• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Author Archives: Öznur Doğan

Oz / Bizim Hapishanemiz

22 Cumartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aryan, augustus hill, breaking bad, defamiliarization, em city, emerald city, italyanlar, oswald prison, oz 1. sezon, oz hapishanesi, oz prison, tim mcmanus, tobias beecher, zenci


oz

Herkes kendi hapishanesini kendi yaratır bu dünyada? Vay efendim laflara bakın siz laflara. Breaking Bad gibi kafayı sıyırmalı evrimli mevrimli bir dizi izleyince sonrakileri de o bağlamda değerlendirmeme gibi bir şansım yoktu. Oz da aynı şekilde bu algıma kurban giden dizilerden bir tanesi. Belki de gerçekten benim algıladığım gibidir herkesin algısı ve aslında tüm sanatçıların ortak bir bilinci vardır. Yazarken, oynarken ya da izlerken herkes aynı hayali yaşatmaya, aynı vurguları yapmaya çalışır.

Oswald Hapishanesi yüksek dereceli suçlular ile dolu bir hapishane. Toplumun her bölümünden insanlara rastlamak mümkün. Em City olarak adlandırılan bu yer Tim McManus tarafından kontrol altında tutulmaya çalışıyor. Tim’in amacı bu yeri diğer hapishanelerden farklı bir yere dönüştürmek. Kendi ütopyası ile hareket edip orayı gelişmiş bir ıslahevine çevirmeyi düşünüyor ancak hesaba katmadığı insan faktörü ters köşeye düşmesine neden oluyor. Ne demiştik, toplumun her bölümünden insan var. Evet, örneğin hapishanenin ortasında namaz kılan müslümanlar, domates yiyen İtalyanlar, kaslı abilerimiz Afrikalılar, sıradan Amerikalılar, azılı katiller, annesini ve babasını yiyenler, beyaz ırkçı Aryanlar ve diğerleri. Küçücük bir hapishane aslında büyük bir dünyanın yansıması. Neredeyse yaşadığımız  dünyanın maketi. Zenciler ile beyazların arası iyi değil, aynı zamanda İtalyanların da beyazlarla.  Bu hapishanede kimin nasıl yaşayacağı ya da öleceği hiçbir şekilde belli değil.

Oz’un en büyük özelliği beklenmedik anlarda gerçekleşen kırılımlar ve kopuşlar. Karakterlere değer yüklemeye ve gelişimini çözmeye çalıştıkça senarist tarafından korkunç olaylara maruz kalıyor hepsi. İnsan psikolojisinin en temel noktalarına inip arada kalmış, sıkışmış insanın nasıl hareket edeceğini yansıtıyorlar. Bu yüzden gördüklerimiz bizde bir şaşkınlık yaratmıyor. Çok içten, bildiğimiz duygular ile karşılaştığımız için garip bir rahatsızlık hissediyoruz. Sanki yıllar boyunca o en vahşi halimizi saklamış gibi, sanki bastırmış ve gün yüzüne çıkmaması için dua etmiş gibi.

Bir diğer özelliği ise aralarda anlatıya giren karakter ve tüm dünya düzenine güzel laflar hazırlamış olması. Toplum yapısı, ahlak, etik, insan egosu ve diğer konularda bayağı ağır laflar ile bizi dizinin gerçekliğine ve sertliğine alıştırıyor. Oz’un bu olayı onu hem diğer dizilerden daha mesajlı bir hale getiriyor hem de bu konuşmalar gerçekleşirken karakterlerin hepsinin bu ambiyansa ayak uydurması sizi defamiliarization etkisine sokuyor. Bir anda dizi izlediğinizi hatırlıyorsunuz ancak düşünmeniz gereken pek çok gerçek olduğunu da görüyorsunuz.

Tüm çıplaklık, tüm şiddet ve diğer etkenlerin hepsi gözler önüne seriliyor Oz’da. Tüm organlar açık, tüm uyuşturucular görülebilir, tüm çığlıklar duyulabilir ve her şiddet yaşanabilir durumda. Birinci sezon biterken Oz’un tamamen hayatımızı anlattığını algılamıştım ancak bu kadar gergin bir sonla biteceğini tahmin bile edemezdim. Breaking Bad’in her sezonunda bir kez olan o kasık ağrısı, karın sancısı bu sefer Oz’un birinci sezon son bölümünde oldu. Bittiğinde garip hissetmemek imkansızdı.

Her bir aktörün oyunculuğu üzerine söyleyecek bir şey bulamıyorum. 20 yaşındakinden 60 yaşındakine kadar her birisi sanıyorum daha iyi şekilde giremezlerdi rollerine. Ne bir dudak seğirmesi, ne göz kaçırma. Her şey en açık şekilde bizlerle buluşuyor. Karakterler ise görmek istemediğimiz ve hep kaçtıklarımız.

Augustus’un araya girdiği her sahnede ben kendimi biraz daha yakın hissettim anlatılanlara. Kareem Said’in toplumun bize yaptıkları nutkunu bile yedim neredeyse. Her karakterin söylediği doğru geliyordu, her karakter kendi çevresinde haklı ve gerçekti. Oz, gerçeklikti.

Augustus Hill: ‘Fuck’ is a four letter word. ‘Rape’ is a four letter word. ‘Wife’ is a four letter word. So is ‘love.’ 

Tobias ‘Toby’ Beecher: If God is in me, he’s a tumor. 

Augustus Hill: Death is certain. Life is not. 

Augustus Hill: I ain’t saying drugs are good. But when your past is past and your present sucks and your future holds nothing but broken promises and dead dreams, the drugs’ll kill the pain. Listen up, America, you ain’t ever gonna get rid of drugs until you cure pain. 

Augustus Hill: ‘At least you got your health.’ Don’t you hate that? You lose your job, you lose your wife, YOU’RE IN PRISON, and some punk ass do gooder says ‘At least you got your health’ like that’s supposed to make you FEEL better! So what if I’m broke? So what if some dealer wants to cap my ass; at least I ain’t got a tumor. I swear, the next person to say ALYGYH to me, I’ma make sure they don’t have THEIR health much longer. 

Augustus Hill: Remember when your high school history teacher said that the course of human events changes ’cause of the deeds of great men. Well, the bitch was lying. Fuck Caesar, fuck Lincoln, fuck Mahatma Gandhi. The world keeps moving cause of you and me, the anonymous. Revolutions get going cause there ain’t enough bread. Wars happen over a game of checkers. 

Augustus Hill: Yeah, who cares who lives or dies in prison? We read the names in the morning paper and they mean nothing to us. They’re faceless. Truth is, we don’t wanna put a face on ’em. We don’t want to know who they really are. Because then it might hit too close to home, and home is what it’s all about, right? Making a home no matter where you are, no matter who you are. At the end of the day, everybody wants somewhere to rest, somewhere to lay their bones, even if it’s in a land called Oz. Yeah, like Dorothy says when she wakes up in her own bed back at Aunt Em’s, “There’s no place like home.” There’s no fucking place like home. 

Öliçez!

20 Perşembe Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Güncel, gündem, medya

≈ Yorum bırakın

Etiketler

21 aralık, 21 aralık 2012, kıyamet, maya takvimi, mayalar, sinoplu teyze


33746Gençler ne olur ne olmaz, biz şimdiden helalleşelim. Sonra vay efendim benim cümlem, senin yorumun, benim gözüm olmasın. Aslında yarın kıyamet falan kopmayacak ama bir tırssak güzel olabilir bence. Eğer tırsarsak size Sinoplu Teyze gibi anlatıcam her şeyi. 😀

Getting Out / Marsha Norman

20 Perşembe Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ 4 Yorum

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, amerikan kısa öyküsü, arlene, arlie, getting out, kaçış, kadın suç oranları, marsha norman, realism, toplumda kadının yeri


marsha norman getting out

Marsha Norman’ın drama tiyatrosudur Getting Out. Çift karakterli bir kadına dönüşecek olacak Arlene’in hayatı değişmektedir. Daha önce fahişelik yaparak hayatını geçiren ve çocuğuna bakamayan Arlene, hapishaneye gittikten sonra oradaki peder tarafından ıslah edilir. Hapishaneden çıktıktan sonra eski hayatı ile yeni hayatıı arasında bir seçim yapmak zorunda olduğunu hisseden Arlene kendisine Arlie ismini verir. Yeni bir isim ile yeni bir kimlik kazanacağına inanmaktadır. Eski hayatına bir daha asla geri dönmemeyi, ondan alınan çocuğunu geri almayı düşünmektedir. Bu yüzden yepyeni bir eve taşınır, orası güzelce boyar. Hayatına yeni bir heyecan getirir. Aynı zamanda iş başvurularında da bulunur, hatta hapishaneden çıktığı öğrenilene kadar bir yerde çalışır bile fakat geçmişi asla yakasını bırakmaz. Eski zamanlardan kalma bir nam-ı diğer pimp ve ailesi onu geçmişinden kurtarmak yerine daha da geçmek isterler. Gelip taciz eden eski erkek arkadaş ve annesinin kızının değişmeyeceğine inanması, onu fahişe şeklinde etiketlemeleri ve toplumun verdiği bu etiketlerden bir türlü kurtulunamaması özellikle işlenmiştir oyunda.

