• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: almanya

Yapmak Zorunda Olanların Filmi: M

18 Perşembe Tem 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

1931 movie, almanya, attila ilhan, berlin, citizine kane, fritz ling, hollywood, m movie, mörder, murderer, psikoloji, sembolism, sinema tarihi, sosyoloji, toplum bilimi


m-1080p

Eski yapım filmleri izlemek zannediyorum ki çoğumuz için zorlu bir durumdur. İlk olarak Hollywood’un o rengârenk dünyasından uzak, siyah beyazdır. Film bittikten sonra “indirip” dinlemelik film müzikleri de yoktur çok fazla. Üstüne üstlük bant sesleri, garip bir cızırtı ve senkronize edilememiş ses ve görüntü vardır. Eski filmlere dair ilk anda aklımıza gelen ve bizim hevesimizi kıran noktalar bunlardır ancak sessiz sinema döneminden sesliye geçişte ortaya çıkarılan başyapıtlar bugünkü sinema tarihini yeniden yaratmıştır.

M filmi, 1931 yapımı Fritz Lang filmi. 1931 yapımı olduğunu ilk öğrendiğimde nasıl bir şeyler karşılaşacağımdan çok emin değildim ancak film sona erdiğinde pek çok izlediğim film de artık tamamlanmış hale geldi. Bazen yapbozun eksik bir parçası kaldığını hissedersiniz bir filmi izlediğinizde. Daha fazla film izleyip bu açığı kapatmak ister, aktörlerin hangi filmlerde olduğunu bulmak için çabalar hatta bazen aklınıza gelmeyince filmi durdurur internetten bakarsınız. İşte M de tam bu etkiyi yaratan bir film. Onu izlerken pek çok film aklınıza geliyor ve sinema kültürünüzün artık daha iyi şekillendiğini hissediyorsunuz.

Almanya’nın Berlin kentinde geçen bir cinayet hikâyesidir M. Küçük çocukların art arda ortadan kaybolup öldürülmesi üzerine –kellesine- ödül konulan bir cani vardır. Çocuklar artık sokaklarda rahat hareket edemez, annelerin yürekli daima ağızlarındadır. Hikâye ilerledikçe kafamızda katilin kim olduğu oluşmaya başlar. Bu sırada Berlin polisi ve Berlin suç çetesi katili yakalamak adına çalışmalara başlarlar. Son kurban Elsie Beckmann’ın ölümü bir kâbus gibi çöker Berlin’in üstüne. Herkes birbirinden kuşkulanır ve ötekisini suçlamaya çalışır.

Hikâyenin ilerleyişi ve sonuna dair spoiler vermemek adına burada anlatımı sonlandırıp bir edebiyatçı gözü ile filmi incelemeye başlıyorum. Öncelikle gözüme ilk takılan noktada tabii ki de filmin ismi oluyor. Eğer filme dair hiçbir şey okumaz ve doğrudan izlemeye başlarsanız bu M harfinin ne sembolize ettiğini anlamak biraz süre alıyor. Hatta filmde nasıl geçeceğini de merak etmeye başlıyorsunuz. M harfi Almanca “mörder” yani katil kelimesinden geliyor. Film ilk çıktığından ismi “İçimizdeki Katil” imiş ancak Fritz Bey M harfini daha vurgulayıcı bir sembol olarak görmüş ki filmin ismini tek harfe çevirmiş.

Yıllar boyunca birbirinden farklı badireler atlatmış M. Yasaklanmış, sansürlenmiş, kaybolan parçaları toparlanmaya çalışılmış ve son olarak 2000 yılında son haline getirilmiş. Bu filme dair en çok dikkat çekici nokta belki de filmin aslında Düsseldorf Vampiri denilen Peter Kürten’den etkilenmiş olması ancak Fritz Lang’in bunu asla kabul etmemesi.

En başında da söylediğim gibi eski filmlerin yarattıkları vizyon sayesinde tamamen gelişen ve günümüzdeki halini alan sinemaya pek çok ilkin girmesine de yardımcı olan bir film M. Herhangi bir karakterin müzik ile müstesna olmasını ilk olarak bu 1931 yapımı filmde görüyoruz. Katilin çocukları gördüğünde ve onları takip ederken ıslık çalması film karakteri ile müziği bir araya getiriyor. Bunun yanında aslında Citizen Kane ile önemli bir noktaya varıyor dediğimiz kamera bakış açıları M ile aslında 10 sene oldukça güzel hazırlanmış. Bir karakteri alttan çekip onu heybetli ve büyük göstermenin yanı sıra üstten çekip küçültmek, karakterlerin doğrudan kameraya bakarak konuşması, çift zamanlı olayların kamera açısı ile yansıtılması, camdan/aynadan çekim gibi birden farklı tekniği M’i izlerken görmek mümkün. Kıyaslama yapılması gerektiğinde Citizen Kane’i de bir kenara atamayız ancak 10 yıl önce 1931’de çekilmiş M’in hakkını M’e vermemiz gerekmekte.

