• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Tag Archives: Cemal Süreya

‘Dokuza Kadar On’ Adımda Asaf

12 Cumartesi May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

özdemir asaf, öznur doğan, beowulf, bir kelimeye bin anlam, Cemal Süreya, düşük tansiyon, devlet ve ben, dokuza kadar on, Ece Ayhan, göğe bakma durağı, imagist, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kurşun kalem, maroia, objectivist, oedipus, oznurdogan.com, pay, telaş, Turgut Uyar, yalnızın durumları


Şiir okumak benim için özel bir tutku. Kitabın üzerine yazıp çizemeyen ben; elindeki şiir serisi için en hafif dokunuşlarla notlar aldım kitaplar üzerine. Kurşun kalem kullandım bunun için ve hiç kalemtraş ile açmadım kalemi. Daima yumuşak uçluydu çünkü şiirlere zarar verirdi keskin hatlar.

Şiir macerasında üçüncü sırada Özdemir Asaf var. Bir Kelimeye Bin Anlam önsözü ile okumaya başlıyorum ve dakika bir aldığım not, “Imagist ve objectivistlerle bağlantılı mıdır acaba?” Bu merak beni içli dışlı bir okumaya yönlendiriyor. Art arda şiirleri okumak kimilerine saçma gelir ve fakat her şiir birbiri ile alakalı olmasa da bütünde bir resim çizer. Şöyle uzaktan tuttunuz mu kitabı anlarsınız ki bu adamlar ve kadınlar dar alanda kısa da paslaşıyorlar ama geniş alanda büyük anlamlar da veriyorlar şiirlerine.

Özdemir Asaf en ekonomik şairlerden. Kelime ekonomisi yapıyor bol bol. Fakat onu az önce bahsettiğiim Imagistler ile aynı noktada bulunduran şey sadece ekonomik oluşu değil, imgeler ile hareket ediyor oluşu. Küçücük bir sahneyi imge dolu anlatıyor Asaf. İşi gücü hayaller ve imgeler ve kelimeler. Kısa soluk alıp vermeler gibi onun şiirleri. Nefes alıyor fakat tansiyon daima 9’a 5. El ve ayak henüz titredi titreyecek, ten biraz soluk. Gözler sanki uzun süre üzerine bastırılmış gibi gizli bir uzay dünyasına açılıyor. Sonra bakıyorum ki kısacık bir anı, tamamen tüm detaylarından soyutlayıp veriyor bu adam. Telaş şiirinde örneğin;

Yaşamak değil,

Beni bu telaş öldürecek. 

Gelin, sizinle birlikte karar verelim bunun hangi tür şiir olduğuna. İçinde imgeler mi barındırıyor yoksa kendisinden başka bir şeyi anlatma zorunluluğu hissetmiyor mu? Bana kalırsa insanın kendisini obje olarak gördüğü bir şiir bu. O yüzden de objectivist.

Kısa cümleler ile dünyayı anlatmakta üzerine yok. Bildiğimiz tüm mitsel kahramanların denizden dönüşüne gönderme yapıyor ardından Pay şiirinde. Diyor ki şair:

Şimdi, şu akşam saatinde

Dönüyorum görmüş, geçirmiş, atlatmış,

Gözlerin doymayan sahilinde. 

Bütün mitlerde yolculuğa çıkan kahramanlar farklı bir karakter ile dönüyorlar. Daha olgunlaşmış, öğrenmiş ve öğretilmiş bir şekilde. Çünkü onlar hayatlarında yaşamadıkları deneyimi kısa sürede yaşayıp kendilerini kanıtlama şansı buluyorlar. Ben diyeyim Oedipus, siz deyin Beowulf.

Sayfaları çevirdikçe beni bir merak alıyor… Nasıl bu kadar iyi yazabiliyor? Nasıl hayattan bir nesneyi seçip ona bambaşka bir şekilde bakabiliyor. Şairlik böyle bir şey demek.  Bir pantolon paçasının kıvrılışı bile bir şeyler anlatabiliyor onlara. Renkler üzerine oturup düşünebilir ve hatta yazabiliyorlar:

Tüm renkler aynı hızla kirleniyordu,

Birinciliği beyaza verdiler.