Sosyolojik açıdan oldukça fazla konuya değinmektedir. İlk olarak ataerkil toplum ve din yapısına gönderme yapılır. Hapishaneler, peder ve diğer tüm enstitüler kadını ehlileştirmek ve onu sıradanlaştırmak için uğraşmaktadır. Aynı zamanda Arlene küçükken babası tarafından istismara da uğramıştır. Ortada kokuşmuş bir ataerkil sistem vardır ancak bu sistem devam etmektedir. Hapishaneden dışarı çıktığında da onu kimse kabul etmemektedir. Sistem ilk olarak insanları hapishane ile eğittiğini ve zararsız hale getirdiğini iddia etse de buradan gelen hiçkimseye de toplum içinde yer yoktur.

Bir diğer konu ise herkes tarafından kolayca kullanılabilen etiketler, lakaplar ve herkeste bulunan önyargıdır. Arlene yeni bir hayata başlamak ister ve bu yüzden adını bile değiştirir. Ancak annesi de eski sevgilisi de onun geçmişten kurtulamayacağını vurgularlar. Sözleri ile onu yoldan çıkarmaya çalışırlar. Kimse Arlene’in olmak istediği kadınla ilgilenmez. Herkesin onun bir önceki varlığına bakar ve ona göre yargılar. Bu açıdan tüm toplum için geçerli olabilecek bir gözlem ortaya çıkar; bir kere damgalandığınızda asla eskisi gibi olamazsınız. Evet, hiçkimse sizin ilerleme kaydettiğinizi görmek istemeyecektir. Gözlerini kapalı tutarak gelişmeyi görmeyi reddedecekler ve bununla gurur duyacaklardır. Hatta bulunduğunuz noktadan bir tık daha ileri gitmemeniz için geçmişi daima yüzünüze vurup onunla yaşamanız gerektiğine sizi inandırmaya çalışacaklardır.

Arlene Arlie olduktan sonra bir süre yeni hayatına tutunmaya çalışır ancak karşısında beton gibi sağlam bir yapı vardır. Toplum ve medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar. Bu yüzden hiçkimse onu kabul etmez ve çocuğunu ona vermeyi reddederler. Arlie artık bu dünyada yeri olmadığına inanır ve kendisini nehrin suları arasına bırakır. Bu bir kadının toplum tarafından kurban edilmesinin en güzel örneklerinden bir tanesidir. Kadınlar damgaları ile toplumun en önemli kurbanlarındandır. Onları kirletmek kolaydır, dedikolarını yapmak, seks işçisi olarak kullanmak oldukça kolaydır. Bu yüzden kadın, toplum süzgecinde hemen deliklere takılır. Ardından geriye sadece o kadını yok etmek kalır. Ah.

The Zoo Story

19 Çarşamba Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

absürd tiyatro, absudizm, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, amerikan kısa öyküsü, amerikan tiyatrosu, edward albee, ego, hayvanat bahçesi, ilkel benlik, jerry, peter, realizm, the zoo story, zoo story


the zoo story

Absürd tiyatro oyunları ile karşılaşmış olanlar Edward Albee’nin The Zoo Story’sini gördüklerinde oldukça tatmin olmuş hissedeceklerdir. Görünürde tamamen birbirinden aykırı bir olayı işliyor gibi görünse de gerçek mesajı hareketler arasında veren bir özelliği vardır The Zoo Story’nin. Soyutlanma, yalnızlık, iletişimsizlik, sosyal statüler ve medeniyetleşmenin insan üzerindeki etkilerine değinir. Sadece iki karakteri görürüz oyun boyunca, bu karakterlerin hayatların ve geçmişlerine dair bir şeyler bilmesek de görünüşleri üzerine fikir yürütebiliriz. Bir tanesi iyi giyinimli, görünüşünden bankacı ya da avukat diyebileceğimiz tiptendir. Diğeri ise iyi bir işte çalışmadığına adım gibi emin olabileceğimiz ve hatta toplum kuralıymış gibi serseri diyebileceğimiz bir adamdır.

İyi giyinimli Peter, düzenli bir hayata sahiptir. Çalışmaktadır, eşi ve iki çocuğu vardır. Kendi hayatının dışında herhangi bir yaşama ve aktiviteye ihtiyaç duymamaktadır. Jerry, yani bizim serseri oğlan ise insan ilişkilerinde müthiş zayıftır. Aniden sahneye gelir ve Peter’ı tanımamasına rağmen ona hayvanat bahçesine gittiğinde yaşadıklarını anlatmaya başlar. Hikaye akışkan bir moddadır ancak Jerry’den gelen bir tacize dönüşür. Peter son olarak Jerry’nin seviyesine indiğinde Jerry kendi gibi olanların ilk hıncını almış bulunur. Peter’ı oturdukları banktan dışarı atmaya çalışırken  Peter kendisini yaşadığı alanı korumak zorunda olan bir kaplan gibi bulur. Kızdıkça kızar, sinirlendikçe sinirlenir. En sonunda Jerry’nin eline tutuşturduğu bıçak ile Jerry’i öldürür. Ölmeden önce Jerry tüm bunları planladığını söyler. Oyun bu şekilde sonlanır ancak etkisi altında kalırız. İnsanın içinde yaşattığı garip yaratık ortaya çıkmıştır.

Peter burjuva dünyasının adamıdır, ona ait değerleri yaşamaktadır. Bir parka gidip kitap okuyabilir bu yüzden ancak Jerry hiçbir zaman o kadar özgüvenli olamayacaktır. Alt sınıftan olduğu için istediği hareketleri yapamayacak, toplum tarafından dışlanmaya mecburdur. Hayat tarafından çoktan yenilmiş olan Jerry’nin karşısında kazanmış Peter vardır. Konuşmaya muhtaç olan Jerry, konuşma devam ederse Peter ile bir iletişim kurabileceğini düşünmektedir. Aslına bakarsanız Jerry o kadar çaresizdir ki bir insan ile kurabileceği iletişim ancak hayvani seviyelerdedir. Ancak kendisini öldürterek bir iletişime geçebilir. Başka türlü hiçbir önemi yoktur. Nasıl yaşadığı, neler yaşadığı ya da yaşamadığı. Ertesi gazetelerde bir günlüğüne görülecek ve yok olacaktır. Yapabildiği en büyük plan kendi hayatını feda etmektir.

Gerçekte yaşadığı hayatın çok da hayat olduğunu söyleyemediğimiz için Jerry’nin bu girişimi bir intihardan çok bir çıkış yolu aramaktır ancak Peter’ın tüm burjuvazisini yok eden o cinayet anı iki insanın da ne kadar ilkel boyutlarda olduğunu gösterir. Kendini anlatmaya çalışmak için zor kullanan Jerry ile alanına müdahele edildiği için çıldıran Peter. Sanki mağaradan üç dakika önce çıkmışlar da öyle gelmişlerdir sahneye. The Zoo Story işte bu yüzden bu kadar absürd aynı zamanda realisttir.

Six Feet Under – Ölüm ile Yaşam

17 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ölü restorasyon, breaking bad, cenaze evi, david, dexter, dizi, dizi izle, eşcinsel, fisher, gay, gilardi, inceleme, nate, natheniel, ruth, six feet under, yorum


six feet under season 1Breaking Bad’in sert çizgilerinden Six Feet Under’ın naif çizgisine atlamak benim için beklenilenin de üstünde bir etki yarattı. Hala uyumadan önce kafamda dönen Breaking Bad sahneleri ve isimlerinin yerini alabilecek yeni bir dizi ile karşılaşmak ve verilen tavsiye üzerine sevmek oldukça güzel ve eğlenceli bir durum.

Six Feet Under’ın ilk sezonu her dizide olduğu gibi tamamen tanışma ve tanışma üzerine bir sezondu. Fisher ailesinin içine giriyor ve birbirinden farklı aile bireyleri ile tanışıyoruz. Bildiğimiz aile yapısından çok farklı gibi görünse de aslına bakarsanız ailenin evrenselliğini ve tekrarlanışını gözler önüne seriyor. Aile babası Nathaniel Fisher öldükten sonra cenaze evinin sorumluluğu tamamen iki oğula kalmıştır. Bu sayede yıllardır görüşmemiş olan kardeşler ve diğer tüm karakterlerin farklı yönlerini tanımaya, onların içinde gizledikleri hazinelere inmeye başlıyoruz. David cinsel tercihini erkeklerden yana yapmış bir adam. Nate ise her ailede bulunan başına buyruk, savruk genç. Claire görmekten ilk olarak korkacağımız fakat daha sonra alışacağımız evin ergeni. Ruth ise dengesizliği ve panikataklığı ile göz dolduran anne. Sanıyorum ki size de çok fazla uzak terimler olarak gelmemiştir. Hepimizin geçirdiği ergenliği, cinsel seçimleri ve özellikle Türk aile yapısında cinsel baskıyı düşünürsek tam da bize uygun türden bir drama. Aile yapısına tekrar döneceğim. Bunu detaylı kurcalamadan önce dizinin üzerine kurulduğu konsepti incelemek istiyorum.

