hissettim. Oturduğum yer dar gelmeye başladı. Breaking Bad’de her sezonda maksimum 3 kere yaşadığım kendimi nereye atacağımı bilemem Six Feet Under’da her bölümde olmaya başladı.

Şimdi Six Feet Under’ı bayılarak, ayılarak, ölerek ve biterek izleyenlerin gazabını hissediyorum. Ateş gibi gözleri ile satırlara bakıyorlar fakat onlar için yapabileceğim bir şey söz konusu değil. Six Feet Under metaforik olarak oldukça yeterli bir dizi olsa da hatta ve hatta karakterlerin bu kadar canlı bu kadar gerçekçi olması dizinin en büyük özelliği olsa da benim gibi mutsuzluktan kaçan birisi için korkutucu derecede baskın bir dizi.

İkinci sezon bittiğinde elimde sadece bir kez gülümsediğim bir bölüm vardı. Geri kalan tüm bölümlerde hissettiğim baskı yüzünden yüzümün herhangi bir şekil aldığını sanmıyorum. It’s the Most Wonderful Time of the Year bölümüydü. Gerçekten mutlulukla izledim o anları. Üçüncü sezona geldiğimde ise ilk bölüm ile tatmin olmuş bir şekilde kapattım son olarak. İkinci sezonun rehaveti hala üstümdeyken üçüncü sezonda devam edip etmeme konusunda fazlaca kararsızım. Aynı darlanma eğer üçüncü bölümde de benimle olacaksa ben bu işte yokum. Hem zaten başlamamı bekleyen Oz’un 3. sezonu var. Akıllılık edip vaktimi ona göre dağıtırım ben de. Ne diyorsunuz? Tamam mı? Devam mı?

Six Feet Under – Ölüm ile Yaşam

17 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ölü restorasyon, breaking bad, cenaze evi, david, dexter, dizi, dizi izle, eşcinsel, fisher, gay, gilardi, inceleme, nate, natheniel, ruth, six feet under, yorum


six feet under season 1Breaking Bad’in sert çizgilerinden Six Feet Under’ın naif çizgisine atlamak benim için beklenilenin de üstünde bir etki yarattı. Hala uyumadan önce kafamda dönen Breaking Bad sahneleri ve isimlerinin yerini alabilecek yeni bir dizi ile karşılaşmak ve verilen tavsiye üzerine sevmek oldukça güzel ve eğlenceli bir durum.

Six Feet Under’ın ilk sezonu her dizide olduğu gibi tamamen tanışma ve tanışma üzerine bir sezondu. Fisher ailesinin içine giriyor ve birbirinden farklı aile bireyleri ile tanışıyoruz. Bildiğimiz aile yapısından çok farklı gibi görünse de aslına bakarsanız ailenin evrenselliğini ve tekrarlanışını gözler önüne seriyor. Aile babası Nathaniel Fisher öldükten sonra cenaze evinin sorumluluğu tamamen iki oğula kalmıştır. Bu sayede yıllardır görüşmemiş olan kardeşler ve diğer tüm karakterlerin farklı yönlerini tanımaya, onların içinde gizledikleri hazinelere inmeye başlıyoruz. David cinsel tercihini erkeklerden yana yapmış bir adam. Nate ise her ailede bulunan başına buyruk, savruk genç. Claire görmekten ilk olarak korkacağımız fakat daha sonra alışacağımız evin ergeni. Ruth ise dengesizliği ve panikataklığı ile göz dolduran anne. Sanıyorum ki size de çok fazla uzak terimler olarak gelmemiştir. Hepimizin geçirdiği ergenliği, cinsel seçimleri ve özellikle Türk aile yapısında cinsel baskıyı düşünürsek tam da bize uygun türden bir drama. Aile yapısına tekrar döneceğim. Bunu detaylı kurcalamadan önce dizinin üzerine kurulduğu konsepti incelemek istiyorum.

