• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Tag Archives: kitap tanıtımı

sevgiyi tanrı yapanlar

23 Çarşamba May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, sevgiyi tanrı yapanlar


siliyorlar, karalıyorlar adını. adın yok şimdi. ya da cümlelerin yok bana uzanan. yanımda taşıdığım bir cümle değilsin
söylediğim, bildiğim bir gerçekten uzaktasın şimdi.
delicesine saçıyorum altınları gökyüzüne ve hatta denize
balıklar doysun diye
kelime!
güç! zaaf! sen!
beyni insanoğlunun, karışık; labirent
labirent sağa sola koşturduğu
bitirmediği bir
hikaye! şiir! düzmece!
yalan!
ağzımdan çıkan
her şey, yalan.
-sa
yalan.
yani, metresin olarak kalmak
demiş heloise!
kadınca, hissederek kadınlığını
evlilik değil mi zaten
meşruiyeti “bir” şeylerin
ev-len-mek.
eğer beklersen 6 ay beni!
bırakamayacağım eminim.
gidip döneceğim.
söz de.
söz.
işin özz’ünde
s’özz verildi taraflarca.
üç gün mü beş ayna mı
kırıldı önümde
parçalandı.
anma günü, kasım, neden
sen
ben
ben!
hikaye, koca bir düzmece.
şartlı rivayet, koşullu şikayet
dudağımda bir dudak
dudaklarımdan sıcak.
yakar.
yakıyor.
yaktı.
sevgim, tanrı oldu
sanrılar, tanrısal, tanrılar.
çok tanrılı bir kin
-sin.
gelme.
-eme.
zaten aşk, insanın yalnızlığını paylaşması mı demişti başka bir yalnızıkta şair.
şair işte!
diyor.
şiir işte, yazılıyor.
yaz/a/ma.

10.1.2010 21:15

winter

23 Çarşamba May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, kar, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kış, maroia, oznurdogan.com, sokak, soğuk, tori amos, winter


üşüyor ellerim
bazen
yani aslında
biliyorlar ne zaman üşüyeceklerini
kış
içimi de üşütüyor
ben hissetmesem de
buzla kaplıyor hisleri
ben “sade” kalıyorum
daha da sadeleşiyorum
düşünmeden,
sormadan
konuşuyorum kendime.
yalanlar daha seri çıkıyor
dudaklarımdan
ve sevincin tadı
değmiyor dudaklarıma
ısıtamıyor yine.
hava soğuk değil aslında
yani esen rüzgar değil istanbul’da
daha çok öfke şimdi
yüzüme tokatlar atan
en az benim kadar acımasızca.
yürürken sokakta, yanında
arkadaşın en sevdiğin
o bile koruyamıyor seni
sığınsan da onun yüreğine
açıkta kalıyor ellerin
ellerin
üşüyor
ellerin soğuk.
ellerim, soğuk bu defa
üşümüşler sanki?

17.1.2010 04:26

La-te-ralus

22 Salı May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, fibonacci, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, lateralus, maroia, oznurdogan.com, tool


Ne varmış Fibonacci ile Lateralus’u yazdıysam;

sa kin likön ceveson rasındabirses birşarkınıngerçektende aynıritimlerilekafandadöndürme siaynısesleriveaynışiddetiveyineaynıbenzerliği tamdagerçektenyokoluyorhissediyorsunkenmisalyadadüşüyorkentamolarakhayatınortasına şimdiburadakikafakarışıklığınadenkdüşüyoraslındafakatbunufarkedecekkadardadeğilizhenüznedemekistiyorlaronlarçokuzunzamandanberi.
onlargibiburayasıkıştırdımbendetamolarakseksendokuzhecelikdizimiveyükseğeçıktımenbaşadöndümyadaaslındaherşeyinsiyahvebeyazolduğuzaman.

Yağmur Hikayesi XIII

20 Pazar May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, yağmur, yağmur hikayesi, yağmur serisi


İnsan beyninin uyuşukluğu öylesine insanın canını sıkan bir şeydir ki bir an önce bu uyuşukluk halinden kurtulmak istersiniz. Çünkü bu uyuşukluk sanki sadece beyninize ait değilmiş gibi değişik ataklarda bulunur, örneğin kollarınızı ve ellerinizi uyuşturmak gibi. Bu uyuşukluklar öylesine seri gerçekleşir ki, öleceğinizi sanırsınız. Canınız daha çok sıkılır. Dilinizin de uyuştuğunu görürsünüz sonra. Ağzınızda şişmiş, kocaman olmuş bir dil vardır şimdi. Ne kadar rahatsız edici olursa olsun atamasınız etkilerini, vücudunuz gerçek bir tepki oluşturana kadar.

Adam, gördüğü tablodan hoşlanmadı. Hissettiği uyuşukluğun ardından gelen algı açıklığı, ona istemediği şeyleri gösterdi. Kadının yerinde olmayışı tırnaklarına varan bir ürpertiye neden oldu. Nereye gidebilirdi? Göz kapakları olmayan bir kadın, ilgi çekmeden ne kadar yürüyebilirdi ya da hangi deliğe saklanırdı? Ya da aslında ilk sorması gereken soru “Hala evde mi?”ydi. “Evet.” dedi kendi kendine. Kalkıp odanın görünmeyen noktalarına baktı. Yatak odasının kendine has dağınıklığı içinde kadın vücuduna benzer bir şey göremedi. Yavaşça mutfağa ilerledi. Görmek istediği şey orada da değildi. Ayrıca olması da imkânsızlık dolaylarında dolanıyordu. Çünkü eroini ile buluştuğu nokta mutfaktı ve kadının oraya gitmiş olması saçmaydı. Ve gitmemişti zaten. Salona doğru ilerledi. Görebildiği yine kendi dağınıklığı ile öylece ellenmeden duran eşyalar ve odaydı. Yavaş yavaş sinirlendiğini hissetti. Böylesi dikkatsiz oluşu sinirlerine dokunmuştu. Şimdiye kadar işlediği hiçbir cinayetin böylesine anlık gerçekleşmesine izin vermediğinden olsa gerek, kaçmayı başarabilen kurbanların olması da imkansız-dı. Fakat bu seferi algı bozukluğunun ağına düşmüştü. Henüz yeni yeni geliyordu kadının çığlıkları kulağına. Tekrar yatak odasına döndü. Kanlı çarşaf onu cezbediyordu. Oluşan şekle bakıp bir fal bakmaya çalışacaktı neredeyse ama kendisini tuttu ve odaya girdikleri camdan aşağı baktı. Etrafta şaşkın gözlerle birbirine bakan insanları gördü. Hemen pantolonunu altına geçirdi. Bir gömlek de üzerine. Koşa koşa merdivenlerden indi. İlgi çekmemek için duraksadı. Ne hızlı ne yavaş adımlarla yürümeye başladı. Öyle bir acıya sahip bir insanın hızlıca hareket etmiş olmasına şaşıyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Kaybetmek istemiyordu kadını. Diğerlerinin arasında parlayan kızıl saçını fark etmek için hafif sıçrama hareketleri yapıyordu. Ama görebildiği tek şey koca bulvarın sahip olduğu kalabalıktı. Evini buradan almış olmanın verdiği rahatsızlığı hissediyordu şimdi. Daha da hızlandı, gözüne çarpan minik bir ayrıntı gözünde bir pırıltıya neden oldu. Kadının düşürmüş olduğu kol düğmesi çöp tenekesinin yanında parlıyordu. Hemen o sokağa döndü. Gittikçe yaklaştığını hissediyordu. Avuçlarında bir ısınma ve hatta yanma vardı. Gözleri sabit bir şekilde arıyordu yolları. Gördüğü şey ona daha fazla zevk veremezdi. Kadın, eli yüzünde bir banka oturmuş soluk soluğa duruyordu. Yanına yavaşça gitti ve kadını kolundan tuttuğu gibi götürmeye başladı. Bir apartmanın giriş katına girdi, sağına soluna baktıktan sonra bodruma inmeye başladı. Kadını daha da çekiştiriyordu şimdi. Kadının çığlıklarını ise kadının ağzına doğru sertçe bastırdığı diğer kolu ile engelliyordu. Şimdi, tente altında tüm zerafeti ile süzülen kadından geriye göz kapakları olmayan, neredeyse bir hayvan gibi soluyan kadın kalmıştı. Ellerini, yaklaşık yarım saat önce yanında çırılçıplak yatan kadının yüzünde dolaştırdı. Kurumuş kan minik parçalar halinde döküldü. Enteresan bir şekilde kadında gözyaşı yoktu. Sanki gerçekleri görmek istermiş gibi başını sürekli olarak yukarı kaldırıyordu. Adamın eline baktı. Adam, elindeki çakı ile kadının elinin üzerindeki kesik deriyi deşmeye çalışıyordu. Derisini ince ince etten ayırmaya başladı. Kadın metalik bir titreme hissetti. Sanki binlerce iğne aynı anda batırılmıştı. Her şey, bir cinayet sahnesinden fırlamış gibiydi.