Cenaze evi. Bizim hiç aşina olmadığımız bir durum. Biliyoruz ki bizde en fazla yapılacak şey ölüyü evin ortasına koyup üzerine de bir bıçak bırakmak. Gömme işlemini en kısa sürede gerçekleştirmek ve hayatın döngüsü içine bir ölü daha katmak. Hristiyanlarda farklı işleyen bir sistem ölüm ve cenaze. Öncelikle onları özel hissettiriyorsunuz. Ardından arkadaşlarının ve tanıdıklarının ölmeden önce onu iyi görmeleri için özel çaba sarf ediyorsunuz. Giydiriyor, makyaj yapıyor hatta saçını maşalıyorsunuz. Özel tabutların içine yerleştirerek küçük bir sergi yaratıyorsunuz. Bir ölüm üzerinden yepyeni bir yaşam formu yaratıyorsunuz. Ölümün yaşamını. Her bölümde ilk olarak ölen birilerini görüyoruz. O ya da bu şekilde ölüm ile tanışan bu insanlar dizinin her bölümüne hayat vermiş oluyor. Aynı zamanda onun ölümü sırasında Fisher ailesinde gerçekleşen değişimler de büyüyen ve gelişen bir organizma halini alıyor. Ruth’un kendini öğrenmesi, cinsel yaşantısındaki değişiklikler, Dave’in gitgelleri, Claire’in zor bir kız olması ve Brenda’nın değişmesini istemese de değişen fikirleri. Her bir karakterde farklı boyutlarda görülen değişiklikler, yeşillenmeler işte tam da ölümün olduğu o evde gerçekleşiyor. Korkutucu olduğu kadar da hayata ait olan ölümün yenileyici tarafını da görmüş oluyoruz. Ölüm sadece insanları üzmek için değil, aynı zamanda varlığın farkını yaratmak için de gerçekleşen bir eylem. Doğanın kendi sistemi. Doğanın kendi taşları ile oynadığı güzel bir Go oyunu bu. Uzaktan baktığınızda tüm hamleler aynı gelir. Taşlar birbirinin aynısıdır. Herhangi bir taşı yerinden oynatmak sanki hiçbir şeye neden olmayacak gibi. Ancak aslında tek bir hareket bile sizi yere serebilecek güçtedir. Bu yüzden doğa, ölüm gibi olgular insanı korkutur. Bu korkuyu yok etmek ve hayatın güzelliğine inanmak için ölümü onurlandırmak zorunda hissederler insanlar kendilerini. Güzel giyinirler örneğin cenazeye giderken. Ya da ölülerini güzelleştirirler.

Six Feet Under sadece karakterlerin evrim sürecinden geçtiği bir dizi değildir. En azından benim için bu durum tam olarak böyle. Aynı zamanda aile ve toplum yapısının, kadın ve erkek ilişkisinin karmaşıklığından da dem vurur. Homoseksüel ve antilerin yaşadıklarını görürüz. İki arada kalan ruhların çığlıklarını duyarız. Sevmek ile nefret arasındaki ince çizgide gidip gelen kadın ve erkek ilişkilerine tanık oluruz. İki taraftan birisini haklı görmek istesek de iki tarafın da ne kadar dibe batmış olduğunu görürüz. Bunların her biri, sadece kadın ve erkek değil aynı zamanda toplumun da nasıl istenilen şekle sokulmaya çalışıldığı fakat yine bu işlemi yapanın da toplum olduğunu anlarız. Hem gerçek bir karşı duruş ile insanların ilerlemesi için yardımda bulunur bu toplum hem de yanlış yapan her bir bireyi yolunun üzerinden ittirmeye hazırdır.

Tekrar aile yapısına döndüğümde ise toplum tarafından belirlenen aile çizgilerinin aslında ne kadar silik olduğunu görüyorum. Mutlu olarak tanık olduğumuz ailelerin de büyük sırları olduğunu anlamış oluyoruz bu sayede. Türk aile yapısındaki o kutsallığın aslında bir çırpıda yok olabileceğini görüyoruz. Ve aslına bakarsanız dünyanın her yerinde insanların etrafını çitlerle kapladığınızda onların mutsuz olduğunu göreceksinizdir. Bu sadece Türkiye ya da Amerika için geçerli bir durum değildir. Mutsuz bir anne ile mutsuz bir babanın evliliğinden asla iyi bir ortam doğmayacaktır. Toplum kendi ölü tohumlarını kendi elleri ile ekmiş olacaktır.

Six Feet Under’ın diğer sezonlarında ne ile karşılaşacağıma dair şu an hiçbir fikrim yok, yine de bu söylediklerimin pek çoğunu Oz için de söyleyeceğime inanıyorum. Aklın ve bilginin yolu bir olsa gerek.

“If we live our lives the right way then everything we do can become a work of art. “

Breaking Bad Sezon 4 – 5 / Beklemek Artık Çok Zor

14 Cuma Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

aaron paul, breaking bad, bryan cranston, flynn, jesse, metamfetaminin zararları, sezon 4, sezon 5, vince gilligan, walter junior, walter white


breaking bad season 4-5

Uzun zamandır bir dizi için gün saymanın ne demek olduğunu unutmuştum. Kitap ve filmler ile aram çok iyiydi, her gün bir yeni uğraş ediniyordum. Sonra Breaking Bad’e başladım. Ne kadar çok sevdiğimi ve gerçekten Breaking Bad konusunda tatlı tatlı kafa patlattığımı düşünürsek bitişinin de beni üzmesi oldukça doğal oldu.

İlk üç sezonda ipini koparmış olan Walter White’a uyuz olma, kıl olma yolunda devam ettik bu iki sezonda. Artık bizim yanında olabileceğimiz, koruyabileceğimiz bir adam değildi Walter White. Öldürme konusunda düşünmeyen, önüne geçen her şeyi ezmeyi başarabilecek olan bir adama dönüştü. Kanser olduğu için ne yapsa müstahaktır diye düşünenlerin ters köşede kaldığını gördük. Tüm karakterlerin neredeyse içi dışına çıkmış oldu bu sayede. Her bir karakter dönüşümünü tamamlamanın eşiğine gelmiş oldu. Walter White nereye kullanacağını dahi bilemediği bir para için delicesine çalışmaya devam etti, elinden geleni yaptı. Evet, büyük adımlar atarak pislik adama dönüşmek için devam etti yolunda. Bizi de üzdü tabii ki. Sempati duymaya alışık olduğumuz baş kahraman çizgisinden uzaklaşmış oldu ki bu da Vince Gilligan’ın belki de en çok yapmak istediği şeydi. Sağ gösterip sol vurmak ya da insanların değişebileceğini, çok farklı insanlara evrilebileceğini göstermek. Belki de bize Darwin’i doğrulamak istiyordu: evrim gerçektir.

Jesse ise değişimin olumlu tarafındaydı. Her ağlayışında, her kendisini suçlu hissedişinde bir kez daha gördük ne kadar açık olduğunu duygulara. İçindeki kötüyü  görsek de duygusallığını kaybetmediğini görüyoruz. 25 yaşında bir adam olmanın olgunluğunu ve hamlığını yaşıyor daima. Jesse iki arada bir derece kalmanın resmi.

Skyler… Beni en çok zorlayan karakter. Nasıl desem, ne anlatsam onun için bilmiyorum. Benim için büyük bir muamma. Sinir bozucu derecede dengesiz, sinir bozucu derece insanı üzücü. Bir anne olarak çok duyarlı fakat aynı zamanda çok duyarsız. Bir insan olarak çok ahlaklı ama çok ahlaksız. Skyler belki de toplumun bir kadını görmek istediği her şekilde olabilen bir kadın. Belki de Skyler her açıdan kadın. Kötü kadın, iyi kadın, yardakçı kadın, gergin kadın. İnsan gerçekten çok sinirleniyor fakat sonra vazgeçiyor. Bir anne olduğunu düşünüyor ve hak etmedi diyor. Skyler madalyonun iki yüzü gibi.

Favori karakter Saul. Daha önce hiç bahsetmemiş olsam da en doğru karakter bana göre Saul. Kendisini, ne olduğunu bilen bir adam Saul. Bu yüzden çevresindekileri de açıkça görebiliyor. Gördüğü tamamen gerçekler. Buna rağmen en sadık karakter Saul. Zor durumlarda daima yanlarında, her zaman için koruyucu. Kazandığı paranın hakkını veren bir adam. Zor durumda kaldığında her insanın yapacağına inandığım şeyi yapıyor, sabun gibi kayıyor insanların ellerinin arasından.

Breaking Bad beni sarsarak farklı bir boyuta geçiren dizi oldu. Her şeyi ile sevdim onu. Hank’in ısrarları, Marie’nin boşboğazlılığı, Walter Junior’ın sert tatlı hali, Ted’in gururu ve diğerleri. Sadece dizi hakkında beni rahatsız eden iki konu var, bu da tüm dizinin gelişimini etkiliyor zaten. Birincisi Jesse’nin peşini polisler neden bırakıyor? İkincisi Hank her halükarda bu kadar işlere gömülmüşken Marie neden “Bu aileyi bu hale getiren sensin!” diyemiyor. Bunlar evet bana kalırsa dizinin açık noktaları. Geri kalan her şey için MasterCard.

