• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Monthly Archives: Temmuz 2012

Korkak Yiğitler / Korkmayan Anılar

31 Salı Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

kadir aydemir, korkak yigitler, turgay yilmaz, yitik ülke yayınları


Kitap okumaya ara verdiktan sonra tatli bir donus yapmak daima guzel. Gectigimiz hafta yaklasik 20 film izledim ve filmlere karsi duydugum muthis acligi sonlandirdim. Bu sayede kitap okumaya geri donebildim. Yunanistan yolunu tutmusken de bir turlu okumanin firsat olmadigi Korkak Yigitler’e basladim.

Beni bir kitapta ilk olarak etkileyen durum yazilarin puntolaridir. Baktim ki mini minnacik. Arkadas bu is boyle olmaz ki dedim fakat okumaya basladim. Iyi ki de okumaya devam etmisim. Bir sure sonra gozum ne yazinin kucuklugunde ne de yolda olusumdaydi.

Yollarda kitap okumaya alisan birisi oldugum icin pek problem degil efendim gumruk gelmis de inmek gerekiyormus da… Ben harala gurele okurken kitabi en cok uzuldugum sey kursun kalem almayisimdi. Bu yuzden ince ince, narin narin cizemedim sevdigim yerleri ama sizin icin biraz kurcalayip aciklayacagim.

Korkak Yigitler, Turgay Yilmaz tarafindan yazilan, Yitik Ulke Yayilari’ndan cikan bir roman. Kadir Aydemir bana bu kitabi hediye ettiginde hemen okuyacagima soz vermistim ama sozleri tam olarak zamaninda gerceklestirememe gibi bir problemim var. Ne yapalim?

Kitap sag sol catismasi, 60’lar 70’ler derken sizi Arabistan collerine atiyor. En korkak adamlarin bile bir anda yigit olarak adlandirilabilecegini, bu yuzden sifatlarin icinin ne kadar bos oldugunu gosteriyor.

Bir askin pesinden kosmanin, gozleri – kaslari ve saclari kapkara bir kadinin gozu kara sevebilmesindeki guzelligin, savaslarin icindeki arkadaslik ve dostluk mucadelesinin, bilmedigin hatta yadsidigin cografyalarda kendini bulmaya calismanin hikayesi bu kitap.

Ruyalarin ve gerceklerin bir araya gelebilecegi, gerceklerin ruyalardan daha imkansiz olduguna ve insanin en cok korktugu seyin yine kendisi olduguna goz kirpiyor Turgay Yilmaz.

Ask olan hikayeleri severim, hele bir de kavusamamak varsa isin icinde iste o zaman ben oradayimdir. Korkak Yigitler beni hayal kirikligina ugratmadi. Tesekkurler aynadaki devi yerle bir eden kitap ve yazarina.

Alice In Wonderland / Alis Harikalar Diyarında / White Rabbit

30 Pazartesi Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

alice in wonderland, alis harikalar diyarında, beyaz tavşan, grace slick, helena bonham carter, huckleberry finn, jefferson airplane, johnny depp, pal sokağı çocukları, tim burton, tom sawyer, white rabbit


one pill makes you larger
and one pill makes you small
and the ones that mother gives you
don’t do anything at all
go ask alice
when she’s ten feet tall

and if you go chasing rabbits
and you know you’re going to fall
tell ’em a hookah smoking caterpillar
has given you the call
call alice
when she was just small

when men on the chessboard
get up and tell you where to go
and you’ve just had some kind of mushroom
and your mind is moving low
go ask alice
i think she’ll know

when logic and proportion
have fallen sloppy dead
and the white knight is talking backwards
and the red queen’s “off with her head!”
remember what the dormouse said:
“feed your head
feed your head
feed your head”

Haydi hayatın boyunca izlemekten ve felsefesinden bıkmayacağın bir film söyle bize. Cevapladı kız: Alice In Wonderland.

Kimi çocuk kitapları aslında hiç de çocuk kitabı değildir ve olmayacaktır da. Buna Huckleberry Finn, Tom Sawyer, Pal Sokağı Çocukları ve Alice In Wonderland dahildir.

Yazılırken neler  düşünülerek yazıldıysa, hangi ‘kafa’ ile cümleler kuruldu, dünya kurtarıldıysa işte tam orada olmak istiyorum. Aslında Alice In Wonderland’in kitabını okuduktan sonra çok özel bir yazı yazmak istiyorum onun için. Bu yüzden filme ait yazıyı kısa tutmaya kararlıyım.

alice-in-wonderland-alis-harikalar-diyarinda-izle

Johnny Depp, Helena Bonham Carter ve tabii ki Tim Burton. Bu filme Tim’in eli değmeseydi bence bu kadar güzel olamazdı. Renkler, kostümler ve diğer her şey sanki tamamen Wonderland’den çıkmış gibi. Sanki Grace Slick şarkıyı söylüyormuş ve çok da uzunca bir süre söylemekten vazgeçmeyecekmiş gibi. Feed your head…

Filmden cümleler vermek isterdim fakat bir sonraki yazıyı baltalamak istemediğim için gerçekten kısa kesiyorum. Tek şey söylüyorum: izleyin, izletin!

