• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Tag Archives: kitap tanıtımı

Tool 2012’de albüm çıkarıyormuş!!

06 Salı Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

10000days, 2012, öznur doğan, daney carey, fon müziği, james maynard keenan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, konser, maroia, oznurdogan.com, parabola, tool, tori amos, vicarious, yeni albüm, İstanbul


TOOL!

Ben böylesine 2007’den beri hayatımda olan bir şey görmedim. Sevdiğim insanları kaybettim, yeni insanlar kazandım. Yaşlar eskittim, yeni yaşlar aldım. Boyum uzadı, kilom azaldı, aklım çoğaldı, aklım azaldı ama hep arka fonda Tool vardı.

İlk Tool şarkısı benim için Vicarious’tı. Biliyorum ki Tool’u o erkencikten daha Ep döneminden yakalayanlardan değildim. Aslında Vicarious’ı dinlediğimde daha önceki hiçbir şeylerinden haberdar değildim. Arkadaşım bana şarkıyı atıyor, dinle bunu diyor. O dönemler liseli metalci modundan geçmiş durumdayım ama hala sağlam dinleyicilerdenim. Attığı gün şarkı en az 1979324, evet random bir sayı kadar, dönüyor. Ben şarkının etkisindeyim. Sözlerini açıyorum internetten, dinlediğim tüm şarkılardan ve sözlerinden farklı bu şarkı.

Bir süre hiç başka bir şeylere ilişmeden Vicarious dinliyorum, İngilize cümle içinde kullanmaya çalışıyorum, yapamıyorum. Şarkıyı bağıra bağıra söylüyorum. Sonrasında benim için bir keşif süreci başlıyor. Tüm albümlerini indiriyorum fakat dinlemiyorum.

Ara ara Vicarious’tan cayıp başka şarkılar dinliyorum. Sober var listede Parabola var. İkisi de çok güzel. Bir süre Sober’a takıyorum. Allah’ım takılmadığım Tool şarkısı ne zaman olacak?

Gel zaman ve git sevgili zaman benim Tool sevgim büyüyor. Hayatımın gerçek arka fon müzikleri Tool’dan çıkıyor. Mutluluğumu bozabilecek olana aşk olsun. Farklı zamanlarda farklı Tool şarkılarının hastası oluyorum. Bu adamın sesini birilerine benzetiyorum. Meğerse Apc’nin de vokaliymiş bu. E ben Apc’yi biliyorum. Güzel, iyice sarıyor Tool ve Apc ve Maynard.

Tool eksimeyen bir şarkılar bütünü dilimde. Sözlerini ezberlemeye çalışıyorum her şarkının. 2007’de İstanbul’a geldiklerinde arkadaşımın “Bilet var, gelsene.” demesi üzerine o konsere küçük olduğumdan sebep gidemediğim için havada karada 75bin küfür ediyorum, ağzım bozuluyor toparlayamıyorum.

Son 4 senedir, ağzımda tek bir laf: Tool 2012’de albüm çıkarıyormuş. Sevilenle bekliyoruz albüm çıkarılışını ama sevilen benden daha sakin bu konuda. Sakin takılıyor, çıkar elbet albümdür bu gibi bir mantık içerisinde sanırım ama ben her gün Tool dinlediğim için o albüm sanki herkese çıkacak da bana çıkmayacak paniğindeyim. Arkadaşıma artık daral gelmiş durumda, “Tool 2012’de albüm çıkarıyormuş.” lafını duymak istemiyor, pisliğine daha çok söylüyorum.

Arada kendime dair şeyleri açık etsem de ben Tool’dan vazgeçmiyorum. O bana kendini sevdirmekten de cayacak gibi değil. Bazı şarkıları üzerine şiirler yazıyorum, bazılarını içiyorum, bazıları ile gaza gelip otobüsü doğramak istiyorum bazıları ile ağlıyorum. Tool bana en sadık dostumdan daha sadık çünkü. Tool’u seviyorum. Bence Tool insanın kendine yakışanı giymesidir.

http://www.uludagsozluk.com/e/10371017/

http://www.uludagsozluk.com/e/10370566/

http://www.uludagsozluk.com/e/10371185/

ve Fibonacci dizimi ile yazılan yazı;

http://www.uludagsozluk.com/e/10404542/

Çanlar Kimin İçin Çalıyor?

05 Pazartesi Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 6 Yorum

Etiketler

A Clean, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, öznur doğan, dostoyevski, ernest hemingway, Foe Whom The Bell Rings İstanbul Üniversitesi, ihsan oktay anar, kitap incelemesi, kitap okuma yarışması, kitap tanıtımı, maroia, oda yayınları, oznurdogan.com, puslu kıtalar atlası, suç ve ceza, Well-Lighted Place


“For Whom The Bell Rings”, İngilizce söylenişi de insanın ağzında bir tat bırakıyor. En azından benim için öyle. Lise 1. sınıfa giderken bir kitap okuma yarışması yapılmasına karar veriliyor. Edebiyat hocamız beni seçiyor. 10 tane kitap okunacak ve sonra bu kitaplardan test olacağız. Her şey çok güzel fakat henüz kitaba kendimi bu kadar kaptırmış değilim. Kitap listesinde Suç ve Ceza, Puslu Kıtalar Atlası, Çanlar Kimin İçin Çalıyor gibi kitaplar var. Şimdi baktığımda listenin gayet sağlam bir liste olduğunu görüyorum.

İlk olarak hangi kitaptan başlasam bilmiyorum ama daha önce para verip kitap almışlığım yok. Kitapçıya gidilecek bir kitap alınacak, gelinecek. Ben en iyisi gideyim Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u alayım diyorum. İlk kitaba paramı Çanlar Kimin İçin Çalıyor’la veriyorum.

Para verdiğim için mi bu kadar çok değerli bilmiyorum ama kitap beni benden alıyor. Ben ilk defa bir kitabı kısa bir sürede tamamen anlayarak ve hissederek okuyorum ve ilk defa bir kitabın sonunda hüngür hüngür ağlıyorum.

Evet öncesinde büyük bir kitap geçmişim yok, ki hala bir geçmişim olduğu söylenemez bir hiçim kumsalda, ama bu kitap okuduğum her şeyden farklı. Ortaokulda öylesine alıp çantama attığım okuyana kadar çantamda kalan kitaplardan farklı. Bu kitap apayrı bir şey.