Hikayelerin filmlere konu olması çok da sıradandır aslında. Senaryolar da hikayelerin birleşimi ile ortaya çıkan şeylerdir. Bu yüzden ne kadar güzel bir hikaye yazılırsa o kadar güzel bir senaryo ve dolaylı olarak o kadar güzel bir film çıkar ortaya. Çekim koşullarını da göz önüne almak tabii ki de gereklidir. Fakat bu yolda ilk adım, senaryonun güzelliğidir.

Kadın, hissettiği acının en kısa sürede bitmesini isterken ve hatta daha fazla ne olabileceğini düşünmezken, tahmin dahi edemeyeceği bir şeyi adamın elinde görmüş olmak onu mahvetti.

Adam, kadına bakıp acımasızca gülümsedi.

Yağmur Hikayesi XII

18 Cuma May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kısa gerilim hikayeleri, maroia, oznurdogan.com, yağmur, yağmur hikayesi, yağmur serisi


Yanılsama, insan beyninin en büyük oyunudur. Bir yanılma, yanılsama ve yanlışlama hali söz konusu olduğunda; beyin, kayıtsız bir şekilde üretir kendi gerçeklerini. Nasıl üretildiğini anlamak imkansız gibi görünse de kolaydır aslında. Çünkü yanılmak istediği sürece yanılır insan. Yanılma, yanılsama sürecinin başlangıcı vardır bu yüzden muhakkak. Örneğin çocuklukta adı geçen bir “yalancı”lık, geleceğin ihtisas sahibi “yanılsama”sına dönüşebilir. Görmek istemediğiniz şekilde algıladığın ilk şey, daha sonraları gerçekten görmediğin bir şeye dönüşür.

Kadın gözlerini eline dikti. Aynı anda adam da kadının eline bakıyordu fakat gördüğü şey kandan çok akan saygıydı. Kadnın gözlerine baktığında ise gördüğü mutluluktu. Kadın neredeyse çığlık atmak üzereydi. Hatta ve hatta elinin henüz ortaya çıkan keskin ve kesif acısı şimdi tüm vücudunu sarıyordu.Hissettiği şey tam anlamıyla bir kanserli hastanın hissettiğine denkti. Kusma isteği. Elinden akan kanı durdurmak için diğer elini ile tampon yapmaya çalıştı. Durmaya yakın olan kan, ince bir çizgi halinde elinin köşesinden akmaya başladı. Kadın elini kaldırdı ve ince kırmızı çizgiyi gördü. Görebildiği diğer şey ise o ince çizgi içinde dolanan minik bir solucanımsı varlıktı. Bilmediği bir canlı şimdi tam olarak elinde, derisinin içinde geziyordu.Kendisini tutamadan çığlığını yatak odasının rengine bıraktı. Adam, kdının kahkalarına bir anlam veremiyordu.Kadının ağzını açış şekli neredeyse – duyduklarına inanmasa- çığlığa uygun bir açıştı. Ama duyduğu şuh kahkahaları da inkar edemezdi. Gözlerinin onu yanıltıyor olduğunu düşündü ama bu da mantıklı gelmedi. Kadınlar, anlaşılması güç varlıklardı ve tam bir sevişme ortası yatağın içinde bu tarz davranışları göz ardı edemezdi. Etmedi de. Aklından geçen şey, kadının zevk kahkahalarından çok küçümseme kahkahaları idi. Öylesine ard arda ve öylesine aşağılayıcı olmayı başarabilmesi şok etmişti adamı. Daha fazla dayanamayacaktı.

Bilinç, sizin emriniz altında çalışmadığından; bilinçaltının da sizin emriniz altında çalışmayacağından emin olabilirsiniz. Bahsedilip durulan bilinçaltı oyunlarına dokunulmamasının nedeni de budur. Size ait olmayan br şeyden sizin üzerinize çıkarım yapılması bu yüzden gereksizdir.Siz, oluştur/a/madığınız bilinçaltı ile boğuşurken beyniniz bu salatayı aç bir obez gibi sömürür. Siz, oyunlar sırasında yalnız ve bilinçsizsinizdir. Gözleriniz kapalı olmadan gerçekleşen bilinçsizlik durumu sizin göğsünüzün tam ortasındadır.

Adam, dilinin altından çıkardığı minik neşteri kadının göz kapaklarının üzerinden geçirdi. Göz kapakarı ay şeklinde kesilen kadın, çığlıklar içinde dövünmeye başladı. Adam bu kahkahalara hala anlam veremiyor daha da sinirleniyordu. Kadının gözlerinden akan kan, kulaklarına kadar iniyordu. Oluşan tablo tam anlamıyla bir sanat eseriydi. Adam, kadının böylesine deli olabileceğini düşümemişti. Evine aldığı kadını şimdi öldürmek istemesinin nedenini bir türlü kavrayamadı. Ama kadın hala dengesizce kahkaha atıyordu. Göz kapaklarını zar zor tutan iki ince deri parçasını da kesti adam kadının. Tam anlamıyla açıkta kalan gözler şimdi adama doğru bakıyordu. Gördüğü bu gözler, hayatı boyunca göreceği son gözler olacaktı. Kadın, acının dayanılmaz şiddeti ile oracıkta bayıldı. Adam, kadının böyle bir acıdan dolayı ölmeyeceğinden emin şekilde yataktan kalktı. İlk defa kendi çıplaklığından utandı ve üzerine bir havlu aldı. Mutfağa doğru ilerledi. En sevdiği karışımı hazırladı. Su içti ve eroini koluna zerk etti. Bu su faslı onun için bir ritüel olmuştu. Sanki bu içtiği su onu ölümsüz kılıyordu. Düşüncesinin bulanıklaşmasının aksine görüşü netleşti ve yatağın üstündeki kana bakakaldı. Neler olup bittiğini anlamaya çalışırken bir şeylerin eksik olduğunu anladı.

