• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Tag Archives: düşüş

2012’nin En Çok Satan Kitapları

28 Cuma Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

2012 en çok satılan kitaplar, 2012 popüler kitaplar, albert camus, amin maalouf, aylak adam, çavdar tarlasında çocuklar, bir bilim adamının romanı, Dönüşüm, düşüş, doğudan uzakta, grinin elli tonu, içimizdeki şeytan, ihsan oktay anar, kürk mantolo madonna, korkuyu beklerken, kuyucaklı yusuf, mutlu ölüm, oyunlarla yaşayanlar, saatleri ayarlama enstitüsü, semerkant, siddharta, sineklerin tanrısı, taht oyunları, tuhaf alışkanlıklar kitabı, tutunamayanlar, yabancı, yaşar kemal, yedinci gün


kütüphaneKitaplar! Asla vazgeçmek istemeyeceğim yegane parçalar. Şimdiye kadar burada hem kitaplardan hem filmlerden hem de tiyatro oyunlarından bahsettim. 2012’nin sonuna gelirken benim için de bir durum raporu vermek şart oldu. 2012’de en çok hangi kitaplar satılmış, neler varmış, kim yokmuş? Bu kitaplar neden böyle tutulmuş bir göz atalım. Daha sonra 2012’nin filmleri ve tiyatro oyunlarından da bahsederiz.

dogudan uzakta amin maalouf

Listenin birinci sırasında Amin Maalouf – Doğu’dan Uzakta var. 2012’yi verimli bir şekilde geçirdim Amin Maalouf açısından. Bir tek satın alıp da okumadığım Ölümcül Kimlikler kaldı. Onun dışında Beatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl, Tanios Kayası, Uzaktan Aşk ve Doğu’nun Limanları‘nı okuma fırsatı buldum bu sene içinde. Semerkant ve Yüzüncü Ad’ı ise çok daha önce okuyabilmiştim. Doğu’dan Uzakta’yı henüz okuma şansına nail olmadım ancak kısa sürede alıp başlayacağım kesin çünkü Amin Maalouf beni Beatrice ile kırmış olsa da kolayca vazgeçemeyeceğim bir yazar.

“Doğu’dan Uzakta, bir yüzleşmenin romanı: Gençliklerinin en güzel dönemlerini bir arada geçiren, ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra farklı yerlere dağılan ve yıllar sonra, eski arkadaşlarından birinin cenazesi için tekrar ülkelerine dönen bir grup arkadaş… Açıkça belirtilmese de Lübnan İç Savaşının getirdiği yıkımlara ve Ortadoğu coğrafyasının kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunlarına dair çok çarpıcı gözlemlere de yer veren Doğu’dan Uzakta’da Maalouf, yine en iyi bildiği şeyi yapıyor: Doğuyu anlatıyor.” demişler. Bu da zannediyorum kitabı almak için yeterli bir açıklama.

yedinci gun ihsan oktay anarSıkı bir İhsan Oktay Anar hayranının uzun zamandır beklediği kitaptır Yedinci Gün. Benim gerçekten büyük bir merakla beklediğim kitaptı. Hepsinden çok daha iyi olmasını hatta bilmediğim bir şekilde tamamen bana ait olmasını istemiştim ancak en büyük hayal kırıklığını yaşadığım kitap oldu. Daha önce İhsan okumasaydım belki de bu okuduğum bana büyülü, aklın ötesinde gelecekti, ancak İhsan Oktay Anar’ın Külliyatı’ndan haberdar olan birisi olarak bir Suskunlar değil demek istiyorum. Yine de bu benim şahsi görüşüm, en çok satanlar listesinde ikinci sırada olmasına göre vardır helbet bir bildikleri.

“Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da hayâllere dönüştüğü bir hikâyedir bu. Sıradan insanların sıra dışılığı, bilinen hikâyelerin düşlere dönüşümü, zaafların asîlleşmesi, erdemlerin ardındaki günâhkârlık tüm içtenliğiyle akacak zihinlere. İnsan olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak.”

ciplak deniz ciplak ada yasar kemal

Listenin üçüncü sırasında Yaşar Kemal yer alıyor. İnce Memed ile Yaşar Kemal’i tanıma fırsatı yakalamış insanların son zamanlarda Kemal’den bekledikleri önemli bir eserdi Çıplak Deniz Çıplak Ada. Sait Faik aklıma geliyor her ada denilişinde, bu yüzden kitabı daha bir bağrıma basıyorum. Şimdiye kadar burada herhangi bir Yaşar Kemal yazmamış olmanın hüznünü yaşıyorum bir yandan.

“Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Yaşar Kemalin yerlerinden edilen insanların Egede bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarının destansı öyküsü Bir Ada Hikâyesinin dördüncü ve son kitabı. Dörtlünün bu son romanında, geçmişin yaraları kapanmaya yüz tutmuş ama izleri kalmıştır… Ağaefendiyle Melek Hatun, Poyrazla Zehra, Ali Hüseyin’le Nesibe muradına erecektir; Lena Ananın hasretle yollarını beklediği kayıp oğulları da geri dönmüştür ama balıkçıların reisi Hıristonun başına beklenmedik bir olay gelir.”

grinin elli tonu e l jamesPopüleritesi ile dünyayı sallayan Grinin Elli Tonu var listenin dördüncü sırasında. Kitabı okumadım ve büyük bir önyargı ile okumak da istediğimi sanmıyorum. Pegasus yayınlarından çıkan kitapların neden böylesine popülerlik yakaladığını da tekrar düşünmek istiyorum. Hmm…

yabanci albert camusBeşinci sırada değil de daha yukarıda olmayı hak eden Yabancı var listede. Albert Camus’nün esrarengiz dünyasında, kelimelerinde ve düşlerinde hareket etmenin tek yolu belki de onun kitaplarını okumak. Albert Camus’nün de üç kitabını bu sene okumuş olduğum için mutluyum. Mutlu Ölüm ve Yabancı, ardından da Düşüş. İnsanın kendi gözlerinin içine bakması demek bana kalırsa Camus okumak.

“Ölümün egemen olduğu bir “varlık”ın en anlamsız olgularını saçma bir düzensizlik içinde yaşayan bu romanın başkişisi “Meursault”, bir simge kahraman değildir, “adı” olmayan bir “Yabancı”dır; bu eksik kimlik, gerçeklikten algıladığı şeyi yapılandıramayan, yeniden örgütleyemeyen, ama gerçekliğin yankılarını yakalamaya çalışan bir boş bilincin imgesidir. “

kürk mantolu madonnaZaman geçse de gerçekliğinden hiçbir şey kaybetmeyecek olan bir kitap var listede. Bu kitap her zaman listede kalmalı bence hatta ikinci ve üçüncü sırada yer alırsa hiç gocunmam. Sabahattin Ali okumuş olduğum için kendimi şanslı addediyorum. Böyle bir adam ile, böyle bir can ile tanışmak belki de insanoğlunun yaşayabileceği en güzel deneyimlerinden bir tanesi. Henüz tüm hoyrat ellerde yerini almadan tanışmak ise paha biçilemez. Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan ile kilitleri kapamış oldu Sabahattin Ali. Açabilmek için yürek gerek.

“Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.”

Liste şu şekilde devam ediyor: Lizbon’a Gece Treni, Özgürlüğün Elli Tonu, Satranç ve  bir sonraki durak Tutunamayanlar olunca ben duruyorum.

tutunamayanlar oguz atayBu kitabın hala en çok satanlar listesinde olması Türk Edebiyatı için en onurlu gerçeklerden bir tanesi. Geç keşfedilmiş ancak peşinin bırakılmaması gerektiği anlaşılmış bir adam Oğuz Atay ve onu okumak ve onu anlamak ve onunla birlikte düşünmek. Oyunlarla Yaşayanlar, Korkuyu Beklerken ve Bir Bilim Adamının Romanı‘nı severek ve bayıla bayıla okurken onu okumanın vakti olduğunu anladığım adamın en baba, en kalın kitabının listede olması. İşte tarif edilemez mutluluk yaratan gerçeklerden bir tanesi.