Sonra kendime yakın hissediyorum Asaf’ı. Devlet ve Ben diye bir şiir yazmış tutmuş da. Yanına ben de not almışım, “Devlet ve Ben” ve Öznur! Çünkü yakınıyor burada şair. Şair burada birilerine sesleniyor, kendine sesleniyor. Zamansızlıktan yakınan Öznur’a sesleniyor. Alamadığı kitaplar için hüzünlenen Öznur Asaf’a sesleniyor. Yakışıyor bu tavır sana be Özdemir diyorum. Sigara içsem, hemen bir sigara yakacağım şerefine ve fakat içmiyorum. Yani sigara.

Herkes yerini bilsin istiyor. Yersiz ve yurtsuz sözlerin alemi yok. Hele bir de:

Kendi bahçesinde dal olamayanın biri

Girmiş bahçeme ağaçlık taslayor. 

‘sa. Taslamasınlar efendim. Bunu bana yapmasınlar. Hayatta en çok korktuğum şeydir yersiz taslanmalar başkalarına. Seviyorum deyip de gözünü çıkarmalardan da korkarım, karşımdakini üzecek hırlanmalardan da. Fakat yine de bana denk gelir bu dal olamayanlar. Dal olamaz diye midir nedir, bir hınç ile koparmaya çalışır meyvelerimi. Kim dedi ki Öznur Bahçe’de yağma var? Yok öyle yağma!

Sevgiliyi kıskanmanın tadı da başka oluyor Asaf ile:

Gördüğümü görecekler diye ödüm geriliyor.

diyor. Bazen düşünüyorum da aklıma düşen minik tohumlar hep bunun eseridir. Hep birilerinin sevdiğimi benim görebildiğim şekilde görebilme ihtimalinin olmasıdır. Yani sigarayı tutuşuna gözü kayar da aşina olur, dudak büküşünü görür de farkına varır diye; ödüm geriliyor. Özel olmak ve özel hissettirmek istemek ne özel duygu şu hayatta. İstiyorum ki elimi sıkıca tutan adamın kocaman elleri “ki senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım, tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum” [bunu mektupla ona yazmış olmanın kıvancını yaşıyorum herkes söyleyivermeden ve bilivermeden önce bu şiiri] bir tek benim küçük ellerimi kaplasın. Tek bir parmağını tutabileyim, çocuk olayım; en başa döneyim.

Biliyorum ki Asaf elini koyuyordu sevdiğinin yanağına ve diyordu ki:

Yüzümde hüzünden gölgeler varsa

O hüzün yüzündendir olsa olsa.

Olsa olsa şair olduğundandır, her şeyi gördüğün ve anladığındandır. Doğanın insanı, sanatın parçası olduğundandır. Çocukla ve kadınla bir, hayvanla ve bitkiyle dost olduğundandır. Hüznü kendine ait saydığından, ondan kaçmadığındandır. Keşke hepimiz bu kadar cesur olabilsek.

Üzerine düşünülecek yüzlerce kelime bırakıyordu geriye benim Çakmak dedeme benzeyen adam, Asaf.

Bir şey olmasaydı

yazmak olmayacaktı…

Başka bir şey de olmasaydı

Silmek olmayacaktı.

Gel de başlatma şarap çanağına! Şarap demişken, saat 12’den sonra tüm içkiler de şarapsa vakti gelmiştir güzel bir şarap açmanın. Eski ve yeni, beyaz ve kırmızı… Şarap, nadir de olsa uğranan arkadaş gibi fakat daima sıcak ve samimi.

Yalnızın Durumları bölüm bölüm, parça parça. Ben en çok son bölümü seviyorum:

Her leke

kendisiyle çıkar.

Hepimiz, kendimizle sınanacak ve sonuçları kendimizden çıkaracağız. Yaptığımız tüm hatalar en başından beri bizim hatamızdı. Sevdiklerimiz ve sevemediklerimiz, sevmeyi denemediklerimiz de… Hepsi bizim hatamızdı. Ancak bilmiyorduk, suçlamaya devam ediyor, soruyor soruyor soruyorduk;

Maveraünnehir nereye dökülür?