A Streetcar Named Desire

13 Perşembe Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

a streetcar named desire, blanc duboi, ego, freud, id, ii. dünya savaşı, marlon brando, mississippi, mitch, new orleans, polak, sigmund freud, stanley kowalski, stella kowalski, streetcar named desire, superego


a streetcar named desire marlon brando

New Orleans’ın bozulmuş yapısında, II. Dünya Savaşı’ndan sonra geçen bir oyun A Streetcar Named Desire. Oyun neredeyse her sahnesi ile farklı bir noktayı vurguluyor, sembolize ediyor ya da eleştiriyor. Bu tiyatro eserinin sinema uyarlamasında o zamanlar gencecik ve taş gibi olan abimiz Marlon Brando’yu görmek de mümkün.

Blance DuBoi nevrotik bir karakterdir. Hayatı boyunca en büyük korkusu yaşlanmak ve erkeklerin onu beğenmemesi olmuştur. Missisipi’deki kardeşini ziyaret ettiği sürece onu ve çevresinde olup bitenleri görürüz. Hayal dünyasında yaşamaktadır aynı zamanda. Duygularını kontrol edemez, alkol bağımlısıdır. Daha önce bir öğrencisi ile ilişkisi olduğu ortaya çıkınca hayatının geri kalanını erkeklerin gölgesinin altında kalmayı tercih etmiştir. Missisipi’nin tozlu ve erkek kokan sokaklarında hayatının en büyük kazığını kız kardeşinin eşinden yiyecektir. Blance, izlediğinizde sempati duyduğunuz fakat garip bir şekilde sevip sevmemek arasında kaldığınız bir karakter. İsminin Fransızca’daki anlamı olan beyaz ile oldukça ilişkili bir yaşantısı vardır.

a-streetcar-named-desire-marlon-brando-izle

Stella Kowalski, erkeklere karşı zayıf bir karakterdir. Ablasının tam olarak savunucusu bile olamaz. Bir mağara adamı tarafından neredeyse alıkoyulmaktadır. Kocası olan Stanley ile hem insanı hem de hayvansal bir ilişkileri vardır. Birbirlerine bağırarak ve dövüşerek hareket ederler fakat içgüdüleri birbirilerini bırakmalarına izin vermez. Hamiledir fakat onun için görebileceğimiz, bakabileceğimiz tek fal şanssız bir çocuktur.

Stanley, tiksinmek isteyeceğiniz bir karakter. Kendisi Polak fakat Polak olduğu söylendiğinde kabul etmeyen bir adam. Amerikalı olduğunu düşünüyor ve aslına bakarsanız Amerika’nn ideali olan bul ve yok et psikolojisine oldukça uygun bir karakter. Hayvani bir yanı var genel olarak, iri yarı bir adam olduğu için Stella’yı tek parmağı ile hareket ettirebiliyor. Arkadaşlarına karşı yüksek oranda sadık bir karakter.

Mitch, Blanc’ın hayatında umut ışığı gibi görünse de aslında kör bir ışık haline gelecek hatta onun hazin sonuna neden olacak adamdır. Pasif bir kişidir, gerçekleri görmekte gecikse de son kararı mantığı iel verir.

Şimdi birazcık hikayeyi anlatalım, Blanc ile Stella soylu bir aileden gelmektedirler ancak Stella, Stanley ile yaşamak üzere Mississippi’ye kaçmıştır. Stanley’in çocuğunu taşımaktadır ve ablasının geleceğini öğrenir. Yavaş yavaş her şeyi hazırlar, Blanc kırmızı bir araba ile kardeşinin yaşadığı yere gelir. Arabanın isminde geçen -desire- Blanc’ın bir önceki hayatını ve süregelecek olanı müjdelemektir. Blanc temizlik takıntılı bir kadındır. Çok sıcak sular ile sürekli duş alır, kardeşine Stanley’den ayrılması için baskı yapar, Stella ise bu durum karşısında keskin bir tavır sergiler. Stanley’den vazgeçmeyecektir. Blanc’ın en çok ısrar ettiği ve takıntılı olduğu konu ise ışıkların tamamen açık olmamasıdır. Blanc’ın olduğu noktalarda ışık daima az olacaktır. Bu sayede Blanc hem günahlarını hem de yaşını kapatabileceğini düşünmektedir. Kimseyle sabah görüşmez, yüzündeki çizgilerin görülmesini istemez. Bir gün Stanely’i her zamanki gibi azarlarken Stanley ona tecavüz eder. Bu psikoloji ile yaşayamayacağını bile Blanc bu olay ardından akıl hastanesine kapatıldığında ölür.

Hayal dünyasında yaşamayı kabul etmiş olan Blanc, gerçekleri tamamen reddediyordur. Kendisini zayıflığından, aşktan, fakirlikten korumak için bu dünyaya sığınmak zorundadır. Dünyayı görmek istediği şekilde görür, alkol bağımlısı olduğunu tıpkı Stanley’nin kaba bir insan olduğunu reddettiği gibi reddeder. En büyük suçun acımasızlık olduğunu söyler ve bunun uzmanının oyun boyunca Stanley olduğunu görürüz. Çünkü Blanc yaşlı bir kadın olsa da oldukça naiftir, hayatın ondan aldıkları ve onu zorladığı kadarıyla yaşamaktadır ve bir de insanların onu üzmesini istemez.

İlkel ile medeni arasındaki farkı da görmüş oluruz oyunda. Stanley’nin arkadaşlarının yanına gitmeden önce eline alıp karısına attığı et parçası mağara devirlerindeki toplayıcı ve avcı erkekten farksız olduğunu gösterir. Daha cannibal bir adamdır çünkü. Freud’un teorisine göre Stanley id, Stella ego, Blanc süperegodur.

Oyunda seks ile ölüm arasında da bir bağ kurulmuştur. Blanc’ın içinde “sex” geçen taksisi aslında onu ölüme getirir. Aynı zamanda Stanley’nin tecavüzü de bunun en önemli nedenidir. Kadınlar bu erkek dolu, tamamen erkeklere ait dünyada yalnızlardır ve kurbanlardır. Stella garip bir adamla evlidir ve çocuğu bu kaba adamın evinde doğacaktır. Aynı şekilde Blanc da toplumun ve erkek egemenliğinin kurbanı olacaktır. Kadınların tek imkanları evlenip erkeklerinin istediği kadınlar olmaya çalışmaktır. Başka hiçbir şey yapamazlar.

A Streetcar Named Desire insanın tüylerini şöyle bir hareketlendiren türden. Stanley’nin tüm o içgüdülerini içinizde hissettiğiniz ve korktuğunuz bir oyun.

A Streetcar Named Desire Trailer

The Scarlet Letter / Kırmızı Leke

11 Salı Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 37 Yorum

Etiketler

a harfi, a letter, able, adultry, angel, arthur dimmesdale, binary opposition, black man, boston, chillingworth, doğa, evil, günah, gece ve gündüz, hester prynne, ikili zıtlıklar, kırmızı leke, nathaniel hawthorne, nature, püritan, pearl, puritan tradition, romantik, romantizm, scarlet letter, the scarlet letter


The Scarlet LetterRomantik elementlerin bir araya geldiği, tarihten kesitler yakalamamızı sağlayan ve Nathaniel Hawthorne tarafından yazılan bir kitaptır The Scarlet Letter. Kitabı okumaya başladığımızda nasıl yazıldığına dair açıklama getiren bir bölüm ile karşılaşıyoruz. Bu bölümün kitaba giriş açısından önemli bir parça olduğunu söylemeden edemeyiz. Giriş bölümünde depoda bulunan bir kitap ve üzerinde yazan A harfi ile ilgili bir hikaye yazmaya karar veren bir adam vardır.

17 yüzyılda Boston’ında tam olarak Puritan zamanında geçer hikaye. Hester Prynne boynunda kırmızı bir A harfi taşımak zorunda kalan günahkar bir kadındır. Küçük bebeği ve kendisi yasak bir aşkın meyvesi ve sahibidirler. Kocası uzaklardayken kocasını aldattığı için bu A harfini bir ceza olarak taşımak zorundadır. Bu sayede herkes onun bir günahkar olduğunu bilecek ve kimse onunla konuşmayacaktır. Aynı zamanda onun bu günahını daima hatırlaması ve her seferinden daha çok acı çekmesi olanlanır. Arthur Dimmesdale, Hester’in aşığıdır. Aralarında garip bir bağ vardır. Hem birbirlerine karşı bir tutku duyarlar hem de Arthur’un rahip olması dolayısı ile taşıdıkları büyük günahın varlığına inanırlar. Hester’in uzaklara giden ve binbir hinlik ile geri dönen kocası Chillingworth ise vücuden ve zihnen kötü durumdadır. Aksak bir bacağı ve kamburu vardır. Aynı zamanda içindeki çirkinlik neredeyse yüzüne vurmuştur. Hikaye bu üç önemli karakterin ve aslına bakarsanız küçük olmasına rağmen en büyük rollerden birisini üstlenen Pearl’ün etrafında geçer.