“Tutunamayanlar, Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Berna Moran, Oğuz Atayın bu ilk romanını “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak niteler. Morana göre “Oğuz Atayın mizah gücü ve duyarlılığı ve kullandığı teknik incelikler, Tutunamayanları büyük bir yeteneğin ürünü yapmış, eserdeki bu yetkinlik Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır.” Küçük burjuva dünyasını ve değerlerini zekice alaya alan Atay, “saldırısı tutunanların anlamayacağı, rededeceği türden bir romanla yapar.”

Okumadığım kitaplar ile karşılaştıkça listede üzülüyorum yetişemiyorum diye. Liste sırasıyla şu şekilde devam ediyor:

Hikayem Paramparça,

Sinek Isırıklarının Müellifi,

İçimden Geçen Zaman,

Taht Oyunları serisi,

Sineklerin Tanrısı,

Siddharta

Ve ardından okuyup en çok okunan listesinden olmasından mutlu olduklarım geliyor:

Suç ve Ceza,

Aylak Adam,

Dönüşüm,

Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı,

Çavdar Tarlasında Çocuklar,

Kuyucaklı Yusuf…

Ah kitapların mutluluğu bir başka. Bir başka onların kokuları ve hatta satın alma duygusu.

City of Angels / Melekler Şehri

11 Salı Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

adem ile havva, city of angels, düşüş, meg ryan, nicholas cage, the fall, yasak elma


Aşk filmlerini seviyor gibi görünsem de içimde daima biraz burukluk biraz da inanamamazlık vardır. City of Angels, pekçok genç kızımızın gönlünü yapar bu açıdan. Hani şu İngilizce kelime vardır ya “pure”, işte bu aşk filmi öyle pure.

Filmde her şey ama her şey bir klişe sayılabilir bence fakat tek bir noktada özellikle hakkını vermemiz gerekir. The Fall. Meleklerin özgür irade ile dünyaya düşüşleri, aşka düşüşleri… Elbette ki sınırlı kalmayacağım filmle. Şimdi dönelim, insanlığın en başına. Düşme işini en iyi bilen Adem ile Havva’ya.

Tüm hikayeler (din hikayeleri) bu iki insanın Şeytan, Lilith, Yılan gibi varlıklar tarafından kandırılarak (özellikle yapma denilmiş çünkü, yoksa yapmazlar ha keza) Yasak Elma’dan, Bilgi Ağacı’ndan yemiş yedikleri söyleniyor. O zamana kadar açık seçik gezinebilen bu Allah evlatları (Adem evladı olamazlar gibime geliyor) Bilgi Ağacı’nın o bilgi dolu meyvesini yediklerinde utanmanın ne demek olduğunu öğreniyorlar ve edep yerlerini kapatma ihtiyacı duyuyorlar. Hatta Allah’tan bile saklanacak delik arıyorlar çünkü utanıyorlar. Sesleniyor Allah: Adem, neredesin oğlum? Fakat Adem çıkamaz çünkü çırıl ve çıplak Allah karşısında.

Ben sana dememiş miydim? Düşersen üzülürsün? Melek de düşüyor gökyüzünden, yani Nicolas Cage, hem de oldukça güzel düşüyor. Onun dünyaya düşüşünden mutlu oluyoruz, özgür iradenin böyle güzelliklere neden olabileceğini görüp seviniyoruz fakat hayatın acımasız olduğu gerçeği ile filmin sonunda oldukça güzel karşılaşıyoruz. Eğer “happily ever after” olsaydı filmde, benim için büyük bir fiyaskoya dönüşürdü. Bir meleğin insana dönüşmesi, dünyevi zevklerin farkına varması ve dokunmayı öğrenmesi en ince ayrıntılar bu yüzden. Şu an dokunduğumuz her şeyi hissedebiliyor, yemeklerin kokularını ayırt edebiliyor, en sevdiğimiz müziği dinleyip kendimizden geçebiliyoruz.