Filmin bir diğer getirdiği yenilik korku filmlerinin olmazsa olmazı şarkı söyleyen çocuk, katilin yüzünü uzun süre görememe ve polisiye filmlere yol gösteren katilin takibini birden farklı şekilde gerçekleştirmek.

m-film-izle-m-movie

Bunların yanında yine filmin metinsel ve sembolik düzlemine geçtiğimizde bizi birbirinden farklı psikolojik ve sosyolojik çıkarım bekler. Öncelikle katilin bulunması için polis araştırmalara başlar ve uzunca bir süre tüm çöpleri ve çalıları aramasına dair hiçbir çıkarım yapamaz. Ellerinde zaten katil tarafından gönderilmiş olan bir mektup vardır ve maksimum bu mektup üzerinden parmak izi çıkarımı yapmak zorundalardır. Bu noktada katilin ait olduğu mensuptan kişiler –suçlular- katili bulmak için hazırlık yaparlar. Birisini sokaklarda hissettirmeden takip etmenin en kolay yolu dilencileri kullanmak olur. İşte suçlular da sistemlerini dilenciler üzerine kurarlar ve katili takip etmeye başlarlar. Polisin yetkisinin azlığı, yanlış noktalara enerji kanalize edişi gibi gerçekler o anda gözümüzün önüne gelir. Halk, istediği sürece daima bir şeyler yapmaya muktedirdir. Bunu anlamış oluruz.

Katilin kim olduğunu herkes merak eder ve bu sırada tüm şüpheli gözler sokaklarda küçük çocuklar ile konuşan adamlara döner. Artık Berlin sokakları tekinsizdir, kimse kimseye güvenmemektedir. En basit bir hatada ya da harekette dahi birbirlerini suçlamaya hazırdırlar. Sosyolojik açıdan incelendiğinde toplumların kızgınlıklarını nasıl ortaya çıkardıklarını, cinnetin bir topluma gelmesinin nasıl basit olabileceğini ve halkın kısa sürede örgütlenerek sorunu ortadan yok etmek adına elinden geleceğini görüyoruz. Bu kolektif yaşama içgüdüsü sayesinde toplum, bir arada kalabilir ve kendilerini dış etkenlerden koruyabilirler. Küçük kızların ölümü ve ailelerin ocaklarına düşen ateşlerin saflığı kocaman bir toplumu harekete geçirmeye yeter. O noktada hiç kimse “O benim çocuğum değildi.” diye düşünmez.

Aynı zamanda toplumlar kendi yargılarını kurmaya da hazırdırlar. Katili yargılamak için toplanan ve suçlulardan oluşan halk devletin işini iyi yapamadığının bir sembolü olması yanı sıra insanın kendi kurallarını kendisi koymasına da bir örnektir. Kendini yöneten insanları seçen, gerektiğinde bu insanlara karşı da ayaklanan halk, zamanı ve yeri geldiğinde kendi mahkemesini oluşturmaya ve karar vermeye de hazırdır. Peki, bu karar mercii ne kadar doğrudur? Elbette ki tartışmaya açık bir konudur ancak kızgın bir kalabalığı durdurmak ve bu yargılamayı sona erdirmek neredeyse imkânsız olacaktır.

Tüm bunların yanında bir de Fritz Lang’in özellikle üzerinde durduğu ve Peter Lorre’u şöhrete kavuşturan son sahne vardır ki tüm filmi anlamlı ve kemiklere işleyen bir film haline getirir. Katilin yaptığı açıklama dünya üzerinde rastlanabilecek en naif psikolojik açıklamadır. Bir katil kendini anlatmaya başlar, nasıl hissettiğini, neden bunu yaptığı ve neye maruz kaldığını. O anda yalnızca katile acımak ile kalmaz onun yerinde olsaydınız nasıl olurdunuz diye düşünmeye başlarsınız. Belki de gerçek bir yönetmenin yapması gereken en önemli şeyi yapmış olur Fritz Bey. Bize kendimizi bir katilin yerine koydurmayı başarmıştır. Artık kendimizi kızgın kalabalığa karşı savunmasız hissederiz.

