Etiketler
1. dünya savaşı, 2009 yılı tiyatro, almanya, özge borak, berlin, cabaret, clifford, emcee, fritzie, hitler, istanbul büyükşehir belediyesi, joe masteroff, john harold kander, kabare, kit kat club, lüküs hayat, life is a cabaret, lulu, müzikal, money money, paris, politika, rosie, sally bowles, selçuk borak, sherlock holmes, tiyatro sahnesi, yaşar ne yaşar ne yaşamaz
2009 yılında üniversiteye yeni başladığımda kendimi sanata vereceğime dair söz vermiştim. Ardından art arda film izlemeye, tiyatrolara gitmeye başladım. Kabare de ilk kez o sene oynanmaya başlıyordu İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları’nda. Hemen biletimi aldım. Müzikal sevdiğimi Lüküs Hayat ve Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz ile anlamıştım.
Kabare ilk bakışta tamamen eğlence üzerine kurulmuş gibi görünen bir oyun. “Politikaya karşı eğlence, kavgaya karşı eğlence, savaşa karşı eğlence ve eğlenceye karşı yine eğlence.” I. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir buhran içerisinde bulunan Almanya’nın Berlin şehrinde geçen hikayede yaşananların acı yönleri gün yüzüne çıkarılırken zamanın ideolojik düşünceleri de eğlence ile birlikte veriliyor. Kabare’yi ilk izlediğimde anladıklarım ile bugün izlediğim arasında oldukça fark var. Politikaya sağlam eleştirilerde bulunduğu algılasam da karakterlerin analizlerini şu anda daha rahat yapabiliyorum.
Joe Masteroff’un yazdığı, John Harold Kander’in müzikale çevirdiği eserin ana konusu bir kabare sanatçısı ile Amerikalı bir yazarın aşkıdır diyebiliriz. Bu aşk sürecinde Almanya’nın içinde bulunduğu korkunç çıkmaz da ustalıkla veriliyor.
Emcee (Mert Turak) konukları karşılıyor, tıpkı diğer Kabare’lerdeki gibi bize Kabare’de yer alacak kızları ve erkekleri tanıtmaya başlıyor. Rosie, Lulu, Frenchie, Texas, Fritzie, Helga, Juju, Bobby, Victor, Hans, Herman sırası ile bize tanıtılıyor. Hepsi kabareye özel kıyafetleri ile karşımızdalar her an dans etmeye. Ve dans başlıyor. Ardından Kabare’nin gülü Sally Bowles (Özge Borak) ve Clifford Bradshaw (Can Başak) ile tanışıyoruz. Şimdilik neredeyse her şey tamam.
Clifford daha iyi bir roman yazabilmek için Berlin’e kadar gelmiş bir adam. Kitabını bitirmek için yeni hikayelere ihtiyacı olduğunu biliyor. Berlin’e gidişi sırasında karşısına çıkan Ernst Ludwig sayesinde hayatının değişeceğini bilmiyor tabii ki. Ernst Ludwig Cliff’e kalabileceği ve gidebileceği yerlerden bahsediyor, onu kendi ülkesinde misafir etmeye hazırlanıyor. Cliff Kit Kat Club’u öğrenip de oraya gittiğinde Sally ile tanışmış oluyor.
Hikaye kısmını geçip Kabare’nin üzerinde durduğu ve vurguladığı noktalara gelmek bana daha cazip görünüyor. Eğer daha ayrıntılı anlatırsam belki gidebilme ihtimali olanlar için spoiler vermiş bile olabilir.
Yücel Erten’in yönetmenliğindeki oyuna bir dönem oyunu diyebiliriz. I. Dünya Savaşı’nın izlerini sarmaya çalışan halkın yanında Hitler’in prestij kazanmak için uğraşan orduları ve toplumu. Bu iki zıt etken bir noktada birleşiyorlar. Bu ikili zıtlığın en iyi anlatılabileceği yer olan Berlin’deyiz hikayede.
Sokaklarda yaşanan ölümler, kavgalar ve düşmanlıkların dışında insanlar kendi acılarını eğlence ile unutmaya çalışıyorlar. Sally her akşam yüzlerce kişinin gerçekten kaçtığı nokta oluyor. Cliff ise bir yazar olarak kendi sorumluluklarının daha farkında olan bir adam. İçinde bulunduğu ortamı yazar gözü ile değerlendirebilen, kişileri analiz edebilen birisi. Şarkılar söyleniyor, oyunlar oynanıyor, kadınlar ve erkekler Berlin’in iki yüzünü de görmeye başlıyor.
Vazgeçilmez olduğunu düşünen Sally iş yerinden kovulduktan sonra gidebileceği tek yere Cliff’in yanına gidiyor. Bu süreçte her şey ikisi için de hem zor hem de kolay bir hal alıyor. Normalde içinde bulundukları eğlence hayatı tamamen politikadan uzak olduğu ve bu hayatın içinde bulunanların da politika ile uzaktan yakından alakası olmadığı için Sally rahatça: Yani politika falan mı? Ama bunun bizimle ne alakası var ki diye sorabiliyor.