Hester, boynunda “adultry” yani zina’nın a’sını taşımak zorunda olan bir kadındır. Puritan ahlakına göre kabul edilmesi imkansız bir annedir. Onlara göre Hester Pearl için hiçbir zaman iyi bir anne olamayacaktır. Pearl’ün garip ve doğaya yakın tavrının da bu anne olamayıştan geldiğine inanırlar. Anlatıcı her ne kadar Hester’e karşı duruyor gibi görünse de, roman boyunca onun başı dik tavrını sevdiğini ve ondan kolayca vazgeçmeyeceğini anlarız.

Roger Chillingworth Hester’in garip kocasıdır. Hem fiziksel hem de zihinsel olarak canavara benzer tarafları vardır. Karısı ve Arthur’u basmak için planlar yapar, onları parmaklarının ucunda oynatmaya çalışır. Hayatının gayesini Dimmesdale’e ve Hester’e gün yüzü göstermemek olarak belirler. Hikayenin sonunda Arthur’un durumu ile tutunacağı hiçbir dal kalmaz ve o da aynı sonu yaşar.

Dimmesdale, hem aşık hem rahiptir. Gidip gelen bir psikolojisi vardır. Pearl’ü çok sever ve Hester’e daima yardım etmek ister. Ayrıca onun da kimsenin görmediği fakat kendisinin gördüğü ve kabul ettiği bir A harfi vardır göğsünde. Verdiği vaazlar ile meşhurdur. Yüreğindeki ve sözlerindeki bu doluluk Hester’e olan aşkı ile doğru orantılıdır.

Pearl, tekinsiz bir çocuktur. Gerçekleri algılamak ve bunları görmek konusunda özel bir yeteneği vardır. Çevresindeki insanlar tarafından sevilmez çünkü babasının Şeytan olduğu düşünülmektedir. Pearl bir şeytan kadar akıllı ve kıvraktır. Asla bir çocuktan beklenmeyen sorular sorar ve herkesin o anda tıkanıp kalmasına neden olur.

Hawthorne’un Scarlet Letter’ı önemli temalar, semboller, motifler ve cümleler arasındaki anlamlar ile doludur. Öne çıkan temalar sırası ile şöyledir:

1- Günah, bilgi ve insanın durumu: İnsanlığın ilk günahı bilgi ağacının meyvelerini yemeleridir. O andan sonra tüm dünya insanları günah ile doğmuşlardır. Bu noktada Arthur ile Hester Adem ile Havva gibidirler. İnsan olmanın ne demek olduğunu anladıkları ve öğrendikleri için ilk günahı işlemiş olurlar. Ardından zinaları ile tüm dinlerde en günah olan şeylerden birisini yapmışlardır. Hawthorne’un vurgulamak istediği insanların kendi içgüdülerinden kaçamayacaklarıdır ve aslında günah olarak adlandırılan eylemlerin hangi kıstaslara göre günah olup olmadığını insanlara düşündürmektir. A harfi Arthur ve Hester için bir pasaport haline gelir.

2- Kötülüğün doğası: Kitapta Pearl’ün de ısrarla vurguladığı bi Black Man vardır. Bu Black Man kötülüğün sembolize edilmiş halidir. Aynı zamanda Dimmesdale’i işaret eder. Babasının o olduğunu anlayan Pearl ona karşı hem sevgi hem de nefret duymaktadır. Zaten Hawthorne’a göre de kötülüğün, şeytanın doğduğu nokta aşk ile nefretin arasındaki ince çizgidedir.

3- Kişilik ve toplum: Toplumun tüm yargılarına ve dayatmalarına rağmen Hester karakter ve kişilik sahibi bir kadındır. İşlediği günahın sonuçlarına açık yüreklilikle katlanacaktır. Boynunda A harfinin çıkarılmasına izin verildiği zamanda bile onu çıkarmayı reddeder çünkü A harfi ile bütünleşmiştir. Çevresinde olan bitene eleştiren gözlerle bakabilir ve onlara karşı koyabilir.

4- Medeniyet ve doğa karşıtlığı: Kitapta şehir ve orman arasında gidip gelen bir aile olarak gösterilir Prynne ailesi. Pearl kendisini ormanda o kadar özgür, o kadar mutlu hisseder ki neredeyse hayatının geri kalanını orada geçirebilecek özgüvene sahiptir. Bu açıdan Pearl’ün yani çocukluğun doğanın bir parçası olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde Hester da ormanın içerisinde ilerledikçe içindeki temiz ve en kadın Hester’ı görür. Toplumun ve şehrin tüm yargılarından uzaktır çünkü doğa. Kadınlara ve çocuklara, doğaya ait olan ve üstünlük taslamayan her şeye açıktır kolları.

5- Gece ve gündüz karşıtlığı: Hester gün boyunca insanlar ile bir arada olmak zorunda olduğu gündüz saatlerinde yargılanmaya ve hor görülmeye açık bir durumdadır. Herkesin gözleri bu ailenin etrafında dönmektedir fakat gece ona nefes alma şansı sunar. Tüm günahların üstünü örter. Aklın ışığı gecenin ortasında doğmaz. Duygular gece ile bütünleşir.

6- Geçmiş ve gelecek karşıtlığı: Karakterlerin geçmişte yaşadıkları geleceklerine yön verir. Hester’in yaşadığı gizli aşk ve meyvesi her ne kadar geçmişe ait olsa da Pearl büyüdükçe gelecek ile bir araya gelmeye devam ederler. Pearl, geleceğin ışığı olmaya hazırdır. İnsanlar onları kirli bir ışık olarak görse de kendilerini affetmeyi başarabildikleri için parlak bir ışık olacaktır gelecek onlar için.

Romanda karşılaştığımız en önemli semboller de şöyle:

1- A harfi: Sanıyorum bunun bir sembol olmadığını düşünmek için dünyanın en düz adamı, bildiğiniz Sami olmak gerekir. Normal şartlarda adultry yani zinayı sembolize eden bu harf bir süre sonra hikayenin gelişimi ve Hester karakterinin dönüşümü ile farklı bir boyuta geçer. Bazen melek anlamına gelen angel, bazen muktedir olma anlamındaki ability bazen de tutku anlamına gelen affection olur. A harfi zamana ve yere göre, etrafındaki çevrelere ve bakan kişiye göre değişiklik gösteren özel bir semboldür.

2- Meteor: Kitapta yer alan ve ilgi çekici sahnelerden birisinde kayıp düşen meteor farklı şekillerde algılanır. Köy halkı gökyüzüne baktıklarında bu meteoru bir A harfi olarak görürler. Bunun “angel”dan geldiğine inanır ve onu tanrının özel bir işareti olarak görürler. Puritan ahlakı ile yargılayıp o şekilde açıklarlar. Fakat Dim’e göre bu işaret olsa olsa kendisinin de içinde sakladığı günahın gökyüzüne çıkmasıdır.

3- Pearl: Bu küçük kız hem ismi hem de karakteri ile başlı başına bir semboldür. Öncelikle iki kabuk arasından çıkan bir değerli taş parçası düşünelim. Pearl de aynı bu şekildedir. İçine kapanık bir çocuktur, kabuğunu kırmak zordur fakat içinde bir noktada oldukça parlak, cevher denilebilecek bir çocuk yatmaktadır. Aynı zamanda incinin saflık ve güzellik sembolü olduğunu da biliyoruz. Pearl, doğanın bir parçası olduğu için saftır, tıpkı bir inci gibi.

Bu ayrıntılı açıklamadan sonra The Scarlet Letter üzerine özel birkaç görüş belirtmem gerekirse:

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı öğrenciliğimin en güzel romanlarından bir tanesidir The Scarlet Letter. Nathaniel Hawthorne’un sadece sembolik değil aynı zamanda fazla gerçekçi hikayesi ile zamansızlığı kavrarız. Doğa ve medeniyet arasındaki çatışmadan, dini inançların boyutlarından çıkan bu ayrık otunun kökünden koparılması gerektiğini bir kez daha anlarız. Bu yazıya uzun olduğu için oldukça uzun süre başlayamamıştım fakat başladıktan sonra kendimi tutamadım. Sanıyorum bir romanı, her yönü ile dopdolu bir romanı incelemek böyle bir şey.

Breaking Bad 3. Sezon / Devin Uyanışı

10 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

3.sezon, üçüncü sezon, big brother is watching you, breaking bad, breaking bad inceleme, darwin, george orwell, gus, hank, jesse pinkman, kartel, marie, meksika, metamfetamin, metamfetamin nasıl yapılır, mike, mor, paganlar, saul goodman, skyler, tuco, walter white


breaking bad season 3 üçüncü sezon3. sezon olayların hızlı bir şekilde akmaya başladığı sezon. İlk sezonda hiç tanımadığımız bir adamın hayatına girdik, kanserini öğrendik ve kurtulması için içimizde garip bir hisle dolaştık. İkinci sezonda tüm dizi boyunca gördüğümüz herkesin küçük ve büyük değişimlerine, evrimlerine tanık olduk. Üçüncü sezonda ise bu evrimlerini tamamlamaya çalışan karakterler kozalarından çıkmalarına az kalmış sabırsız birer tırtıl olarak karşımıza çıkıyor.