Son olarak bahsetmek istediğim sahne katilin dilenciler tarafından anlaşıldığı ve peşine düşüldüğü sahnedir ki yüksek oranda spoiler içerdiği için üzerinde durmadan küçük bir bağlantı vererek ve akıllarda soru işareti bırakarak gidiyorum. Gözü dört açık bir devlet mi yoksa kör bir kayıkçı mı gördü cinayeti?

“cinayeti kör bir kayıkçı gördü

ben gördüm kulaklarım gördü

vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü

hiç biriniz orada yoktunuz”

Attila İlhan

M – Fritz Lang – Trailer

Anne Kafamda Bit Var!

30 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

1 mayıs, 80'ler, abdullah çatlı, alev alev, allah allah, almanya, anne kafamda bit var, apolitik toplum, bayram, cannes film festivali, darbe dönemi, dayak, gülşen bubikoğlu, hürriyet gazetesi, müjdat gezen, müjde ar, mısır çarşısı, pınar selek, taksim, tarık akan, tercüman gazetesi, yol, yılmaz güney


anne-kafamda-bit-var-tarik-akan

Kafamda Bit Var elime geçtiğinde onu bu kadar çabuk ve çok sevebileceğimi düşünmemiştim. Tarık Akan mı yazmış? Allah allah diye düşündüm önce. Biraz cahilliğimden olsa gerek. Sonra farkına vardım ki pek çok arkadaşım okumuş bu kitabı. İyi de yapmışlar.

Anı olduğu için rahat ve okunabilir bir kalem ile yazılmış. Aslında Tarık Akan’ın yazarlık deneyimi olduğunu düşünürsek sade ve akıcı olması onun en doğal hakkı. Bir de başından geçen zorlukları insanlara zor bir dille mi anlatsın?

Koca bir toplumun apolitik olmasına neden olan o önemli zamanlara gidiyoruz. 80’lerden sonra doğan her çocuğun siyasetten uzak tutulduğu, canları yanan anne babaların gözleri gibi baktıkları evlatlarını korumak için ellerinden geleni yaptığı. Sıkı yönetim zamanında, evden dışarı çıkma yasağı da varken Tarık Akan Almanya’da verdiği bir demeç yüzünden tutuklanır. Demeç Tercüman gazetesi tarafından çarpıtılarak yazıldığı için Almanya’dan döner dönmez havaalanında tutuklanır Tarık Akan. Elindeki bavulu Müjdat Gezen’e verir ve abisinin evini boşaltmasını istediğini söyler. Tutuklana Tarık Akan önce Türk polisinin egosu ile karşılaşacak ardından da bit  ve pire içerisinde uzunca bir süre geçirecektir.

Tarık Akan’ın bu süreçte başından geçen olaylar gerçeklerin küçük bir yansımasıdır. 80’ler döneminde gerçekleşen baskı ve baskın rejim nedeni ile sağ ve sol çatışması alev alev yanarken cezaevlerinde ve ıslahevlerinde işkence en çok başvurulan tekniklerden bir tanesidir. Kişiden kişiye değişmekle birlikte o anda akıllarına hangi işkence yöntemi gelirse onu uygulayan polis, copla ayak altına vurma, cinsel organdan elektrik verme, kırılan kemikler ile oynama ve tabii ki dayak voltranı ile kendi çaplarında ifade almışlardır. Bu dönemde yaşanan her olay akıllara durgunluk verecek seviyede korkunçtur aslında.

Kitabı okurken de hızlıca akıp gitmesinin en büyük nedenlerinden bir tanesidir bu. Bildiğiniz, aşina olduğunuz bir durum ile karşılaşıyorsunuz. Hazmetmesi güç olsa da yeni olmadığı için anlaşılabilir. Bir düşünsenize, en çok sevdiğiniz insanlar, ailenizdeki kişiler bir dönem geceleri dışarı çıkamadı, çıktıkları için dövüldü, bir görüşü savundukları için dövüldü ve hatta sırf bazı kesimler istiyor diye yalan ifade verdirilip o ifade verdirilene kadar eşek sudan gelinceye kadar dayak yedi.