Robert var, adını aklıma kazıdığım. Bir de Maria var. Kocaman savaşın ortasına Hemingway aşkı da sığdırmış oluyor, acıyı da. Bu yüzden daha çok seviyorum kitabı. Salt bir savaş anlatmıyor çünkü. En büyük savaşların savaş alanlarında değil kavuşamayan iki kişi arasında verildiğini anlatıyor. Köprüleri yıkmanın bazen savaş kazandıracağını anlatsa da insanların kendi aralarındaki “köprü”leri yıkmamaları gerektiğini sezdiriyor.

Hemingway hiçbir şeyi açık açık söylemiyor, sadece seziyorsunuz okurken. Savaşçı bir adam Ernest, Amerikan Edebiyatı’nda okuyacağım daha doğrusu İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı seçeceğim aklımın ucundan geçmiyor. Dil bölümünde okumak bile o sıralar pek yakın değil bana. Sonra ben edebiyatı seçiyorum, nefes almayı seçiyorum.

Kısa hikayelerini okuyoruz Hemingway’in birkaç derste, A Clean, Well-Lighted Place’i okuyoruz mesela. Daha da kanım kaynıyor. Sonra hayat hikayesinden birkaç parça bir şeyler öğreniyorum. Cadaloz ailesinden, kardeşlerinden. Karınca sürüleri gibi kendi çıkarlarına bir şey yapmaya çalışan insanlardan.

9. sınıfta ben henüz daha bir şey bilmiyorken, ki hala bildiğim söylenemez bir yıldızım evren, Hemingway benim dostum oldu. Sonrasında Dostoyevski’nin tadına varacaktım. İhsan Oktay’dan ise seneler sonra imzalı kitap alacaktım.

Ve hep en başındadır kitaplığımın Çanlar Kimin İçin Çalıyor;

Atılgan’ın Canistan’ı

04 Pazar Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aylak adam, aşk, öznur doğan, canistan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oblomov, oznurdogan.com, oğuz atay, selim, tokuç ali, tutunamayanlar, yusuf atılgan


Yusuf Atılgan – Aylak Adam, Oğuz Atay – Tutunamayanlar, İvan Goncharov – Oblomov derken karşı duruş ve bilinmeyen bir popülerlik kazanıyor, bu sırada biz de popüler olmamış fakat içilebilecek güzellikte romanlar hikayeler okuyoruz. Onlardan çalmış oluyoruz güzellikleri. Bu yüzden mutluyum biraz Canistan’ı okuduğum için.

Köy hikayelerini ve köylüyü severim ben, çünkü her yaz Yunanistan’ın köyüne giderim. Önceden ineğimiz bile vardı ve ben bir buzağının doğumuna bile şahit olmuştum. Tütün toplamaya sabahın erken saatinde gidildiğinde tütünün nasıl olduğunu, kaçta tarladan dönülmesi gerektiğini, tütünün her bir bölümünün nasıl adlandırıldığını da bilirim bu yüzden.  Canistan sanki dost bana.

Yusuf adını sevmişimdir hep, sakin ve akıcı bir isim gibi sanki. En başından en sonuna bulanıklık nedir bilmiyormuş gibi hep. Yusuf Atılgan da öyle, romanları da.

Canistan iki eski dostun iki yeni düşman olamayışını anlatıyor aslında. Aşkın hayata nasıl girdiğini, ölümlerin aşkları yok edip edemeyeceğini, köy hayatının ne demek olduğunu, yapılan her hareketin bir tesirinin varlığını hatırlatıyor.

Selim yaman bir çocuk, ne iş olsa yapıyor. Çalışkan bir ırgat, çalışkan da bir aşık aslında. Sevgiye aç, karnı aç olduğu gibi. Gözü pek düşmana karşı. Gözünde intikam ateşi de var Tokuç Ali’den alınacak.

Yusuf Atılgan kitabı dört bölüm olmaz üzere planlıyor, ‘Duruşma’, ‘Yargıç’, ‘Tanık’, ‘Sanık’ ve fakat kitap sadece üç bölümden oluşuyor. Yusuf Atılgan Sanık’ı yazamadan bizi bırakıyor. Kitabın arka sözünde yazdığı gibi, “Ancak elinizdeki kitaba yarım kalmış bir roman demek de oldukça zor…” Evet, her bölüm kendi sonu ile bitiyor, her bölüm birbiri ile bağlantılı olduğu kadar tek başına da tutarlı.

Gerçek yazabilme kabiliyeti, içinden bir cümle ya da paragraf ve hatta bölüm çıkartıldığında bile anlamlı bir bütün kalışı ile ortaya konabilir bence. Yusuf Atılgan belki de bunu bize göstermek istedi. İsteseydi son bölümü yazar ve bitirirdi bu yarım kalmış romanı fakat istemedi. Yarım kalmış bazı hikayelerin bitmiş hikayelerden çok daha güzel olabileceğini biliyordu çünkü. Sonu merak edilen ve bir fantezi olarak akıllarda canlandırılması gereken durumların daha da tatlı olacağını da biliyordu.

Aslında Yusuf Atılgan, edebiyatın bazen yazmamak olduğunu bize hatırlatmaya çalışıyordu. Hayatta da her şeyin sonu olmadığını vurguluyordu. Bazı aşklar da Selim’in aşkı gibi ölümle sonlanıyordu. Kendi hikayelerinin sonlarını bilmeden insanlar aşka anlamlar yüklüyordu. Bazı kahramanların en kahramandan daha korkak olduğunu, küçük gözü kara bir çocuğunsa nelere dönüşebileceğini söylemek istiyordu, kendi ölümüne gidebilecek kadar gözü pek bir çocuk…

Bir Bilim Adamının Romanı

03 Cumartesi Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, bir bilim adamının romanı, bir dinozorun anıları, Cemal Süreya, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, korkuyu beklerken, maroia, mina urgan, mustafa inan, oedipus, oznurdogan.com, oğuz atay, Turgut Uyar, tutunamayanlar


Evet Oğuz Atay ve evet Tutunamayanlar değil. Belki de bu blog içinde Tutunamayanlar’ı en son yazmayı düşüneceğim, çünkü şu anda Tutunamayanlar kullanılması ve yok edilmesi gereken bir kullan at eşya gibi görülüyor. Üzülüyorum.