Alice In Wonderland – Alice Harikalar Diyarında Trailer

All The Little Animals / Christian Bale’in Küçüklüğü

30 Pazartesi Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 5 Yorum

Etiketler

all the little animals, christian bale, christian bale genç, ekosistemde canlıların yeri, tüm küçük hayvanlar


Bulamayacağım, Christian Bale’in oynadığı ve bok atacağım bir film bulamayacağım. All The Little Animals’ta genç bir delikanlı Christian Bale. Zeka özürlü bir çocuğu oynuyor hem de ve yıllar sonra Batman gibi bir karakterle karşımıza çıkıyor. İki uç karakterden bahsediyorum, ikisi de farklı zamanlarda çekilmiş ve aynı adam tarafından oynanan.

Christian Bale, bu işi yani oyunculuğu çoktan yalamış yutmuş sanırım. Doğa ile yaşamayı öğrendikten sonra her şeyin çok daha iyi olduğunu, miras davalarının ve diğer tüm medeniyete dair konuların aslında ne kadar çok bizden uzak olduğunu, her bir hayvanın ekosistemdeki yerinin önemini, minik karıncaların bile beslenebileceğini bize öğreten film.

all-the-little-animals-christian-bale-izle

Gerçekten en küçük yaratık bile kendine bir yer etmiş birisini yemiş birisi tarafından yenilmiştir. Biz de bu sistemin bir parçasıyken ve ölmeye bu kadar yakınken ne güzel de inkar ediyoruz geldiğimiz ve gideceğimiz yeri. İşe böyle kaderci baktığımızda her şey çok uzakmış gibi geliyor, hatta gülünçmüş gibi. Fakat değil.

All The Little Animals, birkaç dakikalık saygı duruşu gerektiren bir film. Pek çok kişi şaşalı çekimleri, rengarenk görselleri ve bol memeli kadınları olmadığı için sevmeyebilir. Zaten gerek yok, filmde meme arayan insanın olayı en başından yanlış anladığı düşünülürse sevmemesi çok daha uygun düşüyor.

Sakin senaryosu ve vurucu sonu ile All The Little Animals aslında “All The People In The World”e göz kırpıyor yıllar öncesinden. Dünya üzerinde küçük olmaktan utanmayan herkese…

All The Little Animals Trailer

Ali G Indahouse / Ali G Baş Belası / Ali Başgaan

25 Çarşamba Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ali g, ali g baş belası, buyakasha, diktatör, sacha baron cohen


Bir hatun olarak açık konuşuyorum ve diyorum ki: Sacha Baron Cohen’in tüm filmlerine hastayım. Bir pislik efendime söyleyeyim bir iğrenç bel altı şakalar, aman efendim mide bulandıran sahneler derken bu herife it gibi gülüyorum. Girdiği her role neden bu kadar iyi oturduğunu anlamaya çalışıyor ve bir türlü anlam veremiyorum. Sacha canını senin.

En son The Dictator / Diktatör filmini izledikten sonra yine dedim ki “Gerçekten gülüyorum bu adama.” Hem de yanımda sevgilim de olsa gülüyorum o çirkin görüntülere, kız arkadaşım da olsa. İşin özünde birazcık itlik var, birazcık’ın az ilerisinde de argo.

Ali G’yi sevmemin nedeni yine algısı bozuk bir adamın önemli bir yerlere getirilmesi ve yaptığı şeyler. Aslında tüm Sacha filmleri günümüzün bir parodisi. Günümüz ülkelerinin başkanlarını göz önüne aldığımızda hepsi en az Ali G kadar saçmalıyor, onun kadar yersiz şeyler yapıyorlar. Ali G’nin tek bir amacı var o da insanları mutlu etmek. Düşündüğümüzde “Sizler için varız.” diyenlerin kendi cepleri için var olduklarını görüyoruz. Ali G bu açıdan diğerlerinden çok farklı. Nasıl desek; saf yönetici.

ali-g-inda-house-izle

Filmi izledikten sonra Ali G gibi konuşmaya çalışmak da cabası. You iz’ler, aint’ler bir şeyler bir şeyler. Cümleyi devrik kurmaya çalışmaları söylemiyorum bile. :))

Ali G, uzun zamandır görmediğiniz fakat en matrağından otçu bir arkadaşınız gibi. Tabii çok sağlıklı bir arkadaş bu, spor salonu bile var.