“Süreya” Yeter, ‘Üstü Kalsın’

05 Cumartesi May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

ama senin, aşk, özdemir asaf, öznur doğan, ülke, üvercinka, beni öp sonra doğur beni, Cemal Süreya, cevdet kudret, doğan hızlan, Edip Cansever, ilhan berk, işte tam bu saatlerde, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, mehmet kaplan, nazım hikmet, nurullah ataç, oznurdogan.com, suut kemal, tahir alangu, Turgut Uyar, william carlos williams, yapı kredi yayınları


Sen git bir iddia uğruna soyadından harf eksilt. Adam gibi adam vesselam. Verdiği sözü tutuyor, yazdığı sözü okutuyor. Üstü Kalsın’a başladığımda hiçbir şiiri ayırt edemediğimi kitabın sonunda anlıyorum. Her şiir sanki benim için daha özel hale geliyor. Keliimeler içimde büyüyor. Nazım Hikmet’i yazarken öyle değildim halbuki. Seçebilmiştim aralarından kolayca. Cemal Süreya bana daha yakınmış demek ki, vazgeçemiyorum hiçbir şiirinden. Bunu Özdemir Asaf okurken de fark ediyorum sonradan.

Cemal Süreya.

‘Aşk‘ ile başlıyor kitap. Bence Cemal de her işe aşk ile başlardı. Bildiğim, daha önce okuduğum her Süreya şiirinde kendimi daha iyi hissettiğimi fark ediyorum. Bu şiiri biliyorum ki siz de biliyorsunuz;

“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.

Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.”

Sonrasında Elma şiirinde görüyoruz adında bir harf atışını. Şimdi düşünüyorum da Öznur’a bir nokta daha koyup Öznür yapanları dövme fikrimi. Fakat Cemal yüce gönüllü müdür, şair midir ne boktur(?) adından harf atıyor fazla gelmiş gibi. Fazlaydı belki de.

“Adımın bir harfini atıyorum.” diyor 1956’da. Ve daha o tarihte henüz babam bile yok.

Sonra Üvercinka söylüyor şair. Afrika dahil tüm kıtalarda seviyor, yaşıyor, sevişiyor, öpüşüyor. Afrika dahil tüm kıtalarda ben de dolu dolu seviyorum ya Cemal gibi, içim kabarıyor; içime sığmıyor. Kendime taşıyorum.

“Aydın düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma

Yatakta yatmayı bildiğin kadar

Sayın Tanrı’ya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler

Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının

Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde

Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor

Bütün kara parçaları için

Afrika dahil.”

Elim saçıma gidiyor. Kısadır benim saçım. Diken dikendir hatta bazen. Bu yüzden kötü hissediyorum kendimi biraz. Kimse benim için böyle şiirler yazmayacak, yazamayacak. Ne saçlarımın uzunluğundan ve dalgasından, ne pembe topuğumdan ne de ince bileğimden.

Ve ardından Ülke geliyor. En sevdiğim iki şiir böylesine art arda ve bana özel sanki. Aldığım zevkin haddi hesabı yok, ben gerçek bir Cemal Süreyasever Süreyayer olarak hayatıma devam ediyor oluyorum. Şiirler de cabası.

Karar bile veremez oluyorum, neresini seçsem Ülke’nin diye. Herkesin seçtiği yerlerden farklı bir parça seçiyorum fakat ben;

“Karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin

Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi.

Birtakım genç anneleri uzatırdı bir keman 

Sen tutar kendini incecik sevdirirdin

Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa.”

Gecenin bir vakti Cemal’i okumak da misillemeydi yalnızlığa. Çünkü gidemiyordun sevdiğinin kollarına. Söyleyecek çok şeyi vardır herkesin. Ayıptır ve günahtır ve yasaktır ve olmazdır ve komşular ne derdir ve daha nicesidir. Oysa duymak var sevgilinin derin nefesini uyumak ile uyumamak arası. Bir kere de onun için nefes almak var. Tanıdık bir ten var teninde, yanağında, belinde. Ve yine yasak işte.

İşte Tam Bu Saatlerde derken de şu satırları yazdığım saatleri anlatıyordu belki de. Uyku ile uyumamazlık arasını. Beynin uyumaktan vazgeçtiği ama gözlerinin uyku sinyalleri çaldığı şu saatleri;

“İşte tam bu saatlerde bir yara gibidir su

Yeni deşilmiş uçlarında sokakların, küçük uçlarında.