Her kitabın bende bir hikayesi mi var? Size böyle sürekli bıdı bıdı yapıyorum evet, fakat kitapların hayatıma giriş şekilleri hep farklı oluyor. Her bir kitabın bir anısı var üzerimde. Kitaplığıma girerken hepsi birer Oedipus oluyorlar, yola çıkan ve kendi yolunu bulmaya çalışan. Tutunamayanlar da öyle fakat onu başka zaman anlatacağım.

Lise öğretmenim, daha önce yıldız ile ismini verdiğim şöyle diyordu; Kitapları çalabilirsiniz, öğrenci okumak için kitap çaldığında buna yayınevleri de göz yumar keza eskiden kitap fuarlarında standlardan çalınan kitaplar için sevinen yayıncılar vardı.

Ben de onu dinledim ve lisenin kütüphanesinden son senede 2 kitap ç/aldım. Birisi Korkuyu Beklerken, diğeri Bir Bilim Adamının Romanı. Aldığım hevesle okumaya Bir Bilim Adamının Romanı’nı fakat bir türlü anlamıyorum. Ya kendimi şartlandırmış bir durumdaydım ya da gerçekten bazı kitapları okumak için bir alt yapıya sahip olmak gerekiyor. Oğuz Atay beni öldürdü öldürecek, e daha okunacak Tutunamayanlar da var kapkalın kitap. Bir Bilim Adamının Romanı’nı kenara bıraktım, Korkuyu Beklerken’i okudum, su gibi akıp gitti. Demek okunuyormuş bu Atay. Tekrar döndüm Mustafa İnan’a fakat yine ilerlemiyor. Kitabı nadasa bıraktım.

Üniversite ikinci sınıfın ikinci yarısında, Bir Bilim Adamının Romanı’na tekrar başladım ve başladığım gibi bittiğini gördüm. Kitap bittiğinde ben artık Mustafa İnan’ı tanıyor, ona kendimi yakın hissediyor ve onun olduğu sınıfta olamayışıma üzülüyordum.

Bu hastalıklar beni mahvedecek, en çok sevebileceğim insanları hep bir hastalık ile kaybediyorum, sakin sakin ölen yok içlerinde. İlla beni kahredecekler, kasıtları bana bu delilerin. Mustafa İnan olmuşsun, ayıp küçücük çocukla dalga mı geçilir böyle. Üzülüyorum…

Geç doğmuş olduğuma bin bir küfür ediyorum, bin iki biraz fazla ileri gider diye düşünüyorum. Sonra aklıma Oğuz Atay’ın da erken terk edişi geliyor bizi. Böyle konuştuğumda sanki onlarla aynı dönemde yaşayıp kaybetmişim gibi oluyor fakat zihnen aynı dönemde yaşadığım doğru. Ben hala Mustafa İnan gibilerin olduğuna inanıyorum, hala bir yerlerde öğretmenler “Anladınız mı?” değil, “Anlatabildim mi?” diyorlar, hala bir yerde öğrenciler ile öğretmenleri müthiş bir ilişki yaşıyorlar, hala bir yerlerde bir kadın ve bir adam son dakikalarına kadar birbirlerinin gözlerinin içine bakabiliyorlar, hala…

Kara kaşlı kara gözlü adamlar büyük aşklar yaşıyorlar, kadınlar hala güzel ve hala hanımefendi. Ben tekrar özeniyorum. Mustafa İnan sanki benim babammış gibi hissediyorum, acaba tanışsaydık ya da bir yerde ne derdi benim için? Ya da ben ne derdim bu sevgi dolu büyük yürekli adam için?

Mina Urgan’ın yerinde olmak istiyorum bazen, gerçek anlamlı bir yer değiştirme. Bir dinozor olayım ve fakat Oğuz Atay’ı da tanısaydım, Atatürk’le dans da etseydim. Mina, Oğuz, Mustafa, Cemal, Turgut… Canlarım.

Bakışları Çakmak Adam

02 Cuma Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 8 Yorum

Etiketler

ölü ruhlar ormanı, öznur doğan, dan brown, fransa, jean christophe grange, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, koloni, kurtlar imparatorluğu, kızıl nehirler, leyleklerin uçuşu, maroia, oznurdogan.com, polisiye gerilim, siyah kan, taş meclisi, yunanistan, şeytan yemini, İstanbul


Fotoğraftan tanıyanlar için gerçek bir çakmak adam, tanımayanlar için tanıtıyorum; Jean Christophe Grange. Adı üzerinde uzun tartışmalar yapılan adam. Bu adamın soyadı nasıl okunacak? Gıranjj diyen var, Granje diyen var. Ben yazmayı tercih ediyorum, okumuyorum adını. Sinsilik yapıyorum biraz.

Polisiye romanları sevdiğimi bilmiyordum henüz, sınıfta bir kitap dönüp duruyor. Siyah Kan adı. Arkadaşlarımın hepsi çok beğenmiş durumdalar, bense aksiyon filmlerini sevmeme rağmen henüz polisiye gerilim roman türüne adımımı atmış değilim. (Arkasından Dan Brown serileri gelecektir.) Herkes okuduktan sonra ve hiçbir yorumu dinlemedikten sonra okumaya başlıyorum Siyah Kan’ı. Sağlam bir kurgusu var, anlatılan olay insanı allak bullak ediyor, anlatış şeklinden çok. İlk olarak büyük bir hayranlık duymaya başlıyorum bizim çakmak oğlana, sonra bakıyorum ki oğlan değilmiş bu adam. Çakmak adam oluveriyor birden. Hemen bir ikinci kitabını bulma sevdasına dalıyorum. Ve ardından Şeytan Yemini’ne başlıyorum.

Şeytan Yemini henüz yeni çıkmış, dumanı üzerinde tütüyor. Bir heyecandır alıyor beni yeniden. Bir solukta bir kitap daha bitirmenin büyük hevesi içindeyim. Gelen geçene “Bir yazar var, aklınız duracak, çok acayip yazıyor.” deyip duruyorum. Kandırabildiklerime kitabı veriyorum, onlar da okuyorlar. Harçlıklarımızı birleştiriyoruz, tüm Grange kitaplarını almaya karar veriyoruz arkadaşımla. İlk kitap bende kalacak satın aldığımız. Bu kitap da Şeytan Yemini. Şeytan yemini aşağı Şeytan Yemini yukarı, Yunanistan’a götürüyorum ben Şeytan Yemini’ni ve parkta unutuyorum, parkta yere koyuyorum çünkü kitabı. Unuttuğumu fark edip tekrar parka döndüğümde kitabı yakılmış halde buluyorum. Tahminen Yunan çocukları bir güzel yakmışlar, artık ne amaçla yaktılarsa?