Kadın, gitmişti.

Yağmur Hikayesi XI

18 Cuma May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

adam, öznur doğan, kadın, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, yağmur, yağmur hikayesi, yağmur serisi


Yağmur kelimesinin geçtiği her paragraf hüzünlüdür biraz. Bu yüzden yağmur hep kötülüklere denk düşer hikayelerde. Yağmuru baz almak ne kadar doğrudur bilinmez ama insanın bu düşkünlüğü, hep kullanmaya iter onu. Ne zaman yağmur cümlesi kurduğunu düşünmeden en son, klişelere kapılır gider. Tıpkı yazar gibi.

Kadının panik hali bir an için yok oldu. Adamın göğsündeki hafif kıpırdama onu rahatlatmıştı. Ne olduğunu bilmeden, anlamadan –anlamak istemeden- adama baktı. Adamın dudaklarından dökülen sızlamalar, aslında bu ortamın şehvetini çoktan yok eden yaşananların üzerine tuz-biber oluyordu. Kadın, paniklemiş olduğunu fark etti. Sinirleri boşalmış bir şekilde yatağın sol köşesine yığılıp kaldı. Adam gibi kısa süreliğine “Hoşça kal!” demek istedi dünyaya. Ama bunun ne kadar acı vereceğini anlayınca vazgeçti.

Vazgeçmek… İnsanoğlunun belki de en savunmasız anının getirisi. Kaçmakla eşdeğer bir değer. Ne için, nasıl ya da ne zaman olduğu daha sonraları pek bir önem teşkil etmez. Çünkü cümleler hep “Vazgeçti.” İle başlar.  “Ama”lar sonradan takip eder. Sonsuz bir “ama”  denizinde yüzseniz de vazgeçmişsinizdir ve cümlelerin manasını yitirmemesi işten değildir. Vazgeçmek, seçimin getirisidir. Seçtiği her şey için yeni bir vazgeçiş çıkarırsın zulandan. Vazgeçmek, sonsuzlukta “Seçimsiz” kalmaktır.

Kadın, adama “Neyin var?” der gibi bir bakış attı. Yavaş yavaş kendini topluyordu ve bu sorunun cevabı gerekliydi. Adam, olanlar sanki çok normalmiş gibi devam etmek istiyordu. Köşede başlayan ve algı bozukluğu bazlı ilişkilerinin başka bir açıklamaya ihtiyacı olduğunu düşünmüyordu. Yaşananlara bakılacak olursa, her şey zaten zırva bir durum içinde hareket ediyordu. Sorulacak tün soruların yanıtlanamamazlığından emindi adam. Kadın, soracaktı. Bu bir kesindi. Nedense şimdiye kadar merağını iki ya da üç gün saklayabilen bir kadına denk gelmemişti. Kadınlar, soru sormaya programlanmış birer robottular sanki. Ya da “o” hep “öyle”sine denk gelmişti. Birden aklına kendindeki tuhaflığı düşünmek geldi. Yaşadığı ilişkilere baktığında en uzun ilişkisinin üç ay olduığunu bir kez daha gördü. Görmek istemediği şeyleri görmek adamı hep yoruyordu. Bir sevişme sahnesinin böyle saçma düşüncelere yer verebiliyor olması sinirini bozmuştu.  Yan tarafta, gömleksiz bir şekilde uzanan kadına baktı. Adamın bunları düşündüğü sürede kadın “neden böyle” olduğunu, “sorunun ne?” olduğunu, ve daha pek çok “olup-olmayışı” düşündü. Üzerini giyip odayı terk etmekte kararsız kaldı. Yanında sırtüstü yatan adamın göğsündeki boşluk onu korkutuyordu. Tam iki kaburgası arasındaki gereğinden büyük boşluk ve hissettiği yumuşaklık onu tedirgin etmeye yetmişti. Yaşadıklarının tekrarlanabilme ihtimalinden dolayı.

Tedirginlik en lazım olmayan zamanlarda öyle bir yapışır ki insanın yakasına, kurtulmak için büyük çabalar sarf etmeniz şart hale gelir. Tam bir ikilem ortası düşünce karmaşası halidir. “Evet” ya da “Hayır”a dahi karar veremezken, büyük seçimler yapılması gerektiğindeki  tedirginlik, bir sokak kedisinin yemek aramasındaki hızı gibidir. Öylesine uyuz edici bir yavaşlıktadır ki saatlerinizi yiyebilir. Bir köşeye oturup izlemeye başlarsanız bir şeyleri, aynı şekilde o da sizi izler. Tedirginlik, kararsızlık, dilemma… Ne denirse densin insanı denizin içinde boğması gerektiğini bilerek hareket eder. Beklenmeyen bir anda üzerinize gelen dalga gibi, beklemediğiniz bir kararsızlık anında beklentilerin kararsızlığına rağmen kararlı ve beklentisi yüksek bir şekilde sizi kararsızlaştırır.

Adamın sahip olduğu algı bozukluğu, işte böyle sahnelerde çok işe yarıyordu. Kadının anlamsız bakışları altında o da en az kadın kadar anlamsız bakışlar fırlatıyordu güne. Anlamaya çalışmayan kadının yerine geçişti, öylece düşünmeden uzandı yatakta. Kadın hala pür dikkat adamı izliyordu. Yaşadıklarını ve yaşayacaklarını düşündü. Elinin kesilmesi ve kesilmemiş gibi görünmesi. Ve hatta şu anda dahi normal bir görüntü sergilememesi onu korkuttu. Neden böyle durumlar içine düştüğü başlıklı konuda alt başlıkları sırasıyla incelemek istiyordu. Böyle şeylerin yaşanmasına neden izin verdiği gibi. Adam kadına doğru döndü. Sol tarafındaki görüntüyü sonsuzluğa fotoğraflamak istedi. Buğday teninin güzelliği ve parlaklığı ile yanından ayrılmak istemeyeceği kadın tam da önünde uzanıyordu. Korku dolu bakışlarına rağmen hala cazibesini kaybetmemişti. Bir kadın nasıl oluyor da böylesine donanımlı oluyordu? Diğerlerinden farklı kılan özelliklerin çokluğuna rağmen onu diğerleri ile aynı kategoriye koyma isteğine karşı gelemese de düşünmeden edemiyordu. Elinin kadının teninde gezdirmeye başladı. Kadının tekrardan irkildiğini gördü. Hatırlamadığı noktalara rağmen kadının bu kadar hazır olması onu şaşırttı.