Senin güneş sarnıcı gözlerin

Ölüm yası içindeki evde

Olmaması gereken bir şey gibi, kırılan bir ayna gibi.

Bu saatlerde.”

Peki bir sevgili sevgilisinden en çok neyi isteyebilirdi ki? Gerçek yaşamda yeni bir doğumu mu? Beni Öp Sonra Doğur Beni diyebilmek için ne kadar yürekli olmak gerekiyordu? Kabullenmek tüm eksiklerini ve fazlalarını, geçmişini ve geleceğini. Tek bir kadına ya da adama dönmek yüzünü; doğursun seni diye.

“Annem çok küçükken öldü

beni öp, sonra doğur beni.”

Sen ne diyorsun be adam? Nasıl vuruyorsun tam da kanımın donduğu, gözlerimin dolduğu yerden…

Ve bir de beyit şeklindeki şiirlerin, sade ve anlatım dolu. Belki biraz objectivist. Hem ortada bir nesne var hem de sözlerde bir ekonomi. William Carlos Williams ile arkadaşlığın nedir senin?

“Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem 

Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.”

Ve fakat beni bu ikilik değil öyle bir iki satır mahveder ki her seferinde. Tam yerinde bir söz söylenmiştir de işte ben ona tanık olmuşumdur. Duygular bizden çok zaten tercüme edildi ama bu tercüme asırlıkmış gibi. Tek bir cümle halinde olsa böylesine anlamlı ve mükemmel olmayacakmış gibi.

“Daha nen olayım isterdim

Onursuzunum senin!”

Ve bu iki satır, hem Cemal’in el yazısı ile hem de imzası ile bulunuyor kitapta. Nasıl sevindiğimi 65. sayfaya gelince anlayacaksınız. Her bir şiiri başkadır benim için Cemal’in ama ah bu ‘Ama Senin‘ yok mu? Var işte, gözü kör olmayasıca.

Bir de herkesle dost bu adam. Adı İlhan Berk Olan Şiir‘de herkese bir lakap takıştırıyor. Herkesin işi var, Nurullah Ataç çeliştirmen çünkü. Tahir Alangu soruşturman. Cevdet Kudret, Suut Kemal, Mehmet Kaplan diye devam ediyor liste. Kitabı hazırlayan Doğan Hızlan da nasibini alıyor.

Cemal’i anlamaya çalışıyorum. Cemal diyorum ona. Anlayamıyorum. Süreya’dan zaten bana ekmek yok. Cemal Süreya benim gizli bahçem oluyor. Anlıyorum fakat anlayamıyorum.

Edip Cansever için bir şiir yazıyor adı Edip Cansever.

“Her şeyin fazlası zararlıdır ya,

Fazla şiirden öldü Edip Cansever.” diyor. Bu Cemal de beni öldürdü öldürecek fakat.

Gün gelecek “Fazla okumaktan öldü Öznur Doğan.” denilecek mi diye merak eder oluyorum. Fazlalıksam bu dünyada ya da mesela, “Fazla Öznur Doğan’dan batar mı bu Dünya?”

Turgut’uma Uyar’ıma da yazıyor bir şiir. Ve bu sefer bir gerçek hikayeden bahsediyor.

“Öldüğü gün

Hepimizi işten attılar.”

Şimdi ben soruyorum sana Cemal, işte burada yanıldın!

“şimdi insan şaşıp kalıyor, uyar diyorlar ölmüş 22’sinde ağustos’un. öyle iş mi olur, usta ölür mü?
daha bir iki ay önce bir cümlesini ona okudum şiirinin.
bir şiirini sevgilime yazdım mektupla.
bir şiirinde kendimi buldum, bir diğerinde onu tekrar tanıdım.
daha birkaç ay önce karşılıklı oturduk dertleştik, “geçer mi bu özlem.” dedim. “geçer, sen sadece göğe bak.” dedi.
bir iki yıl önce daha fazla okumaya söz verdim onu kendime. 
üç beş yıl onca geç doğmanın ve geç tanımanın acısını anlattım ona. benim için üzülme, dedi. 
şimdi gelmişler de bana diyorlar ki, ustan ölmüş.”