Gelelim Adem ve Havva’ya. Bana kalırsa aklı daima başında olan insan, düşmeyi kendisi istedi. Çünkü birlikte olmak vardı, dokunduğu teni tatmak, sevişmek ve sevmek vardı işin ucunda. Cennet fazla kutsaldı, topraklar fazla mutlu, insana dair en dip duygular yoktu: kin, nefret, acı, ızdırap…

Adem ve Havva bana kalırsa Bilgi Ağacı’nın meyvesini, o Yasak Elma’yı ısırabilmek için zaman kovalıyorlar, Şeytan’a bile vakit bırakmadan koşuyorlardı peşinden. Başarmanın tadını ise birleştikleri ve doğurdukları çocuklar ile çıkardılar. Sıyrıldılar tüm ululuktan çünkü ululuk sadece egoları ile yaşayabilenlerindi. Adem ve Havva, ilk çocuklar: ilk günahı en güzel işleyenlerdi. Utanmadılar, edep yerlerini saklamaladılar, tenlerinin tadını çıkardılar. Tıpkı Seth ve Meggie gibi. Tıpkı bir meleğe aşık olabilen fakat onun için düştüğünde “yanlış yaptın” demeyen kadın gibi. Çünkü düşmek, bir yanlış değildir.

city-of-angels-melekler-sehri-izle

Ve düşüşün ne kadar beynelminel olduğunun kanıtı: düşmek her evrende düşmek ve yeniye kavuşmaktır.

“Seth: I fell. 
Ann: Evidently. Off a train? 
Seth: I fell in love. Ann, please help me find her. “

“Seth: To touch you… and to feel you. To be able to hold your hand right now. Do you know what that means to me? Do you – Do you know how much I love you? “

“Seth: Why do people cry? 
Maggie: What do you mean? 
Seth: I mean, what happens physically? 
Maggie: Well… umm… tear ducts operate on a normal basis to lubricate and protect the eye and when you have an emotion they overact and create tears. 
Seth: Why? Why do they overact? 
Maggie: [pause] I don’t know. 
Seth: Maybe… maybe emotion becomes so intense your body just can’t contain it. Your mind and your feelings become too powerful, and your body weeps. “

City of Angels – Melekler Şehri Trailer

Albert Camus’yü Okumak / Mutlu Ölüm ve Yabancı

28 Perşembe Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

albert camus, öznur doğan, düşüş, içimdeki deniz, kitap inceleme, kitap tanıtım, mar adentro, mutlu ölüm, oznurdogan.com, yabancı


Zordur. Albert Camus şimdiye kadar pek çok insan tarafından karmakarışık (!) bulunduğu için bir kenara bırakılmıştır. Albert Camus okuyacaklara en büyük tavsiyem tüm dikkatlerini kitaba vermeleri gerektiğidir.

Şimdiye kadar yalnızca üç Camus kitabı okumama rağmen bu izlenime çoktan kapıldım. Aslında daha ilk anlarda yani Camus ile ilk tanıştığımda anlamıştım bu adamla çok iyi anlaşamayacağımızı. Yabancı adlı kitabını çok kez duymuş fakat okuma fırsatı bulamamıştım henüz. Bir yerlerden bulmam gerekiyordu bu kitabı. O dönemde de Hürriyet Gazetesi kitapları dağıtmakla meşguldü. Ellerinde kalmış herhalde normalde yapmazlar böyle güzellikler. Aldım kitabı elime, başladım okumaya. Genç bünyeme ters düşüverdi Camus. Daha lise ikinci sınıftayım. Okuduğum kitapların içerikleri hiç Camus’leşmemişti. Anlamadım. Hikayeyi algılayamayan beynim kitabın kapağını da kapattırdı. İki buçuk sene sonra açabildim.

Yabancı bittiğinde kendimi bir çuvalın içinde taşıyormuşum gibi hissettim. Üzerimden dozer değil jet geçmişti. Yorulmuştum fakat garip bir galibiyet gülümsemesi vardı yüzümde. Albert Camus ile bir kez tanışmıştım ve benim tabiatımda tanıştığım insanları unutmak yoktu. Sadece ara veriyor ve biraz uzaklaşıyor, yorumlardan ve beynimin bağlantılarından uzaklaşıyordum. İkinci kitap müthiş bir kitapkurdu olan arkadaşım tarafından armağan edildi. Düşüş.