Cenaze evi. Bizim hiç aşina olmadığımız bir durum. Biliyoruz ki bizde en fazla yapılacak şey ölüyü evin ortasına koyup üzerine de bir bıçak bırakmak. Gömme işlemini en kısa sürede gerçekleştirmek ve hayatın döngüsü içine bir ölü daha katmak. Hristiyanlarda farklı işleyen bir sistem ölüm ve cenaze. Öncelikle onları özel hissettiriyorsunuz. Ardından arkadaşlarının ve tanıdıklarının ölmeden önce onu iyi görmeleri için özel çaba sarf ediyorsunuz. Giydiriyor, makyaj yapıyor hatta saçını maşalıyorsunuz. Özel tabutların içine yerleştirerek küçük bir sergi yaratıyorsunuz. Bir ölüm üzerinden yepyeni bir yaşam formu yaratıyorsunuz. Ölümün yaşamını. Her bölümde ilk olarak ölen birilerini görüyoruz. O ya da bu şekilde ölüm ile tanışan bu insanlar dizinin her bölümüne hayat vermiş oluyor. Aynı zamanda onun ölümü sırasında Fisher ailesinde gerçekleşen değişimler de büyüyen ve gelişen bir organizma halini alıyor. Ruth’un kendini öğrenmesi, cinsel yaşantısındaki değişiklikler, Dave’in gitgelleri, Claire’in zor bir kız olması ve Brenda’nın değişmesini istemese de değişen fikirleri. Her bir karakterde farklı boyutlarda görülen değişiklikler, yeşillenmeler işte tam da ölümün olduğu o evde gerçekleşiyor. Korkutucu olduğu kadar da hayata ait olan ölümün yenileyici tarafını da görmüş oluyoruz. Ölüm sadece insanları üzmek için değil, aynı zamanda varlığın farkını yaratmak için de gerçekleşen bir eylem. Doğanın kendi sistemi. Doğanın kendi taşları ile oynadığı güzel bir Go oyunu bu. Uzaktan baktığınızda tüm hamleler aynı gelir. Taşlar birbirinin aynısıdır. Herhangi bir taşı yerinden oynatmak sanki hiçbir şeye neden olmayacak gibi. Ancak aslında tek bir hareket bile sizi yere serebilecek güçtedir. Bu yüzden doğa, ölüm gibi olgular insanı korkutur. Bu korkuyu yok etmek ve hayatın güzelliğine inanmak için ölümü onurlandırmak zorunda hissederler insanlar kendilerini. Güzel giyinirler örneğin cenazeye giderken. Ya da ölülerini güzelleştirirler.

Six Feet Under sadece karakterlerin evrim sürecinden geçtiği bir dizi değildir. En azından benim için bu durum tam olarak böyle. Aynı zamanda aile ve toplum yapısının, kadın ve erkek ilişkisinin karmaşıklığından da dem vurur. Homoseksüel ve antilerin yaşadıklarını görürüz. İki arada kalan ruhların çığlıklarını duyarız. Sevmek ile nefret arasındaki ince çizgide gidip gelen kadın ve erkek ilişkilerine tanık oluruz. İki taraftan birisini haklı görmek istesek de iki tarafın da ne kadar dibe batmış olduğunu görürüz. Bunların her biri, sadece kadın ve erkek değil aynı zamanda toplumun da nasıl istenilen şekle sokulmaya çalışıldığı fakat yine bu işlemi yapanın da toplum olduğunu anlarız. Hem gerçek bir karşı duruş ile insanların ilerlemesi için yardımda bulunur bu toplum hem de yanlış yapan her bir bireyi yolunun üzerinden ittirmeye hazırdır.

Tekrar aile yapısına döndüğümde ise toplum tarafından belirlenen aile çizgilerinin aslında ne kadar silik olduğunu görüyorum. Mutlu olarak tanık olduğumuz ailelerin de büyük sırları olduğunu anlamış oluyoruz bu sayede. Türk aile yapısındaki o kutsallığın aslında bir çırpıda yok olabileceğini görüyoruz. Ve aslına bakarsanız dünyanın her yerinde insanların etrafını çitlerle kapladığınızda onların mutsuz olduğunu göreceksinizdir. Bu sadece Türkiye ya da Amerika için geçerli bir durum değildir. Mutsuz bir anne ile mutsuz bir babanın evliliğinden asla iyi bir ortam doğmayacaktır. Toplum kendi ölü tohumlarını kendi elleri ile ekmiş olacaktır.

Six Feet Under’ın diğer sezonlarında ne ile karşılaşacağıma dair şu an hiçbir fikrim yok, yine de bu söylediklerimin pek çoğunu Oz için de söyleyeceğime inanıyorum. Aklın ve bilginin yolu bir olsa gerek.

“If we live our lives the right way then everything we do can become a work of art. “

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...