Ne kadar acı ve ne kadar gerçek. Ne kadar Türkiye. Tarık Akan’ın cezaevinde karşılaştığı insanlar ise tam anlamı ile Memleketimden İnsan Manzaraları. Sağcı, solcu, doktor, kimyager, öğrenci, katil zanlısı, düşünce suçlusu ve niceleri. Haklı ya da haksız orada bulunarak bir rejimin kurbanları olanlar. Aslında fikirlerin ve örgütlerin kurbanları olanlar. Abdullah Çatlı’ya silahı veren adamın küçük kardeşi örneğin. Hangi şartlarda yetiştiriliyor da birisini öldürmek, sonunda ölümün olduğu bir eylem için kıvanç duyabiliyor? Ya da nasıl bir polis sırf hemşehrisi olduğunu öğrendiği tutukluya daha iyi davranabiliyor ve diğerlerine kan kusturuyor.

Burası Türkiye.

Burada eğer öğrenciyseniz polisler coplarını hazırlamıştır sizi kovalamak için. Okulunuzun içindedirler. Protesto ettiğinizde aniden müdahale ederler. Sivil polisle kaynıyordur okulun bahçesi.

Burası Türkiye.

Burada sırf bir takımı desteklediğiniz ve taraftarı olduğunuz için de dövülebilirsiniz polis tarafından. Hem de yine gaz bombaları ve tazyikli sularla. Kaçmaya çalışırken kayıp da olabilirsiniz.

Burası Türkiye.

Öğretmen, öğrenci, işçi ya da her neyse olarak aradığınız her hakkın kaba kuvvet ile geri döndüğü yerdir. Taksim Meydanı’dır 1 Mayıs’ta.

Burası Türkiye.

Çok sevdiğin ama kıskandığın için bir kadını da öldürebilirsin, öldürte de bilirsin. Öldürmek problem değil, önemli olan erilliğindir.

Burası Türkiye.

Yıllar önce öldürülen gazetecilerin davaları “delil yetersizliği”nden bırakılır, ancak delil yetersizliği ile salıverilmiş bilim insanları hapse atılabilir.

Burası Türkiye.

Daha saymamı ister misiniz? Ben saymaktan yorulsam da burası gerçekten Türkiye ve burada her facia sıradan… Çok sıradan.

Kabare! / Cabaret!

27 Pazar Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ 2 Yorum

Etiketler

1. dünya savaşı, 2009 yılı tiyatro, almanya, özge borak, berlin, cabaret, clifford, emcee, fritzie, hitler, istanbul büyükşehir belediyesi, joe masteroff, john harold kander, kabare, kit kat club, lüküs hayat, life is a cabaret, lulu, müzikal, money money, paris, politika, rosie, sally bowles, selçuk borak, sherlock holmes, tiyatro sahnesi, yaşar ne yaşar ne yaşamaz


kabare-istanbul-buyuk-sehir-belediyesi-tiyatro-sahnesi

2009 yılında üniversiteye yeni başladığımda kendimi sanata vereceğime dair söz vermiştim. Ardından art arda film izlemeye, tiyatrolara gitmeye başladım. Kabare de ilk kez o sene oynanmaya başlıyordu İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları’nda. Hemen biletimi aldım. Müzikal sevdiğimi Lüküs Hayat ve Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz ile anlamıştım.

Kabare ilk bakışta tamamen eğlence üzerine kurulmuş gibi görünen bir oyun. “Politikaya karşı eğlence, kavgaya karşı eğlence, savaşa karşı eğlence ve eğlenceye karşı yine eğlence.” I. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir buhran içerisinde bulunan Almanya’nın Berlin şehrinde geçen hikayede yaşananların acı yönleri gün yüzüne çıkarılırken zamanın  ideolojik düşünceleri de eğlence ile birlikte veriliyor. Kabare’yi ilk izlediğimde anladıklarım ile bugün izlediğim arasında oldukça fark var. Politikaya sağlam eleştirilerde bulunduğu algılasam da karakterlerin analizlerini şu anda daha rahat yapabiliyorum.

Joe Masteroff’un yazdığı, John Harold Kander’in müzikale çevirdiği eserin ana konusu bir kabare sanatçısı ile Amerikalı bir yazarın aşkıdır diyebiliriz. Bu aşk sürecinde Almanya’nın içinde bulunduğu korkunç çıkmaz da ustalıkla veriliyor.

