• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Tag Archives: kitap tanıtımı

Yağmur Hikayesi II

10 Cuma Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

anlam, öznur doğan, hikayesi, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, yağmur, yağmur hikayesi, yağmur serisi


Hayatın bir yerlerine, köşesine ya da berisine kendini yerleştirmek kolaydır. Bir adamsanız ve yağmur yapıyorsa, bir tente altında bulunan insanlara da uyum sağlarsınız kolayca. Ne olduğu ya da ne olması gerektiğini düşünmeden devam edersiniz. Birileri bir şeyler için ışık yaktığı zaman, siz durmazsınız. Doyumsuz olmak ile ilgisi var mıdır yok mudur soruları henüz burada yer alamayacak kadar sığdır. Bir hikaye yazarken insan ki yazmışlığı varsa daha önce, usturuplu yazar, kendi gibi yazar ama yok ise bir yetenek ya da bir istek, cümleler takipsizliği takip eder.

Adam öylece sokulmuştu insanların yanına, dört erkek, beş de kadın vardı tente altında. Fotoğraf çekmek isteyenler için güzel bir kareydi aslında. Vardır ki böyle bir düşünce, bir yalnızlık karesi gördüğümüz anda fotoğraflamak. En az bu düşünce adamın yanında duran kadın için de geçerliydi. Bir yerlerden bir hikayeye başlama isteği, kadın için gerekliydi. Adamın hikayesinin içinde nereye kadar yer alacağını bilmeden sayıklıyordu bir şeyler sessizce; “Sen, sen, sen”. Sayıklanabilecek kelimeler arasında anlamsız bir yeri vardı “sen” kelimesinin. Kimden bahsedildiği belli olmadan söylenen bu kelime, aslında açık bir anlam içeriyordu. Çok düşünmeye gerek olmadan bulunabilecek. Sen, çok anlama gelebilirdi elbet. Bir bebek, bir aşk, bir adam, bir kadın, bir öpüşme ya da sevişme. Sen diye nitelendirilebilecek her şey için kadın, düşünmeden sen diyordu.

Adam ise umursamazdı bu görüntü için. Kim bilir bir gün içinde kaç farklı manyak ile yüz yüze geldiğini hesaplama ihtiyacı duymamıştı. İnsanlar bunun için de ihtiyaç duymazlardı zaten, bir tente altında olabilecek şeyler arasında işte bu yüzden bu yoktu. Kadın dilince “sen” ile dökülüyordu baştan aşağı, bir yalnızlık ıslaklığı vardı teninde. Adam ise bir yangın yeriydi. Bir tezat vardı fotoğraf çekmek isteyenler için.
Adam kadına baktı. Bakması gerekiyordu bir şeylerin başlaması için. Ama bu bakış aslında bir “hiç”ti. Hiçbir şey başlamıyordu ve bu hikaye aslında yoktu. Kadın ona döndüğünde başlayacaktı her şey ve kadın ona döndü sakince.

Yağmur Hikayesi I

09 Perşembe Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

adam, algı, öznur doğan, hayat, hikaye, kadın, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, yağmur, yağmur hikayesi, yağmur serisi


Saat dilimlerinin nereyi ifade ettiği belli olmayan günlerden, birkaç kurutulmuş hikaye ile birkaç yalnızlık senfonisi vardır hayatta. Köşeyi döndüğü anda artık yalnız değildi adam. Üç bina öncesi başlayan bu takipsizlik, her an yakasındaydı. Obsesif kompulsif hikayelerini yanına alarak (filhakika kendisi de böyledir, midir?, ki?) o köşeden döndü. Köşe, yalnızca köşe olduğu zamanlar iyidir. Bir hayat başlatıp, bir hayat sonlandırdığında hiç de iyi denemez onun için. Mamafih, zaman ve tanımsızlık terimleri bir köşe oluşumuna engel olamaz. Adam işte tam o köşeden döndü hayata, elinde dosya kağıtları ile. Dosya kağıtları ki, hastaneden az önce verilmiş olan; %25 algı bozukluğu. Bu bozukluk, çoğu zaman işine yarasa da, çoğu zaman zorlaştırır hayatı. Bir sözcüğü, binlerce ifade ile ifade etme ifadesi gayet de ifadesizdir bu durumda. Bu dosya kağıdı, bir şeylerin yok oluşunun tasdiknamesidir.

Bir yetenek, bir anı, bir hayat daha.

Köşeden döndü adam, artık dönmeliydi ve olası yağmur hikayelerinin geçtiği günde, değil bardaktan boşalırcasına, çiseleyerek yağıyordu yağmur. Dönmesi ile soluna ki bu sol duygusuzluğa başladığı soldur, hissizliğe ve algı bozukluğuna; bir kaç kişi gördü bir tente altında. Usulca yanlarına geldi, geldi de bilinçsiz bir hal vardır kendisinde. Bir şeyler yapma isteği değildi bunu yaptıran, hayatın akışına kendisini bırakıp, onlarla akmaktı isteği. Ve aktı da güzelce velev ki, bu çoğu oluşun başlangıcıydı.

Düzen’e Karşı Medea ve Antigone

09 Perşembe Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

antigone, civilization, creon, düzen, euripides, feminism, kaos, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, medea, nature, oznurdogan.com, sophocles


Euripides’in Medea’sını ve Sophocles’in Antigone’sini asi, güçlü ve inatçı kadınlar olarak görürüz. Bu görüntü belki de bizim görebileceğimiz ilk kadın başkaldırı görüntüsüdür. Euripides’in Medea’sında, Medea’yı daha güzel bir kadın ve daha yüksek bir makam için terk eden Jason’dan intikam almaya karar veren bir kadına tanık oluruz. Eski kocasından öylesine güçlü bir intikam almalı, onu öyle bir cezalandırmalıdır ki kocası bu ceza ve azap yerine ölmüş olmayı tercih etmelidir. Ve Medea daha onun için gözünü kırpmadan kardeşini öldürdüğü Jason’dan alacağı intikam için Jason’un yeni karısı, karısının babası ve Jason’dan olan iki çocuğunu öldürür.

Sophocles’in Antigone’sinde ise kardeşine yapılan haksızlığa göğüs geren ve bu yolda ölmeyi dahi göze alabilen bir kız kardeş görürüz. Kardeşinin öldükten sonra açık bırakılan mezarını kapatmak istediği ve kapattığı için dönemin kralı (dayısı Creon) tarafından ölüm cezasına çarptırılan, infazdan önce halkın tepkisini alan kralın fikrini değiştirmesiyle cezası hafifletilen fakat bu süre içerisinde kendisini asan bir kahramandır.

İşte bu kadınlar Düzen’e ilk başkaldıran kadınlardır. Tarihin ilk feministleri de diyebiliriz aslında. Kaos’un çocukları Düzen’e karşı savaş açıyor ve kazanıyorlar. Medea kocasının onu terk etmesine karşı koyduğu için ülkesinden sürülüyor, Antigone kardeşine yardım ettiği için ölüm cezasına çarptırılıyor. Yani Tanrı’nın çocuklarını, Adem ve Havva’yı, Bahçe’sinden kovması gibi, Adem ve Havva’nın “Yapma!” denileni yaptığı için cezalandırılması gibi.

Medea ve Antigone’de işin içine bir de Atina’nın katı “Erkek” kuralları, kadınların vatandaştan dahi sayılmayışları, var oldukları kadarıyla ise sadece ya tecavüze uğradıkları ya da köle olarak kullanıldıkları, her zaman için ezilmeye ve yok olmaya mahkum Atina kadınları giriyor. Böyle bir dönemde Medea’nın kocasına, ve tanrılara; Antigone’nin devlete ve yine tanrılara başkaldırıyor olması kahramanlara Atina kadınlarından çok daha farklı bir boyut kazandırıyor.

Bir Gürcü prensesi (Medea) ve kör bir kralın kızı (Antigone) onlara o zamana kadar dayatılan ve öğretilen, yapmaları beklenen ve istenen her şeye karşı çıkıyorlar. Antigone siyasal baskıya, özünde hepsi tek bir yerde toplansa da Medea erkek baskısına karşı çıkıyor. Bütün bunlar Düzen’de toplanıyor. Düzen kendi içinde olmayan her şeyi ötekileştirmeye ve cezalandırmaya hazır bir şekilde izliyor, takip ediyor ve yok etmeye çalışıyor. Öteki olarak söylediği ve söyleyebileceği her şeye “Kaos” adını veriyor. “Boşluk” anlamını verdiği Kaos’a korktuğu ve karışmak istemediği her şeyi atıyor. Boşluk’a; kadın, şeytan, cinsellik, duygu, sanat, sanatçı, delilik, doğa, eşitlik, belirsizlik ve daha nicesini atıyor. Medea ve Antigone’nin içinde taşıdığı her şey kısacası.

İkisi de Kaos’a ait tamamen; ikisi de kadın, ikisi de bu yüzden Şeytan olarak addediliyor. Onların fikirleri ve yaptığı şeyler Şeytanca olarak dile getiriliyor. Kendi duyguları ve düşüncelerini doğru kabul bunlar adına ölmek ve öldürmeye razılar ayrıca. Düzen’in ötelediği “his”leri için savaşıyorlar. Ve sanatçılar aslında, Medea’nın büyüler sihirler yapışı, doğayı kullanıp yeni bir şeyler üretişi hatta yaratışı bir sanatçının pek çok şeyi bir araya getirip bir sanat eseri sunuşu gibi. Delilik, onlara ait olan. Onlara kendi hikayelerinde yardımcı olan olgu. Medea’ya duyduğumuz sempatide belki de duraksama yaratan çocuklarını dahi öldürebilme deliliği ve Antigone’ye kahraman özelliği kazandıran kendini öldürme deliliği, Düzen’in tamamen dışladığı boyutuyla. Tabii ki eşitliği unutmamak gerekiyor. Kardeşinin gömülüşü “eşit” olsun diye kendisini feda edebilen bir kadın.

Bu iki kadın da düşünceleri için sapasağlam ayakta duruyorlar, var olup olabilecek tüm otoritelere karşı direniyorlar. Ülke tamamen erkekler tarafından yönetiliyorken erkek egemenliğine karşı çıkıp kendi kurallarını ve otoritelerini kendileri yaratıyorlar. Sadece devlet otoritesine de değil kendi kaderlerine kendileri yön verdikleri, kendi kuralları ile öldürüp öldükleri için aynı zamanda en baskın otorite olan din otoritesi yani tanrılara da karşı çıkmış oluyorlar. Kadın oldukları için yani “öteki” cinsiyet oldukları için “erkek”lere daha doğduklarında karşı çıkmış oluyorlar. Deliliğe yaklaştırkları için aklı, baska yasa ve kuralı da reddediyorlar.

Düzen’e sırtlarını çevirip Kaos’u kucaklayan bu kadınlar aslında zamanlarının ötesinde hareket etmiş oluyor. 20. yy’da başlayan Feminizm akımının tohumlarını tarihten öncesinde atıyorlar, Dünya’nın neredeyse yeni kurulan düzenine daha o zaman başkaldırıp çok daha ilerisini görerek hareket ediyorlar. Zamanımızın gelişmiş ve tamamen medeni yapısının içinde aslında neleri barındırdığımızı, neleri ortaya çıkarmak istemediğimizi gösteriyorlar. Bize içimizdeki Kaos’u, bizi alt etmeye çalışan Düzen’i gösterip belki de göz kırpıyorlar sizin de yapabileceğiniz bir şeyler var diye. “Belki sonunda daha önce hissettiğiniz acıdan daha fazlasını hissedecek olacaksınız, ya da sonunda ölecek dahi olabilirsiniz fakat hareket etmiş olmanın ve bir kere olsun size sunulan bir şeyi reddetmiş olmanın hazzını yaşayın.” diyorlar.

Medea ve Antigone varoluşumuza ayna tutuyorlar, nelere içimizde barındırıp yok saydığımızı bize bir bir gösteriyorlar.

Basında Organik Ürünler

09 Perşembe Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, basın, devlet, gazete, kitap, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kuruluş, maroia, oznurdogan.com, televizyon, yayın


BAS/AMAY/IN E Mİ!
“Türkiye gazete okur, yanındaki okuduğu sürece.” diye bir söz vardır, severim bu sözü. Çok da doğrudur çünkü. Bir otobüste görebileceğimiz en
sıradan tablolardan birisidir bu. Birisi gazeteyi okur, diğer yolcu ile gözlerini
belertmiş gazeteyi bilmem kaç derecelik bir açıyla yandan yandan okumaya çalışır;
okuyabildiğini okur, okuyamadığı kısmı da sallar gider kafasından.
Velhasılkelam, insan her yerde insan, huy her yerde aynı şekilde vuku buluyor. Basın dediğimiz iş kolunda da bu “okuyabildiğini okuyan, okuyamadığını
sallayan” insanlardan çok fazla var. Yani bilgiyi edinebildiği kadarıyla bir şeyler
karalayan, kocaman başlıklar atan basın kuruluşları ve kuruluşlarda çalışan insanlar.
Öyle bir durum ki bu, ilk görevi tarafsız bir şekilde insanları
bilinçlendirme olan basın bu amacından saptıkça ortaya çıkan görüntü şaşırtıcı oluyor.

Bir basın kuruluşu, bir grup olarak ele alınıyor artık ülkemizde. Bu kurum ve kuruluşlar içlerinde “yarım” görüş veya “taraflı” bir bakış açısı bulunan kişilerin rahatça kuruluşları adı altında icraatlerde bulunmalarına izin veriyorlar.
Bu özellikli sorun, tarafsızlık olarak addedebileceğimiz, gerçek basın ilkesinden
uzaklaşıyor ve bizleri bir bakış açısına göre şekillendirmeye çalışıyor. Bir
bakıyorsunuz ki taraflar sadece birbirlerini suçluyor, karşı basın şirketinin
haberlerini yalanlıyor ya da yanlış yerlerini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bir nevi
pazar mantığı ile hareket ediliyor.

“Burada elma 4 lira” diyen bir pazarcıya yan taraftan bir itiraz geliyor, “Onun elmalarında kurt var o yüzden öyle, bizde de 4 lira ama tertemiz.” Ve başka taraftan bir ses daha yükseliyor, “4 liraya elma mı olurmuş, hepsi GDO’lu onların, bizde 5 lira ama en temizi bizde.” İnsanlar da bu en temizi olma durumuna kanıp belki de 5 liralık elmaya yöneliyorlar. Fakat ne buluyorlar?

İşte okuyucu ve ülke sınırlarındaki ergin her bireyin sorması gereken soru da
bu belki de. Elimize aldığımız bilgiler, okuduğumuz ve izlediğimiz, duyduğumuz ve
araştırdığımız konuların gerçekten GDO’suz olup olmadığı. Fakat bahsettiğim üzere
her kuruluş kendi elmasına mum sürüp üstünü parlatıyor, daha parlak daha da
güzel görünüyor her şey, kendi sahaları içerisinde üst seviyelerin ve denetleyici
kurumların izin verdiği sınırda bağırıyorlar, çağırıyorlar.
Türkiye’de basın, olması gereken noktanın gerisinde hareket
ediyor. Ve hatta kıvranıyor diyebiliriz. Devlet yayınları ve devlet kökenli kurumlar
tahmin edilebileceği üzere devlete dair tarafları mumluyor, devletle bir zamanlar
“yakın” daha sonra “ceza” yemiş kurum ve basın grupları kendi elmalarını
parlatırken diğer kuruluşlara kurt yolluyor. Devletin kendi bünyesi dahilinde dahi
olmayan insanlar tarafından devlette bir “yakini” olduğu için basın kurulusuna sahip
olan kişiler ise tahmin edebileceği gibi elmayı cam gibi parlatıyor, neredeyse kabuğu
kalmayana kadar. Diğer dini içerikli basın ve yayın kuruluşları da din
propagandasına basın işini karıştırıyorlar.
Elimize yüzümüze bulaştırıyoruz anlayabileceğimiz üzere bilgi aktarım işini.
En tarafsız dediğimiz kuruluşlar dahi bir taraf aslında. O yüzden kötünün iyisini,
elmanın en az GDO’lusunu seçmek sart.
Basında organik ürünler istiyoruz!

24.04.2010 17:24

Back to the Future

08 Çarşamba Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com


Sabah saat 9. Evimdeyim. Ev naftalin kokuyor. Hiç de böyle kokmaz normalde. Babaannem mi gelmiş bizde kalmış ben yokken diye düşündüm ama alakası yok.

Saat 10 güzel bir çay ve azıcık yemek. Kilo almışım vesselam toparlamak gerek.  Yolculuk yorucu geçmiş uyuklayıp uyanmaktan ne bir su içebilmişim ne bir çay.

Saat 11. Öznur dışarı çıkar. Akşam eve gelir. Kemikleri sızlar. Tatilden dönen insan neden çok yorgun olur? Sanırım 20 kilo kadar ağırlık taşıdım kendimle. Kollarım bacaklarım hep et kesiği. Bilir misiniz et kesiği ne demek?

Akşam olmuş evime gelmişim. Ellerim ile kollarım pek birbiri ile alakalı hareketlerde bulunmuyorlar.

Ev yine de huzur demek azizim. İnsanın hıphızlı bir araba ile kendine dönüşü gibi bir şey. Odasının kokusunu alışı, bıraktığı dağınıklığı bile buluşu hatta. Şimdi kendimi etrafa işeyerek yerini ve çapını belirlemiş aslan gibi hissediyorum.

Hoşgeldim kendi bölgeme.

Bir Karış İstanbul’da Üç Kuruş Aklım

07 Salı Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

ömer ayhan, öznur doğan, bir karış istanbul, gümülcine, içimizdeki şeytan, kitap, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, komotini, maroia, oznurdogan.com, sabahattin ali, yapı kredi yayınları, İstanbul


Daha dün gece yaklaşık 20 sayfası kalan Bir Karış İstanbul kitabını bitirdim. Ömer Ayhan yazmış. İlk defa denk geldim Ömer Ayhan’a. Önce Sadri Alışık selamı verdim sonra sayfalarını araladım. Yanlışlıkla duvara dayadığım ve hafiften rutubetle nemlendiği için üzüldüm. Üzülmedim değil.

Sonrası… Sonrası tam da damağımda kalan müthiş tat. Yenilere bakıyorum yeniler alıyorum. En çok eskilerle harmanyalabildiğim yenileri seviyorum. Romanı roman üzerine hikayeyi de hikaye üzerine katıyorum.

Ömer Ayhan’a başlayınca beynimde bağlantılar başlıyor çabucak Mine Söğüt’ün Deli Kadın Hikayeleri ile. Böyle vurucu böyle sağlamdı Mine Söğüt de.

Sanırım sıradan aşk polisiye vs tüm o diğer hikayelerden daha fazla seviyorum kısacık fakat çok şey anlatan yazıları.

Birkaç şiir de var öyle Göçebe mesela. Bir de Acaba.

Yazarların hayatlarını da vurucu bulduysam bir de keyfime diyecek yok.

Akşam 1 otobüsü ile Gümülcine’den İstanbul’a doğru hareket eden otobüste İçimizdeki Şeytan’a kaldığım yerden devam ediyor olacağım. Onu da hemen Darwinisme bağlıyorum fakat onu yeni bir sayfaya bırakıyorum.

Ps: Dangalak gibi çirkinleşen yazımı düzelttim. İtina ile güzel yazıyla geliyorum. Öptüm.

Öğrenmek son/suz/dur

06 Pazartesi Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

anne, çocuk, öznur doğan, öğrenmek, can, canan, fi tarihi, karpuz, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, İstanbul


Yanıma 6 kitap alıp 4ünü okuyarak dönmüş olacağım için sevinçliyim. Normalde tatile kitap götürür fakat hiçbirisini okuyamazdım. Kitapların dönemleri mi var insanların mı dönemleri var bilemiyorum ama bayağı başarılı sayılırım eski kat sayıma göre.

4 kitaptan 40 farklı şey öğreniyorum. Bunu biliyorum ama hayat da öğretici. Oldukça hem de.

Yarın akşam yola çıkacağım gece 2’de. Sabah 8’de İstanbul’dayım. Özlediğim şehir beni mi bekliyordu sanki? Hiç de alakası yok ama dönüyorum işte. Ben dönmeyi bekliyordum en azından. Şu an birazcık arada kalsam da bu konuda. Dur bakayım kendime yalan söylemeyi beceremiyor muyum acaba?

Ben öğrenmeyi seviyorum. Öğretmeyi de seviyor olsam gerekir ki minik kuzene ‘Atom-neymıç-kanka-bitanem’ demeyi çoktan öğrettim. Ama öğrendiğim üç beş sağlam şey var.

Birincisi bir anne çocuğunun bir kelimesi söyleyişi ile dünyanın en mutlu annesi olabilir. Bir kelimeyi söyleyemeyişi de en mutsuz annesi yapabilir onu.

İkincisi etrafta ters giden bir şeyler varsa daima dışarıdan olan ilk zan altında bırakılandır. Fi Tarihi’nde de Kabil’in ‘Siz dışarıdan geldiniz kesin Habil’i sizin öldürdüğünüzü düşünecekler.’ demesi gibi.

Üçüncüsü ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş hep kendi anneni daha fazla özlediğin. Arayıp arandığında musmutlu olduğun.

Dördüncüsü sevilen ile seven çok uzak mesafelerde de olsa canı sıkkınsa can ya da cananın diğerinin de canı sıkılır içi çömelir kafası kabarır.

Beşincisi de gökten bana hiç elma düşmüyor kafamda oyuk yok ama sağlam kafa var bende de karpuz gibi.

Çehov’un Martı’sı

01 Çarşamba Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

anton çehov, öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, martı, oznurdogan.com, yapı kredi yayınları


Simgeler alır simgeler satarım. Severim imgeleri ve simgeleri. Bir martının insan olabilişinini de severim bu yüzden.

Treplev vuruyor bir martı. Ben martıları vurmadım şimdiye kadar çünkü onun gibi kendimi de vurabilmeye açık değilim henüz. Martıları da beslemedim ama şimdiye kadar. Bir simiti on beş parçaya bölüp on beş farklı martıyı doyurmak değildi amacım da.

Bir tiyatro oyununu okumak farklı bir deneyim. Siz kendi karakterlerinizi kendiniz yerleştiriyorsunuz sahnenin her yerine. İstediğiniz gibi hareket ettiriyorsunuz saçlarına gözlerine renk veriyorsunuz. Bir de tiyatro yazmak üzerine bir tiyatroda işin meta oluşu daha çok vuruyor insanı.

Martı sadece Treplev değildi en başından beri. Martı herkesin yerine koymak istediği şeydi. Nina’nın sorunlu giden aktristliğiydi ya da Trigorin’in kendi ruhunu tüketişiydi.

Benim martım İstanbul’dan ayrılamayışım oldu kitabı kapattığımda. Sizin martınız neydi peki?

Gökyüzünden Görüntüler

31 Salı Oca 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, Cemal Süreya, Cesare Pavese, Ece Ayhan, Edip Cansever, Gökyüzü, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, Turgut Uyar, yunanistan, Yıldız, İstanbul


Turgut Uyar’ı göğe bakabildiği için seviyormuşum meğerse bilmeden. Her sene buraya geldiğimde İstanbul’un o yıldızsız gökyüzünden uzaklaşmış oluyordum. Gökyüzüne bakmak çok zevkliydi çünkü burada. Aradan seneler geçti. Benim Yunanistan tatillerim azaldı ama gökyüzünün yıldızlı hali hiç bitmedi.

Balık tutmak zevklidir. Kaçınız balık tuttu bilmiyorum ama geceleri oltaları sabitleyip ucuna da çan takıp balık beklemek ayrı güzeldir sahil boyunda. Yere serersiniz birkaç örtü. Böceklerden de korkmazsınız ilginç bir biçimde. Halbuki taşların arasındadır onlar da sanki rahatsız etmek istemezler sizi.

Tam da dalarsınız gökyüzüne. Venüs’ü çoktan görmüşsünüzdür de başka yıldızlara kendinizce isim verirsiniz. Bir çan sesi gelir. Mırmır çıkmıştır denizden. Mis gibi tertemiz deniz size bir armağan verir. Mırmır da mutlu mudur bilinmez halinden sakince çıkar iğneden.

İşte öyle akşamlarda o balıktan sonra gök hep daha parlak ve yıldızlı görünür. İstanbul’da tutsanız aynı balığı aynı yıldızı göremezseniz. Sayıyladır İstanbul’da yıldız. Adam başı hesabı. Üç mü düşer beş mi?

Ama dün akşam kafamı kaldırıp da buz gibi havada göğe baktım. Sayamadım yine bana düşen yıldızları çünkü yine fazlaydı yıldız sayısı. Bulut da yoktu görüşümü engelleyen.

Turgut Uyar’la birlikte göğe baktım dün. Bir de yanıma baktım ki Süreya da burada Pavese de. Cansever diğer yanımda bir de yanında Ayhan.

Böyle zenginlik kolay nasip olmaz. Sadece gök değil dört bir yan ışık saçıyor.

Kafka’dan Dönüşüm’üm

29 Pazar Oca 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 9 Yorum

Etiketler

Ölüm, öznur doğan, Böcek, Dönüşüm, Franz Kafka, Gregor Samsa, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com


Uzun zamandır ha okudum ha okuyacağımdı Dönüşüm benim için. Bazı kitapların voodooları olduğunu düşünüyorum bu yüzden. Benim Adım Kırmızı da öyleydi çünkü. Binlerce kez elime alıp başlayamamıştım. Ama zamanı var sanırım hepsinin.

Dönüşüm daha bugün bitti. O yüzden çok taze bütün fikirler aklımdaki. Gregor Sama olup uyanada bilirim sabaha yani.

Kafka’nın aklına düşüyorum öncelikle. Yani neden aklına geliyor bir böcek olarak doğabilme ihtimali bir sabaha. Ama sonra hatırlıyorum ki Kafka hep böyle. Biraz tozlu ve bulanık zihni. Belki de sabah uyandığı gördüğü kişi kendisiydi yatağında böcek olarak.

Hayatını pazarlamaya adamış bir adam. Hiçbir zaman kendisine vakit ayırmıyor ve ayırmamaktan zevk duyuyor aslında. Ve fakat sonu -dikkat spoiler içerir- kendi odasında ölü bulunmak oluyor.

Ailesi onun ölümünden memnun oluyor. Çünkü yük haline gelmeye başlamış birisi artık var olmasa da olur.

Şimdi düşünüyorum da kim bilir kaç kişi için yük kelimesini kullandı insanlık. Bir çoğu da ölüp gitmesini istedi bu yüklerin. Onları en çok seven kişiler bile. Gregor’un kardeşi en başta ona bakmayı kendisine iş edinse de evden uzaklaştırılması gerektiğini ilk söyleyen o oluyor mesela. Acı bir gerçek.

Hayat yeni böcekler üretiyor, insanlar bu böcekleri yok etmek için savaşıyor. Bazen bu böcekleri öldürerek kendileri böceğe dönüşüyorlar.

Kafka’nın zihnine girdim bugün. Pek çok *böcekli* rafta ellerimi gezdirdim. Bir böceğe dönüşmemek için kendime söz verdim. Yoksa beni en çok sevenler bile bencen çarçabuk kurtulacaklar. Korktum.