Kadın, adamın elinin soğukluğu ile irkildi. Sanki bir ölünün dudakları geziyordu teninde. Sanki bir günahın acısını o yatakta yaşıyordu. Ne yapması gerektiğini bilmeden adama doğru yaklaştı. Bugüne özel bir şeyler katmak istiyordu. Boynuna doğru yaklaşıp kulağının altından adamı öptü. Adamın ellerine tezat bir şekilde vücudunun geri kalanı resmen yanıyordu. Bu değişik durumu ötelemesi gerekip gerekmediğini sorgulayacaktı ki adamın dudaklarını dudaklarında hissettiğinde sadece bu ana ayak uydurabildi.

Gözlerini açtığında gördüğü sadece elinden oluk oluk akan kandı.

Yağmur Hikayesi X

16 Çarşamba May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

adam, öznur doğan, kadın, kadın ve toplum, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, toplumda kadının yeri, yağmur, yağmur hikayesi


Bakmak, görmeye katlanabilmek için atılan ilk adımdır. Görmek ise sürekli bir çember içinde dolanan bir gerçektir. Bakmanın ya da görmenin farklı şeyler olduğunun söyleniş klişesi ağızlarda pelte olurken bakmak ve görmek aslında pratikte aynı teoride farklıdır ve fakat insanların pratik mi teori mi diye düşünecek ne zamanları vardır ne de hevesleri.

Sıradan bir günde zaten bir insan özellikle böyle bir şeyi düşünmez. Düşüneceği şey olsa olsa hangi sokaktan, nereye; saat kaçta, nasıl sorularıdır. Böylesine sorunsal ve sıradan bir gün içinde bir filozof edası ile gerçekleri düşünmek, pratik üzerinde kafa yormak, gerçeğe ulaşabilmek için hangi pratik yolunun denenmesi gerektiğini araştırmak da işte bu yüzden saçmadır. Gerçek anlamlı bir saçmalık ifadesi böyle bir durum için öylesine geçerli olabilir ki “saçma” bir motto olur çıkar fark ettirmeden.

Kadın eline baktığında sadece ince bir çizgi gördü. Kırmızı bir çizgiydi bu. Fakat sıradan bir çizgiden farklı olarak içinde minik iplikler barından bir çizgiydi. O anda tüm korkularını bertaraf etti. Etmek ile etmemek arasında bir süre kıvrandı fakat yaşanılan tutkulu dakikalar bir düşünme silsilesine yer veremeyecek kadar yoğundu. Adam, kadının gömleğini çıkardı. kadının ten renginin güzelliğini bir kez daha “gör”dü. Buğday bir tenin daha çekici gelebileceğini sanmıyordu. Kadının kızıl saçları omuzlarına dökülüyordu. Eli ile saçları sırtına doğru itti kadının. bir vücud boyunca var olan ten parlaklığından gözlerini alamıyordu. Kadın, adamın ceketini çoktan çıkarmıştı. içindeki gömleği ise çıkarmaktan yana değildi. Sanki beyaz gömleğin temizliği kadına bir rahatlık sağlıyordu.

Rahatlama duygusu her zaman insanı ziyaret eden bir duygu değildir. Hayatın sıkışıklığında bu duyguyla göz göze gelmek ve hatta uzaktan silüetini görmek dahi zordur. Çünkü kendi davranışlarımız ile kendi sonlarımızı yarattığımız gibi kendi rahatsızlıklarımızı da yaratırız. Sonra bize özel bir mekanın varlığından bahsedip de burada rahatlamaya çalışırız. Fakat böyle bir şeyin olmayacağı çok bellidir. rahatlama, tam anlamı ile iki akciğer parçasındadır. Bir nefestir aslında.

Adam, kadını sırt üstü yatağa uzandırdı ve yanına kıvrıldı. Beklenilenin aksine adamın az önce körüklenmiş bir şekilde yanan teni şu anda buz gibiydi. Kadın, bu gördüğüne şaşırmıştı. Böyle bir şeyi hayatı boyunca hiç yaşamamıştı. elini adamın göğsüne attı ve fark etmek istemeyeceği bir şeyi fark etti. Adamın göğsünde bir boşluk vardı. Bu, sanki bir yumruk boşluğuydu ve hareket ediyordu. Adamın kırılmış kaburgasının ona acı verdiği her halinden belli oluyordu. Kadın, adama zarar vermişti. Göğsündeki boşluktan kadın sorumlu değildi fakat o anda adamın donuk bir şekilde yatışından o sorumluydu. Onu kendime çekmek isterken aniden sırtından yakalamış ve göğsünün adamın göğsüne çarpmasına neden olmuştu. Ona göre güzel geçecek olan bir sahnenin başından sahneyi mahvetmiş bulunuyordu.

Acı vermek. İşte bir diğer silahımız hayattaki. İsteyerek ya da istemeyerek. Acıyı doruk noktasına ulaştırmak hatta insan olmayışın bir işaretidir. Acı çeken birisine bakıp da acı çekişinden zevk almak da en az acı çekmeye yeltenmek kadar hastalıklı bir durumdur. Hastalık, sizi esir aldığı andan itibaren bir köle gibi işkenceye bağlanırsınız. Siz ya bir işkencecisinizdir ya da işkencedeki mağdur.

Kadın, yüzünü adamın burnuna doğru götürdü. Hissedeceği sıcaklıktan emin olmak istiyordu. Bütün bu olanlardan sonra yüzünün sıcaklığı, adamın solukluğunda buluşuyordu ve fakat kadın şunu keşfetti. “Nefes alış-verişi yoktu.”

‘Dokuza Kadar On’ Adımda Asaf

12 Cumartesi May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

özdemir asaf, öznur doğan, beowulf, bir kelimeye bin anlam, Cemal Süreya, düşük tansiyon, devlet ve ben, dokuza kadar on, Ece Ayhan, göğe bakma durağı, imagist, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kurşun kalem, maroia, objectivist, oedipus, oznurdogan.com, pay, telaş, Turgut Uyar, yalnızın durumları


Şiir okumak benim için özel bir tutku. Kitabın üzerine yazıp çizemeyen ben; elindeki şiir serisi için en hafif dokunuşlarla notlar aldım kitaplar üzerine. Kurşun kalem kullandım bunun için ve hiç kalemtraş ile açmadım kalemi. Daima yumuşak uçluydu çünkü şiirlere zarar verirdi keskin hatlar.

Şiir macerasında üçüncü sırada Özdemir Asaf var. Bir Kelimeye Bin Anlam önsözü ile okumaya başlıyorum ve dakika bir aldığım not, “Imagist ve objectivistlerle bağlantılı mıdır acaba?” Bu merak beni içli dışlı bir okumaya yönlendiriyor. Art arda şiirleri okumak kimilerine saçma gelir ve fakat her şiir birbiri ile alakalı olmasa da bütünde bir resim çizer. Şöyle uzaktan tuttunuz mu kitabı anlarsınız ki bu adamlar ve kadınlar dar alanda kısa da paslaşıyorlar ama geniş alanda büyük anlamlar da veriyorlar şiirlerine.

