• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: id

Sigmund Freud’un Modern Edebiyata Etkileri

06 Perşembe Şub 2014

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

alter ego, Clarissa Dalloway, Crime and Punishment: A Psychoanalytic Reading, dostoyevski, ego, Fitzgerald, görüntünün ortasındaki karanlık, id, kayıp nesil, lost generation, louis breger, modern edebiyat, modernizm, raskolnikov, sepitmus smith, sigmund freud, sigmund freudun edebiyata etkileri, suç ve ceza, The Love Song of J. Alfred Prufrock, the sun also rises, ts eliot, virginia woold, woolf


Sigmund Freud

Her şey edebiyatın içine psikoloji girdiğinde başladı. Gerçekçi romanlar okurken bir anda modernizm akımı ile karşı karşıya kaldı okuyucu. Okuması zordu, adeta bir demir leblebi. Öncelikle daha önce okuduğu romanlara ya da makalelere benzemiyordu; işin içinden çıkılmaz bir hali vardı. Hem dilbilgisi de çok aranmıyordu bu yazılarda. Her şey olduğu gibi, gelişigüzel denilebilecek şekilde ancak bilinçli yerleştirilmişti. Bu yüzden düşünmek gerekiyordu anlamak için.

Modernizm akımı artık yazarın değil okuyucunun devreye girdiği, düşünerek ve hatta kafa patlatarak anlamak için çaba sarf ettiği o yeni dönem oldu. Modern bir eseri okurken salt metin yetmiyordu, metin altı ya da metin üstü okumak gerekiyordu. Satır aralarını inceleyerek neler neler çıkarılabilmezdi ki? Çıkarıldı da zaten.

Modern edebiyat akımı ile birlikte İngiliz, Amerikan ve diğer ülke edebiyatlarında müthiş bir değişim gözlemlendi. Aşina olunan konular yerine (aşk, ayrılık, ölüm) daha dikkat çekici, okurken daha zorlayıcı konulara (zihin akışı, erkeklik ve kadınlık, varoluş) geçildi. Bu geçişte bayrağı eline alarak edebiyata neredeyse yön veren adam ise Sigmund Freud’tu.

Freud, psikanaliz dünyasına girdiğinde taşlar yerine oturmaya başladı. O tezlerini sundukça yazarlar ondan etkilendi, bu yepyeni tarz yazarlara ilham verdi. Çünkü şimdiye kadar hiç kimse insanı bu kadar çok tanımaya yaklaşmamıştı.

Görüntünün Ortasındaki Karanlık kitabını okuduğunuzda Sigmund Freud hakkında edinmeniz gereken bilgiden çok daha fazlasına ulaşırsınız ve kitabın sonunda onu sevip sevmemek arasında gidip gelirsiniz. Şu anda karşılaşsak zorba diyebileceğimiz bu adamın açtığı çağ ise karakterinden tamamen ayrı olarak meşale tutan seviyede oldu. 1910’lardan sonra önü kesilemeyecek bir modernizm akımı içinde eserlerini ortaya çıkaran ve edebiyatı da aynı şekilde besleyen kişi de yine kendisiydi.

Peki neler değişmişti?

Gelişen ve büyüyen teknoloji ve bilgi çağı ile birlikte psikoloji de büyük bir gelişme kaydetmişti. O zamana kadar okunan romanlar artık değişim içerisine girmişti. Belki de ilk bakışta karakter aynıydı, diğer karakterlerden hiçbir farkı yoktu ancak kitapları okuyan kişilerin algısı tamamen değişmişti. Artık okur, bir karakterin hareketlerini ya da zihinsel akışını kontrol ederek daha detaylı bilgi alabiliyor, karakterin derinlerine inebiliyordu. Psikolojinin önderlerinden William James’in “Benlikteki Değişimler” teorisini Sigmund Freud alıp “Bilinç ve bilinçaltı” haline getirdikten sonra her karakter analiz edilebilir hale geldi. Daha doğrusu psikolojinin de içine girdiği upuzun analizlerin yapılmasına yol açtı. Freud bilinç ve bilinçaltına dair ayrıntılı çalışmalar yaptıktan sonra üç önemli etkeni de keşfetti. Bunlar insan bilincinde yer alan ve insana insan olma özelliklerini sunan etkenlerdi. Birincisi daima yabanıl halde kalacak olan “id” yani alt bilinç, günlük yaşantı ihtiyaçlarının da içinde olduğu “ego” yani benlik ve son olarak işin içine etik, sosyal ahlak vb. konuların girdiği “süper ego” yani üst benlik. Karakterlerin benliklerine girdiğiniz, alt bilinçlerinde dolaşıp farklı tahlillerde bulunabildiğiniz bu insana ait parçalar sayesinde edebiyat yüzlerce adım ileri gitmiş oldu.