Ardından İstanbul’a dönüyorum, yanımda birazcık para var. Euro bazında anneanne eli öpmüşüm, cüzdanım Euro görmüş durumda. Hemen iki kitabını daha alıyorum. İlki Leyleklerin Uçuşu, diğerlerinden daha ucuz olduğu için. Bu noktada ağır —spoiler —- veriyorum ve leyleklerin ayaklarında elmas taşıma işine bir kere daha vuruluyorum. İçimdeki aksiyonu durdurabilene aşk olsun, kitap okuma aşkı ayyuka çıksın.

Bir sonraki durağım Taş Meclisi oluyor, fakat Taş Meclisi’nde bir eksik var sanki. Bu sefer “Harika, mutlaka okumalısınız!!” bağırışlarım duyulmuyor. Sakince kitabı kaldırıyorum kitaplığa. Eksik bir şeyler var bu sefer, buldum bulacağım kıvamındayım. Biraz da üzüntü var üzerimde, haksızlık edilmiş gibi hissediyorum kendime; Nasıl kötü bir roman yazar?

Biraz ara veriyorum doğal olarak Grange okumaya, çünkü aldattı beni diye düşünüyorum. İstanbul’a imza gününe gelsin de bir iki laf sokayım diye beklediğim günler oluyor. Artistlenip imzalatmamayı düşünüyorum. Yine de bir yandan Kurtlar İmparatorluğu bana bakarken vazgeçemiyorum bu adamdan. Bir de diyorum ya çakmak çakmak bakıyor, küçükken dedemin bana dediği gibi.

Kurtlar İmparatorluğu içinde bol bol Türk, Türkiye kelimelerini barındırdığı için çok cazip geliyor. Tanıdık bildik yerlerden bahsediyor Grange, ben de gizli milliyetçi miyim neyim bilmiyorum, ne zaman Türkiye’ye ait bir şeyler görsem kanım kaynar yazıya. Memleket ister canım demek ki.

Kurtlar İmparatorluğu Taş Meclisi’nden daha kuvvetli geliyor. Ama ben artık polisiye gerilim okumaktan bıkmak üzereyim. Bünyeye böyle birden yüklenince hatalar verebiliyor tabii. Ne yapsam ne etsem diye düşünüyorum. Araya kitaplar sokmak istiyorum fakat yapamıyorum, beynim oldukça yorgun.  Fakat artık beni biraz tedirgin eden bir şey var kitaplarda. Bu adamın tüm kitapları neden mutlu sonla bitiyor?

Bu çakmak adam neden açık uçlu bir roman yazmıyor? Neden illa ki polisimiz, dedektifimiz işin üstesinde geliyor? Şimdiye kadar aydınlatılmamış yüzbinlerce cinayet yok muydu yani? Sinek küçük ama mide bulandırır misali, beni bir geriyor bu gerçek. Böyle bir gerçeği kendime söylemem de bayağı zamanımı alıyor. En sonunda  son bir umut Koloni çıkıyor ve ben satın alıyorum.

Koloni diğerlerinden daha farklı (kapağından da anlaşılacağı üzere) fakat bu fark en sonunda belli oluyor.  Yani gidişat yine okumuş olduğum diğer Grange kitaplarındaki gibi. Bozulmak ile bozulmamak arasında sona geldiğimde açık uçlu bir kitap bulmak karşımda beni baştan yaratıyor. Tekrar seviyorum çakmak adamı. Çünkü uzaklaşmış oluyor biraz kendi karar verdiği ve sürekli uyguladığı sonlardan.

İki kitabı daha var çakmak adamın, Kızıl Nehirler (arkadaşımda olup da almadığım) bir de Ölü Ruhlar Ormanı (fiyatından sebep gerilip almadığım). Şimdilik bu iki kitabı okumayı düşünmüyorum, çünkü Koloni’nin son hali ve damağımda kalması gereken Grange tadının bu kadar olması gerektiğini düşünüyorum. Polisiye gerilim sayfasını kapatıyorum.

Sözler Değil, Eylem. Artık Yazmayacağım.

29 Çarşamba Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 3 Yorum

Etiketler

ölüm gelecek, öznur doğan, bedrettin cömert, Cesare Pavese, italya, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, tezer özlü, uyku hapı, yapı kredi yayınları, şiirler


diye yazıyor Cesare Pavese İtalya’daki otel odasında son cümlelerini yazarken. Hayat ona fazla geliyor artık. Nasıl desek, biraz kaçmak uzaklaşmak istiyor hayattan. Çünkü o bir şair, huzursuz hep. Tedirgin bir çocuk gibi.

Kadınları seviyor mu sevmiyor mu çok büyük muammalar var ortada. En çok onlardan yakınıyor. Bana kalırsa aslında en çok onları seviyordu ve fakat onlardan kaçmak da ayrı bir felsefeydi onun için.

Evet, kadınlardan kaçmak zordur. Çünkü bir kadın daima bilincindedir etrafında olanların. Cesare ise açık bir av, sürekli kanayan bir yara gibi. Pansuman edeceklerini söyleyenler de etmiyorlar elbette. Cesare hep daha yaralı.

Şiir yazıyor bu yüzden, uzun uzun şiirler. Anlaması zor, çevirmesi zor şiirler yazıyor. Birden fazla çevirisi olabilecek şeyleri yazıyor, tek anlamlı değil çoğul anlamlarla yazmayı seviyor. Hikayeler yazıyor, romanlar yazıyor. Aynı zamanda günlük de yazıyor. Şimdiye kadar hiçbir kere devamlı olarak günlük tutamadığımdan sebep bir kere daha seviyorum Cesare’ı.