Üzerine bir şeyler yazmamı da istemişti kendisi. Sanırım yazdıktan sonra bu yazıyı ona yollamayı unuttum, ancak o da hiç aman efendim şuralarda bir Albert yazıyordu, Camus yazıyordu demedi. Olmaz! Dikkat gerek, takip gerek. Dönelim Düşüş’e. Düşüş benim için boyut ötesinde bir noktada oldu. Camus’yü okumak benim için hala zordu fakat aldığım keyif Yabancı’dan çok daha fazlaydı. O yazımın linki tam da şurada aslında.

Ve ardından doğum günümde bir diğer arkadaşımın hediye ettiği Mutlu Ölüm. Mutlu Ölüm benim için Camus üçlüsüne nokta atışı yapıyor. Dünya üzerindeki nadide threesomelardan bir tanesi olma özelliğine sahip. Sanki hepsi birbirini çoktan tamamlamışlar da birileri bunun haberini bize vermemiş gibi. Sonra düşünüyorum, Albert Camus’nun bunların hepsini tek bir roman için yazdığını hayal ediyorum. Konudan uzaklaşıyorum, Mutlu Ölüm üzerine düşünmeye başlıyorum.

Hem Mutlu Ölüm hem de Yabancı benim üzerimde buz parçasının dolaşması etkisi yaratıyor. İnsanın ne zaman ölmesi gerektiğini düşünüyorum Mutlu Ölüm’den sonra. Ne zaman kabul eder ki İçindeki Deniz’i? Bir seri katil olmayı başarabilir miydiniz peki? Bu hayatta kaç kişi bir tekerlekli sandalyeye bağlı kalarak yaşamayı kabul eder.

Albert Camus işte bunu yapıyor. Demir bir yumruk ile vuruyor karnınıza. Onda hiçbir şey tek boyutta değil. Sebepler ve sonuçlar, başlangıçlar ve bitişler… Hepsi bir flu fotoğrafta saklı.

Albert Camus okumak bana hiç kolay gelmesi. Çok kolay diyenin de alnını karışlamayı borç bilirim. Yeni kitaplara dalsak mı dersiniz?

The Fall’a Özenen Fotoğraf

30 Pazartesi Nis 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ay, öznur doğan, düşüş, gece, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, objektif, oznurdogan.com, the fall, Yıldız, zündüg


Gecenin bir karesinin, makinenin objektifine düşüş’ü ile düşlerin canlanması anına değiyor hikayenin başı. Gece karanlık her yer, gecenin karanlık olduğunu söylemenin gereksizliğine takılmadan devam ediyor cümleler ay ışığına doğru yol almaya. Sadece bir anlık bir görüntü değişimi, bir güzel anı yakalamak hayattaki, işte elini titreten şey bu oluyor hayat fotoğrafı çekenin.
Düş’üyor, düş’erken düş’menin ne demek olduğunu bilmiyorcasına ve sanki evet tam da bir yıldırım gibi aşağı doğru iniyor. Bir şeyleri doğurmak için, yaratabilmek için. İlk düş’üş aklına geliyor insanoğlu’nun. Düş’ünü kurup düş’üşün, düş’üvermesi dünya’ya insanın. Aynı görünen kare gibi hayatın minik penceresindeki, düşüyor evet kendi düşüşüne.
Gece, eceg ve zündügü peşinde taşıyor, yok etmeye çalıştığı düşüş anını yine bir kare kareliyor dörtgence bir pencereye. Bir yıldızın intiharına tanık olmak demek bu yaşananlar. Bir ay’ın kendi halinden sıkılıp yıldız olmaya çalışmasının anlatımı bu belki de. Aynı şekilde her şey.

düş’mek istiyor ondan insan
düş’üşe inat
bir düş’e.
ve o düş’ün ardından
kovalamak istediği düşü
bir ay’a yüklüyor,
yıldız olsun diye.

Düş’e Düşüş // Düşten Dönüş

24 Cuma Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

albert camus, öteki, öznur doğan, düşüş, freud, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, yansıtma


Monolog bazen konuşma bazen ise kendini anlatma sanatıdır. Albert Camus Düşüş’te bir adamın düşüşüne tanık ediyor bizi.

Clemence kendisini anlatmaya başlıyor barda tanıştığı bir adama. O anlattıkça siz onu daha da mükemmel görüyorsunuz. Gerçek bir erdem yuvası olduğunu düşünüyorsunuz fakat bir yandan aklınızı kurcalayan gerçekler var. Örneğin kişinin kendisini anlatması samimiyetten uzak geliyor bir anda. Kendinizi yabancı hissediyorsunuz; fakat bu yabancılık Camus’nün Yabancı’sındaki gibi bir yabancılık değil. Sizi rahatsız eden bir şeyler var. Dürtüyor sizi, uyandırmaya çalışıyor.

Bu yüzden hikayenin serim bölümünde hafif bir uyanışla birlikte genel bir açıklama sizi bekliyor. Kimdir bu Clemence, necidir? Ne yer, ne içer? Kimlerle görüşür, kimleri evine davet eder?

Düğüm olarak adlandırabileceğimiz bir bölüm Düşüş’te Clemence’in kendi çıkmaz sokaklarına doğru ilerleyişi ve orada kendisini kaybedişi oluyor. Sadece kendini anlatmakla kalmıyor Clemence, aynı zamanda günah da çıkarıyor ve kendini keşfetmeye de başlıyor. Bu keşif onun için acılı bir hal alsa da keşfinden vazgeçmiyor. Hikayesini bitirmesi gerektiğini biliyor.

Çözüm demek isteyebileceğimiz yer ise Clemence’in kendini kabullendiği, artık tamamiyle kendisini tanıdığı ve kendi benliğinden uzaklaştığı noktadır.

Clemence şimdiye kadar gördüğümüz bildiğimiz insanlara pek benzemeyen bir karakter. Etrafımızda her yaptığı işten nemalanmaya çalışan pek çok insan var fakat Clemence’in Düşüş’üne çoğu sahip olmuyor. Yani pek çoğu için bir dönüş noktası yok, onlar hayatlarına kaldığı yerden devam ediyor. Aslında bu yaşadıklarının bir hayat olduğunu söylemek zor.

Clemence tamamen saygı görmek ve sevilmek için yaşıyor. En çok istediği şey egosunun tatmin edilmesi, aynı zamanda kendisini göstererek isteklerinin yapılması, kayırılması ve diğer bize göre ahlaksızlıkların gerçekleştirilmesi, örneğin kadınlar ile istediği zaman birlikte olabilmek, onlar için unutulmaz olmak ve istediği zaman erişebilmek. Fakat aslında düğüm burada değil.

Düğüm, Clemence’in bize çok benziyor oluşu. Clemence’in aslında hepimizin bir toplamı oluşu. Dönüp de “Yuh, bu kadar da olunmaz.” dediklerimiz aslında biziz. Clemence’in henüz evrilmemiş haliyiz. Saygı görmek için kendimize ünvanlar verip kendimizi zengin göstermeye çalışmamız, nesneleri kendimize mâl etmemiz, mesleklerimiz ile daha önce olabileceğimizi düşünmemiz, olmadığımız şeyleri göstermeye çalışırken onlara dönüşmemiz işte tam da Camus’nün anlatmak istediği şey.

Bizim sahip olduğumuz tüm negatif yönler Clemence’e yansımış durumda. Freud tarafından ‘yansıtma’ olarak adlandırılan gerçeklik ile karşı karşıya kalıyoruz. Biz her şeyi Clemence’te görüp kendimizi bir kenara çekebiliyoruz. İşte bu noktada Clemence bizim için ‘öteki’ olup çıkıveriyor.

Keşke gerçeklerden kaçmak bu kadar kolay olabilseydi ve biz de Clemence’in geçirebildiği dönüşümü “düşüş” olarak da olsa yaşayabilseydik.

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...