Emcee (Mert Turak) konukları karşılıyor, tıpkı diğer Kabare’lerdeki gibi bize Kabare’de yer alacak kızları ve erkekleri tanıtmaya başlıyor. Rosie, Lulu, Frenchie, Texas, Fritzie, Helga, Juju, Bobby, Victor, Hans, Herman sırası ile bize tanıtılıyor. Hepsi kabareye özel kıyafetleri ile karşımızdalar her an dans etmeye. Ve dans başlıyor. Ardından Kabare’nin gülü Sally Bowles (Özge Borak) ve Clifford Bradshaw (Can Başak) ile tanışıyoruz. Şimdilik neredeyse her şey tamam.

Clifford daha iyi bir roman yazabilmek için Berlin’e kadar gelmiş bir adam. Kitabını bitirmek için yeni hikayelere ihtiyacı olduğunu biliyor. Berlin’e gidişi sırasında karşısına çıkan Ernst Ludwig sayesinde hayatının değişeceğini bilmiyor tabii ki. Ernst Ludwig Cliff’e kalabileceği ve gidebileceği yerlerden bahsediyor, onu kendi ülkesinde misafir etmeye hazırlanıyor. Cliff Kit Kat Club’u öğrenip de oraya gittiğinde Sally ile tanışmış oluyor.

Hikaye kısmını geçip Kabare’nin üzerinde durduğu ve vurguladığı noktalara gelmek bana daha cazip görünüyor. Eğer daha ayrıntılı anlatırsam belki gidebilme ihtimali olanlar için spoiler vermiş bile olabilir.

Yücel Erten’in yönetmenliğindeki oyuna bir dönem oyunu diyebiliriz. I. Dünya Savaşı’nın izlerini sarmaya çalışan halkın yanında Hitler’in prestij kazanmak için uğraşan orduları ve toplumu. Bu iki zıt etken bir noktada birleşiyorlar. Bu ikili zıtlığın en iyi anlatılabileceği yer olan Berlin’deyiz hikayede.

Sokaklarda yaşanan ölümler, kavgalar ve düşmanlıkların dışında insanlar kendi acılarını eğlence ile unutmaya çalışıyorlar. Sally her akşam yüzlerce kişinin gerçekten kaçtığı nokta oluyor. Cliff ise bir yazar olarak kendi sorumluluklarının daha farkında olan bir adam. İçinde bulunduğu ortamı yazar gözü ile değerlendirebilen, kişileri analiz edebilen birisi. Şarkılar söyleniyor, oyunlar oynanıyor, kadınlar ve erkekler Berlin’in iki yüzünü de görmeye başlıyor.

Vazgeçilmez olduğunu düşünen Sally iş yerinden kovulduktan sonra gidebileceği tek yere Cliff’in yanına gidiyor. Bu süreçte her şey ikisi için de hem zor hem de kolay bir hal alıyor. Normalde içinde bulundukları eğlence hayatı tamamen politikadan uzak olduğu ve bu hayatın içinde bulunanların da politika ile uzaktan yakından alakası olmadığı için Sally rahatça: Yani politika falan mı? Ama bunun bizimle ne alakası var ki diye sorabiliyor.

Nazilerin güçlenmeye başladığı zamanda artık Yahudilerin kendilerini güvende hissedebilmesi ihtimali de ortadan kalkıyor. Kit Kat kızlarının Hitler askerleri olarak  sahneye girip camı taşladıklarında kollarındaki kırmızı bant ile üzerlerine düşen kırmızı ışık verilmek istenen şiddeti gözler önüne sermiş oluyor.

Politikanın kirli işleri “Paris’ten biraz çorap ve parfüm” olarak değerlendirip insanları kullanmak amacı ile rahatça manipüle edilebiliyor. Cliff zor durumda kaldığında karşı olacağını bildiği bir görüş için yardımda bile bulunmuş oluyor. Bu sırada Sally için hiçbir değişiklik söz konusu değil. O hayatını dans etmek ve para kazanmak üzerine kurmuş hissediyor. Eğer Amerika’ya Cliff ile dönerse orada Berlin’de olduğu kadar rahat olamayacağını, aynı şekilde karşılanmayacağını biliyor.

Tüm bunların yanında savaş ve açlıktan ziyade insanı en çok yok etmeye çalışan şeyin para olduğunun da üzerinde duruluyor. Oyun boyunca herkes farklı şekillerde paranın peşinde koşuyor. Cliff yazarak ve kaçakçılık yaparak para kazanmaya çalışıyor, Sally erkekler ile yatarak ve Kabare’de şarkı söyleyerek. Fraulein Schneider sahip olduğu odaları birilerine satarak ve sırf bunu devam ettirebilmek için geleceğini bir kenara koyarak paranın peşinden koşmuş oluyor. Odaların bir tanesinde kalan genç Alman kız ise denizciler ile birlikte olarak onlardan para almanın peşinden gidiyor.