Ama yine de seviyorum ben seni ve “Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Daha neler neler var bir bilsen Cemal. Şöyle gelseydin bir karşıma, otursaydın. Anlatsaydın yerli yersiz. Kadınlardan konuşsaydık. Adamlardan konuşsaydık. Öğrenseydik. Sussaydık. Bir harfini bana verseydik. Ben Öznur Doğan olmaktan çıksaydım. Ve ben öylece Üstü Kalsın ile kapatmasaydım bu yazıyı. Ben seni yazarak değil, yaşayarak öğrenseydim.

“Ölüyorum tanrım

Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür

Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat

Fena değildir…

Üstü kalsın...”

Sus be adam… Sus.

Henüz Vakit Varken Nazım

01 Salı May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Akın var güneşe akın, analog fotoğraf makinesi, öznur doğan, Bedrettin Destanı, Bir Ayrılık Hikayesi, Bir Cezaevinde Tecrittteki Adamın Mektupları, Cemal Süreya, Ceviz Ağacı, Dünyanın En Tuhaf Mahluku, Fazıl Say, Ferhan Şensoy, futurizm, Gülhane Parkı, genco erkal, Henüz Vakit Varken Gülüm, istanbul üniversitesi, Kerem Gibi, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, Mavi Gözlü Dev, memleket meselesi, Memleketimden İnsan Manzaraları, nazım hikmet, nazım hikmet ran, oznurdogan.com, Yaşamaya Dair


Henüz vakit var be Nazım! Ne olursa olsun seni anlamaya, okumaya ve senle olmaya. Henüz vakit var yani her şey için. Sen de umutla beklemiştin öylece bakabilmek için gökyüzüne ve maviye.

‘Dilim temizce‘ dediğin yaş 17’nin ilerisiydi. Anlaşılırdın işte bu yüzden hep sonrasında. Neler yazmadın ki şimdiye kadar? Memleketi yazdın, aşkını ve kadınını yazdın, kadınları ve erkekleri yazın, aşkı ve sevgiyi de.

‘Kırmızı yürek‘ler derken bizden bahsediyordun bence, “Akın var güneşe akın! Güneşi zaaptedeceğiz güneşin zaptı yakın!“. Çok önceden sen söylemiştin ‘güneşli günler‘ göreceğimizi. Ya da güneşli günler için umut etmeyi öğretmiştin. Biliyordun, Öngöre-biliyordun.

Makinelerin seslerini duymak gibi bazen şiirlerini okumak. Belki biraz ‘cilala – parlat ‘. Tek tek sesler, tek çift sesler, tek tek tek çift tek çift sesler.

“Çıkıyor kayık

iniyor kayık

çıkıyor ka…

iniyor ka…

Çık…

in…

çık…”

Kerem Gibi‘ydi Aslı’ndan çok uzakta bir makine nüshasında;

“Hava kurşun gibi ağır!!

Bağır

bağır

bağır

bağırıyorum.”

Mavi gözlü bir dev oluyordun bazen, minnacık bir kadın seviyordun. Hanımeli kokuları da vardı etrafınızda; mis gibi. Erkek ile kadın konuşuyordu bir sonraki şiirde: Bir Ayrılış Hikayesi

Erkek kadına dedi, kadın sustu.

“SARILDILAR

Bir kitap düştü yere…

Kapandı bir pencere…

AYRILDILAR…”

Ve karına gerçekleri seslice, şiirce söyleyebiliyordun;

“Yaşarsın karıcığım,

kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;

yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı

en fazla bir yıl sürer

yirminci asırlarda

ölüm acısı.”

Bedrettin Destanı‘nda son süratte kareler geçiyordu gözümüzün önünden. 22 saniyede bir çekim yapan analog fotoğraf makinesi gibiydi şiirlerin:

“Boynu daha

vurulmadı

vurulacak.”

Kadın ne kadar önemliydi ve belirliydi senin için. Yerini biliyordun kadının toplumda. Nerede olduğunu ve nasıl olması gerektiğini de yine sen biliyordun. Anadolu topraklarında neredeydi ki kadının yeri? Şöyle diyordun bu yüzden;

“Gece aydınlık ve sıcak

ve kağnırlarda tahta yataklarında

koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. Ve kadınlar

birbirinden gizliyerek

bakıyorlardı ayın altında

geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekeler ölülerine.