Son olarak Ali G’nin filmin başında gördüğü rüya bana göre en komik rüyadır. Mis gibi de +18 rüya. Rüya kere rüya.

Ali G Indahouse Trailer

A River Runs Through It / Bizi Ayıran Nehir / Maveraünnehir

24 Salı Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

a river runs through it, bizi ayıran nehir, brad pitt, craig sheffer, robert redford


İki kardeş, hangi noktada kopabilirler, birbirlerinden? Montana’da büyüyen ve en büyük zevkleri alabalık yakalamak olan iki çocuk, onları alabalık yakalamaya alıştıran sert ve katı bir rahip olan babaları, naif ve sakin anneleri. Siz çocuklarınızı nasıl yetiştirmeye çalışırsanız çalışın, içten gelen duyguları asla değişmeyecektir.

A River Runs Through It sizde nasıl bir duygu yarattı bilmiyorum fakat bende çok iyi bildiğim bir şeyleri canlandırdığı kesin. Filmde var olan iki kardeşin yaşları birbirine çok yakın, buna rağmen oldukça farklı iki karakterler. Ben şimdi size ben ve abimi anlatacağım. Aman ne güzel, filmden özel hayata da geçiyorum.

Aramızda 6 yaş vardır abimle. Dünyanın farklı iki kutbundan yola çıkmışız da İstanbul’da Doğan ailesinde buluşmuşuz gibidir. Ben yeni şeylere hurra saldırırım, abim ihtiyatlıdır, ya bir şey çıkarsadır.

Ben küçüklüğümden beri gördüğüm herkesle konuşabileceğime, iyi arkadaş olabileceğime inanırım o ise daima ölçer ve biçer arkadaşlarını seçerken. Bu ne kadar iyidir ya da değildir şimdiye kadar hiç incelemedim yine de bu konuda da oldukça farklıyızdır.

Abimle aramızdaki 6 yılın ceremesini çekeduralım birbirimizin işine gelen noktalar da vardır elbet. Örneğin abim sayesinde bilgisayar ile tanışmam, onun sayesinde BackStreetBoys dinlemem. Tabii ki şimdi bir iki kişi “ııırpp, bırrrk, amaaan pırt” tavrında sesler çıkardı. İtiraf edelim, o dönemde bu gencoları dinlemek gerçekten güzeldi.

a-river-runs-through-it-bizi-ayiran-nehir-brad-pitt-izle

Yine de ne olursa olsun, farklıyız işte. Ve bu aslında dünyanın en normal şeyi. Tabii keşke bu kadar normal olmasaydı.

A River Runs Through It, aynı adımlarda yürüyen iki çocuğun nasıl farklılaşabileceğini anlatıyor bize. Doğanın ortasında büyümeye başlayan çocukların daha sonra medeniyet adı altında nelere çevrildiği de. Yönetmenliğini Robert Redford’un yaptığı bir filmi ilk defa izliyor olmanın mutluluğunu da yaşıyorsunuz izlerken.

Brad Pitt oldukça genç, Paul rolünde yine hafif kırık kafalı bir adamı oynuyor. Norman rolünde ise Craig Sheffer var. Craig Sheffer ile daha önce karşılaş mıydım bilmiyorum fakat Norman’ın küçüklüğünü yakından tanıdığıma eminim. 500 Days of Summer’ı izleyenler bu ufaklığı hemen tanıyacaklar.

Bu kadar küçük ayrıntı verdikten sonra oyumu veriyorum bu filme; 10 üzerinden 5.5.

Kült filmleri izlemeye koyulduğumdan beri yaşadığım hayal kırıklığının haddi hesabı yok. Hiçbirisi zaman kaybı değil fakat ah daha iyi olsalardı…

A River Runs Through It Trailer

300 / 300 Spartalı / Isparta’nın Gülü

24 Salı Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

300, afrodit, astinos, gerard butler, olimpos dağı, sparta, tabula rasa, vincent regan, yunan tanrıları, zeus



Gerçek adamların savaşı! 300 adet Spartalının Persler ile büyük savaşını konu alan mitolojik filmlerden bir tanesi. Mitoloji ile biraz ilgilenenler bu iki millet arasındaki durulmaz suyu mutlaka göreceklerdir. Yunanistan sınırları içerisinde yani azıcık yerde bu kadar itiş kakışı nasıl başarabiliyorlar onu tam olarak anlayabilmiş değilim. Aslına bakarsanız tanrıların da Olimpos denen yerde çok barış içinde olduğu söylenemez. Hades durmadan birilerini kaçırır, Zeus’un uçkuruna diyecek yok zaten. Afrodit manyağın teki, her gördüğüne aşık oluyor, sonra intikam peşinde koşuyor.