Breaking Bad’in insan sağlığı üzerinde zararları olmadığını söyleyemeyeceğim. Örneğin bende uykusuzluk ve bağımlılık yaptı. Metamfetaminin ne olduğunu öğrenmekle de kalmadım, oldukça steril ortamlarda yapılması gerektiğini öğrendim. Pek çok kişinin aksine Breaking Bad’in uyuşturucunun gerçek yüzünü ortaya çıkardığı için neredeyse bir belgesel olarak kabul edilebileceğinden de bahsedebilirim.

İki sezonun karmaşaları ile en son bölümü izlediğimde üçüncü sezonda neler olacağına dair tahmin yürütemedim fakat ayrılan sevgililer Jesse ve Walter’ın bir noktada birleşeceklerine emindim. En azından üçüncü sezonun posteri bana öyle söylüyordu.

İlk iki sezondan farklı olarak üçüncü sezonun daha mistik bir yapısı var. Açılış bölümü olan birinci bölümde gördüğümüz türbevari yer, paganların gerçekleştirmekten bıkmadıkları ve sıkıca bağlı kaldıkları törenlerini temsil ediyor ve bizi materyal dünyadan başka bir dünyaya çağıracağına haber veriyordu. Adını sanını bilmediğimiz fakat dişlerimizi gıcırdatan seviyede canımızı sıkan iki eleman Meksika’nın kızılımsı topraklarında zamanlarının gelmesini bekliyordu. İlk sahnede gördüğümüz gökyüzünün ve yeryüzünün kızıllığı sezon boyunca hakim olacak olan puslu ve kanlı atmosferi temsil ediyor diye düşünüyorum.

Tarihin en garip cezalandırıcılarından biri olmaya aday bu iki SPAM ALERT ON -daha sonradan Tuco’nun kuzenleri olduğunu öğreneceğiz- SPAM ALERT OFF sadece  bir intikamın peşinde koşmuyorlar. Aynı zamanda geçmişe dönük kanla bağlanmış bir hikayenin de peşinde koşuyorlar. Kendi ailelerinin hikayelerinin peşinde. En gösterişli şekilde ayinlerini yapan gösterişli bir ailenin. Kartel! Her ne kadar alt yazı ile izlerken bu ismi küçük harfle yazmaya ısrarcı olsalar da özel isim olduğuna inandığım. Tüm bunların yanında Walter’ın daima yanında taşıdığı ve garip pozisyonlarda görmeye alıştığı ikinci sezonun başında parçalanan ayıcığa ait göz var. Bu göz “Big brother is watching you”nun gözü olması büyük bir ihtimal. Yatağın altına düşse de pozisyonu Walter’ı izleyecek şekilde. Bu sayede Walter’ın daima izlendiğini, sadece Kartelboy’lar tarafından değil daha büyük bir güç tarafından da korunduğunu anlıyoruz.

Breaking Bad noktalar ile ayrıntıları bir araya getirip güzel bir kurgunun etrafında dolandırıyor insanı. Bu yüzden izlediğinizde iki üç bölüm art arda izlemek istiyorsunuz. Madem bu bölüme Devin Uyanışı dedik, o zaman neden böyle dediğimi de açıklamanın vakti geldi. Bahsettiğim gibi karakterlerin evrilişi ve kendi içlerinde var olan insanlara dönüşmesine artık çok küçük bir adım kalmış durumda. Kimyanın da en temelinde bulunan değişime ayak uydurmaya başlıyorlar. Sessiz bir adam olarak tanıdığımız Walter’ın artık sesi daha da gür çıkmaya başlıyor, eli titremiyor ve kendisini en kötü hissettiği anlar genellikle ikinci varlığı olan, benim pek de uyumlu görmediğim fakat basite indirgersek, “kötü yanı” bir başka kişi tarafından hafife alındığında. Walter artık içinde var olan gücün farkında bir adam haline geliyor. Sadece yalnız kaldığında değil başkaları ile birlikteyken de hissettiği bir gerginlik var. Yaptığı işten zevk almaya başladığını bile görebiliyoruz. Yine de iki şeytan iki tarafında var olmaya devam ediyor. Walter’ın değişen tarafı %60’lık bir alanı kapsıyor.

Diğer yandan daha önce de bahsettiğim, kendisini doğruluk ve gurur abidesi olarak anlatmaya çalışan Skyler’ın içinde değişen özü de görmüş oluyoruz. Daha profesyonelce yalan söylemesi, Ted ile olan ilişkisinde garip bir şekilde istikrarlı olması fakat hala bağlılık duyduğu adamın Walter olması… Skyler, yarışa katılan bir oyuncu gibi. Değişime ne kadar hızlı ayak uydurursa aralarında kaybolmama ihtimali işte o kadar yüksek. Eğer geride kalırsa ayaklarının altından çekilen taşların boşluğunda kalmaya mahkum olacak. Bu yüzden Skyler da koşuyor. Bir yandan hala Walter’a çok kızgınken bir yandan da onun hayatına dahil olmak için adımlar atıyor.

Hank, kilit karakter olmak üzere hızlı adımlarla ilerliyor. İnatçı yapısı, vakadan vazgeçmemesi ve Darwin’in gurur duyacağı “the fittest” adam olması ile takdirimi kazanıyor. Yine de ben istiyorum ki Hank hiç dokunmasın bizimkilere, onlar kumrular gibi bir barışık bir ayrı gezse de pişirsinler methlerini, bize düşmesin üzülmek. Hank’in en zorlu sınavı verdiği sahne, üçüncü sezonun karın kaslarımı gerdiğine hissettiğim, ellerimin sımsıkı kapalı kaldığı sahne oldu. Bu konuda spoiler vermeyeceğim, sadece son bölümlere kadar beklemek gerekecek. Yine de Hank’in kendisinden beklenmeyen çevikliği ve kendisinden beklenmezse olmaz kıvrak zekası ile bir bütün oluyor.

Şu anda 4. sezonu izliyor olduğum için bunu rahatça söyleyebilirim ki, eğer dikkat etmediyseniz 3. ve 4. sezonda Marie’nin gerçek bir mor manyağı olduğunu anlayacaksınız. Yatak örtüleri, kıyafetleri, aldığı çiçekler, alışveriş çantası, mutfağı… Her şeyi mor. Mora neden bu kadar takıntılı olduğunu henüz herhangi bir durum ile bağdaştırabilmiş değilim. Mutluluğun ve cinselliğin renklerinden birisi olduğunu biliyorum morun fakat Marie’ye uygun düşen konum tam olarak nedir? Bir bilgim yok, bu konuda yardımınızı istiyorum.

Garip bir şekilde evrilmeyi seçen son adam ise Jesse. Bizim bıçkın, zıpır delikanlı. Bir ileri gidiyorsa iki geri gediyor. Mehteran takımı gibi mübarek. Bir yandan duygularına çok bağlı ve aslına bakarsanız mahvolmaya çok açık bir yapısı var. Bir yandan da dünyanın en sağlam adamı gibi görünmeye çalışıyor. 25 yaşında bir adamın alabileceği tüm sorumlulukları aynı anda sırtına almaya çalıştığı ve aslına bakarsanız çelimsiz olduğu için nefreti daha da artıyor. Birden fazla konuda düşünmeye, yaptığı şeyleri sorgulamaya başlıyor. Jesse, şeytanın yanında olmaktan hem çok mutlu hem de çok üzgün bir adam. Walter ile bir türlü barışmayan yıldızlarının yanında ikisinin de birbirlerini baba oğul gibi seviyor olmaları var. Bu yüzden belki de bu kadar çok kavga ediyorlar. Bir düşünelim bakalım biz nasıl kavgalar ediyoruz ailemizle? Meth ailesinden gelen bu iki adam da bu yüzden o kadar çok sürtüşüyor ve ayrılığa düşüyorlar.

Son olarak Gale, Mike ve Gus. Üç farklı karakter, üç farklı yapı, bir ortak nokta. Üçünün de sakin görünmelerinin ardında patlayan, neredeyse kocaman bir eyaleti altına alabilecek bir volkan olmaları. Özellikle Gale’in tekinsiz tavırları beni sürekli tedirgin ediyor. Sanki bir anda koşup bıçak ya da eline ne geçiyorsa alacakmış da sokuverecekmiş bir yerlere. Gale, garip bir adam. Garip bir tekinsizlik unsuru Freud’un bahsettiği.