Freud’un sunduğu bu teori ile birlikte özellikle İngiliz ve Amerikan edebiyatında yeni bir yapılanma gerçekleşti. Bilimin, psikolojinin ve edebiyatın buluştuğu noktadan yepyeni bir tarz doğdu. Modernist döneme kadar genel olarak anlatımları, üslupları ve konuları ile kafayı bozan yazarlar, Freud’un ardından karakterlere daldı. O zamana kadar karakter derinliğine dair ayrıntılı eklemek zorunda olmayan yazarlar, psikolojinin de öngörülerini yanına alarak yeni bir akıma önayak oldu.

Modern döneme ayak uydurarak geçmişe sünger çeken ilk yazarlardan bir tanesi T.S. Eliot’tı. “The Love Song of J. Alfred Prufrock” –ki bu şiiri Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Şiir Akımları dersinde de görmek mümkündür- bir adamın düşüncelerini, sevdiği kişiyi ya da korkularını anlatır.

Eliot’ın ortaya sunduğu fikir Freud’un bilinç akışı ile aynı yönde hareket etmektedir. İnsan düşünceleri hiçbir zaman düz bir çizgide hareket etmez.  Daima bir akış, bir devinim, geri dönüş ve de duruluş söz konusudur. Freud kendi teorilerinde insan bilincinin daima açık olduğunu, geçmişten pek çok anı ya da noktanın çağrılabileceğini, üzerinde durulursa var olan her şeyin geçmişteki yansımasının görülebileceğini belirtir.

Eliot gibi modernizm akımında kendini kaptıran bir diğer yazar Virginia Woolf’tur. Bilinç hareketlerine vurgu yaparak kendi romanlarını şekillendiren bu değerli yazar, Freud’un psikolojik ve psikanalitik çıkarımlarından yola çıkarak kendi rahatsızlığını çözmeye, bu sorunu karakterleri yardımı ile atmaya çalışır. 1922 yılında Virginia Mrs. Dalloway’i yazmaya başlar. Clarissa Dalloway’in tek bir gün içinde yaşadıklarını anlatan kitapta Woolf konuyu ne kahramanlaştırmaya ne de dramatize etmeye çalışır.

Kitapta Dalloway’in fikirlerini, düşüncelerini ve kendisi ile gerçekleştirdiği monoloğu görürsünüz. Bir parti için hazırlık yapan Dalloway’in kendi ile monoloğunun yanı sıra bilinçaltına dair de özel ayrıntılar bulursunuz. Sepitmus Smith’in intihar ettiğini duyduktan sonra yükselen ses sizi Freud’un hem bilinç akışı konusuna hem de bilinçaltı konusuna iter. Dalloway yalnızca kendisi nasıl bir hayat yaşadığını düşünmez, aynı zamanda kim olduğunuza dair bazen düşündüğünüz anları paylaşmış olur.