Özdemir Asaf en ekonomik şairlerden. Kelime ekonomisi yapıyor bol bol. Fakat onu az önce bahsettiğiim Imagistler ile aynı noktada bulunduran şey sadece ekonomik oluşu değil, imgeler ile hareket ediyor oluşu. Küçücük bir sahneyi imge dolu anlatıyor Asaf. İşi gücü hayaller ve imgeler ve kelimeler. Kısa soluk alıp vermeler gibi onun şiirleri. Nefes alıyor fakat tansiyon daima 9’a 5. El ve ayak henüz titredi titreyecek, ten biraz soluk. Gözler sanki uzun süre üzerine bastırılmış gibi gizli bir uzay dünyasına açılıyor. Sonra bakıyorum ki kısacık bir anı, tamamen tüm detaylarından soyutlayıp veriyor bu adam. Telaş şiirinde örneğin;

Yaşamak değil,

Beni bu telaş öldürecek. 

Gelin, sizinle birlikte karar verelim bunun hangi tür şiir olduğuna. İçinde imgeler mi barındırıyor yoksa kendisinden başka bir şeyi anlatma zorunluluğu hissetmiyor mu? Bana kalırsa insanın kendisini obje olarak gördüğü bir şiir bu. O yüzden de objectivist.

Kısa cümleler ile dünyayı anlatmakta üzerine yok. Bildiğimiz tüm mitsel kahramanların denizden dönüşüne gönderme yapıyor ardından Pay şiirinde. Diyor ki şair:

Şimdi, şu akşam saatinde

Dönüyorum görmüş, geçirmiş, atlatmış,

Gözlerin doymayan sahilinde. 

Bütün mitlerde yolculuğa çıkan kahramanlar farklı bir karakter ile dönüyorlar. Daha olgunlaşmış, öğrenmiş ve öğretilmiş bir şekilde. Çünkü onlar hayatlarında yaşamadıkları deneyimi kısa sürede yaşayıp kendilerini kanıtlama şansı buluyorlar. Ben diyeyim Oedipus, siz deyin Beowulf.

Sayfaları çevirdikçe beni bir merak alıyor… Nasıl bu kadar iyi yazabiliyor? Nasıl hayattan bir nesneyi seçip ona bambaşka bir şekilde bakabiliyor. Şairlik böyle bir şey demek.  Bir pantolon paçasının kıvrılışı bile bir şeyler anlatabiliyor onlara. Renkler üzerine oturup düşünebilir ve hatta yazabiliyorlar:

Tüm renkler aynı hızla kirleniyordu,

Birinciliği beyaza verdiler.

Sonra kendime yakın hissediyorum Asaf’ı. Devlet ve Ben diye bir şiir yazmış tutmuş da. Yanına ben de not almışım, “Devlet ve Ben” ve Öznur! Çünkü yakınıyor burada şair. Şair burada birilerine sesleniyor, kendine sesleniyor. Zamansızlıktan yakınan Öznur’a sesleniyor. Alamadığı kitaplar için hüzünlenen Öznur Asaf’a sesleniyor. Yakışıyor bu tavır sana be Özdemir diyorum. Sigara içsem, hemen bir sigara yakacağım şerefine ve fakat içmiyorum. Yani sigara.

Herkes yerini bilsin istiyor. Yersiz ve yurtsuz sözlerin alemi yok. Hele bir de:

Kendi bahçesinde dal olamayanın biri

Girmiş bahçeme ağaçlık taslayor. 

‘sa. Taslamasınlar efendim. Bunu bana yapmasınlar. Hayatta en çok korktuğum şeydir yersiz taslanmalar başkalarına. Seviyorum deyip de gözünü çıkarmalardan da korkarım, karşımdakini üzecek hırlanmalardan da. Fakat yine de bana denk gelir bu dal olamayanlar. Dal olamaz diye midir nedir, bir hınç ile koparmaya çalışır meyvelerimi. Kim dedi ki Öznur Bahçe’de yağma var? Yok öyle yağma!

Sevgiliyi kıskanmanın tadı da başka oluyor Asaf ile:

Gördüğümü görecekler diye ödüm geriliyor.

diyor. Bazen düşünüyorum da aklıma düşen minik tohumlar hep bunun eseridir. Hep birilerinin sevdiğimi benim görebildiğim şekilde görebilme ihtimalinin olmasıdır. Yani sigarayı tutuşuna gözü kayar da aşina olur, dudak büküşünü görür de farkına varır diye; ödüm geriliyor. Özel olmak ve özel hissettirmek istemek ne özel duygu şu hayatta. İstiyorum ki elimi sıkıca tutan adamın kocaman elleri “ki senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım, tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum” [bunu mektupla ona yazmış olmanın kıvancını yaşıyorum herkes söyleyivermeden ve bilivermeden önce bu şiiri] bir tek benim küçük ellerimi kaplasın. Tek bir parmağını tutabileyim, çocuk olayım; en başa döneyim.

Biliyorum ki Asaf elini koyuyordu sevdiğinin yanağına ve diyordu ki:

Yüzümde hüzünden gölgeler varsa

O hüzün yüzündendir olsa olsa.

Olsa olsa şair olduğundandır, her şeyi gördüğün ve anladığındandır. Doğanın insanı, sanatın parçası olduğundandır. Çocukla ve kadınla bir, hayvanla ve bitkiyle dost olduğundandır. Hüznü kendine ait saydığından, ondan kaçmadığındandır. Keşke hepimiz bu kadar cesur olabilsek.

Üzerine düşünülecek yüzlerce kelime bırakıyordu geriye benim Çakmak dedeme benzeyen adam, Asaf.

Bir şey olmasaydı

yazmak olmayacaktı…

Başka bir şey de olmasaydı

Silmek olmayacaktı.

Gel de başlatma şarap çanağına! Şarap demişken, saat 12’den sonra tüm içkiler de şarapsa vakti gelmiştir güzel bir şarap açmanın. Eski ve yeni, beyaz ve kırmızı… Şarap, nadir de olsa uğranan arkadaş gibi fakat daima sıcak ve samimi.

Yalnızın Durumları bölüm bölüm, parça parça. Ben en çok son bölümü seviyorum:

Her leke

kendisiyle çıkar.

Hepimiz, kendimizle sınanacak ve sonuçları kendimizden çıkaracağız. Yaptığımız tüm hatalar en başından beri bizim hatamızdı. Sevdiklerimiz ve sevemediklerimiz, sevmeyi denemediklerimiz de… Hepsi bizim hatamızdı. Ancak bilmiyorduk, suçlamaya devam ediyor, soruyor soruyor soruyorduk;

Maveraünnehir nereye dökülür?

Öteki Kabuslar’a Dalarken

10 Perşembe May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öteki kabuslar, öykü, öznur doğan, basın, böcek korkusu, denge, devlet, fobiler, Gregor Samsa, Kafka, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kurum kuruluş, maroia, medya, oznurdogan.com, Tolstoy, Turgut Uyar, yapı kredi yayınları, yiğit bener


Gregor’um ve Samsa’yım. Kafka’yı bu yaz okumuş olmanın mutluluğu içindeyim; karşılaştırma yapabiliyorum. Ne kadar çok kitap okursam o kadar çok bağlantı kurabiliyorum kafamda. Ne kadar çok derse gidersem okulda o kadar çok biliyorum konuları ama okula da gitmiyorum son zamanlarda.

Öteki Kabuslar daha kapak sayfası ile bana kendi korkularımı hatırlattı. Sonra arka yüzündeki yazıyı okudum. Dedim ki, “Tamam işte, korku dolu bir yolculuk bekliyor seni.”

