• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: lüküs hayat

Kabare! / Cabaret!

27 Pazar Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ 2 Yorum

Etiketler

1. dünya savaşı, 2009 yılı tiyatro, almanya, özge borak, berlin, cabaret, clifford, emcee, fritzie, hitler, istanbul büyükşehir belediyesi, joe masteroff, john harold kander, kabare, kit kat club, lüküs hayat, life is a cabaret, lulu, müzikal, money money, paris, politika, rosie, sally bowles, selçuk borak, sherlock holmes, tiyatro sahnesi, yaşar ne yaşar ne yaşamaz


kabare-istanbul-buyuk-sehir-belediyesi-tiyatro-sahnesi

2009 yılında üniversiteye yeni başladığımda kendimi sanata vereceğime dair söz vermiştim. Ardından art arda film izlemeye, tiyatrolara gitmeye başladım. Kabare de ilk kez o sene oynanmaya başlıyordu İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları’nda. Hemen biletimi aldım. Müzikal sevdiğimi Lüküs Hayat ve Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz ile anlamıştım.

Kabare ilk bakışta tamamen eğlence üzerine kurulmuş gibi görünen bir oyun. “Politikaya karşı eğlence, kavgaya karşı eğlence, savaşa karşı eğlence ve eğlenceye karşı yine eğlence.” I. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir buhran içerisinde bulunan Almanya’nın Berlin şehrinde geçen hikayede yaşananların acı yönleri gün yüzüne çıkarılırken zamanın  ideolojik düşünceleri de eğlence ile birlikte veriliyor. Kabare’yi ilk izlediğimde anladıklarım ile bugün izlediğim arasında oldukça fark var. Politikaya sağlam eleştirilerde bulunduğu algılasam da karakterlerin analizlerini şu anda daha rahat yapabiliyorum.

Joe Masteroff’un yazdığı, John Harold Kander’in müzikale çevirdiği eserin ana konusu bir kabare sanatçısı ile Amerikalı bir yazarın aşkıdır diyebiliriz. Bu aşk sürecinde Almanya’nın içinde bulunduğu korkunç çıkmaz da ustalıkla veriliyor.

Emcee (Mert Turak) konukları karşılıyor, tıpkı diğer Kabare’lerdeki gibi bize Kabare’de yer alacak kızları ve erkekleri tanıtmaya başlıyor. Rosie, Lulu, Frenchie, Texas, Fritzie, Helga, Juju, Bobby, Victor, Hans, Herman sırası ile bize tanıtılıyor. Hepsi kabareye özel kıyafetleri ile karşımızdalar her an dans etmeye. Ve dans başlıyor. Ardından Kabare’nin gülü Sally Bowles (Özge Borak) ve Clifford Bradshaw (Can Başak) ile tanışıyoruz. Şimdilik neredeyse her şey tamam.

Clifford daha iyi bir roman yazabilmek için Berlin’e kadar gelmiş bir adam. Kitabını bitirmek için yeni hikayelere ihtiyacı olduğunu biliyor. Berlin’e gidişi sırasında karşısına çıkan Ernst Ludwig sayesinde hayatının değişeceğini bilmiyor tabii ki. Ernst Ludwig Cliff’e kalabileceği ve gidebileceği yerlerden bahsediyor, onu kendi ülkesinde misafir etmeye hazırlanıyor. Cliff Kit Kat Club’u öğrenip de oraya gittiğinde Sally ile tanışmış oluyor.

Hikaye kısmını geçip Kabare’nin üzerinde durduğu ve vurguladığı noktalara gelmek bana daha cazip görünüyor. Eğer daha ayrıntılı anlatırsam belki gidebilme ihtimali olanlar için spoiler vermiş bile olabilir.

Yücel Erten’in yönetmenliğindeki oyuna bir dönem oyunu diyebiliriz. I. Dünya Savaşı’nın izlerini sarmaya çalışan halkın yanında Hitler’in prestij kazanmak için uğraşan orduları ve toplumu. Bu iki zıt etken bir noktada birleşiyorlar. Bu ikili zıtlığın en iyi anlatılabileceği yer olan Berlin’deyiz hikayede.

Sokaklarda yaşanan ölümler, kavgalar ve düşmanlıkların dışında insanlar kendi acılarını eğlence ile unutmaya çalışıyorlar. Sally her akşam yüzlerce kişinin gerçekten kaçtığı nokta oluyor. Cliff ise bir yazar olarak kendi sorumluluklarının daha farkında olan bir adam. İçinde bulunduğu ortamı yazar gözü ile değerlendirebilen, kişileri analiz edebilen birisi. Şarkılar söyleniyor, oyunlar oynanıyor, kadınlar ve erkekler Berlin’in iki yüzünü de görmeye başlıyor.