İnsan karakterine ve yapısına dair ayrıntılı bilgiye ulaşmak için fikirleri araştıran, insan davranışlarının hangi noktadan çıktığını gözlemleyen Freud; Eliot, Lawrence ve Woolf’un yanı sıra aynı dönemde adından söz ettiren ve ekolün temsilcilerinden olan Fitzgerald ve Hemingway’e de yol göstermiştir.

great-gatsby-muhtesem-gatsby-izle

Kayıp Nesil’in ortaya çıkardığı Atlantis buradadır aslında. Freud’un teorilerini kendi kitaplarına ekleyerek insanın kaybetmek istediği ancak bir türlü uzaklaşamadığı bilinç altına, bunun yanı sıra zihin akışına inerler. The Sun Also Rises ve The Great Gatsby romanları ile karakterlerin geçmişine geri dönüş yapmalarının yanı sıra toplum tarafından verilen rollerin üzerinden geçerler. Freud’un pek çok eleştirmen tarafından seksist görülen kadınların “eksiği” teoremi, The Sun Also Rises’da da dikkat çeker.

Freud’un edebiyata getirdiği yalnızca yazarların nasiplendiği sistemler değildir. Aynı zamanda edebiyatı eleştirme konusunda da Freud farklı bir ekol yaratır. Freud’u bilerek okumaya başladığınızda her şey bir düğüm gibi çözülür. Daha ilk romanlardan, belki de mitlerden yola çıktığınızda Freud’un teorileri ile karşılaşırsınız. Oedipal kompleks ve Elektra kompleksi, doğa ve medeniyet çatışması, kadın ve erkek rolleri ve daha fazlası… Pek çok edebi eser Freud’un teorileri ile olgunlaşır ve anlaşılır hale gelir.

Örneğin Suç ve Ceza’yı okuduğunuzda ve Freud ışığında değerlendirdiğinizde Raskolnikov’un kendi içgüdülerine gem vuramadığını, öldürme isteğinin su yüzüne çıktığını ve bu nedenle fırsat kollayan “id”in yani alt bilincin neler yapabileceğini görür. Freud tam da bundan bahsetmiştir. Uygun koşullar sağlandığında insan bilincinin arka taraflarında, o köhne yerlerde kalmış olan alt bilinç baş verecektir ve beklenenden çok daha fazlasını ortaya koyabilecektir. Hayvansı dürtülerin oluşturduğu alt bilincin en önemli parçası varlığın bilincinde olmadan yalnızca hayvansı (ve dolayısı ile aslında insansı) içgüdülerin doyurulmasıdır. Bu açıdan Raskolnikov önüne çıkan sorunları yok etmek için ya öldürecektir, ya öldürecektir. Bilinç altında korkuya neredeyse yer yoktur. Orası doğmak, yaşamak, çiftleşmek ve öldürmek üzerinedir.

İlk insanların nasıl bu kadar avcılık ve toplayıcılık yaparak yaşadıklarına bakarsanız Freud’un bilinç altı yani id dediği bilince ulaşırsınız. Orada yalnızca yaşamın sürerliliği önemlidir.

Eğer Suç ve Ceza’nın psikanalitik incelemesini okumak isterseniz Görüntünün Ortasındaki Karanlık’ın yazarı Louis Breger’den “Crime and Punishment: A Psychoanalytic Reading”i okuyabilirsiniz.

A Streetcar Named Desire

13 Perşembe Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

a streetcar named desire, blanc duboi, ego, freud, id, ii. dünya savaşı, marlon brando, mississippi, mitch, new orleans, polak, sigmund freud, stanley kowalski, stella kowalski, streetcar named desire, superego


a streetcar named desire marlon brando

New Orleans’ın bozulmuş yapısında, II. Dünya Savaşı’ndan sonra geçen bir oyun A Streetcar Named Desire. Oyun neredeyse her sahnesi ile farklı bir noktayı vurguluyor, sembolize ediyor ya da eleştiriyor. Bu tiyatro eserinin sinema uyarlamasında o zamanlar gencecik ve taş gibi olan abimiz Marlon Brando’yu görmek de mümkün.