Tanrı kalsak ya hepsine?

Kalamayız.

300’ü çok uzun zaman sonra izlemiş olmanın rahatlığı vardı içimde. Yok çok şişirilmiş, yok çok güzel, yok muhteşem, yok Cüneyt Arkın… İşte tüm bu yorumlardan soyutlanmıştı kafam. Tabula Rasa kadar temizdim. Filmi izlemeye başladım.

İlk olarak filmin bir anlatı üzerine kurulması doğrudan ozan geleneğiyle uyuşuyordu. Kimse bu filmin gerçek bir mitten alınmamış olduğu sırf bu yüzden bile söyleyemez. Prometheus’tan tutun da Adonis’e kadar, herkesin hikayesini anlatan adamlardı bu ozanlar.

Kavga dövüş, savaş barış filmlerini seven ben için bol savaş sahneli bir film olduğu için de üst sıralara çıkıyordu. Yine de filmde en çok beni onurlandıran şey Kraliçe Gorgo’nun Spartalı kadınların da yönetimde söz hakkı olduğunu bildirmesi ve Pers kralı tarafından yollanan sünepe elçiye verdiği cevaptır.

Messenger: What makes this woman think she can speak among men? 
Queen Gorgo: Because only Spartan women give birth to real men. 

Kadınları onurlandıran ve onları ön plana çıkaran durumlar daima ilgimi çeker, övgümü hak eder. Hayır efendim sanki övgümü hak etmese bir şey olmayacak. Elbette olacak fakat bu kadar senedir, yani yaklaşık üç senedir, civilization nature ikilisi arasında boşuna mı kadın ile erkeği çaprazladık birbirine.

-

Sadece erkeklerin değil kadınların da keskin zekasına göndermeler yapan, eşine sadık ve gerçek bir savaşçı ruhu ile yetiştirilmiş kadınların olduğunu gösteriyordu film bize. Tarihte Spartalıların en iyi savaşçılar olduğu düşünülürse ve anlatılanların gerçek olduğuna inanılırsa – ki inanmamak için bir sebep yoktur – burada yaşayan kadınların ezilmek yerine kraliçenin bile “höt” deyici rolünün olması oldukça güzel.

Çok fazla kadınlar ve kadınlık üzerinden gidip feministlik çığırtkanlığı yapmak istemiyorum. Diğer ayrıntılara atlamam gerekirse, kimsenin kahrolmadığını söyleyemeyeceği bir sahne; Vincent Regan’ın canlandırdığı Captain’ın oğlu Astinos’u kaybettiği sahne. (Az önce sahneyi daha ayrıntılı olarak hatırlamak için açıp baktım da…) İnsanın kemiklerini titreten, sinir uçlarını uyuşturan bir sahnedir o. Bir babanın oğlunun adını haykırışı ve oğlunun kafasının kesilişidir en derinden sarsan. Bir kez daha titredi içim.

Dövüş, savaş ve kan. Normalden daha fazla severim filmlerde. 300 benim için aranan kandı gerçekten. Şu anda tekrar izlemek istedim. Tekrar açıp tekrar izlemek.

Çevirilerinde Ispartalı olarak yazsalar da filmde Sparta ile Isparta ayrı yerlerdir, not düşeyim dedim yazının sonunda.

Astinooooosss…

300 Trailer

16 Blocks / Şurası İşte Kız

23 Pazartesi Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

16 blocks, 16 blok, bruce willis, eddie bunker, iyi polis kötü polis, jack mosley, mos def


Mos Def, Mos Def, Mos Def! Tamam, Selena gibi çağırınca gelmiyor olabilir fakat bu adam bu filmde Bruce Willis’e fark atan adamdır, 16 Blocks’u izleme sebebidir, güldüğü zaman adamı sırıtmak durumunda bırakandır. Aksini iddia eden?

İyi polis, kötü polis, ders verme, ders çıkarma temalarını işleyen bir film bu film. Biliyoruz ki iyi polis kazanacaktır, kötü polis çok fena dumur olacaktır, gerekirse ölecektir vs. Klişe filmlerle başımız belada iken hala bu minvalde filmleri izliyor oluşumuz da komik. Bruce Willis’i Pulp Fiction, Sin City gibi efsane filmlerde görmek isteyen küçük bünyem, kendisini alkole vermiş, yaşlanmış Willis’i daha doğrusu Jack Mosley’i görünce üzüldü.