Daha çok karakterler üzerinden gitmiş oldum bu sezon için fakat dünyanın en mantıklı hareketi sanıyorum bu. Artık olaylar daha tahmin edilebilir bir boyuta taşınıyor. Vince’in yapmak istediği ise tamamen farklı kamera açıları ile bizi hikayeye yaklaştırmak, germek ya da uzaklaştırmak. Tek yapmamız gereken dönüşümün tamamlanmasını beklemek. Bir sabah uyandıklarında kendilerini böcek olarak bulabilecek adamları uzaktan izlemek ve değneğin ucuyla uzaktan dokunmak…

Beatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl

07 Cuma Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amin maalouf, amin maalouf inceleme, beatrice'ten sonra birinci yüzyıl, yapı kredi yayınları


beatrice ten sonra birinci yuzyilKitap okumaya bazen ara veriyor olmak beni üzse de güzel şeyler ile uğraştığım için etkisi yüksek derecede gerçekleşmiyor. Yaklaşık 1 aydır filmler ve diziler dünyasına geri dönmüş bulunuyorken önce Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı ardından da Beatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl beni büyük bir üçlü içerisine soktu. Kitap, dizi, film, iş, okul, blog. Ah pardon beşli içerisine sokmuş. Fakat yine de bu halimden memnunum. Evet artık günde sadece 4 saat uyuma gibi bir lüksüm var ancak şimdilik her şey güzel.

Amin Maalouf’a karşı duyduğum sevgi ve saygıyı neredeyse her kitap incelemesinde belirtmekten geri kalmadım şimdiye kadar. Öyle ki onunla alakalı bir şeyler okumaya başladığımda bile hafiften bir sevinç doluyor için. Beatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl hiç düşünmeden almaya karar verdiğim Maalouf kitaplarından bir tanesi. Bu sefer biraz beni hayal kırıklığına uğratmış bir kitap. Fazla kısaymış, sanki her şey çok hızlı gelişiyormuş gibi hissettim. Halbuki ortada derinlemesine girilebilecek bir konu söz konusu: erillik ve dişillik.

Anlatıcımız ve kahramanımız böcekbilim konusunda üstün seviyede bir profesör. Clarence ile karşılaştıktan sonra hayatı değişmeye başlıyor. Kendisi ile röportajda bulunan Clarance’ı bir güzel kandırıp hayatına dahil ettikten sonra hayat  boyunca en çok istediği şeye sahip olmak için çabalıyor. Bir yandan da Mısır’da önemli bir yere sahip olan bokböceğinin özel bir karışım ile çok ucuz fiyata “erkek çocuk doğurtmak için” satıldığını, bu geleneğin çok uzun zamanlardan beri devam ettiğine değiniyor. Clarance bu noktadan sonra habercilik tutkusunun peşinden giderek Mısır’da ve diğer az gelişmiş ülkelerde çok uzun zamandır hatta yüzyıllardır süregelen bir gelenekten, kızların doğumunu azaltmak ve erkek ırkının sınırsız çoğalmasını sağlamak üzerine geliştirilen teknikten bahsetmek üzere hayatını riske atıyor.

Kitapta üzerinde durulan en temel konu bu. Kadınların erkek egemenliği altında ezilişi, canlı canlı öldürülüşü, insanların buna karşı koyarken bile içlerindeki onulmaz şiddet ve nefretten vazgeçemeyişi gözler önüne seriliyor. Dünyayı kurtaracak hikayenin dahi Darwinist bir teori ile “en sağlamını seçerek” oluşturulmasına tanık ediyor.

Söz konusu Amin olunca upuzun anlatımlar ile derin düşünceler bekliyordum fakat üstün körü geçilmiş gibi hissettim bu sefer. Hevesim kırıldı, canım sıkıldı. Yine de öyle tatlı bir bölüm var ki kelebekler ile alakalı, işte o bölüm kitabın tamamen açıklaması, incelemesi ve eleştirisi niteliğinde.

Vizyondaki “Dağ” – Alper Çağlar Filmi

04 Salı Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 13 Yorum

Etiketler

alper çağlar, argo, bryan cranston, bulut atlası, cevahir, dağ, dağ arıza, dağ filmi, dağ oğuz, james bond, karpuz kabuğundan gemiler yapmak, skyfall


dag alper caglar

Bulut Atlası’na gitmek isteyip isteyip gidemeyince Cevahir’de gidilebilecek bir Skyfall, bir Argo ve bir de Dağ vardı. Evim Sensin denen saçmalığı saymıyorum bile. Sonuç olarak gidip en yanlış seçimi yaptık. James Bond filmlerini seri şeklinde izlemediğim için istememiştim Skyfall’u, Argo’da da Bryan Cranston’ın oynadığını bilmediğim için. Dağ belki de Nefes kadar vurguludur, o kadar serttir diye gittik. Hayal kırıklıkları ile çıktık.

Son iki senedir Türk yapımı filmlere küskünlüğüm biraz gidiyor gibiydi. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak o algımı kırmıştı benim. Nefes de çok fazla milliyetçilik kokmasına rağmen Şırnak’tan eve dönmesini beklediğim bir erkek arkadaşım olduğu için çok etkilemişti. Bu yüzden Dağ’a giderken içimdeki kurdu birazcık öldürmüştüm. Güzel bir şeyler çıkabilirdi. Sonuçta çok fazla şey beklememek gerekiyordu. Milliyetçilik zaten her yere kolayca zerk edilebilen bir şey. O yüzden burada da gider dedik, olmadı.

Dağ, Alper Çağlar’ın filmi. Daha önce kendisi ile hiç tanışma fırsatı bulmadığım için açıkçası pek üzüldüğümü söyleyemeyeceğim. Tüm klişeler ile birlikte üstünkörü geçilen bir hikaye ile karşımıza çıktığı için oldukça kızgınım kendisine. Hayatımdan …. saat çaldı gibi cümlelerden nefret ettiğimi her seferinde söylesem de Alper Çağlar bu film ile gerçekten beni zor durumda bıraktı. İlk olarak film gerçekten müthiş bir klişe üzerine kurulmuş durumda. Evet askeriye zaten başlı başına bir klişe fakat askeriyenin “arızası”, “poşet ile kavgası”, “şakacı fakat çok sert komutanı”, “babası asker olduğu için asker kalmaya çalışanı”, “kendini feda edeni” vs. Nereden tutsam hep bildiğimiz, hep bildiklerimiz. Bir askeri filmde arıza görmezsek sanki rahat edemeyeceğiz, saldırı sırasında “Komutanım, neden bizi koruyorsunuz?” denildiğinde “Benim babam askerdi, öldü, o yüzden ben de asker oldum. Sizi korumak benim görevim, sizin için ölmek görevim.” gibi cümleler söylemese örneğin çok duygulu komutan (rütbeleri bilmediğim için bana göre hepsi komutan) o çocuklar orada bu cevabı almasalar rahat edemeyecekler sanki.

dag-filmi-izle-fragman

Koskoca askeriyede sadece 4 tane asker görüyoruz bu arada. Sanıyorum ki onlara tahsis edilmiş özel bir alan var. Bunu özel olarak seçmiş olabilir Alper Çağlar fakat gerçeklikten kopuyor, sadece birkaç kişinin hayatına girmiş gibi algılamamıza neden oluyor. Fakat aslında biz hepsinin hayatlarından sadece şöyle bir geçiyoruz. Oğuz’un hızlı hayatından vazgeçip askere gitmek istemesi, arıza elemanın sırf orada kalmak için çabalaması, komutanın gizlice içki içmesi ve hemen araya sıkıştırılan karısının ölümü.

İnsanların duygularını kabartmak, milli duyguları coşturmak için tüm insanlığın başına gelebilecek her bir şeyi tek bir filmde vermeye çalışmak müthiş yersiz bir anlayış. Ölen anne, terk eden sevgili, açılamayan platonik aşık, ölen eş… Allahım daha fazla saymak istemiyorum.

Teröristlerin Oğuz ile arızayı yakalayacakları sırada es geçmelerini söylemiyorum bile. Aslında rollerini film boyunca en güzel yapanlar da teröristle. Özellikle ateş atmadan önce çıkardıkları ve neredeyse bir büyü haline gelen ses çıkarmaları.

Dağ’ı bu kadar yerden yere vurduktan sonra belki de severek ve gerçekten inanarak izlediğim tek sahne filmin son sahnesi. İki asker arasında geçebilecek en doğal ve en güzel sahne bana kalırsa. Geri kalanı için yetkili mercilere havale ediyorum.

Dağ Filmi Trailer

Breaking Bad 2. Sezon

03 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 1 Yorum

Etiketler

alterego, breaking bad 2. sezon, breaking bad inceleme, ego, hank, heisenberg, id, ikincii sezon izle, jane, jesse, pollos, saul goodman, skyler, ted, walter white


breaking bad ikinci sezon 2. sezonBirinci sezonun bitmesi ile hiç ara vermeden ikinci sezonun ilk dört bölümünü izlemiş bulunuyordum. Garip bir şekilde Breaking Bad’e sarmıştım. Hala da sarılı durumdayım. Hatta üçüncü sezondan 7 bölüm bile izleyiverdim bir oturuşta. Sanıyorum ki Breaking Bad’i her hafta beklemek benim için en zor işlerden bir tanesi olacak çünkü büyük bir iştah ve oburluk ile tüketiyorum şu anda diziyi.

Birinci sezonda işin içine çok girmeyen, büyük pişmanlıklar yaşayan Walter White abimizin daha büyük değişimine tanık oluyoruz. Aynı zamanda Vince Villigan’ın kamera ve anlatım tekniğinde daha da üste çıktığına tanık oluyoruz. Hikayenin başında evin havuzunda görünen oyuncak ayının ne olduğunu sezonun son bölümlerine kadar anlamamız imkansız bir durumda. Birinci sezonda görmeye çalıştığımız “bölümün başında ne görürsem bölüm sonunda onu anlarım” gevşoluğunu üzerimizden atmamızı istiyor Vince. Burası benim bölgem ve izin verdiğim sürece burada “anlak abi” olabilirsiniz diyor. Maşallah. Anlayamıyoruz da zaten.

Tuco’nun kendi öz elemanını öldürdükten sonra olayların gelişime ile başlıyor ikinci sezon. Tuco’nun büyük bir kompleks ardında olduğuna tanık oluyoruz. Sanıyorum ki Tuco tam olarak id’i temsil ediyor. İçindeki hayvansı dürtüler ve egolarına asla dokundurtmaması açısından, ağzından tükürükler gelene kadar bağırması ve hayvani iç güdüler ile kendisinden daha rütbeli birisine sarılmaya kalkmasını başka bir şekilde açıklayamıyorum. Gariplikler diğer bölümlerde de devam ediyor. Hikayenin girift yapısı ve insanların birbirine çok yakın oluşu nedeniyle sürekli bir nefes kesilmesi halinde kalıyorsunuz. Hank’in daima çevrelerinde oluşu fakat dizideki ha yakaladım ha yakalandım havası insanı çıldırtan bir hale itiyor. Karnınızda sürekli bir sancıma başlıyor. Aynı anda hem Walter, hem Jesse hem de Hank oluyorsunuz. Bu üç adam kendi dünyalarında yolculuk yapmak zorunda olan adamlar olarak karşımıza çıkıyor. Jesse en başından bulunduğu ortamı terk etmiş, kendi yolunu pişirerek çizmeye çalışan bir adam. Karmaşalar içerisinde bir ruh. Hem çok duygusal hem de oldukça kibirli. Walter, kötü ile iyi arasında arafta kalmış bir adam. Fakat ikinci sezonde tanık olduğumuz portre Walter’ın artık “kötü” olarak kabul edilen tarafa daha da yatkınlaşmaya başladığı. Kendi kendine gerçekleştirdiği sorgular, gerçeklerden kaçmak için söylediği yalanlar ve diğer her şey Walter’ın en büyük arafının simgesi. Hank ise diğerlerinden farklı bir adam. Kas kuvveti ile beyin gücünün birleştiği fakat handikaplara sahip bir insan. El Paso’da yaşadıklarından sonra akıl ve vücut sağlığının doğru orantıda gitmediği bir adam. Çok kuvvetli görünmeye çalışıp bazen savunmasız kalmanın, tam da o anda birileri tarafından vurulmanın ne demek olduğunu gören adam.

Ve her açıdan ahlak gurusu olarak gezinmeyi kabul etmiş Skyler. Skyler benim için en zorba karakterlerden bir tanesi. Tüm yaşananlara tek bir pencereden bakmayı kabul ediyor. Kardeşinin kleptomanisine karşı takındığı tavır, Walter’dan intikam alma biçimi, kendi çocuğuna karşı guru olmasına rağmen yerine getiremediği sorumlulukları ve tüm bunlara aslında bir kadın olarak katlanamayışı. Skyler bir yandan kadınların duyarlı ve daima doğruyu, ortaya bulma çabalarının eseri. Bir yandan ise yine aynı kadın bünyesi ile çelişkilerin içinde varlığını sürdürüyor.

Bu sezonda yeni tanıştığımız bir karakter daha var. Skyler’dan daha zorba ve hırslı: Jane. Temizlenme döneminde olan Jane Jesse’nin farklı bir adam olmasındaki en büyük etken haline geliyor. Jesse’nin tamamen duygusal yanını ortaya çıkaran Jane katalizör görevi görüyor. Bir tepkimeye giriyor, değişikliklere neden oluyor fakat kendisi olduğu gibi çıkıyor. Jesse’nin ilk ve ikinci sezonda tanıdığımız adamdan çok daha farklı, duygusal, hırslı ve üşütük olmasının nedeni haline geliyor. Jesse’nin ruh eşi olarak görüyoruz ilk başta onu. İkisi de çiziyor, ikisi de güzeller fakat sonrasında Jane’in çabuk değişebilen fikirlerine tanık oluyoruz. Var olan gerçekleri yadsıması, işine geldiği gibi davranması ve kendi kurallarını koyması. Daha fazla spoiler vermeyeceğim bu kız önemli.

7. bölümün başında şarkı söyleyen elemanlar bizlere yeni birilerini tanıtıyorlar. Bu açıdan bölümlerin ileriki bölümler ile doğrudan bağlantısını da görmüş oluyoruz. Üçüncü sezonda göreceğimiz olaylar için ikinci sezondan bir gönderme yapılıyor. Tabii ki bu bir spoiler değil fakat karakterleri işin içine sokma açısından Vince düşünceli davranıyor. Aniden birilerini çıkarmak yerine yan karakterleri -ki bu karakterlerin ana karakterler için oldukça önemli olacağını da açıkça söyleyebiliriz- tanımış oluyoruz. Heisenberg’ün ününün tüm dünyaya yayıldığından bahsediyor şarkıda. Ayrıca Kartel’den de. Kartel ve sülalesini yakından tanıma fırsatı bulacağımızı muştulayan bu şarkının sonunda Walter’ın “hadi gidin bakalım evlerinize” demesini bekledim. 🙂 Şöyle bir tavuk kışlar gibi kovsaydı çok eyiydi.

Kilolarca meth yapmak için yola çıkan Jesse ile Walter’ın garip arkadaşlıklarına da şahit oluyoruz. Birbirleri ile hem uyumlu hem de bir o kadar uyumsuz olan bu iki adam hayatlarının araflarını maddi dünyada da yaşama devam ediyorlar. Spoiler alert -akünün bitişi nedeni ile ne ileri ne de geriye gidebiliyorlar. Walter’ın en büyük itirafı, kabullenişi burada geliyor. Ben bunu hak ediyorum diyerek kabullenmişliğini ifşa ediyor. Kocaman bir çölün ortasında aynı Lost gibi  kalıyorlar. Nereye gitseler çayır, gitmeseler ölüm. Gitseler yolda ölüm.- spoiler gider. Sadece ruhi durumları zorlamış olmuyor karakterleri, materyal etkenler de karakterleri üzerindeki değişimi hızlandırıyor.

Ve sezon ilerledikçe işin içine Saul Goodman “her noktayı kurtarır abi” ve büyük adamlar giriyor. Tabii biraz da ihanet. Spoiler gençler bu paragraf bitene kadar uzaklaşın, – Skyler’ın hafiften yeni işindeki Ted’e yaltaklanması ile birlikte birkaç gün sonra  “Ay ben boşluktayaaam” diye adamla yatması bir oluyor. Garip bir şekilde bunun gerçekleşmesini de istiyorsunuz fakat karşıda hiçbir aldatma gözetmeden parasını sırf ailesi için biriktirmeye çalışan bir adam var. Tabii ki onun artık eski Walter olduğunu söyleyemeyiz. Söyleyemiyoruz çünkü toplum kabul ettiği kötülük ve iyilik normları bir kere kişinin içinde yeşermeye başladıysa her şeyin gerisi geliyor. Bir süre sonra Walter paraya ihtiyacı olmadığı halde bu işi yapmaya devam ediyor. Karısını aldatmadan. Garip insan dürtüleri ile Skyler’ın yeni bir hayata girmeye çalışması, eski hayatından kaçarak güvenli bir limana sığınması göze çarpıyor. Tabii sevişmek zorunda da değilsin ablacım. Yapma lütfen. Ve tabii ki 17 kilo methi satacakları büyük abiler. Bu abinin kim olduğunu ve neler yapabileceğini üçüncü sezonda çok daha iyi görüyoruz. Burada karakter hakkında değil işin büyümesi ile birlikte artan sorumluluklardan bahsetmek istiyorum. Kendi çevresinde geliştiği sürece problem olmayan şeyler büyük alanda, tam o satranç tahtasında karmaşıklaşıveriyor. Eğer acemi iseniz tek hamlede yeniliyor ve karşı tarafın istediği pozisyona geliyorsunuz. – geri gelebilirsiniz.

Jane karakteri sezonun sonuna doğru en büyük atışını yapıyor ve tüm hikayenin çok farklı bir noktaya gitmesine neden oluyor. İşte tam burada aslında Jane’in sıradan bir insan olduğunu anlıyoruz. Hırsları doğrultusunda hareket eden, toplum tarafından eğitilmeye çalışılsa da aslından vazgeçmeyen bir karakter. Biliyoruz ki insanlar ne kadar çok değiştiklerini iddia ederlerse etsinler, değişmezler. Jane bunun ayaklı kanıtı oluyor. Paralar karşısında kendisini kaybedip demir yolunun rayını çevirince, ikinci sezon güçlü bir son ile bitiyor.

-Hangi telefon?

← Older posts
Newer posts →

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...