Ama korktuğum başıma gelmedi. Birbirinden farklı bir sürü böcek türü üzerinden anlatıyordu Yiğit Bener hikayeleri. Bazen böcekler konuşuyordu, bazen insanlar, bazen ikisi birden konuşuyordu. Ben de en çok hamamböceğinden nefret ediyordum ama ben konuşmuyordum, okuyordum.

Hızlı ve sürükleyici bir okuma yolculuğuna dalıyorum. Kendimi tamamen kaptırmış da değildim. Biraz burun kıvırarak geldim son hikayeye kadar. Evet, şimdiye kadar bahsettiklerini biliyordum ve anlamıştım. Benim için tekrara düşüyor gibiydi. Sıkılmış da olabilirim. Tolstoy’un atın gözünden bakışı gibi değildi. Kendimi kaptıramıyordum. Fakat son bölüm o puslu ve paslı durumu dağıttı.

Veriyor veriştiriyordu sisteme. Sistem olarak adlandırılan her şeye bok atmanın kolay olduğu bir gerçek fakat ortada da bok gibi bir sistem var. Nereden tutsak elimizde kalıyor, hangi yana gitsek bir pis çürümüş koku. Leş kokuyor sistem. Devlet ve insanlar ve kurumlar ve bizler.

Öyle bir hale gelmişiz ki, deniz kenarına vuran şişmiş bir ceset gibiyiz. Sanki birileri bizi gömmek için bile şöyle tutsa; parçalanacağız. Ancak ortada büyük laflar var gelişmek ve büyümek  adına, özelleşmek ve güzelleşmek adına. Oysa biz, bana kalırsa, böceklere hayvan kendimize medeni derken aslında daha da medeniyetten uzaklaşıyoruz. Medeniyet ve doğa ayrımında doğanın başımız üzerinde yeri olduğunu görmüyoruz. Böcekler bizim düşmanımız oluyor, durup dururken hayvanları bırkalıyor, kurcalıyoruz.

Halbuki biz aslında kendimize düşmanız, kendimizin düşmanıyız. Kendi korkularımızı “öteki”leştirip meşrulaştırıyoruz. Korkularımızı yaratıklara atfediyoruz da bir bakmıyoruz nereden çıkıyor bu korku diye. En son kim üzerimize böcek atmaya çalıştı? Annemiz böcekleri gördüğünde nasıl tepki verdi.

Her şey insan ile başlıyor, insan ile bitiyor. Böcekleri ve bitkileri karıştırmayınız.

Eşyanın kanununu bozmaya çalışmayınız.

Hem siz kimsiniz?

Benim dengemi bozmayınız!

William Shakepeare’s The Tempest

09 Çarşamba May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, ariel caliban and prospero in relation to usurpation, öznur doğan, english literature, fırtına, ingiliz edebiyatı, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, the tempest, usurpation, william shakespeare


Throughout the humanity, there has always been idea of usurpation and exploitation. At first, man comes and takes all places around him. He kills animals, rips off planets and makes new home for himself. With the ego of being “people”, he punishes animals, tames them. Because he is more powerful than the animals and plants. Because he has the right of killing, using and exploiting.

In Shakespeare’s play The Tempest, we can see how man tries to be over another man. Since there is a king, there should be someone who will obey him. Prospero has to be the king because even his name refers prosperity. He is the one who can rule all people, animals and even spirits. He has got knowledge about nature, spirits and humans. As we said before, there should be also subservients.

Ariel and Calibans play these roles. When we look at Ariel, he is spirit and bound to Prospero. Whatever Prospero says he does it. But there is something strange about him. While Ariels is doing his work, he implies that Prosopero has given promises to him. Ariel has got information about Prospero, his wizardy and his power. After coming to the island, Prospero finds out that there is something fairy and he saves him saying that everything will be fine. Indeed, it doesnt happen until the last scene. Prospero uses Ariel’s power with his power and induces the tempest, hallucination, sleeping and awakening. Without Ariel, Prospero can’t do his magic exactly. As long as Prospero needs Ariel, he always uses him as a tool for ruling.

On the other side, there is Caliban whose name sounds like “cannibal”. When Prospero and Miranda come to the island, he is the one who shows the most beautiful part of it. And he is also ready to do many things for father and daughter because Prospero acts in afriendly way until he gets exact information about the island. After learning the every little part of the island, Prospero starts using Caliban as a slave. With the help of Ariel, Prospero tortures him. Caliban screams out when he sees Prospero and accuses him taking his island. At this point, Caliban is totaly right. He is the owner of the island. His mother leaves this island to Caliban which means; the island should be under the control of Caliban. Even Ariel should be under the control of Caliban but this will never do.

Despite Caliban wants to be alone on this island and rule it, when Trinculo and Stephano come and make him drunk, he again shows the most fertile parts of the island. Yes, they are planning to kill Prospera and this is also kind of usurpation but what Trinculo and Stephano do to Caliban is another usurpation. And there arethings which perplex us.

Although Caliban swears to his masters, he is also ready to be slave. He takes some kind of pleasure. He does not have to live with Prospero and his fragile daughter, he should have already killed them or something else. The other point is that Caliban gets drunk and forgets everything. He is again open to explatation, allows men to learn the island.

Caliban is a kind of servant figure who always moan but does not do anything to change it. Caliban is ready to be ruled. Despite the fact that he is a real complainer about thethings happen around him, he does not involve totally in it.

Ariel and Caliban as an airy and earthly creatures, are used by Prospero. Prospero usurp Ariel’s power of magic and his freedom, Caliban’s land and power of labour. Though we see Prospero as a wise man, we can say that he is also a kind of tyrant who uses every part of nature and civilization.

In this play, we can say that Shakespeare wants to explain that every man around the world, even creatures try to be over another. Man is eager to have land, taking one’s property, changing it and making it different place. And then we can figure out that if someone has got to power change something, he doesn’t stop until he finds out better or worse things. It can be also concluded that the precession of ruling always finds place in humanbeing’s world. Their lust for richness and their ego make them cruel. In the chain of being, there are segmentations for everyone. If you wan’t to change it like Prospero, you have to be cruel and hypocrite or you should be so ignorant that you think you can reckon people around you.

[This is my visa exam paper which is based upon William Shakespeare’s play The Tempest in relation to usurpation considering Ariel, Caliban and Prospero.]

Yansılar Kitabı’nda Hayatın Detayları

09 Çarşamba May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

arayış, ayrıntı, aşk, Ölüm, öznur doğan, ben merkezcilik, bir boşluk, D&R, detaylar, erkek, eş, iki tür yitim, kadın, kan bağı, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, münir göle, münir göle'nin yazı anlayışı, noktürn, oznurdogan.com, toplumda kadının yeri, yansılar kitabı, yanılsama, yapı kredi yayınları, zaman kayması


7 farklı hikaye içinde hayata dair görünmeyen detaylar. Şimdiye kadar düşünmediğim şeylerin varlığını bir kez daha kanıtladı bana Yansılar Kitabı. D&R’da dolanırken denk geldim bu kitaba. Münir Göle’den daha önce okuduğum bir kitap olmadığı için yeni bir tanışıklık yeni bir arkadaşlık olacaktı benim için. İlk defa okuduğum yazarlara dair önyargısız olmanın keyfini çıkarmaya hazırlanıyordum.