Ölüm sahnelerine hiç dayanamayan, vurulma sahnelerindeki iki üç duygusal cümleye gözyaşlarımı dakikasına bağışlayan birisi olarak bu filmde de ağladığım yerler oldu, evet. Bu sulugözlülüğü ne yapacağız orasını hiç bilmiyorum zaten fakat ne desem, nasıl desem. Mos Def işte. Bruce Willis’e beş hatta on çeken bir adam olmuş 16 Blocks’ta.

Eddie Bunker adında bir suç/suz/luyu canlandıran Mos Def’i gördüğüm anda kendimi yenilenmiş hissettiğim bir gerçek. Hem de pasta yapmak isteyen bir adamı oynadığında nasıl sevmezsiniz ki? Aklıma yüzlerce pasta çeşidi geldi o pastalardan bahsederken. Akıllı ve sevimli bir adam olan Eddie Bunker’ın Jack Mosley’e sorduğu soru ve Jack’in filmin sonunda verdiği cevap da pasta tadındaydı.

16-blocks-16block-trailer

Eddie Bunker: You’re driving in a hurricane and you see three people at a bus stop. One is an old lady and she’s sick. One is your best friend and he saved your life. And the third is the lady of your dreams. Now check it out, you only have room for one in your car, which one do you take? 

Jack Mosley: Oh yea, you give the car keys to your best friend and you let him take the old lady to the hospital. You stay at the bus stop with the girl because she’s the girl of your dreams, right? So everything is going to be ok. 

Fakat beni güldürmek ile ağlatmak arasında bırakan bu konuşma herkesin söylediği fırtına ve araba muhabbetinden daha naiftir.

Eddie vurulmuştur ve kan kaybetmektedir. Panik halinde olan Jack Eddie’ye her şeyin yolunda olup olmadığını sorar. İşte o konuşmada sırıtmak ile gözlerimi doldurmak arasında kalırım. Ehe ile ühü arasındaki ince çizgiyi görmelisiniz:

Jack Mosley: You’re not gonna die on me are you? 
Eddie Bunker: I dunno, I ain’t never died before. 

Aslında genelde benim işim hep kötüler arasından iyiyi seçmektir. Bunu da iyi yaparım ayıptır söylemesi. Bu klişe ve sıradanlığın dibine vurmuş filmde Mos Def’i bulmam benim için yeterliydi sanıyorum. Mos’u hatırlayamayan için şu linke buyurmanız yeterli: biryuduminsan:mosdef.

16 Blocks – 16 Blok Trailer

8 Mile / 8 Mil / 12,8 Km

23 Pazartesi Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

8 mil, 8 mile, brittany murphy, eminem, rihanna, torrent


Bu filmi Brittany için izleyenler el kaldırsın? 8 Mile seneler boyunca televizyonda yayınlandıktan sonra izlemeye karar verdiğim filmlerden bir tanesi. Türkçe dublajlı film izleyememe hastalığına yakalandıktan sonra TV’deki filmlere dönüp bakmaz oldu şu sergüzeşt gönlüm. Sonuç ise ortada. 8 Mile’ı yıllar sonra torrent ile indirip oturup izledim.

Konusunun ne olduğunu bilerek izlemeye başladığım filmlerde elimin daima “ileri” tuşuna gidiyor olması anormal bir şey değil bence. Mutlaka iki üç bölümüne aşina olduğunuz filmleri tekrar izlemek çift baskı etkisi yaratabilir. 8 Mile’da beni bu durumdan alıkoyan tek şey Brittany’i daha fazla görebilmekti. Şimdi diyeceksiniz ki neden bu kadar büyütüyorsun? Bu hatun öldüğünde, daha doğrusu haberlerde ölümü gösterildiğinde “Aaa, ben bu hatunu biliyorum!” demiştim. Evet biliyordum, Spun’ı izlemiş ve kedi canını senin gibi şeyler söylemiştim içimden. Bu sefer bilerek ve anlayarak izlemem gerekiyordu. Sonuçta ortada bir Rihanna klibi yoktu, yanan evlerle birlikte Eminem de şarkı söylemeyecekti.

8 Mile’da sürekli olarak insanı sorgulatan bir durum var. Böyle bir evde, böyle bir anne ile yaşasaydım ne olurdu? Böyle bir çocuğum olsa ne yapardım? Annemin birlikte olduğu adam itin teki olsaydı ne yapardım? Eğer küçük bir kardeşim olsaydı ve bunların hepsine birebir tanıklık etseydi onun psikolojisi nasıl olurdu?

8mile-8mil-eminem-izle

Eminem’in şimdiye kadar en çok dikkat çeken şeyinin hayatı olduğunu iyi biliyoruz. Daima şarkılarında hayatından dem vurur, bir şeyler yapar ve büyük şeyler yaşadığına inandırır bizi. 8 Mile, doğrudan bunları gözler önüne seren bir filmdi.