Blance DuBoi nevrotik bir karakterdir. Hayatı boyunca en büyük korkusu yaşlanmak ve erkeklerin onu beğenmemesi olmuştur. Missisipi’deki kardeşini ziyaret ettiği sürece onu ve çevresinde olup bitenleri görürüz. Hayal dünyasında yaşamaktadır aynı zamanda. Duygularını kontrol edemez, alkol bağımlısıdır. Daha önce bir öğrencisi ile ilişkisi olduğu ortaya çıkınca hayatının geri kalanını erkeklerin gölgesinin altında kalmayı tercih etmiştir. Missisipi’nin tozlu ve erkek kokan sokaklarında hayatının en büyük kazığını kız kardeşinin eşinden yiyecektir. Blance, izlediğinizde sempati duyduğunuz fakat garip bir şekilde sevip sevmemek arasında kaldığınız bir karakter. İsminin Fransızca’daki anlamı olan beyaz ile oldukça ilişkili bir yaşantısı vardır.

a-streetcar-named-desire-marlon-brando-izle

Stella Kowalski, erkeklere karşı zayıf bir karakterdir. Ablasının tam olarak savunucusu bile olamaz. Bir mağara adamı tarafından neredeyse alıkoyulmaktadır. Kocası olan Stanley ile hem insanı hem de hayvansal bir ilişkileri vardır. Birbirlerine bağırarak ve dövüşerek hareket ederler fakat içgüdüleri birbirilerini bırakmalarına izin vermez. Hamiledir fakat onun için görebileceğimiz, bakabileceğimiz tek fal şanssız bir çocuktur.

Stanley, tiksinmek isteyeceğiniz bir karakter. Kendisi Polak fakat Polak olduğu söylendiğinde kabul etmeyen bir adam. Amerikalı olduğunu düşünüyor ve aslına bakarsanız Amerika’nn ideali olan bul ve yok et psikolojisine oldukça uygun bir karakter. Hayvani bir yanı var genel olarak, iri yarı bir adam olduğu için Stella’yı tek parmağı ile hareket ettirebiliyor. Arkadaşlarına karşı yüksek oranda sadık bir karakter.

Mitch, Blanc’ın hayatında umut ışığı gibi görünse de aslında kör bir ışık haline gelecek hatta onun hazin sonuna neden olacak adamdır. Pasif bir kişidir, gerçekleri görmekte gecikse de son kararı mantığı iel verir.

Şimdi birazcık hikayeyi anlatalım, Blanc ile Stella soylu bir aileden gelmektedirler ancak Stella, Stanley ile yaşamak üzere Mississippi’ye kaçmıştır. Stanley’in çocuğunu taşımaktadır ve ablasının geleceğini öğrenir. Yavaş yavaş her şeyi hazırlar, Blanc kırmızı bir araba ile kardeşinin yaşadığı yere gelir. Arabanın isminde geçen -desire- Blanc’ın bir önceki hayatını ve süregelecek olanı müjdelemektir. Blanc temizlik takıntılı bir kadındır. Çok sıcak sular ile sürekli duş alır, kardeşine Stanley’den ayrılması için baskı yapar, Stella ise bu durum karşısında keskin bir tavır sergiler. Stanley’den vazgeçmeyecektir. Blanc’ın en çok ısrar ettiği ve takıntılı olduğu konu ise ışıkların tamamen açık olmamasıdır. Blanc’ın olduğu noktalarda ışık daima az olacaktır. Bu sayede Blanc hem günahlarını hem de yaşını kapatabileceğini düşünmektedir. Kimseyle sabah görüşmez, yüzündeki çizgilerin görülmesini istemez. Bir gün Stanely’i her zamanki gibi azarlarken Stanley ona tecavüz eder. Bu psikoloji ile yaşayamayacağını bile Blanc bu olay ardından akıl hastanesine kapatıldığında ölür.

Hayal dünyasında yaşamayı kabul etmiş olan Blanc, gerçekleri tamamen reddediyordur. Kendisini zayıflığından, aşktan, fakirlikten korumak için bu dünyaya sığınmak zorundadır. Dünyayı görmek istediği şekilde görür, alkol bağımlısı olduğunu tıpkı Stanley’nin kaba bir insan olduğunu reddettiği gibi reddeder. En büyük suçun acımasızlık olduğunu söyler ve bunun uzmanının oyun boyunca Stanley olduğunu görürüz. Çünkü Blanc yaşlı bir kadın olsa da oldukça naiftir, hayatın ondan aldıkları ve onu zorladığı kadarıyla yaşamaktadır ve bir de insanların onu üzmesini istemez.