Kısa parçalardan oluşan kitapları severim. Bölümlerin bitişi ve başlaması beni motive eder, kendimi kaptırır giderim okurken. Bu kitapta da bunu yaşadım. 7 bölümden oluşuyordu kitap. “Zaman Kayması”, “Yanılsama”, “İki Tür Yitim”, “Bir Boşluk”, “Noktürn”, “Kan Bağı” ve “Arayış”. Bu 7 farklı hikayede beni çeken şeyler de birbirinden farklıydı.

Zaman Kayması’nda bir kadının hisleri doğrultusunda kendi kocasını bile kocasının aklında yarım kalan bir aşk yaşanmamışlığını bitirmesi için yollayabileceğini gördüm. Bu  sıradan bir hikaye değildi. Bu, olgun bir kadının yapabileceği bir şeydi. Eğer kadın kendine güveniyorsa zaten gerisi neredeyse boştu. Çünkü biliyordu, erkek de onu sevecekti. Eşine ve kendine güvenmek gerekirdi ilişkilerde. Yaşadığın şüpheler yaşamadığın gerçeklere dönüşebilirdi. Başka bir kadının hayali peşinde koşan bir erkeğin aslında yanı başında duran hayatı görmezden gelebileceği de vardı hikayede, bunun pişmanlığını yaşaması gerekmediği de.

Yanılsama’da karşımızdakini ne kadar az tanıyor olabileceğimizi gösteriyordu. Seneler sonra boşanmaya karar veren çiftler hayattan bir parçaydı. Eşinin tırnaklarının uzamadığını fark etmeyen bir adam vardı. Ama tırnağın uzadığı ve kesildiği zaman hep es geçilmez miydi? Oysaki sevilen ile birlikte bir tırnağın uzayış süresinde bile görülebilecek ve yaşanabilecek ayrıntılar vardı. Aşk eğer bir yarışa ve kendini ispata dönüşüyorsa işte orada da bir sorun ortaya çıkacaktı.

İki Tür Yitim klasik bir yaşanmamış baba-oğul hikayesine kuruluydu fakat benim için hikaye değil verilen detaylar hep daha önemliydi bu kitapta. Yani aslında hikayeler hep tanıdık ve bildik olanlardan fakat Münir Göle’nin (henüz tam emin olamasam da) tarzı böyle. Aklınıza gelmeyen noktaları çekip çıkarıyor. Ölen bir adamın traş bıçağında kalan sakalları, şarap şişesinin üzerindeki tükrükleri. İnsanlar ölünce bunlar kalıyordu geriye fakat şimdiye kadar benim için hep boşluk vardı. Birisi ölür ve yaşadığı oda boş kalır, başını koyduğu yastık. Üstüne giydiği kıyafetler boş kalır ya da. Fakat bu hikayede öyle değildi. Ev hınca hınç doluydu ölenle. Aslında hiçbirimiz terk etmiyorduk yaşadığımız yeri. Aksine her şey bizle doluydu.

Bir Boşluk ve Noktürn bana yaşanılan fakat yaşanmamış gibi davranılan anlardan bir tiyatro oluşturdu. Bir Boşluk’ta ben-merkezcilik vardı. Karşındakini dinlemediğin ve onun gibi olmadığın sürece sen hep haklıydın ve yalnızdın. Ama ödün vermeye başladığın anda görüyordun ki paylaşılan derin bir hıçkırık da olsa bir tatil de, daima mutlu kalabilirsin. Noktürn’de ise kanımın daha yavaş aktığını hissettim. İnsan anıları olmasaydı nasıl yaşardı ki? Düşünün, son bir haftanızı hatırlamıyorsunuz. Bir ay ve bir yıl! Ve bir ömür. Hatırlayamadığımız sanatçı isimleri için bile dipli başlı kazılar yapıyoruz beynimizin derinliklerinde. Peki ilk öpüşmemizi hatırlamasaydık? İlk sevişme? İlkleri unutsaydık sonların ne anlamı kalırdı ki?

Kan Bağı’nda beni iten bir şeyler vardı. Belki de kanın açık teşhiriydi. Aslında biliyorum ki Münir Göle bunu gerçek kan kırmızılığında değil, düşlerin ve tutkunun kırmızılığında yazıyordu fakat… Bu fakat’lar bir gün beni mahvedecek. Kan Bağı’nda yine de nokta atışının yapıldığı en önemli yer, kadınların hayatları boyunca tek eşli olmaları gerektiği fikri ve erkeklerin çok eşli olabilirliği. Halbuki kadın, baştan ayağa kadındı. Baştan ayağa tutku ve şehvetti aslında. Münir Göle haklıydı, bu renk olsa olsa kanın kan kırmızı rengiydi.

Münir Göle hayatın detaylarından hikayeler yaratıyor anladığım kadarıyla. Onun için bir gözlem, bir fikir ya da bir hayal yazılabilir ve çizilebilir. Sosyal normlar alt üst edile de bilir. Yakın hissettim fakat Göle’yi.

Ayrıntılarda boğulmak dileğiyle.

“Süreya” Yeter, ‘Üstü Kalsın’

05 Cumartesi May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

ama senin, aşk, özdemir asaf, öznur doğan, ülke, üvercinka, beni öp sonra doğur beni, Cemal Süreya, cevdet kudret, doğan hızlan, Edip Cansever, ilhan berk, işte tam bu saatlerde, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, mehmet kaplan, nazım hikmet, nurullah ataç, oznurdogan.com, suut kemal, tahir alangu, Turgut Uyar, william carlos williams, yapı kredi yayınları


Sen git bir iddia uğruna soyadından harf eksilt. Adam gibi adam vesselam. Verdiği sözü tutuyor, yazdığı sözü okutuyor. Üstü Kalsın’a başladığımda hiçbir şiiri ayırt edemediğimi kitabın sonunda anlıyorum. Her şiir sanki benim için daha özel hale geliyor. Keliimeler içimde büyüyor. Nazım Hikmet’i yazarken öyle değildim halbuki. Seçebilmiştim aralarından kolayca. Cemal Süreya bana daha yakınmış demek ki, vazgeçemiyorum hiçbir şiirinden. Bunu Özdemir Asaf okurken de fark ediyorum sonradan.

Cemal Süreya.

‘Aşk‘ ile başlıyor kitap. Bence Cemal de her işe aşk ile başlardı. Bildiğim, daha önce okuduğum her Süreya şiirinde kendimi daha iyi hissettiğimi fark ediyorum. Bu şiiri biliyorum ki siz de biliyorsunuz;

“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.

Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.”

Sonrasında Elma şiirinde görüyoruz adında bir harf atışını. Şimdi düşünüyorum da Öznur’a bir nokta daha koyup Öznür yapanları dövme fikrimi. Fakat Cemal yüce gönüllü müdür, şair midir ne boktur(?) adından harf atıyor fazla gelmiş gibi. Fazlaydı belki de.

“Adımın bir harfini atıyorum.” diyor 1956’da. Ve daha o tarihte henüz babam bile yok.