Bizdeki rap kültürünün biraz daha farklı olduğunu düşünürsek ve bu freestyle atışmaların çok nadir yapıldığını da hatırlarsak bu filmin ikinci çekici noktasını yakalamış oluruz. Ağız tadı ile, dolu dolu bir atışmaya denk gelirsiniz film boyunca. Laflar sokulduğunda it gibi sırıtmamak için kendinizi zor tutarsınız.

8 Mile, Eminem’in hayatını anlatmasaydı eğer bu kadar başarıya sahip olur muydu bilinmez. Tüm hayatını sansasyonlar üzerine kurmuş bir adamın sansasyonel olmaya filmi olsaydı 8 Mile ve Brittany Murphy bu filmden seneler sonra ölmeseydi ben bu kadar çok sevebilir miydim, onu da bilemiyoruz.

Ölüm sürekli hayatı hatırlatıyor bize. Ne olmuş ki ölmüşse, e filmde yaşıyor işte.

Yok daha neler.

12,8 Km imiş.

8 Mile – 8 Mil Trailer

3:10 To Yuma / Yuma’nın Yolları Taştan

22 Pazar Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

3 10 to yuma, 3:10 to yuma, akıl oyunları, christian bale, hollywood, kovboy filmi, russel crowe


“Şu adamın tüm filmlerini izlemeliyim!” dediğim birisi varsa o da Christian Bale’dir. Sanırım pek çok filmini de izlemişimdir. Azıcık ucundan birkaç film kaldıysa kaldı. Bu adamın filmlerin tuzu biberi gibi. Tat katmadan duramıyor.

Ailemizin baharatı sevgili Christian Bale ile Akıl Oyunları ile hatırlanmaya mahkum olan Russel Crowe bir kovboy filminde bir araya geliyorlar. Kovboy filmlerinin bizim kültürümüzde yeri Trt 1 ile birlikte hafta sonları sabah kahvaltılarında ekmeğe katık olmasıdır. Ve bu yüzden şimdiye kadar en az 5 kere TV’de gösterilmiş, güzel güzel izletilmiştir herkese.

3:10 To Yuma’yı severseniz eğer şu sebeplerden sevebiliyorsunuz: Christian Bale’in oyunculuğu, Russel Crowe’un yaşlanmazlığı, sonunda iyi adam ile kötü adamın iş birliği ve diğer oyuncuları daima bir yerden hatırladığınızı hissetmeniz.

Sevmediyseniz de şu sebeplerden sevmemiş olabilirsiniz: Beklenilen bir son ile bitmesi, klasik Hollywood filmi kıvamında sahnelerin yaşanması, koşuşturmacaların hep beklenilen doğrultuda olması.

3_10_to_yuma-christian-bale-izle

Son zamanlarda bana “hasssskktir.” dedirtecek herhangi bir filme denk gelmedim. Beni en tepetaklak eden filmlerden bir tanesi The Prestige diğeri de Oldboy’dur. Tekrar düşündüğümde aklıma herhangi bir filmin gelmemesi tamamen senaristlerin suçu. 3:10 To Yuma’nın da sonunu tahmin edebilmenin rahatlığı ile film izleme keyfi vardı. Şimdiye kadar hiçbir spoiler benim canımı sıkmayı başaramadı çünkü hiçbir film için “Eğer bu filmin sonunu çözersem hiçbir keyfi kalmaz.” demedim. Her film, sonuna gelen kadar yüzlerce evreden binlerce kez geçer, aklınızın süzgecinde bir o yana bir bu yana savrulur.

Film listemi geliştirmek, allak bullak edici sonlarla karşılaşabilmek için tavsiyelerinize ihtiyacım var. Nedir size “hasssskktir.” dedirten filmler?

3:10 to Yuma Trailer

The Ninth Gate / Dokuzuncu Kapı

22 Pazar Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

dan brown, dean corso, dokuzuncu kapı, johnny depp, liana telfer, ninth gate, the ninth gate


Şeytana giden bir kapı varsa işte o kapı Dokuzuncu Kapı’dır. Filmi uzun süre beklettikten sonra izlemeye başlamanın verdiği hafif bir tedirginlik vardı. Kısa filmleri izleyip geriye 2 saat ve üzeri filmleri bıraktığım için sanki her film farklı bir değerdeymiş, eğer kötü çıkarsa kendimi kötü hissedecekmişim gibi.

Beynimi bu yönde şartlandırmamaya çalışsam da yenemedim yargılarımı. Kendime hükmedemedim. The Ninth Gate, en başından kurgusu ile Dan Brown’ın kitaplarına benziyordu. Yavaş yavaş birileri ölüyor, ortaya olağan dışı durumlar çıkıyor ve kahramanımız bu durumların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Gerçekten film sarmaya başlamıştı, her şey yolunda gibi görünüyordu. Fakat.