İlkel ile medeni arasındaki farkı da görmüş oluruz oyunda. Stanley’nin arkadaşlarının yanına gitmeden önce eline alıp karısına attığı et parçası mağara devirlerindeki toplayıcı ve avcı erkekten farksız olduğunu gösterir. Daha cannibal bir adamdır çünkü. Freud’un teorisine göre Stanley id, Stella ego, Blanc süperegodur.

Oyunda seks ile ölüm arasında da bir bağ kurulmuştur. Blanc’ın içinde “sex” geçen taksisi aslında onu ölüme getirir. Aynı zamanda Stanley’nin tecavüzü de bunun en önemli nedenidir. Kadınlar bu erkek dolu, tamamen erkeklere ait dünyada yalnızlardır ve kurbanlardır. Stella garip bir adamla evlidir ve çocuğu bu kaba adamın evinde doğacaktır. Aynı şekilde Blanc da toplumun ve erkek egemenliğinin kurbanı olacaktır. Kadınların tek imkanları evlenip erkeklerinin istediği kadınlar olmaya çalışmaktır. Başka hiçbir şey yapamazlar.

A Streetcar Named Desire insanın tüylerini şöyle bir hareketlendiren türden. Stanley’nin tüm o içgüdülerini içinizde hissettiğiniz ve korktuğunuz bir oyun.

A Streetcar Named Desire Trailer

Breaking Bad 2. Sezon

03 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

alterego, breaking bad 2. sezon, breaking bad inceleme, ego, hank, heisenberg, id, ikincii sezon izle, jane, jesse, pollos, saul goodman, skyler, ted, walter white


breaking bad ikinci sezon 2. sezonBirinci sezonun bitmesi ile hiç ara vermeden ikinci sezonun ilk dört bölümünü izlemiş bulunuyordum. Garip bir şekilde Breaking Bad’e sarmıştım. Hala da sarılı durumdayım. Hatta üçüncü sezondan 7 bölüm bile izleyiverdim bir oturuşta. Sanıyorum ki Breaking Bad’i her hafta beklemek benim için en zor işlerden bir tanesi olacak çünkü büyük bir iştah ve oburluk ile tüketiyorum şu anda diziyi.

Birinci sezonda işin içine çok girmeyen, büyük pişmanlıklar yaşayan Walter White abimizin daha büyük değişimine tanık oluyoruz. Aynı zamanda Vince Villigan’ın kamera ve anlatım tekniğinde daha da üste çıktığına tanık oluyoruz. Hikayenin başında evin havuzunda görünen oyuncak ayının ne olduğunu sezonun son bölümlerine kadar anlamamız imkansız bir durumda. Birinci sezonda görmeye çalıştığımız “bölümün başında ne görürsem bölüm sonunda onu anlarım” gevşoluğunu üzerimizden atmamızı istiyor Vince. Burası benim bölgem ve izin verdiğim sürece burada “anlak abi” olabilirsiniz diyor. Maşallah. Anlayamıyoruz da zaten.