Şehir tiyatrolarında şimdiye kadar kötü bir oyunculuk ile karşılaşmadığımı özellikle belirtmek istiyorum. Geçen hafta gittiğim Sherlock Holmes’te daha çok canım sıkılmıştı hatta. Tamamen kararan sahne, kimseye göstermeden değişen dekor ve küçük alan. Buna karşılık şehir tiyatrolarında geniş sahne, geniş alan, sizi izleyici olarak kabul eden bir sistem var. Kabare hem şarkıları hem de hikayesi ile bizi mest eden bir oyun oldu.

Son olarak arkadaşım Buğra Batuhan Berah sırf bu oyun için güpgüzel bir ilüstrasyon çalışması hazırladı ve beni duvara çiviledi. Çok teşekkürler kuzucuk, blog artık çok daha güzel!

batuhan bugra berah kabare

Şarkıları da yazayım da madem buralardan ulaşabilsin tiyatroseverler.

Money Money 

Parayla döner dünya

Döner dünya

Dünya onunla döner.

Ya mark, ya yen, ya pound, ya dolar

Dünyayı döndürür bunlar

Şıngır mıngır pullar

Dünyayı kurgular.

Para para para para

Eğer çok paran varsa

Cozutmak istersin

Kaçamak yapması da

Çok kolay.

Eğer çok paran varsa

Arkadaş bulmak kolay

Zili çal “ting-e-ling”

Gelsin uşak.

Eğer çok paran varsa

Kaçmışsa sevgilin

Terk edip seni

Sakın ağlama

Sızlama,

Taksi çağır bin ve git

Sevgili seçmeye kendine

Üç direkli yatında.

Parayla döner dünya

Kesin olan şey şu

Sıç yoksulluğa.

Para para para para

Eğer yoksa hiç kömür sobanda

Donmuşsan soğuktan

Rüzgardan ve ayazdan

Kışlık pabuç yoksa ayağında

Eskimişse palton

Zayıflamışsan

Biraz güç almak için gidersin papaza

Sonsuz aşkı anlatıp durur sana

Ama açlık gelince kapına.

Tak ta tak tak ta tak

–          Kim o?

–          Açlık!

–          Oo açlık!

Bak, aşk nasıl kaçar… çünkü

Parayla döner dünya

O şıngır mıngır ses

Para para para para

Biraz al, biraz al.

Para para para para

Ya mark ya yen ya pound ya dolar

Şıngır mıngır şıngır mıngır

Dünyayı yönetir para…

Life Is A Cabaret

Yalnız kalmanın neresi iyi

Gel de müzik dinle

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye.

Bırak kitabı, dikiş nakışı

Hazır ol tatile

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye

Gel şarap tat

Müzik dinle

Gel çığlık at

Gel kutlamaya

Coşmaya

Hazırdır insan.

Kötü habere hiç izin verme

Keyfini asla bozma.

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye.

Elsie adlı bir arkadaşım vardı

Chelsea’deki odamız pis ve dardı.

Utangaç desen hemen alınırdı

Aslına bakarsan, saatlik kiralanırdı.

Üşüştüler ölünce dört bir taraftan:

“İşte zıbardı içkiden ve haptan”

Yatıyordu bir kraliçe gibi

Görebildiğim en mutlu cesetti.

Ne zaman Elsie aklıma gelse

Söylediği sözü hatırlarım yine:

Yalnız kalmanın neresi iyi

Gel de müzik dinle

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye.

Bana göre, bana göre

Bu kararın yeri ta Chelsea.

Ölürsem örneğimden Elsie.

Hadi kabul et

Beşikten mezara

Zamanımız kısa

Hayat bir kabare dostum

Sadece kabare dostum

Ve tek aşkım kabare!

Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde Tezer Öznur Olmak

02 Pazartesi Nis 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

almanya, çocukluğun soğuk geceleri, öznur doğan, delilik, elektro şok, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, tezer özlü, yaşamın sonuna yolculuk


Kitabın sayfasını kapadığımda böylesine bir hayatla karşılaşacağımı bilmiyordum. İnsanın arkadaşlarının “Deli o, yakalayın!” diye bağırabileceğini bilmiyordum mesela. Bir doktorun daima hastasından istifade etme isteğini hayal edebiliyordum da elektrik şoku verirken dolguların titrediğini tahayyül bile edemezdim.