Hayat ona ağır gelmeye başlıyor. Yaşam tat vermiyor ve o kendi hayatına kıyabilme cesaretinin herkeste olmayacağını biliyor. Yer İtalya, bir otel odası. Cesare tüm uyku haplarını içiyor. Ve sonrasında orada ölü bulunuyor.

İntihar edenlere hep farklı bir yakınlık duymuşumdur. Derin hissederim onların yokluklarını. Çünkü büyük insanlardır intihar edebilenler. En asileridir hayatın. Yaşamak sıradan bir eylemdir çünkü. Kendi hayatına kendi ellerinle son verebilmek – ki başlatan kendisi değildir – bir insanın güçlü olduğunu gösterir.

Cesare hem güçlüydü, hem de bir çocuk gibi savunmasız. Cesare şairdi biraz. Ondan sebep hep gel ve gitli. Cesare yazıyordu biraz, İtalyancayı çoğu kişi için daha cazip hale getirerek. Cesare ölüyordu biraz, Tezer Özlü ondan etkilenecekti. Cesare aklımdaydı biraz, bana tüm şiirler kitabı ile birlikte hediye edilecek kadar. Ben tarafından sevilmişti Cesare, az da değil üstelik, kalp dolusu. Kitabı daima en üstte kalacak kadar.

“Gelecek ölüm – gözleri gözlerin olacak
sabahtan akşama dek, gözünü kırpmadan,
sağırcasına, eski bir vicdan acısı gibi
saçma bir alışkanlık gibi
ardımızdan kovalayan bu ölüm
gelecek bir gün
Boş bir sözden ayrımsız olacak gözlerin
aynada kendini gördüğünden ayrımsız her sabah,
suskun bir çığlık, bir sessizlik olacak.
Ey sevgili umut, o gün biz de bileceğiz
hem yaşam hem hiçsin sen bile, ey sevgili umut!

Herkese birdir bakışı ölümün
Gelecek ölüm – gözleri gözlerin olacak
bir alışkıyı bırakırcasına
ölü bir yüzün belirdiğini görürcesine aynada
kenetli bir dudağı dinlercesine
sessizce ineceğiz o dipsiz burgaca..”

Yusuf ile Menofis

29 Çarşamba Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, mahkeme, maroia, menofis, mephistoteles, nazım hikmet, oznurdogan.com, tiyatro oyunları, yusuf ile menofis, yusuf peygamber, züleyha


Nazım Hikmet’in yazdığı tiyato oyunları okumuş olmak mıdır ayrıcalıklı olan yoksa onları gerçekten kendine çok yakın hissetmek mi? Yusuf ile Menofis beni hep arada bırakıyor.

Kitabın bazı bölümleri eksik, bazı bölümler doğrudan başka sayfalara atlıyor. Gerçek bir el yazısı eserden geçirilirken kaybolan sayfalar var ortada aslında ve fakat sayfalar doğal olarak da yoklar.

Yusuf (sözüm ona peygamber) * ile Menofis (emekçi) bir araya geliyorlar kitapta. Yusuf’un güzelliğinden tüm kadınlar ellerini doğruyorlar onu görünce. Her gün Yusuf’u ziyaret eden de çok. Yusuf bir de hapishanenin müdürü olmuş, herkesi o atıyor. Menofis baş kaldırıyor. Halkı da ayaklandırmaya karar veriyor. Menofis bu yüzden hep suçlu kalıyor.

Yusuf çıkıyor hapishaneden, tekrardan Züleyha ile karşılaşıyorlar. Züleyha aç gözlü birazcık, halktan tüm mahsulleri topluyor ve halka tarla ile toprak ile satmaya çalışıyor. Züleyha birazcık fazla firavun. Kocası da boynuzlunun önde gideni. Neyse ki din kitapları bu kadar sivri yazmıyorlar bunları.

Sonra geliyor hikaye, değişiyor. Adamlar, adamlar, adamlar. Mahmekemelerde konuşmalar, mübaşırlar, kan davası. Hem de kan davası x kan davası. Oraların en iyi demircisi kimdir? Kim demiri tavında döker de en güzel demiri yapar. Elbette benim ailem!

Mahkemeler, adamlar, mübaşırlar ve deprem. Deprem herkesi yıkar, tüm aileleri, tüm kurumları tek seviyeye getirir. Artık ne tarihin çıkıntılığı vardır mallı ve mülklünün sahip olduğu, ne de ailelerin kan davası vardır çünkü felaket insan ayırmaz. Herkesin başına gelir tek seferde ve dümdüz yapan tüm dağlıkları.

Bir oğlanın incinen derisinde bir kızın sevgisi kalır. “Annemgil bir kap çorba yapmıştı.” kalır sözlerde. Felakettir çünkü, tek seviyeye çeker. Çarşaf gibi dümdüz bir deniz bırakır.

*sözüm ona peygamber lafı kitaptaki Yusuf portresine atıftır.

Hişt Hişt Saif Faik!

28 Salı Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

öznur doğan, edebiyat, kalafat, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, martı, oznurdogan.com, sait faik abasıyanık, sema bulutsuz, semaver, sivriada, sivriada geceleri, son kuşlar, sotiri, tahir, yapı kredi yayınları


Size bir adamdan bahsedeceğim; bir deniz adamından. Bir güneş ve mehtap, yıldız ve ay, adalar ve Ege adamından bahsedeceğim. Sait Faik’ten bahsedeceğim.

İki isim o dönemler kullanılmazsa olmuyor, Abasıyanık ailesine gelen yeni bir değer Sait Faik olarak adlandırılıyor. Sene 1906 Sait doğduğunda, daha dönem Osmanlı. Büyüyor Sait, farklı ülkelerde eğitim görüyor. Yazmaktan hiç vazgeçmiyor. Diğerlerinden farklı bir hikaye tarzı var onun çünkü o durumları yazıyor.

Bir çocuğun gülümsemesi mi? Hay hay, Sait Faik yazacaktır en ufak kıpırtıdaki anlamı. Bir Semaver mi? Sait Faik etrafında dönen hikayeleri yazacaktır bu sefer de.

Sait Faik bir yazı makinesi, hikayelerini yazdıkça yazıyor. Uslanmayan bir çocuk gibi. “Yapma.” diyen de yok tabii bu çocuğa, o da fırsat biliyor bunu. Aslında iyi ki de biliyor.