Filmde beni rahatsız eden birkaç durum söz konusuydu. Örneğin açığa kavuşmayan ve aslında ne olduğu çok da belli olmayan sarışın hatun, Liana Telfer’ın yanındaki albino adam ( Johnny’nin sözleri ile hatırlarsak. 🙂 ) ve Balkan’ın tam olarak neye dayandığı belli olmayan Şeytan takıntısı. Bana kalırsa filmin en büyük eksikliği bu kişilerin neden gerçekten bu kitapların peşinden koştuğunun açıklanmamasıydı. Ayrıca en sonunda Balkan’ın yaptığı ayinin geçerli olmaması ve adamın yanıp tutuşmasıydı. Bu kadar şeytan ve şeytanca olayların geçtiği bir filmde baş kahramanın bu mertebeye ulaşmasına gerek yoktu diye düşünüyorum. Çünkü böyle bir son çok beklendik bir sondu.

the-ninth-gate-dokuzuncu-kapi-izle

Dean Corso’nun 9. ve son resmi bulması ile kendisinin 9. Kapı’da bulması ve kapının bir anda açılması görsel olarak güzeldi. Şeytan, kendi istediği kişi ile bütünleşmiş, bir araya gelmiş oluyordu. Fakat Şeytan’a ulaşabilen kişinin sadece inceleme sırasında değil daha öncesinde de bir tık da olsa Şeytan’la alakadar eylemlerde bulunmuş olmasını beklerdim.

İki saatlik filmlere böyle bir değer verince ve karşılığını alamayınca açıkçası üzüldüm. Hayat, beni neden yoruyorsun?

The Ninth Gate – Dokuzuncu Kapı Trailer

Safe House / Düşmanı Korurken

20 Cuma Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, cia, düşmanı korurken, denzel washington, fbi, gta, maroia, obama hükümetii, safe house, tobin frost, unthinkable, waterboarding


Denzel, Denzel. Daha önceki yazımda size söylemiştim sürekli olarak aktörlerin ve aktrislerin filmleri olduğu yerin ötesine taşıdığını. Bir aktörü seviyorsanız eğer ve bu aktörün kötü oynadığı herhangi bir filme henüz denk gelmediyseniz, düşündüklerinizin hepsi doğrudur.

Denzel Washington’ın en son American Gangster filmini izlememden sonra Safe House bana yine o derece güzel geldi. Sanırım ben Denzel’ın daima artistlendiği, yürüyüşü ve konuşmaları ile daima cool adam olduğu filmleri seviyorum. Safe House da bunlardan bir tanesi.

Bana bu filmi kimin önerdiğini hiç hatırlamıyorum fakat böyle bir şansım olsa teşekkür ederdim. Dün gece filmi izlerken şimdiye kadar gözümden kaçan bir ayrıntıyı öne sürdükleri için. Daha önce Unthinkable‘da eğer şansınız olsa bir teröriste neler yaparsınız diye sormuştum. Filmde yapılan işkencelerden birisi de adamın yüzüne havlu ya da bez tutup üzerine su dökmekti. Aynı işkence tipini Safe House’da görünce filmi durdurup araştırmaya koyuldum ve bu işlemin “Waterboarding” olduğunu öğrendim. Waterboarding’in 1500’lü yıllara dayandığını öğrendiğimde ise bir daha irkildim. İnsan aklı daima kötülüklere mi çalışacak? Fakat hadi size acı tatlı bir haber vereyim: 2009 yılında Obama yönetimiyle bu işkence türü yasaklandı. Evet, Amerika yapacağı işkencelerde artık Waterboarding kullanamayacak. İnananlar?

Filmden bir şeyler çıkarmak isteyenler tahminen Tobin Frost’un (Denzel) genç CIA ajanına söylediği cümleyi alacaklardır: Everyone bitches everyone.

Aslında gerçekten bu cümle bel kemiğidir filmin. Tüm senaryo bunun üzerine kurulmuş ve oynanmıştır fakat ortada benim için daha önemli olan iki nokta var.

İlk nokta: Tobin’in Matt’e söylediği cümle, “You’ve done a fine job, Son. We’ll take it from here. That’s when you know you’re screwed.”

safe-house-denzel-washington-izle

İşte bu noktada da benim için pek çok şey açığa kavuşuyor. Etrafınıza bir bakın. İnsanların siz bir işi kötü yapmaya başladığınızda ya da sizden şüphelendiğinde söylediği en önemli cümlelerden birisidir bu. En basit örneğinde bile siz yemek yapmaya çalışırken işi daha iyi kıvıracağını zanneden ve sizi egale etmek isteyen kişiler oluyordur. “Tamam tamam, buradan sonrasını ben hallederim.” Sanırım şimdi biraz biraz hatırladınız.