İçimin donduğunu hissettim. Guguk Kuşu sendin belki de. Ve belki de Şef’le aynı durumdaydın. Konuşmamayı seçip sadece izlemek, Almanya ve başka ülkeleri yaşamayı beklemek Bir erkeğin sıcaklığını hissederek uyumayı tercih etmek.

Deliliğe yakılacak ağıtlar olduğunu biliyordum ama deliliğin bu kadar delicesine yaşatılmak istendiğini unutmuştum.  Çocukluğunun soğuk gecelerinin neden böyle soğuk olduğunu artık biliyordum, içim üşüyordu. Böyle donuk bakmakta haklıydın aslında, böylesine sakin.

Deli olmayı daha çok isteyip deli kalmaktan daha çok korktum bu sefer. Sıradan bir yaşantı değildi çünkü bu, elektro şokların başı ve sonu biliniyordu ama ortası asla.

Ben kendimi bazen hiç tatmamış olsam da o elektro şokların ortasında hissediyordum.

Zaman ilerlemekten vazgeçiyordu, sonsuzluğa düşen damla gibiydim.

Kitabın kapağını kapattığımda içim buz tutuyordu, otobüsün demirini tutan elim ise çoktan parçalanmıştı.

Tezer Özlü’den Kalanlar

26 Pazartesi Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aile, almanya, anadolu, öznur doğan, berlin, kalanlar, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, leyla erbil, maroia, oznurdogan.com, tezer özlü, yaşamın sonuna yolculuk, İstanbul


Ve bazı kadınlar ölene kadar güzeldir. Ruhları o kadar yakındır ki doğaya, bir yudum ölüm ister. Ölmeden rahatlayamayan kadınlar vardır içimizde ve bu kadınlar hep daha da güzeldir.

Tezer Özlü ile tanışmam çok eski bir vakte gitmiyor. Herkesi kaçırmışlığım olduğu gibi ona da bir selam veremeden, yollarımız çakışamadan doğmuşum ben. Selamsız ve sabahsızlığım buradan geliyordur belki de. Çabuk vazgeçebiliyor oluşum en çok bundan geliyor belki. Çünkü vazgeçilmeyecek insanları hep kaçırdım ben. Onlar Almanya’ya doğru hareket ettiklerinde ya da Viyana’ya ya da Anadolu’ya, ben yoktum bile ortalarda. Selamsızlığım ve sabahsızlığım bundan geliyordur belki de.

Ve fakat bazı kadınlar ölene kadar güzeldir yani ölesiye güzeldir. Erken ölürler o yüzden. Zamansızlık kimseye yakışmaz da onlara yakışır işte. Ne yazmış kitaplarının arkasına; Tezer Özlü, Türk edebiyatının gamlı prensesi.

Gerçek bir prenses kadar narin, gülüşünde bin cam var sanki kırılmaya hazır. Gözlerindekiler bebek değil, çoktan büyümüşler. Gamlı bir de evet, cümleleri cümle cümle. Noktaları da adam akıllı nokta. Soru işareti ve ünlem arayanlar hep yanlış kapıda ararlar bu bağlamda. Tezer kullanmayacak kadar noktalıdır. Hayatın biteceğini bilir, ümit etmenin acıyı uzatacağını da.

Neden bu kadını yakın bildim kendime dersek? Şöyle bir geri gitmeniz yeterli olacaktır blogda. İkimiz de Cesare Pavese sevdalısıyız. Tezer, Cesare’ın peşinden gitmiş gezdiği otelleri gördüğü yerleri görebilmiş. Ben sadece okuyabildim Cesare’ı. Okudum da anlayabildim mi? Bir ay sonra okuduğumda farklı bir şey anlayacağımı bile bile baktım şiirlerine. En üste koydum şiirler arasında kitabını. Tezer de benim gibi en çok Cesare’ı seviyor. Bir de Kafka’yı. Bir de Dostoyevski’yi.

Kendimi nimetten sayıp ben kendimi Tezer’le eşleştirirken Tezer aslında benden milyonlarca adım ileride bulunuyor. Acının hayat üzerindeki en büyük gerçeklik olduğunu biliyor. Gerçekçi ve bilinçli yaklaşıyor hayata. En büyük mutluluğun acıdan geldiğini biliyor. Özdeki acıdan haberdar, doğarken ağlamanın ne demek olduğunu hatırlatıyor.