Vazgeçilmez olduğunu düşünen Sally iş yerinden kovulduktan sonra gidebileceği tek yere Cliff’in yanına gidiyor. Bu süreçte her şey ikisi için de hem zor hem de kolay bir hal alıyor. Normalde içinde bulundukları eğlence hayatı tamamen politikadan uzak olduğu ve bu hayatın içinde bulunanların da politika ile uzaktan yakından alakası olmadığı için Sally rahatça: Yani politika falan mı? Ama bunun bizimle ne alakası var ki diye sorabiliyor.

Nazilerin güçlenmeye başladığı zamanda artık Yahudilerin kendilerini güvende hissedebilmesi ihtimali de ortadan kalkıyor. Kit Kat kızlarının Hitler askerleri olarak  sahneye girip camı taşladıklarında kollarındaki kırmızı bant ile üzerlerine düşen kırmızı ışık verilmek istenen şiddeti gözler önüne sermiş oluyor.

Politikanın kirli işleri “Paris’ten biraz çorap ve parfüm” olarak değerlendirip insanları kullanmak amacı ile rahatça manipüle edilebiliyor. Cliff zor durumda kaldığında karşı olacağını bildiği bir görüş için yardımda bile bulunmuş oluyor. Bu sırada Sally için hiçbir değişiklik söz konusu değil. O hayatını dans etmek ve para kazanmak üzerine kurmuş hissediyor. Eğer Amerika’ya Cliff ile dönerse orada Berlin’de olduğu kadar rahat olamayacağını, aynı şekilde karşılanmayacağını biliyor.

Tüm bunların yanında savaş ve açlıktan ziyade insanı en çok yok etmeye çalışan şeyin para olduğunun da üzerinde duruluyor. Oyun boyunca herkes farklı şekillerde paranın peşinde koşuyor. Cliff yazarak ve kaçakçılık yaparak para kazanmaya çalışıyor, Sally erkekler ile yatarak ve Kabare’de şarkı söyleyerek. Fraulein Schneider sahip olduğu odaları birilerine satarak ve sırf bunu devam ettirebilmek için geleceğini bir kenara koyarak paranın peşinden koşmuş oluyor. Odaların bir tanesinde kalan genç Alman kız ise denizciler ile birlikte olarak onlardan para almanın peşinden gidiyor.

Şehir tiyatrolarında şimdiye kadar kötü bir oyunculuk ile karşılaşmadığımı özellikle belirtmek istiyorum. Geçen hafta gittiğim Sherlock Holmes’te daha çok canım sıkılmıştı hatta. Tamamen kararan sahne, kimseye göstermeden değişen dekor ve küçük alan. Buna karşılık şehir tiyatrolarında geniş sahne, geniş alan, sizi izleyici olarak kabul eden bir sistem var. Kabare hem şarkıları hem de hikayesi ile bizi mest eden bir oyun oldu.

Son olarak arkadaşım Buğra Batuhan Berah sırf bu oyun için güpgüzel bir ilüstrasyon çalışması hazırladı ve beni duvara çiviledi. Çok teşekkürler kuzucuk, blog artık çok daha güzel!

batuhan bugra berah kabare

Şarkıları da yazayım da madem buralardan ulaşabilsin tiyatroseverler.

Money Money 

Parayla döner dünya

Döner dünya

Dünya onunla döner.

Ya mark, ya yen, ya pound, ya dolar

Dünyayı döndürür bunlar

Şıngır mıngır pullar

Dünyayı kurgular.

Para para para para

Eğer çok paran varsa

Cozutmak istersin

Kaçamak yapması da

Çok kolay.

Eğer çok paran varsa

Arkadaş bulmak kolay

Zili çal “ting-e-ling”

Gelsin uşak.

Eğer çok paran varsa

Kaçmışsa sevgilin

Terk edip seni

Sakın ağlama

Sızlama,

Taksi çağır bin ve git

Sevgili seçmeye kendine

Üç direkli yatında.

Parayla döner dünya

Kesin olan şey şu

Sıç yoksulluğa.

Para para para para

Eğer yoksa hiç kömür sobanda

Donmuşsan soğuktan

Rüzgardan ve ayazdan

Kışlık pabuç yoksa ayağında

Eskimişse palton

Zayıflamışsan

Biraz güç almak için gidersin papaza

Sonsuz aşkı anlatıp durur sana

Ama açlık gelince kapına.

Tak ta tak tak ta tak

–          Kim o?

–          Açlık!

–          Oo açlık!

Bak, aşk nasıl kaçar… çünkü

Parayla döner dünya

O şıngır mıngır ses

Para para para para

Biraz al, biraz al.

Para para para para

Ya mark ya yen ya pound ya dolar

Şıngır mıngır şıngır mıngır

Dünyayı yönetir para…

Life Is A Cabaret

Yalnız kalmanın neresi iyi

Gel de müzik dinle

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye.