Ve kadınlar,

bizim kadınlarımız: korkunç ve mübarek elleri,

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

anamız, avradımız, yarimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri

öküzümüzden sonra gelen.”

Mapusluk ne demek, neler düşünür Tecritteki Adam ve ne anlatır Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları? Yaşama dair ön önemli göndermeleri yapardın bu yüzden; istemesen de. Yaşıyordun çünkü. Sendin o tecritteki adam. İhtiyaç ve duyguların ne yönde aktığını kağıda;

“Ve tıpkı o eski

acıklı hikayelerdeki

yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,

mavi gözleri ıslak

kırmızı, küçücük burnunu çekerek

senin bağrına sokulmak istiyor.

Yüzümü kızartmıyor benim

onun bu an

böyle zayıf

böyle hodbin

böyle sadece insan

oluşu.”

Sayfalar ilerledikçe Henüz Vakit Varken Gülüm’de, vaktim de vardı daha okumaya ve görmeye. Tanıdık yüzler ve sesler geliyor aklıma. Güzel hatıralar ve Genco Erkal. İstanbul Üniversitesi Kurul Odası’nda sorduğum soru geliyor ona. “Ferhan Şensoy ile ortak olan ve ayrılan noktalarınız nelerdir?”

http://www.youtube.com/watch?v=dRAcPSU5Zc4

Dünyanın En Tuhaf Mahluku insan oluyor Nazım’ın yazısında ve Genco’nun sesinde. Sonra Fazıl Say’ın piyanosundan çıkan Genco Erkal ve Zuhal Olcay’ın sesiyle Yaşamaya Dair. Nasıl yaşayacağımızı, yaşamamız gerektiğini söylüyorsun.

Daha sonra Cemal Süreya’da da göreceğim bir Vasiyet var ortada. Öyle çok bir şey istemiyorsun vasiyetinde.

“Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni

ve de uyarına gelirse,

tepemde bir de çınar olursa

taş maş da istemez hani…”

Ah işte böyle içten ve az sözlü, çok hisli, toprak gibiydi her şiirin.

Ceviz Ağacı oluyordun sonra birden. Kimse farkına varmıyordu senin. Gülhane Parkı’ndaydın. Polis de farkında değil jandarma da. Cem Karaca seni anarak, seni soluyarak söylüyordu:

Ve son olarak Henüz Vakit Varken yani Gülüm,

“…

Paris yanıp yıkılmadan,

henüz vakit varken, gülüm

yüreğim dalındayken henüz,

ben bir gece, şu Mayıs gecelerinden biri

Volter Rıhtımı’nda dayayıp seni duvara

öpmeliyim ağzından…”

Aşkı öğretmedin mi? Memleketi ve meselelerini mi? Seçmek ne zor şiirlerin arasından. Ne zor seni yalnızca kitaplardan tanımak. Taş maş da istemezdim oysa ki vasiyetimde, çok şiirden ölmeden önce.

Semerkant Maceraları

11 Pazar Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amin maalouf, ömer hayyam, öznur doğan, Cemal Süreya, edgar allen poe, hasan sabbah, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, nizamülmülk, oznurdogan.com, rubaiyat, semerkant, titanic, yüzüncü ad, İstanbul


Kitaplar zamanın içinde hareket edebilen araçlardır. Kapaklarını açtığınızda size tek kişilik bir yolculuk vaat ederler. Kimi zaman milattan önce bir tarihte dinozorlarla yemek ararsınız kendinize, kimi zaman zamanın ötesinde uçan arabaların olduğu bir dönemde uzay aracınızı park edecek bir boşluk.

Amin Maalouf’un en iyi yaptığı şeylerden birisidir bana göre bu yolculuğun şoförlüğü. Hem de naziktir, kapıyı açar bazen sizin için. Siz istemediğiniz sürece klimayı kapamaz, arabesk şarkılar dinlemez. Ama klasik şoförlerden farklı olarak, çok güzel hikayeler anlatır.  Şimdiye kadar beni hiç hayal kırıklığına uğratmamış hikayeler.

Okulun kitaplığında Semerkant’ı aldığımda ne ile karşılaşacağımı henüz bilmiyordum. Amin Maalouf ile ilk karşılaşmam olduğu için nötrüm kitaba karşı. Daha önce sadece birkaç elde karşılaşmışlığım var Semerkant ile, şöyle bir uzaktan bakmışlığım.

İlk sayfasını çeviriyorum Semerkant’ın ve bir alıntı buluyorum. Edgar Allen Poe. Garabet tipli adam diye hatırlıyorum. Ürkütücü ve korkutucu. Sonradan öğreniyorum ki adam değil adamın yazdıkları ürkütücüymüş ve hatta adı da varmış bu korkutuculuğun; gotik.  Alıntı ise şöyle diyor; Ve şimdi  bakışlarını Semerkant üzerinde gezdir! O, yeryüzünün kraliçesi değil mi? Tüm kentlerin kaderini elinde tutmuyor mu?

Anlıyorum ki bu kitabı çok seveceğim. Ve kitabı çok seviyorum. Atlantik’in dibindeki bir kitaptan bahsediyor kitap; Rubaiyat. Rubainin ne olduğunu biliyorum fakat mutluyum o yüzden. Ömer Hayyam’ın ise birkaç rubaisi ile karşılaşmışlığım da var. Ömer Hayyam’ı 24 yaşından itibaren anlatıyor Semerkant, araya Hasan Sabbah giriyor, Nizamülmülk de peşi sıra Sabbah’a.

Önce Ömer Hayyam ile oturup biraz şarap içiyoruz, şaraptan vazgeçme diyor bana. İnsanın kanı kadar yakındır şarap her daim. Bir güzel de şarapta gizlidir, bir çirkin de ve belki de Ömer Hayyam’dan etkilenerek Cemal Süreya, “Saat on ikiden sonra bütün içkiler şaraptır.” diyor. Ömer’in aklı zehir gibi çalışıyor ama asi de biraz. Kendime benzetiyorum Ömer’i, ben de onun gibi soru sormayı çok seviyorum. Sonra bakıyorum ki Ömer’e benzetsem de kendimi asla onun gibi olamam. Kabulleniyorum bu gerçeği, Ömer benim gerçekliğim olarak kalmalı.

Hasan Sabbah’ın hikayesini kim anlatmış bana bilmiyorum ama kitabı okurken, “Evet, bu hikayeyi biliyordum ki ben.” diyorum kendi kendime. Tekrar okumak, tekrar görmek daha iyi geliyor aklıma, beynime. Teröre uyuşturucu ve din katıyor. Bu karışım gerçek bir ‘afyon’ oluyor herkes için. Nizamülmülk’ü öldürtüyor adamlarına Hasan. Hasan da en az Ömer kadar zeki. Alamut kalesini donatmışlar. Girişi var kalenin ama çıkışı yok.

Kitabı okumak bir süre sonra bende yakınmalara yol açıyor. Çok değil çok çarpı çok derecede geç kalmışım doğmaya. Bir de inat etmişim yerli yersiz, postmatüre doğmak da neyse? 10 ay ne bulmuşum içeride kalacak acaba? Bilincimin altına bir geç kalmışlık yerleşiyor. Şöyle gerçek bir sofrada olamadığım için Ömerle, adamları ve kadınları sevemediğimiz, tütünümüzü istediğimiz gibi kullanamadığımız için. Bir çeşmenin başında soluklanamadığımız, yazılacak şeyleri yazamadığımız için. O Rubaiyat’ı yazıyor yine de, benim elim ise boş.

Titanic, batışı ile ünlü. Kitabı alıp götüren de Titanic, kendi ile Atlantik’in dibine batıran da. Filmi de sevmiyordum zaten, çok ağlıyorum sonunda diye. Şimdi bir nedenim daha var, Rubaiyat onunla birlikte gitti çünkü. Gerçek ile kurgu birbirine karışıyor bende. Çoğu kitap beni bu hale sokar, karakterler eğer gerçek hayattan alınmış kişilerse, reddeder beynim yazılanların kurgu olduğunu. Daha da büyük karmaşalara düşüyorum kitabın sonunda, ben artık Ömer kadar hafifim, Hasan kadar asi ve Nizamülmülk kadar ölü.

Amin Maalouf’un şoförlüğünü beğenmemek imkansız, kitaptan iniyorum. Yolculuk biraz tutmuş beni sanki, başım dönüyor güzelce.