İkinci nokta ise ikinci güvenli evde Matt ile konuşan ve sayko sayko bakan elemanın Matt’e Tobin Frost’tan bir şeyler öğrenip öğrenemediğini sorduğu nokta. “Ondan daha iyi bir öğretmen bulamazsın, seni şimdi kıskandım işte.” diyor. Aslında söyledikleri onun tamamen inanmadığı ve zaman geçirmek adına söylediği şeyler fakat %100 doğru. İnsan beyni olaylardan ve yaşadıklarından nemalanmayı asla bırakmayan bir organ. Daima yeni bir şeyler öğreniyor ve bunları yaşamaya çalışıyor. Karşınızda eski bir CIA ajanı var, yaptığı CIA karşıtı işler yüzünden deli gibi aranan bir adam ve siz de yepyeni toy bir CIA çalışanısınız. Neler olurdu? Zannediyorum ki en ‘adam sen de’lerin bile öğreneceği bir şeyler çıkardı.

Klasik vurdu kırdı, GTA konseptli sokak karmaşaları, cia – fbi – çürük elma üçlüsünü sevenler için Safe House birebir bir film. Konu ve konsept olarak daha önceki filmlerden çok ayrıldığını söylemek imkansız. Yine de izlenebilirliği yüksek.

Safe House Trailer

Lost In Translation / Bir Konuşabilse

19 Perşembe Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

bir konuşabilse, charlotte bob, japonya, lost in translation, scarlett johansson, tokyo


Aslında mesele konuşmak değildir. Evet, mesele aslında konuşarak değil konuşmadan da anlatabilmektir. Film isimlerini çevirirken anlamdan uzaklaşmaya hazır olan arkadaşlarımızın bir oyunu bence Bir Konuşabilse. Film boyunca ortada gerçek bir iletişimsizlik var fakat Lost In Translation’daki anlamı daha doğru verebilecek mutlaka bir isim vardır.

Bob ve Charlotte mutsuzluklarını yanlarında taşıyan ve bu sebepten dolayı uyumakta dahi zorluk çeken iki karakter. Bob 25 senelik evlidir ve onun için her şey artık sadece basit seçimlere evet ya da hayır demekten ibarettir. Charlotte ise 2 sene önce evlenmiş olmasına rağmen evliliğin tüm büyüsünün kaçtığına inanmaktadır hatta eşini tanıyamamaktadır.

Japonya’da bir başlarına kalan bu iki insan Japonya’nın haddinden fazla hızlı yaşantısı ve bir türlü anlayamadıkları dilleri arasında kendilerini yitirirler. Bir Konuşabilse olarak çevrilen filme bu ismi veren tahminen Bob’un reklam için çekim yaptığı sırada yönetmen ile bir türlü anlaşamayışıdır. Fakat ben dil faktörünü geçip bu kayıp olma durumuna göz kırpmak istiyorum.

lost-in-translation-scarlet-johannsonn-izle

İki karakter de kendi ilişkilerinin içinde yok olmuşlardır. İkisinin de yanlarında arkadaşları ya da dostları yoktur.  Yataklarının diğer tarafı boş, akşam yemeklerinde otelin kalabalığının içinde yine de yalnızlardır.  Bob ve Charlotte’un bu mutsuzlukları onları buluşturan nokta olur. İlk defa  birbirlerinin yanında uyumayı başarırlar. Tüm film boyunca hadi artık öpüşün, sevişin, bir şeyler yapın hissine kapılsanız da onların konuşmalarını bile en aza indirgeyerek yaşadıkları daha doyurucu gelir.

Filmi izlerken aklıma gelen küçük bir ayrıntı ise şöyleydi; birbirleri ile hatta etrafındaki kişiler ile konuşamayan bu iki yitik karakterin iç seslerini duyabilseydik belki de daha iyiydi fakat sonrasında tekrar düşündüm de onları anlayamamak, yapacakları hareketleri kestirememek daha doğruydu çünkü onlar da aslında ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlardı. Kocaman, rengarenk ve hızlı bir şehrin ortasında iş amaçlı yapılan iki gezinin tam da göbeğinde kalan Charlotte ve Bob otel odası sınırları içinde yeni bir yaşam yaratmayı başardılar. Aslında onların ilişkileri iki sebzenin ya da meyvenin yan yana çürürken üzerlerini kaplayan küf gibiydi. Dağılması kolay fakat iki nesneden de bağımsız bir yaşam formu.

Lost In Translation – Bir Konuşabilse Trailer

← Older posts

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...