Bırak kitabı, dikiş nakışı

Hazır ol tatile

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye

Gel şarap tat

Müzik dinle

Gel çığlık at

Gel kutlamaya

Coşmaya

Hazırdır insan.

Kötü habere hiç izin verme

Keyfini asla bozma.

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye.

Elsie adlı bir arkadaşım vardı

Chelsea’deki odamız pis ve dardı.

Utangaç desen hemen alınırdı

Aslına bakarsan, saatlik kiralanırdı.

Üşüştüler ölünce dört bir taraftan:

“İşte zıbardı içkiden ve haptan”

Yatıyordu bir kraliçe gibi

Görebildiğim en mutlu cesetti.

Ne zaman Elsie aklıma gelse

Söylediği sözü hatırlarım yine:

Yalnız kalmanın neresi iyi

Gel de müzik dinle

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye.

Bana göre, bana göre

Bu kararın yeri ta Chelsea.

Ölürsem örneğimden Elsie.

Hadi kabul et

Beşikten mezara

Zamanımız kısa

Hayat bir kabare dostum

Sadece kabare dostum

Ve tek aşkım kabare!

Şark Dişçisi / Ağız Dolusu Kahkaha

25 Pazar Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

çağlar çorumlu, bertolt brecht, defamiliarization, engin alkan, hagop baronyan, kabare, lüküs hayat, levon, salih bademci, selçuk borak, selin türkmen, sevil akı, sevinç erbulak, taparnigos, tarla kuşuydu juliet, tuğrul arsever, yarenyag, şark dişçisi


Daha önce herhangi bir müzikal oyun izleme fırsatı bulmuş olanların tam anlamı ile bağlanacağı, oyundan çıktıktan sonra ayakları ile müziğe eşlik ettiğini anlayacağı bir oyun Şark Dişçisi. Lüküs Hayat, Tarla Kuşuydu Juliet, Kabare gibi çok sesli oyunlar ile haşır neşir olmuş bir insan olarak Şark Dişçisi’ne uzun zamandır gitmek istiyordum. Sonunda gittim! Ve iyi ki de gitmişim.

Şark Dişçisi 19. yy’da geçen bir hikaye. Nam-ı diğer Şark Dişçisi yani Taparnigos çapkın bir adamdır. Sophie adında kocasından bıkmış mı bıkmış bir kadın ile aşk yaşamaktadır. Taparnigos’un karısı Marta kocasının sürekli onun parası ile adam olduğundan yakınır da durur. Bütün olaylar işte bu noktadan ortaya çıkar.

Her şeyden önce Şark Dişçisi’nin açılışını yapan ve tüm oyuna bir güzel yön veren “kolbaşı” Selçuk Borak’tan bahsetmek istiyorum. Ermeni Türkçesi ile konuşarak ilk dakikada bağlar bizi oyuna. Hagop Baronyan tarafından yazılmış bu eseri bir kuble anlatır. Ardından Hagop hakkında bilgiler de verir. Örneğin mezar yerinin belli olmaması gibi. Aynı zamanda 19.yy’da yani 1850’lerde Pera’nın ne menem bir şey olduğunu anlatır. Biliriz ki bu gezgin kumpanyadan bizi güldürecek çoook şey çıkacaktır.

Hagop Baronyan Edirne’de doğmuş bir Ermeni’dir. Yazmış olduğu tiyatro eserleri 120 yıl sonra Şehir Tiyatroları tarafından oynanmaya başlanmıştır. Yine de işin garibi yazdığı her detayın güncellenebilir ve günümüze uygun olması. Yani aile ilişkilerinin çarpıklığı, yapılabilecek mevcut espriler. Sanki onların hepsi Hagop’un kafasının içinde bekliyormuş yıllar geçmesini. İşte bu sayede oyun hakkında ilk incelemeyi yapmış oluyoruz. Sanat eserlerinin zamansızlığını adımız gibi görmüş oluyoruz. 1842’de doğup 1891’de ölen Hagop’un eserinin zaman dışında bir oluşum olduğuna tanık oluyoruz. İnsanın sevmeye, arzularının peşinden koşmaya başladığı anda yaşanabilecek olayların evrenselliğini görüyoruz. Aile dediğimiz kurumdaki bozuklukların her zaman için geçerli olduğunu, baskı altında kalan bireylerin baş kaldıracağını ve daha iyisi için insanoğlunun daima bir koşuş içinde olduğunu.

sark-discisi-istanbul-buyuksehir-belediyesi-tiyatrosu

Çağlar Çorumlu’nun canlandırdığı Taparnigos Sevil Akı’nın canlandırdığı Marta ile bir türlü anlaşamaz. Onunla parası için evlenmiştir, Marta ondan büyüktür. Anlaşıldığı üzre yapmaması gereken bir evlilik yapmış üzerine bir de çocuk sahibi olmuştur. Yarenyag bu aşksızlığın meyvesidir. Aklı karışlarca havadadır yine de sevgisinin ardından baş kaldırmayı, amacına ulaşmak için iş çevirmeyi bilir. Akıllıdır da aptaldır da. Selin Türkmen’in canlandırdığı Yarenyag Salih Bademci’nin hayat verdiği Levon’a deliler gibi aşıktır. Levon, otoriterlerin sevginin önünde duramayacağına inanır. Sabah sevgilisi ile buluşmak için evden çıkarken annesine ne söyleyeceğini bir anda bilemez fakat aşkın her şeyden önce geldiğini düşünür ve geceden baloya gider.