Nazilerin güçlenmeye başladığı zamanda artık Yahudilerin kendilerini güvende hissedebilmesi ihtimali de ortadan kalkıyor. Kit Kat kızlarının Hitler askerleri olarak sahneye girip camı taşladıklarında kollarındaki kırmızı bant ile üzerlerine düşen kırmızı ışık verilmek istenen şiddeti gözler önüne sermiş oluyor.
Politikanın kirli işleri “Paris’ten biraz çorap ve parfüm” olarak değerlendirip insanları kullanmak amacı ile rahatça manipüle edilebiliyor. Cliff zor durumda kaldığında karşı olacağını bildiği bir görüş için yardımda bile bulunmuş oluyor. Bu sırada Sally için hiçbir değişiklik söz konusu değil. O hayatını dans etmek ve para kazanmak üzerine kurmuş hissediyor. Eğer Amerika’ya Cliff ile dönerse orada Berlin’de olduğu kadar rahat olamayacağını, aynı şekilde karşılanmayacağını biliyor.
Tüm bunların yanında savaş ve açlıktan ziyade insanı en çok yok etmeye çalışan şeyin para olduğunun da üzerinde duruluyor. Oyun boyunca herkes farklı şekillerde paranın peşinde koşuyor. Cliff yazarak ve kaçakçılık yaparak para kazanmaya çalışıyor, Sally erkekler ile yatarak ve Kabare’de şarkı söyleyerek. Fraulein Schneider sahip olduğu odaları birilerine satarak ve sırf bunu devam ettirebilmek için geleceğini bir kenara koyarak paranın peşinden koşmuş oluyor. Odaların bir tanesinde kalan genç Alman kız ise denizciler ile birlikte olarak onlardan para almanın peşinden gidiyor.
Şehir tiyatrolarında şimdiye kadar kötü bir oyunculuk ile karşılaşmadığımı özellikle belirtmek istiyorum. Geçen hafta gittiğim Sherlock Holmes’te daha çok canım sıkılmıştı hatta. Tamamen kararan sahne, kimseye göstermeden değişen dekor ve küçük alan. Buna karşılık şehir tiyatrolarında geniş sahne, geniş alan, sizi izleyici olarak kabul eden bir sistem var. Kabare hem şarkıları hem de hikayesi ile bizi mest eden bir oyun oldu.
Son olarak arkadaşım Buğra Batuhan Berah sırf bu oyun için güpgüzel bir ilüstrasyon çalışması hazırladı ve beni duvara çiviledi. Çok teşekkürler kuzucuk, blog artık çok daha güzel!
Şarkıları da yazayım da madem buralardan ulaşabilsin tiyatroseverler.
Money Money
Parayla döner dünya
Döner dünya
Dünya onunla döner.
Ya mark, ya yen, ya pound, ya dolar
Dünyayı döndürür bunlar
Şıngır mıngır pullar
Dünyayı kurgular.
Para para para para
Eğer çok paran varsa
Cozutmak istersin
Kaçamak yapması da
Çok kolay.
Eğer çok paran varsa
Arkadaş bulmak kolay
Zili çal “ting-e-ling”
Gelsin uşak.
Eğer çok paran varsa
Kaçmışsa sevgilin
Terk edip seni
Sakın ağlama
Sızlama,
Taksi çağır bin ve git
Sevgili seçmeye kendine
Üç direkli yatında.
Parayla döner dünya
Kesin olan şey şu
Sıç yoksulluğa.
Para para para para
Eğer yoksa hiç kömür sobanda
Donmuşsan soğuktan
Rüzgardan ve ayazdan
Kışlık pabuç yoksa ayağında
Eskimişse palton
Zayıflamışsan
Biraz güç almak için gidersin papaza
Sonsuz aşkı anlatıp durur sana
Ama açlık gelince kapına.
Tak ta tak tak ta tak
– Kim o?
– Açlık!
– Oo açlık!
Bak, aşk nasıl kaçar… çünkü
Parayla döner dünya
O şıngır mıngır ses
Para para para para
Biraz al, biraz al.
Para para para para
Ya mark ya yen ya pound ya dolar
Şıngır mıngır şıngır mıngır
Dünyayı yönetir para…
Life Is A Cabaret
Yalnız kalmanın neresi iyi
Gel de müzik dinle
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye.
Bırak kitabı, dikiş nakışı
Hazır ol tatile
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye
Gel şarap tat
Müzik dinle
Gel çığlık at
Gel kutlamaya
Coşmaya
Hazırdır insan.
Kötü habere hiç izin verme
Keyfini asla bozma.
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye.
Elsie adlı bir arkadaşım vardı
Chelsea’deki odamız pis ve dardı.
Utangaç desen hemen alınırdı
Aslına bakarsan, saatlik kiralanırdı.
Üşüştüler ölünce dört bir taraftan:
“İşte zıbardı içkiden ve haptan”
Yatıyordu bir kraliçe gibi
Görebildiğim en mutlu cesetti.
Ne zaman Elsie aklıma gelse
Söylediği sözü hatırlarım yine:
Yalnız kalmanın neresi iyi
Gel de müzik dinle
Hayat bir kabare dostum
Kalk gel kabareye.
Bana göre, bana göre
Bu kararın yeri ta Chelsea.
Ölürsem örneğimden Elsie.
Hadi kabul et
Beşikten mezara
Zamanımız kısa
Hayat bir kabare dostum
Sadece kabare dostum
Ve tek aşkım kabare!