Tuco’nun kendi öz elemanını öldürdükten sonra olayların gelişime ile başlıyor ikinci sezon. Tuco’nun büyük bir kompleks ardında olduğuna tanık oluyoruz. Sanıyorum ki Tuco tam olarak id’i temsil ediyor. İçindeki hayvansı dürtüler ve egolarına asla dokundurtmaması açısından, ağzından tükürükler gelene kadar bağırması ve hayvani iç güdüler ile kendisinden daha rütbeli birisine sarılmaya kalkmasını başka bir şekilde açıklayamıyorum. Gariplikler diğer bölümlerde de devam ediyor. Hikayenin girift yapısı ve insanların birbirine çok yakın oluşu nedeniyle sürekli bir nefes kesilmesi halinde kalıyorsunuz. Hank’in daima çevrelerinde oluşu fakat dizideki ha yakaladım ha yakalandım havası insanı çıldırtan bir hale itiyor. Karnınızda sürekli bir sancıma başlıyor. Aynı anda hem Walter, hem Jesse hem de Hank oluyorsunuz. Bu üç adam kendi dünyalarında yolculuk yapmak zorunda olan adamlar olarak karşımıza çıkıyor. Jesse en başından bulunduğu ortamı terk etmiş, kendi yolunu pişirerek çizmeye çalışan bir adam. Karmaşalar içerisinde bir ruh. Hem çok duygusal hem de oldukça kibirli. Walter, kötü ile iyi arasında arafta kalmış bir adam. Fakat ikinci sezonde tanık olduğumuz portre Walter’ın artık “kötü” olarak kabul edilen tarafa daha da yatkınlaşmaya başladığı. Kendi kendine gerçekleştirdiği sorgular, gerçeklerden kaçmak için söylediği yalanlar ve diğer her şey Walter’ın en büyük arafının simgesi. Hank ise diğerlerinden farklı bir adam. Kas kuvveti ile beyin gücünün birleştiği fakat handikaplara sahip bir insan. El Paso’da yaşadıklarından sonra akıl ve vücut sağlığının doğru orantıda gitmediği bir adam. Çok kuvvetli görünmeye çalışıp bazen savunmasız kalmanın, tam da o anda birileri tarafından vurulmanın ne demek olduğunu gören adam.

Ve her açıdan ahlak gurusu olarak gezinmeyi kabul etmiş Skyler. Skyler benim için en zorba karakterlerden bir tanesi. Tüm yaşananlara tek bir pencereden bakmayı kabul ediyor. Kardeşinin kleptomanisine karşı takındığı tavır, Walter’dan intikam alma biçimi, kendi çocuğuna karşı guru olmasına rağmen yerine getiremediği sorumlulukları ve tüm bunlara aslında bir kadın olarak katlanamayışı. Skyler bir yandan kadınların duyarlı ve daima doğruyu, ortaya bulma çabalarının eseri. Bir yandan ise yine aynı kadın bünyesi ile çelişkilerin içinde varlığını sürdürüyor.

Bu sezonda yeni tanıştığımız bir karakter daha var. Skyler’dan daha zorba ve hırslı: Jane. Temizlenme döneminde olan Jane Jesse’nin farklı bir adam olmasındaki en büyük etken haline geliyor. Jesse’nin tamamen duygusal yanını ortaya çıkaran Jane katalizör görevi görüyor. Bir tepkimeye giriyor, değişikliklere neden oluyor fakat kendisi olduğu gibi çıkıyor. Jesse’nin ilk ve ikinci sezonda tanıdığımız adamdan çok daha farklı, duygusal, hırslı ve üşütük olmasının nedeni haline geliyor. Jesse’nin ruh eşi olarak görüyoruz ilk başta onu. İkisi de çiziyor, ikisi de güzeller fakat sonrasında Jane’in çabuk değişebilen fikirlerine tanık oluyoruz. Var olan gerçekleri yadsıması, işine geldiği gibi davranması ve kendi kurallarını koyması. Daha fazla spoiler vermeyeceğim bu kız önemli.

7. bölümün başında şarkı söyleyen elemanlar bizlere yeni birilerini tanıtıyorlar. Bu açıdan bölümlerin ileriki bölümler ile doğrudan bağlantısını da görmüş oluyoruz. Üçüncü sezonda göreceğimiz olaylar için ikinci sezondan bir gönderme yapılıyor. Tabii ki bu bir spoiler değil fakat karakterleri işin içine sokma açısından Vince düşünceli davranıyor. Aniden birilerini çıkarmak yerine yan karakterleri -ki bu karakterlerin ana karakterler için oldukça önemli olacağını da açıkça söyleyebiliriz- tanımış oluyoruz. Heisenberg’ün ününün tüm dünyaya yayıldığından bahsediyor şarkıda. Ayrıca Kartel’den de. Kartel ve sülalesini yakından tanıma fırsatı bulacağımızı muştulayan bu şarkının sonunda Walter’ın “hadi gidin bakalım evlerinize” demesini bekledim. 🙂 Şöyle bir tavuk kışlar gibi kovsaydı çok eyiydi.