Sonra Üvercinka söylüyor şair. Afrika dahil tüm kıtalarda seviyor, yaşıyor, sevişiyor, öpüşüyor. Afrika dahil tüm kıtalarda ben de dolu dolu seviyorum ya Cemal gibi, içim kabarıyor; içime sığmıyor. Kendime taşıyorum.

“Aydın düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma

Yatakta yatmayı bildiğin kadar

Sayın Tanrı’ya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler

Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının

Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde

Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor

Bütün kara parçaları için

Afrika dahil.”

Elim saçıma gidiyor. Kısadır benim saçım. Diken dikendir hatta bazen. Bu yüzden kötü hissediyorum kendimi biraz. Kimse benim için böyle şiirler yazmayacak, yazamayacak. Ne saçlarımın uzunluğundan ve dalgasından, ne pembe topuğumdan ne de ince bileğimden.

Ve ardından Ülke geliyor. En sevdiğim iki şiir böylesine art arda ve bana özel sanki. Aldığım zevkin haddi hesabı yok, ben gerçek bir Cemal Süreyasever Süreyayer olarak hayatıma devam ediyor oluyorum. Şiirler de cabası.

Karar bile veremez oluyorum, neresini seçsem Ülke’nin diye. Herkesin seçtiği yerlerden farklı bir parça seçiyorum fakat ben;

“Karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin

Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi.

Birtakım genç anneleri uzatırdı bir keman 

Sen tutar kendini incecik sevdirirdin

Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa.”

Gecenin bir vakti Cemal’i okumak da misillemeydi yalnızlığa. Çünkü gidemiyordun sevdiğinin kollarına. Söyleyecek çok şeyi vardır herkesin. Ayıptır ve günahtır ve yasaktır ve olmazdır ve komşular ne derdir ve daha nicesidir. Oysa duymak var sevgilinin derin nefesini uyumak ile uyumamak arası. Bir kere de onun için nefes almak var. Tanıdık bir ten var teninde, yanağında, belinde. Ve yine yasak işte.

İşte Tam Bu Saatlerde derken de şu satırları yazdığım saatleri anlatıyordu belki de. Uyku ile uyumamazlık arasını. Beynin uyumaktan vazgeçtiği ama gözlerinin uyku sinyalleri çaldığı şu saatleri;

“İşte tam bu saatlerde bir yara gibidir su

Yeni deşilmiş uçlarında sokakların, küçük uçlarında.

Senin güneş sarnıcı gözlerin

Ölüm yası içindeki evde

Olmaması gereken bir şey gibi, kırılan bir ayna gibi.

Bu saatlerde.”

Peki bir sevgili sevgilisinden en çok neyi isteyebilirdi ki? Gerçek yaşamda yeni bir doğumu mu? Beni Öp Sonra Doğur Beni diyebilmek için ne kadar yürekli olmak gerekiyordu? Kabullenmek tüm eksiklerini ve fazlalarını, geçmişini ve geleceğini. Tek bir kadına ya da adama dönmek yüzünü; doğursun seni diye.

“Annem çok küçükken öldü

beni öp, sonra doğur beni.”

Sen ne diyorsun be adam? Nasıl vuruyorsun tam da kanımın donduğu, gözlerimin dolduğu yerden…

Ve bir de beyit şeklindeki şiirlerin, sade ve anlatım dolu. Belki biraz objectivist. Hem ortada bir nesne var hem de sözlerde bir ekonomi. William Carlos Williams ile arkadaşlığın nedir senin?

“Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem 

Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.”

Ve fakat beni bu ikilik değil öyle bir iki satır mahveder ki her seferinde. Tam yerinde bir söz söylenmiştir de işte ben ona tanık olmuşumdur. Duygular bizden çok zaten tercüme edildi ama bu tercüme asırlıkmış gibi. Tek bir cümle halinde olsa böylesine anlamlı ve mükemmel olmayacakmış gibi.

“Daha nen olayım isterdim

Onursuzunum senin!”

Ve bu iki satır, hem Cemal’in el yazısı ile hem de imzası ile bulunuyor kitapta. Nasıl sevindiğimi 65. sayfaya gelince anlayacaksınız. Her bir şiiri başkadır benim için Cemal’in ama ah bu ‘Ama Senin‘ yok mu? Var işte, gözü kör olmayasıca.

Bir de herkesle dost bu adam. Adı İlhan Berk Olan Şiir‘de herkese bir lakap takıştırıyor. Herkesin işi var, Nurullah Ataç çeliştirmen çünkü. Tahir Alangu soruşturman. Cevdet Kudret, Suut Kemal, Mehmet Kaplan diye devam ediyor liste. Kitabı hazırlayan Doğan Hızlan da nasibini alıyor.

Cemal’i anlamaya çalışıyorum. Cemal diyorum ona. Anlayamıyorum. Süreya’dan zaten bana ekmek yok. Cemal Süreya benim gizli bahçem oluyor. Anlıyorum fakat anlayamıyorum.

Edip Cansever için bir şiir yazıyor adı Edip Cansever.

“Her şeyin fazlası zararlıdır ya,

Fazla şiirden öldü Edip Cansever.” diyor. Bu Cemal de beni öldürdü öldürecek fakat.

Gün gelecek “Fazla okumaktan öldü Öznur Doğan.” denilecek mi diye merak eder oluyorum. Fazlalıksam bu dünyada ya da mesela, “Fazla Öznur Doğan’dan batar mı bu Dünya?”

Turgut’uma Uyar’ıma da yazıyor bir şiir. Ve bu sefer bir gerçek hikayeden bahsediyor.

“Öldüğü gün

Hepimizi işten attılar.”

Şimdi ben soruyorum sana Cemal, işte burada yanıldın!

“şimdi insan şaşıp kalıyor, uyar diyorlar ölmüş 22’sinde ağustos’un. öyle iş mi olur, usta ölür mü?
daha bir iki ay önce bir cümlesini ona okudum şiirinin.
bir şiirini sevgilime yazdım mektupla.
bir şiirinde kendimi buldum, bir diğerinde onu tekrar tanıdım.
daha birkaç ay önce karşılıklı oturduk dertleştik, “geçer mi bu özlem.” dedim. “geçer, sen sadece göğe bak.” dedi.
bir iki yıl önce daha fazla okumaya söz verdim onu kendime. 
üç beş yıl onca geç doğmanın ve geç tanımanın acısını anlattım ona. benim için üzülme, dedi. 
şimdi gelmişler de bana diyorlar ki, ustan ölmüş.”

Ama yine de seviyorum ben seni ve “Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Daha neler neler var bir bilsen Cemal. Şöyle gelseydin bir karşıma, otursaydın. Anlatsaydın yerli yersiz. Kadınlardan konuşsaydık. Adamlardan konuşsaydık. Öğrenseydik. Sussaydık. Bir harfini bana verseydik. Ben Öznur Doğan olmaktan çıksaydım. Ve ben öylece Üstü Kalsın ile kapatmasaydım bu yazıyı. Ben seni yazarak değil, yaşayarak öğrenseydim.

“Ölüyorum tanrım

Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür

Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat

Fena değildir…

Üstü kalsın...”

Sus be adam… Sus.

← Older posts
Newer posts →

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...