Lise yıllarında “Durumhikayesiniçabuksöyleçabukzamangeçiyorsınavsorusubitiyor!!!!!!” sorularına karşılık düşüyor Sait Faik Abasıyanık. Kitaplarda birkaç hikayesi yarım yamalak veriliyor. Kimse ağız tadı ile Sait Faik okumuyor çünkü o sadece bir sınav sorusu cevabı.

Alıyorum Son Kuşlar kitabını elime, başlıyorum okumaya. Ben bir kadın tanıyorum Sait Faik’i tanıdığım gibi; Sivriada Geceleri’ni okurken ve anlatırken sesi titreyen bir kadın. Sema Bulutsuz. Leyla Erbil’den okurken de böyle titrer sesi, gözleri dolar.

Kitabı okuyorum, hikayelere dalıyorum. Hikayeleri çiziyorum aklıma, aklımda tutuyorum. Ta ki gelene kadar Sivriada Geceleri’ne. Hemen tanıyorum hikayeyi, Sema Bulutsuz okutmuştu bize  bunu. Tekrar keyif alarak okuyorum bu sefer. Ve görüyorum ne kadar usta  bir yazar ile karşı karşıyayım.

Bir martıya hikaye yazıyor Sait faik, bir Sivriada gecesinde. Bir martı ölüyor bu hikayede, birkaç adam görüyor bunu. İkisi balıkçı ve birisi Faik. Şöyle anlatıyor Abasıyanık bu görüntüyü;

“Sotiri ile Kalafat, çalı çırpı aramaya gittiler. Ben kıyıda beyaz çakıllara oturdum. Üç adım ötede, akşamın şimdi güvermiş renklerine doğru kırmızı bacaklarını sallayan bir martıya daldım.

Martı arka üstü yatmıştı. Kırmızı ördek ayakları ara sıra havayı dövüyordu. Ne oluyor, diye martıya doğru gittim. Hayvanın gözleri açıktı. Güzel kafası da ara sıra sallanıyordu.

Sotiri, sırtında kıyıya düşmüş boş bir portakal sandığı ile tepemde gözüküverdi.

-Ne oluyor bu martıya, Sotiri? dedim.

-Ölüyor be! dedi, ne olacak?

-Sahi ölüyor mu?

-Yok, yalandan. Ölüyor işte…

…

Onlar ateşi yakıp topladıkları midyeleri bir teneke üstünde pişirirken ben hala martının yanı başındaydım. Kalafat:

-Ne oluyorsun be? dedi. Şair misin, ne boksun?

-Martı öldü de… dedim.

-Martı da ölür, dedi. İnsan ölmüyor mu?

Dünyanın yaratılışındaydık şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış ateşin karşısında okumak üzereydim.

…

Kalafat:

-Ee, dedi, anlat bakalım şu martının ölümünü…

-Martı, dedim, üç adım ötemdeydi. Güneş yeni batmıştı. Doğudan bir mavi karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı.

Kalafat’la Sotiri birbirlerine bakakaldılar.

-Ee, sonra? dediler.

Kalafat’a baktım. Gözlerini kapamıştı.

-Dinliyor musun Kalafat? dedim.

Cevap vermedi. Sotiri ondan tarafa döndü. Dikkatle baktı.

-Uyudu, dedi, bana anlat.

-Ölen martıyı tanıyordum, dedim. Hani iki hafta önce ölen Tahir’in martısıydı. Başka türlü bir martıydı o. Ötekiler gibi bağırmazdı. Bir kayanın tepesine çıkar, oradan Tahir’in sandalını gözlerdi. Uçardı doğru Tahir’in sandalına. Surattan da anlardı kerata. Tahir somurtkan adamdı. Pek keyifsizse yanına sokumazdı. Uzaktan gözlerdi. Pek keyifliyse gelir, sandalın kıçına otururdu. Yemlerin kafasını, kılçıklarını, bekçi balıklarını, ince izmaritlerini Tahir fırlatır ona atardı. Ara sıra konuşurlardı da. Ne Tahir onsuz, ne o Tahir’siz yaşayabilirdi. Üç gün sır sırta rüzgar esse, Tahir de balığa çıkmasa, martı tenezzül edip de çöp mavnalarına doğru kanat çırpmazdı. Tembel miydi, şair miydi bilmem ki?…”

İşte böyle bir adam Sait Faik. Bir martı üzerine bir hikaye yazabiliyor ve bam teline dokunabiliyor adamın. Hiç beklenmeyen masallar anlatıp inandırabiliyor bizleri.

Şair midir, ne boktur bilmem ama Sait Faik Abasıyanık kalbimdir.

Belkıs, Cevat ve Ne İdüğü Belirsizler

28 Salı Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, balo sokak, defamiliarization, formalist, küçük beyoğlu, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, laurence sterne, maroia, orçun türkay, oznurdogan.com, russian formalism, taksim, tristram shandy


Kitapları severim. İnce kitapları severim. Kalın kitap büyük puntoyu severim. Kalın kitap karınca punto kitabı sevmem. İnce kitap karınca puntoyu sinsi bulurum.

Orçun Türkay ise farklı bir şekilde yazıyor hikayelerini bu sefer. Her hikaye için önce bir resim çiziyor – açık konuşalım çizimler acemice Orçun – ve sonra bu resimlere dair hikayeler oluşturuyor.

Resim çizmek zor iş, şimdiye kadar eminim pek çoğumuz çöp adam çizdik. Ve bunla da gururlandık bazen. Zaten resim yeteneği özel kişilere verilmiştir, dedik ve işten kurtulduk. Peki resim ile yazıyı birleştirmek? Normal bir resime hikayeler düzmek ve onları paylaşmak.

Orçun Türkay tam da bunu yapıyor bu sefer. Bir masada oturan iki adamı resmediyor, birisinin arkası dönük diğeri ise kızgın kızgın Orçun’a bakıyor. Orçun bunları çiziyor ve bu iki adama dair hemen bir hikaye yazıyor. Hikayeler, hikayeleri kovalıyor. Resimler yazılara dönüşüyor. Resim ve yazının ana malzemesi kalem ve kağıt zaten. Bir sorun yaşamıyor Türkay bu değiş tokuş sırasında. Hatta bildiği bir bölgeye girmiş olmanın rahatlığı bile vardır üzerinde, resim zordur çünkü evet. Kabul edelim.