Kilolarca meth yapmak için yola çıkan Jesse ile Walter’ın garip arkadaşlıklarına da şahit oluyoruz. Birbirleri ile hem uyumlu hem de bir o kadar uyumsuz olan bu iki adam hayatlarının araflarını maddi dünyada da yaşama devam ediyorlar. Spoiler alert -akünün bitişi nedeni ile ne ileri ne de geriye gidebiliyorlar. Walter’ın en büyük itirafı, kabullenişi burada geliyor. Ben bunu hak ediyorum diyerek kabullenmişliğini ifşa ediyor. Kocaman bir çölün ortasında aynı Lost gibi  kalıyorlar. Nereye gitseler çayır, gitmeseler ölüm. Gitseler yolda ölüm.- spoiler gider. Sadece ruhi durumları zorlamış olmuyor karakterleri, materyal etkenler de karakterleri üzerindeki değişimi hızlandırıyor.

Ve sezon ilerledikçe işin içine Saul Goodman “her noktayı kurtarır abi” ve büyük adamlar giriyor. Tabii biraz da ihanet. Spoiler gençler bu paragraf bitene kadar uzaklaşın, – Skyler’ın hafiften yeni işindeki Ted’e yaltaklanması ile birlikte birkaç gün sonra  “Ay ben boşluktayaaam” diye adamla yatması bir oluyor. Garip bir şekilde bunun gerçekleşmesini de istiyorsunuz fakat karşıda hiçbir aldatma gözetmeden parasını sırf ailesi için biriktirmeye çalışan bir adam var. Tabii ki onun artık eski Walter olduğunu söyleyemeyiz. Söyleyemiyoruz çünkü toplum kabul ettiği kötülük ve iyilik normları bir kere kişinin içinde yeşermeye başladıysa her şeyin gerisi geliyor. Bir süre sonra Walter paraya ihtiyacı olmadığı halde bu işi yapmaya devam ediyor. Karısını aldatmadan. Garip insan dürtüleri ile Skyler’ın yeni bir hayata girmeye çalışması, eski hayatından kaçarak güvenli bir limana sığınması göze çarpıyor. Tabii sevişmek zorunda da değilsin ablacım. Yapma lütfen. Ve tabii ki 17 kilo methi satacakları büyük abiler. Bu abinin kim olduğunu ve neler yapabileceğini üçüncü sezonda çok daha iyi görüyoruz. Burada karakter hakkında değil işin büyümesi ile birlikte artan sorumluluklardan bahsetmek istiyorum. Kendi çevresinde geliştiği sürece problem olmayan şeyler büyük alanda, tam o satranç tahtasında karmaşıklaşıveriyor. Eğer acemi iseniz tek hamlede yeniliyor ve karşı tarafın istediği pozisyona geliyorsunuz. – geri gelebilirsiniz.

Jane karakteri sezonun sonuna doğru en büyük atışını yapıyor ve tüm hikayenin çok farklı bir noktaya gitmesine neden oluyor. İşte tam burada aslında Jane’in sıradan bir insan olduğunu anlıyoruz. Hırsları doğrultusunda hareket eden, toplum tarafından eğitilmeye çalışılsa da aslından vazgeçmeyen bir karakter. Biliyoruz ki insanlar ne kadar çok değiştiklerini iddia ederlerse etsinler, değişmezler. Jane bunun ayaklı kanıtı oluyor. Paralar karşısında kendisini kaybedip demir yolunun rayını çevirince, ikinci sezon güçlü bir son ile bitiyor.

-Hangi telefon?

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com.

Vazgeç
Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası