Etiketler
ölü restorasyon, breaking bad, cenaze evi, david, dexter, dizi, dizi izle, eşcinsel, fisher, gay, gilardi, inceleme, nate, natheniel, ruth, six feet under, yorum
Breaking Bad’in sert çizgilerinden Six Feet Under’ın naif çizgisine atlamak benim için beklenilenin de üstünde bir etki yarattı. Hala uyumadan önce kafamda dönen Breaking Bad sahneleri ve isimlerinin yerini alabilecek yeni bir dizi ile karşılaşmak ve verilen tavsiye üzerine sevmek oldukça güzel ve eğlenceli bir durum.
Six Feet Under’ın ilk sezonu her dizide olduğu gibi tamamen tanışma ve tanışma üzerine bir sezondu. Fisher ailesinin içine giriyor ve birbirinden farklı aile bireyleri ile tanışıyoruz. Bildiğimiz aile yapısından çok farklı gibi görünse de aslına bakarsanız ailenin evrenselliğini ve tekrarlanışını gözler önüne seriyor. Aile babası Nathaniel Fisher öldükten sonra cenaze evinin sorumluluğu tamamen iki oğula kalmıştır. Bu sayede yıllardır görüşmemiş olan kardeşler ve diğer tüm karakterlerin farklı yönlerini tanımaya, onların içinde gizledikleri hazinelere inmeye başlıyoruz. David cinsel tercihini erkeklerden yana yapmış bir adam. Nate ise her ailede bulunan başına buyruk, savruk genç. Claire görmekten ilk olarak korkacağımız fakat daha sonra alışacağımız evin ergeni. Ruth ise dengesizliği ve panikataklığı ile göz dolduran anne. Sanıyorum ki size de çok fazla uzak terimler olarak gelmemiştir. Hepimizin geçirdiği ergenliği, cinsel seçimleri ve özellikle Türk aile yapısında cinsel baskıyı düşünürsek tam da bize uygun türden bir drama. Aile yapısına tekrar döneceğim. Bunu detaylı kurcalamadan önce dizinin üzerine kurulduğu konsepti incelemek istiyorum.
Cenaze evi. Bizim hiç aşina olmadığımız bir durum. Biliyoruz ki bizde en fazla yapılacak şey ölüyü evin ortasına koyup üzerine de bir bıçak bırakmak. Gömme işlemini en kısa sürede gerçekleştirmek ve hayatın döngüsü içine bir ölü daha katmak. Hristiyanlarda farklı işleyen bir sistem ölüm ve cenaze. Öncelikle onları özel hissettiriyorsunuz. Ardından arkadaşlarının ve tanıdıklarının ölmeden önce onu iyi görmeleri için özel çaba sarf ediyorsunuz. Giydiriyor, makyaj yapıyor hatta saçını maşalıyorsunuz. Özel tabutların içine yerleştirerek küçük bir sergi yaratıyorsunuz. Bir ölüm üzerinden yepyeni bir yaşam formu yaratıyorsunuz. Ölümün yaşamını. Her bölümde ilk olarak ölen birilerini görüyoruz. O ya da bu şekilde ölüm ile tanışan bu insanlar dizinin her bölümüne hayat vermiş oluyor. Aynı zamanda onun ölümü sırasında Fisher ailesinde gerçekleşen değişimler de büyüyen ve gelişen bir organizma halini alıyor. Ruth’un kendini öğrenmesi, cinsel yaşantısındaki değişiklikler, Dave’in gitgelleri, Claire’in zor bir kız olması ve Brenda’nın değişmesini istemese de değişen fikirleri. Her bir karakterde farklı boyutlarda görülen değişiklikler, yeşillenmeler işte tam da ölümün olduğu o evde gerçekleşiyor. Korkutucu olduğu kadar da hayata ait olan ölümün yenileyici tarafını da görmüş oluyoruz. Ölüm sadece insanları üzmek için değil, aynı zamanda varlığın farkını yaratmak için de gerçekleşen bir eylem. Doğanın kendi sistemi. Doğanın kendi taşları ile oynadığı güzel bir Go oyunu bu. Uzaktan baktığınızda tüm hamleler aynı gelir. Taşlar birbirinin aynısıdır. Herhangi bir taşı yerinden oynatmak sanki hiçbir şeye neden olmayacak gibi. Ancak aslında tek bir hareket bile sizi yere serebilecek güçtedir. Bu yüzden doğa, ölüm gibi olgular insanı korkutur. Bu korkuyu yok etmek ve hayatın güzelliğine inanmak için ölümü onurlandırmak zorunda hissederler insanlar kendilerini. Güzel giyinirler örneğin cenazeye giderken. Ya da ölülerini güzelleştirirler.
Six Feet Under sadece karakterlerin evrim sürecinden geçtiği bir dizi değildir. En azından benim için bu durum tam olarak böyle. Aynı zamanda aile ve toplum yapısının, kadın ve erkek ilişkisinin karmaşıklığından da dem vurur. Homoseksüel ve antilerin yaşadıklarını görürüz. İki arada kalan ruhların çığlıklarını duyarız. Sevmek ile nefret arasındaki ince çizgide gidip gelen kadın ve erkek ilişkilerine tanık oluruz. İki taraftan birisini haklı görmek istesek de iki tarafın da ne kadar dibe batmış olduğunu görürüz. Bunların her biri, sadece kadın ve erkek değil aynı zamanda toplumun da nasıl istenilen şekle sokulmaya çalışıldığı fakat yine bu işlemi yapanın da toplum olduğunu anlarız. Hem gerçek bir karşı duruş ile insanların ilerlemesi için yardımda bulunur bu toplum hem de yanlış yapan her bir bireyi yolunun üzerinden ittirmeye hazırdır.
Tekrar aile yapısına döndüğümde ise toplum tarafından belirlenen aile çizgilerinin aslında ne kadar silik olduğunu görüyorum. Mutlu olarak tanık olduğumuz ailelerin de büyük sırları olduğunu anlamış oluyoruz bu sayede. Türk aile yapısındaki o kutsallığın aslında bir çırpıda yok olabileceğini görüyoruz. Ve aslına bakarsanız dünyanın her yerinde insanların etrafını çitlerle kapladığınızda onların mutsuz olduğunu göreceksinizdir. Bu sadece Türkiye ya da Amerika için geçerli bir durum değildir. Mutsuz bir anne ile mutsuz bir babanın evliliğinden asla iyi bir ortam doğmayacaktır. Toplum kendi ölü tohumlarını kendi elleri ile ekmiş olacaktır.
Six Feet Under’ın diğer sezonlarında ne ile karşılaşacağıma dair şu an hiçbir fikrim yok, yine de bu söylediklerimin pek çoğunu Oz için de söyleyeceğime inanıyorum. Aklın ve bilginin yolu bir olsa gerek.
“If we live our lives the right way then everything we do can become a work of art. “