Farklı bir tarzda yazıyor bir de Orçun Türkay. Bıçkın delikanlı ağızlarını severim ben. Hatta kaypak insanları da severim. Kaypaklığın yakıştığı insanlar gerçekten vardır. * Orçun da biraz bıçkın biraz kirli bir ağızla yazıyor. Yazılar Taksim’den çıkıyor, Küçük Beyoğlu’na yakıncacık Balo Sokak’ta nefes alan kısımları da var kelimelerinin.

Bu yüzden de sıradan bir dil olmuyor yazdığı, kendisine gönderme yapıyor bazen de. Evet, yazı bir anda duruyor ve siz onun bir hikaye olduğu gerçeğine yaklaşıyorsunuz. Biz buna “defamiliarization” yabancılaştırma diyoruz Rus yapısalcıları olarak. İçimdeki formaliste dur diyemem bazı bazı. Laurence Sterne olasım gelir.

Gariban Leylekler Evi

27 Pazartesi Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ahmet haşim, öznur doğan, bursa, edebiyat, gariban leylekler evi, gurebahane-i laklakan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, leylek, lise, maroia, oznurdogan.com, yapı kredi yayınları


Şimdi size hepinizin mutlaka duyduğu ama pek çok kişinin okumadığı, aslında kendi alanında oldukça öncü bir kitaptan bahsedeceğim.

Lise yıllarında ismi için herkesin söyleyecek bir lafı vardır, kimisine çok uzun gelir kimisi için tam bir sınav sorusudur. Hocalar da genelde Ahmet Haşim’in bu eserinden bahsetmekten vazgeçmezler çünkü zaten oldukça güzel bir eserdir. En azından onlar okumuşlardır ve önerirler.

Ama öğrenci milleti okumamakta direnir. Bir kere ismi komiktir arkadaş, öyle isim mi olur? İster Osmanlıca ister Urduca olsun, o isim komiktir. Söylenmez ve bu yüzden de gittikçe eğlenceli hale gelir. Ama aslında kitap bir eğlence üzerine yazılmamıştır.

Bahsedilen kitap başlıktan da anlaşılacağı üzere -gerçekten çok anlaşılır!- Gurebâhâne-i Laklakan’dır. Artık hepimiz evlere dağılabiliriz.

Ahmet Haşim’i daha önce özel olarak okuma fırsatı bulmamış birisi olarak aslında bu kitaptan başlamak bana acayip gelmişti. Evet ben de bol bol bu ismi söylemiş, bir şeye benzetememiş ve “Hadi canım sende.” tarzında cümleler söylemiştim.

Ama öyle değilmiş.

Anlaşılıyor ki Ahmet Haşim zamanının ötesinde bir adam, anlaşılıyor ki anlattığı şeyler ile edebiyata neredeyse farklı bir boyut getiren adam. Bir binanın yapısını bir leyleğe sormayı akıl edebilecek kadar da zeki ve aslında düşünceli. Bunu nezaket için yapıyor demiyorum ve bunu bir nezaket örneği olarak ödüllendirmiyorum.

Ben bu noktadaki örneğe, tamamen farklı bir şekilde ortaya sunulmuş bakış açısı olarak bakıyorum ve bunu onurlandırıyorum.

İçindeki her hikayenin birbirinden ayrı ve farklı bir noktaya dokunuşunu onurlandırıyorum. Ahmet Haşim’in varlığını onurlandırıyorum.

Şimdi yapmanız gereken şey o ince kitabı satın almak, ya da olanlardan istemek. Tüm ön yargılarınızdan, çocukça eğlencelerinizden uzaklaşmak ve Haşim’in engin dünyasına dalmak.

Ve pişman olmamak.

Mavi Saçlı Anne / Kızıl Saçlı Kızı

25 Cumartesi Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

öznur doğan, burçak çerezcioğlu, kanser, kemoterapi, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kızıl saç, maroia, mavi saçlı kız, oznurdogan.com, yapı kredi yayınları


10. sınıfta bölümlerimizi seçtikten sonra ortaya çıkan tablo Edebiyat ve Dil Anlatım derslerinin neredeyse İngilizce’yle yarışacak çoğunluğu. Fakat bize koymuyor. Yeni bir öğretmen gelmiş can mı can, canan mı canan. Sadece bilmiyor, öğretiyor da. Düşünmüyor, söyleyebiliyor bir de. Genelde müdürler ile arası açık, en çok bizim sınıfı seviyor, bizde dinleniyor. Her tarakta bezi var, buna siyaset de dahil. *

Hepimize kitaplar öneriyor, kendi evine davet ediyor ve kitaplığını açıyor. Ben de o sırada Mavi Saçlı Kız’ı satın almışım, okuyorum. Bu kitabı alış öykümü sanırım hiç hatırlayamayacağım. Çünkü daha sağlam hatıralar var kafamda alınışından çok.

Kitabı okuyorum, kah ağlıyorum kah gülüyorum. Serde biraz ergenlik var, ama herkes “Sen normal bir çocuk değilsin yani daha büyük düşünüyorsun.” diyor, bendeki gaz öyle ki konuşsam dünyaları yıkıyorum, her şeyi ben biliyorum.

Edebiyat derslerimizden birisinde -yine nasıl buraya geldik bilmeden- konu Burçak Çerezcioğlu’na geliyor, Mavi Saçlı Kız kitabını eleştirmeye başlıyoruz. Sınıfta herkesin farklı bir fikri var, susanlar var konuşmak isteyenler var. Ben her seferinde olduğu gibi çal çene çok bilmiş ona buna laf yetiştiriyorum.

Kimisi Burçak için çok üzüldüğünü söylüyor, löseminin ne demek olduğunu iyi anladıklarını, kanserin ne kadar hayat yıkıcı bir şey olduğunu söylüyorlar. Benim yaram birazcık sızılı, ben de öyle düşünenlerdenim. Bir grup da var ki “O yaşta kızı nasıl Amarıgalara salıyorlar?? Öyle iş mi olur? Ne gadar aşüfte bir hayat sürüyor.” diye laf atıyor, benim nutkum sabitleniyor. – tutulmak geçici sürelik çünkü.-

Cümleler bu şive minvalinde olmasa da ve hatta tam da bu şekilde olmasa da bunlara yakın şeyler, ben şaşırma katsayımla uğraşıyorum çünkü benim annem de Mavi Saçlı’ydı. Ben daha henüz saçımı kızıla boyatabilmiş değildim ama kızıl olacaktım ben de.

Ortaokuldayken anneme kanser teşhisi konuluyor, hemen ameliyata alınıyor ve başarılı bir ameliyat sonucu kanserli hücreler alınıyor fakat Burçak’ın geçirdiği sancılı kemoterapi evresi bizim de kapımızda. Annemin saçları dökülüyor, Yunanistan’daki dayıma haber veriliyor; Öznur’u alın, annesini böyle görmesin.

Dayım arada kalan bir düşünceyle -bunun hala iyi mi kötü mü olduğunu seçemiyorum ama iyidir sanırım- Öznur orada kalsın, “Bir şey olursa annesinin yanında olsun.” diyor. Bir şey annemin ölebilme ihtimali, ama beni yine de Yunanistan’a yolluyorlar.

Annemin kemoterapi süreci geçiyor. Üzerinden aylar ve seneler de geçiyor. Annem sapasağlam yanımda, fakat geçirdiği dönem çok ağır. Ben daha küçüğüm, tam bir baston değilim yani.

Burçak’ı okuyunca ben en çok annemi buluyorum kitapta. Annem saçını hiç maviye boyamadı ama ben hep saçımı kırmızılara boyadım sonrasında. O yüzden de sızladı hep içim “Neden bu kadar ilgi gösteriliyor lösemili Burçak’a?” sorularına karşı.

Burçak daha gencecikti, yapacak çok şeyi vardı. Bir genç kızın gözleri kapandı.

Burçak kemoterapi gördü, aynaya bakacak çok zamanı vardı. Onun saçları döküldü.

Annem uzunca yıllar yaşamıştı, ama iki çocuğu vardı. Gözlerini kapamadığı her an için dua ettim.

Kanser acımasız bir seri katildi, elinden kurtulanlar ile kurtulamayanlar arasında ‘bir nefes’ farkı vardı, annem nefes aldı.

Teşekkürler tanrım, teşekkürler mavi saçlı annem. Saçlarımı yeniden kızıl yapacağım…

*Seval Canpolat, bahsi geçen öğretmenim.

Düş’e Düşüş // Düşten Dönüş

24 Cuma Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

albert camus, öteki, öznur doğan, düşüş, freud, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, yansıtma


Monolog bazen konuşma bazen ise kendini anlatma sanatıdır. Albert Camus Düşüş’te bir adamın düşüşüne tanık ediyor bizi.

Clemence kendisini anlatmaya başlıyor barda tanıştığı bir adama. O anlattıkça siz onu daha da mükemmel görüyorsunuz. Gerçek bir erdem yuvası olduğunu düşünüyorsunuz fakat bir yandan aklınızı kurcalayan gerçekler var. Örneğin kişinin kendisini anlatması samimiyetten uzak geliyor bir anda. Kendinizi yabancı hissediyorsunuz; fakat bu yabancılık Camus’nün Yabancı’sındaki gibi bir yabancılık değil. Sizi rahatsız eden bir şeyler var. Dürtüyor sizi, uyandırmaya çalışıyor.

Bu yüzden hikayenin serim bölümünde hafif bir uyanışla birlikte genel bir açıklama sizi bekliyor. Kimdir bu Clemence, necidir? Ne yer, ne içer? Kimlerle görüşür, kimleri evine davet eder?

Düğüm olarak adlandırabileceğimiz bir bölüm Düşüş’te Clemence’in kendi çıkmaz sokaklarına doğru ilerleyişi ve orada kendisini kaybedişi oluyor. Sadece kendini anlatmakla kalmıyor Clemence, aynı zamanda günah da çıkarıyor ve kendini keşfetmeye de başlıyor. Bu keşif onun için acılı bir hal alsa da keşfinden vazgeçmiyor. Hikayesini bitirmesi gerektiğini biliyor.

Çözüm demek isteyebileceğimiz yer ise Clemence’in kendini kabullendiği, artık tamamiyle kendisini tanıdığı ve kendi benliğinden uzaklaştığı noktadır.

Clemence şimdiye kadar gördüğümüz bildiğimiz insanlara pek benzemeyen bir karakter. Etrafımızda her yaptığı işten nemalanmaya çalışan pek çok insan var fakat Clemence’in Düşüş’üne çoğu sahip olmuyor. Yani pek çoğu için bir dönüş noktası yok, onlar hayatlarına kaldığı yerden devam ediyor. Aslında bu yaşadıklarının bir hayat olduğunu söylemek zor.

Clemence tamamen saygı görmek ve sevilmek için yaşıyor. En çok istediği şey egosunun tatmin edilmesi, aynı zamanda kendisini göstererek isteklerinin yapılması, kayırılması ve diğer bize göre ahlaksızlıkların gerçekleştirilmesi, örneğin kadınlar ile istediği zaman birlikte olabilmek, onlar için unutulmaz olmak ve istediği zaman erişebilmek. Fakat aslında düğüm burada değil.

Düğüm, Clemence’in bize çok benziyor oluşu. Clemence’in aslında hepimizin bir toplamı oluşu. Dönüp de “Yuh, bu kadar da olunmaz.” dediklerimiz aslında biziz. Clemence’in henüz evrilmemiş haliyiz. Saygı görmek için kendimize ünvanlar verip kendimizi zengin göstermeye çalışmamız, nesneleri kendimize mâl etmemiz, mesleklerimiz ile daha önce olabileceğimizi düşünmemiz, olmadığımız şeyleri göstermeye çalışırken onlara dönüşmemiz işte tam da Camus’nün anlatmak istediği şey.

Bizim sahip olduğumuz tüm negatif yönler Clemence’e yansımış durumda. Freud tarafından ‘yansıtma’ olarak adlandırılan gerçeklik ile karşı karşıya kalıyoruz. Biz her şeyi Clemence’te görüp kendimizi bir kenara çekebiliyoruz. İşte bu noktada Clemence bizim için ‘öteki’ olup çıkıveriyor.

Keşke gerçeklerden kaçmak bu kadar kolay olabilseydi ve biz de Clemence’in geçirebildiği dönüşümü “düşüş” olarak da olsa yaşayabilseydik.

← Older posts
Newer posts →

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...