Tezer aslında biraz;

kirpi gibisin çocuk
her tarafın diken
kim elini uzatsa
delik deşik

üstelik sen de kan içindesin

Bense onu bu yüzden daha da çok kıskanıyorum. Kalanlar’da şöyle notları paylaşılıyor Tezer’in, benim seneler boyu yazamayacağım şeyler ve belki de hissedemeyeceğim. Duyguların gerçeğe ulaşmasının tek yolu benim için okumak ve anlamaya çalışmak. Bir bakımdan empati kurmak.

Gün gelir de böyle hissedebilirsem diye şimdiden not ediyor;

Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım. Çıldırmanın beni ne kadar ilgilendirdiğini biliyorum, bu yüzden onu kendi kafamda ve beynimde yaşamaya kalktım. Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirdim.

…

Çılgınlığın boyutları yok. Sallanan, boyutsuz bir boşluk. Orada daha yüksek, daha geniş, daha derin algılanıyor, boyut yok. 

…

Yaşamımın annemin ve babamın yaşamıyla bir ilintisi olduğunu düşünmüyorum. Bir ana ve babadan olma değilim. Bir yaban otu gibi Anadolu yaylasında bittim. Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım. 

…

İşte böyle benim Tezer’le cümlelere kavuşmam. Sözler bitiyor Tezer’den sonra. Öznur’un iki dönemi var bu blogta anlaşılan, bir Tezer’den Önce bir Tezer’den Sonra.

Blazer Ceketli Madonna

19 Pazar Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 5 Yorum

Etiketler

almanya, aşk, öznur doğan, erkek, hikaye, kadın, kürk mantolu madonna, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maria, maroia, oznurdogan.com, raif, sabahattin ali


Edebiyatta popülaritenin çok fazla karşısında durmam. Genel itibari ile fikrim “Ne olursa olsun, o kitaplar okunsun.”dur. Fakat dönemimizin popülarite anlayışı okuyup anlamak gibi bir çerçevede değil, “okumadan yorumlamak” minvalinde gelişiyor.

Böyle hiddetli bir giriş yapıyor olmamın nedeni Sabahattin Ali’nin hak ettiği değeri geç görüyor oluşu değil, görgüsüzlüğün görüşüne kavuşmasına az kalıyor oluşu.

En çok satanlar arasına giren Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam kitaplarına baktıkça hem üzülüyorum, hem seviniyorum, hem hırslanıyorum hem de gururlanıyorum. Bu kitaplar beni son bir senedir mahvediyor.

Kürk Mantolu Madonna son zamanlarda yeni yazılmış ve piyasaya bir “aşk” kitabı olarak çıksaymış ismi başlıktaki gibi olabilirmiş. Nasıl olsa bir popülerlik payı da buradan çıkarmış, blazer ceket giyen kadınlar kendilerini “Madonna”mızın yerine koyabilirmiş.

Her şeyden uzaklaşıp Ali’nin o naif üslubu,  geniş anlatımı, insanı umutlandırıp umutsuzluğa atan ters köşe tarafı kitabı bambaşka kılıyor.

Kürk Mantolu Madonna  bize aşkın evrenselliğini öğretiyor önce. Sonra aşk fikrinin aşık olunanın önüne geçebileceğini. Bir kadın için bir adamın gösterebileceği fedakarlıklardan, bir kadının bir adam uğruna her şeyini verebileceğine kadar özverinin her noktasını gözler önüne seriyor.

Raif bir tarafta, Maria bir tarafta, aşkları ve imkansızlıkları bir tarafta.

Sosyal baskı, içsel baskı ve aşkın baskısı bambaşka taraflarda.

Gidenler ve bekleyenler, bekletenler ve beklemekten usanmayanların olduğu bir “insan” hikayesi Kürk Mantolu Madonna. Sadece bir aşkı anlatmıyor çünkü. İnsanı anlatıyor, platonikçesine aşık olabilen, eşi için her şeyi göze alabilen, mesafelerin varlığında yorulan veya yorulmayan insanların hikayesi çünkü.

Çünkü biz kadınlar en çok Maria gibi arzulanmak istedik ve fakat çoğunda onun kadar sadık ve özverili olamadık.

Çünkü biz erkekler en çok Raif gibi aşık olabilmek istedik ve fakat çoğunda onun kadar güçlü ve bağlı kalamadık.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...