Benim Icin En Zor Sey

28 Cumartesi Oca 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 8 Yorum

Etiketler

öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, mis gibi yapmak, oznurdogan.com, pasaport, stres, yalan, yunanca, zor


Eski pasaportumu teslim edip yerine yenisini almak ici muraat etmeye gittik sabah dayimla beraber. Kapidan girmeden once dayim bana ” Nerede oturuyorsun derse Arsakieon de.” dedi. Tabii her sey kolay. Arsakeion demeye ne var fakat soru Yunanca gelecek ve tahminen birkac soru daha takip edecek ana soruyu. Ya Allah dedik girdik odaya. Kadinin ilk sordugu sey “Kizin yasi kac?” oldu. Tabii dayim da kendisine sorulacak bir soruyu beklemiyor. Aldi bizi bir yas krizi. 21 dedim isin icinden ciktik ama her sey o kadar kolay degil. Boy kac, gozleri ne renk derken hic de sorulmadi nerede oturuyor bu kiz diye.

O kadar olagan gorunmesine ragmen benim icin en zor sey bilmedigim halde biliyor gibi davranmak. Hani o karsinizdaki bir soru sordugunda anlamazsiniz da gulumser ve soru sormamis oldugunu umarsiniz ya o hesap.

Bakakaldim kadinin ardindan atamadim kendimi sorulara Yunanca zor vesselam.

Sonuc olarak yeni pasaport basvurumda bulundum tabii ki. Haftaya cuma hazir oluyormus kendileri. Gidip alacagim kabaksuratbiometrikfotografliciplisupersonikpasaportumu.

Kendime iyi bakiyorum, opuyorum.

Greetings from Greece

27 Cuma Oca 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, gümülcine, ipsala sınır kapısı, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, migros, oznurdogan.com, yunanistan


Geia sou.

Dün sabah 10’da yola çıktım efendiler, önce Türk gümrüğü sonra Yunan. Sonra 5.30 gibi kimsenin beklemediği bir eve gittim. Anneannem önce komşu kızı sandı beni. Yengemin ağzı takriben 4 karış açıkk kaldı, dayım uyku sersemiydi tepki bile veremedi.

Tüm gece boyunca buraya gelip minik iki tane veleti sevebileceğim diye heyecanlandım uyuyamadım. Geldiğim gibi de saplam öptüm ikisini de.

Sanırım bebek sevmek apayrı bir şey. En azından benim için bayağı güzel.

Hayat bu kadar güzelken sitem edeceğim iki nokta var:

Birincisi free shopa girip kendisini kaybeden dangalak yolcular. Ikincisi sebepsiz yere bekleten gümrük görevlileri.

Ah o yolcular. Kendilerini kaybedeler, 10 dakikalik alisveriş molasını 45 dakika yaparlar. Delirtirler. Hayır ülke içindeki fiyatla aynı fiyat bir fark yok yani. Madem birkaç bir şey alacaktın gitseydin Migros’a vs. alsaydın alacaklarını. Ama olmaz illa o free shopa girilecek ve yolcular itina ile bekletilecek. Olmuyor arkadaşlar birazcık dikkat lütfen. Saat 4’te varacağım yere siz ve gümrük memurları yüzünden 1.5 saat rötarla vardım.

Gelelim gümrük memurlarına. Ellerinde birkaç dosya ile dünyayı onlar yaratmıştır. Onu inceler bunu inceler hiçbir şey bulamaz yine inceler. Yersiz yere bavul açtırır. Sırf vakit kaybı olsun diye elinden gelen her şeyi yapar. Boyle de sinsi olunmaz ki. Zaman akıp gidiyor hızlıca biz de soğukta elimizin yüzümüzün çatladığı ile kalıyoruz.

Ben şimdiye kadar beklemediğim bir gümrükten geçiş sahnesi yaşamadım. Yaşacaksak ne ala. Güneşli gümrük günleri bekliyorum.

Ps: Fotoğrafta gördüğünüz fenerin yapımında dedem de görev almış. O yüzden havalıyım oldukça.

← Older posts
Newer posts →

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...