Sophie (Sevinç Erbulak) ise yaşlı kocası tarafından tatmin edilemeyen bir kadındır. Taparginos ile hard-core bir ilişkileri vardır. Bastırdığı tüm duygular Taparginos ile ortaya çıkar. Bu noktada kadın ve erkek ilişkilerinde tatminsizliğe dair ikinci inceleme noktasına geliriz. Marta ve Taparginos ikilisinde tatmin edilmeyi bekleyen bir kadın vardır. Marta 60 yaşında olmasına rağmen hala kocası ile sevişmek ister fakat Taparginos karısının yaşlılığına ve isteğine dayanamayan bir adamdır. Onun için daha genç ve aynı derecede tatmin edilmeyi bekleyen Sophie vardır. Kadınlar erkekler tarafından hem duygusal hem de maddi açıdan tatmin edilmek isterler. Örneğin Marta’nın parasından daima bahsetmesi, ilk günkü gibi sevişmek istemesi, kocasına küsse de elini öptüğünde onu affetmesi, Sophie’nin yaşlı kocası ile sevişemediği için kuruyup gitmesi gibi birden fazla etken toplumda kadınların çekinik rolünü ortaya koyar. Yine de kadınlar da erkekler de bu tatminsizlik sonucunda başka insanlara kaçmaktadır.

Şark Dişçisi’ni Vişne Bahçesi, Tarla Kuşuydu Juliet ve diğer pek çok oyundan tanıdığımız Engin Alkan yönetiyor. Koreografi ise Selçuk Borak tarafından. Selçuk Borak Türk sanatında öncelikli yere sahip olması gereken bir adam. Sadece yurt içinde değil yurt dışında da çalışmalar yapmış bir başkoreograf. Yazması bile zorken bu kelimeyi adamlar bunun başı oluyor. Öyle düşünün. Dimdik duruyor sahnede, her noktada sesi yankılanıyor gür gür. Biraz daha aşık oluyor insan tiyatroya, biraz daha seviyor o sahne performansını.

Sahne demişken de üçüncü bir noktaya geçiyoruz incelenecek. Sahnede bulunan kocaman kumpanya evi ve onun sahne ortasında değiştiriliyor, çevriliyor oluşu. Bertolt Brecht’ten alışık olduğumuz defamiliarization / yabancılaştırma efektine tanık oluyoruz. Orkestraya laf atan oyuncu, protesto olarak elma armut atan orkestra, makyaj temizliyor diye sahneye çıkamayan oyuncu, gözlerimizin önünde değiştirilen ve taşınan dekor… Aslına bakarsanız daha pek çok detay var şu anda yazıp da sizi boğmak istemediğim. Oyunu izlerken bir anda yadsıyoruz bu yüzden, “Lan!” diyoruz. Hagop’un yapmak istediği de bu aslında. Topluma ışık tutarak hiciv yapmaya çalışan bir adamın aynı anda bizi de uyandırmaya çalışması çok normal. O ışık bize de tutulsun ki herkes sahnede yaşananlara dair kendini özdeşleştirmek yerine bir düşünsün, bir eleştirsin.

Yazıyı çok fazla uzatmadan ve size de izleme zevki bırakarak son bir noktayı incelemek istiyorum. Tuğrul Arsever’in canlandırdığı Giragos! Sen ne güzel adamsın, sen ne güzel karaktersin. “Genleşş, genleş, bollaş” diye insanları gülmekten öldüren, zenne kıyafeti ile Hamlet’ten tiratlar atan uşak. Son sahnede de bir hinlik ile karşılıyor bizi. Oyunun aynı zamanda başka tiyatro oyunlarına da gönderme yaptığını görerek alt çıkarım yapmış oluyoruz. Ve bir de kendi kendine gönderme yaptığını görünce tamam diyoruz “metatheatre” işte burada!

Çenem açıldı, durduramıyorum. Şark Dişçisi eve döndüğümde hemen oyun programını açıp yeni bir oyuna bilet aldıracak kadar içimi tiyatro ile doldur. Zannediyorum ki 2012-2013 sezonu oldukça bereketli geçecek benim için.

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...