Ağzımda ise nereden geldiğini bilmediğim bir şarap tadı.

Genç, gençliğimin güzel günleri,

Unutmak için içerim şarabı.

Acı mı? Öylesi gider hoşuma,

Bu acılıktır ömrümün tadı.

Bir Bilim Adamının Romanı

03 Cumartesi Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, bir bilim adamının romanı, bir dinozorun anıları, Cemal Süreya, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, korkuyu beklerken, maroia, mina urgan, mustafa inan, oedipus, oznurdogan.com, oğuz atay, Turgut Uyar, tutunamayanlar


Evet Oğuz Atay ve evet Tutunamayanlar değil. Belki de bu blog içinde Tutunamayanlar’ı en son yazmayı düşüneceğim, çünkü şu anda Tutunamayanlar kullanılması ve yok edilmesi gereken bir kullan at eşya gibi görülüyor. Üzülüyorum.

Her kitabın bende bir hikayesi mi var? Size böyle sürekli bıdı bıdı yapıyorum evet, fakat kitapların hayatıma giriş şekilleri hep farklı oluyor. Her bir kitabın bir anısı var üzerimde. Kitaplığıma girerken hepsi birer Oedipus oluyorlar, yola çıkan ve kendi yolunu bulmaya çalışan. Tutunamayanlar da öyle fakat onu başka zaman anlatacağım.

Lise öğretmenim, daha önce yıldız ile ismini verdiğim şöyle diyordu; Kitapları çalabilirsiniz, öğrenci okumak için kitap çaldığında buna yayınevleri de göz yumar keza eskiden kitap fuarlarında standlardan çalınan kitaplar için sevinen yayıncılar vardı.

Ben de onu dinledim ve lisenin kütüphanesinden son senede 2 kitap ç/aldım. Birisi Korkuyu Beklerken, diğeri Bir Bilim Adamının Romanı. Aldığım hevesle okumaya Bir Bilim Adamının Romanı’nı fakat bir türlü anlamıyorum. Ya kendimi şartlandırmış bir durumdaydım ya da gerçekten bazı kitapları okumak için bir alt yapıya sahip olmak gerekiyor. Oğuz Atay beni öldürdü öldürecek, e daha okunacak Tutunamayanlar da var kapkalın kitap. Bir Bilim Adamının Romanı’nı kenara bıraktım, Korkuyu Beklerken’i okudum, su gibi akıp gitti. Demek okunuyormuş bu Atay. Tekrar döndüm Mustafa İnan’a fakat yine ilerlemiyor. Kitabı nadasa bıraktım.

Üniversite ikinci sınıfın ikinci yarısında, Bir Bilim Adamının Romanı’na tekrar başladım ve başladığım gibi bittiğini gördüm. Kitap bittiğinde ben artık Mustafa İnan’ı tanıyor, ona kendimi yakın hissediyor ve onun olduğu sınıfta olamayışıma üzülüyordum.

Bu hastalıklar beni mahvedecek, en çok sevebileceğim insanları hep bir hastalık ile kaybediyorum, sakin sakin ölen yok içlerinde. İlla beni kahredecekler, kasıtları bana bu delilerin. Mustafa İnan olmuşsun, ayıp küçücük çocukla dalga mı geçilir böyle. Üzülüyorum…

Geç doğmuş olduğuma bin bir küfür ediyorum, bin iki biraz fazla ileri gider diye düşünüyorum. Sonra aklıma Oğuz Atay’ın da erken terk edişi geliyor bizi. Böyle konuştuğumda sanki onlarla aynı dönemde yaşayıp kaybetmişim gibi oluyor fakat zihnen aynı dönemde yaşadığım doğru. Ben hala Mustafa İnan gibilerin olduğuna inanıyorum, hala bir yerlerde öğretmenler “Anladınız mı?” değil, “Anlatabildim mi?” diyorlar, hala bir yerde öğrenciler ile öğretmenleri müthiş bir ilişki yaşıyorlar, hala bir yerlerde bir kadın ve bir adam son dakikalarına kadar birbirlerinin gözlerinin içine bakabiliyorlar, hala…

Kara kaşlı kara gözlü adamlar büyük aşklar yaşıyorlar, kadınlar hala güzel ve hala hanımefendi. Ben tekrar özeniyorum. Mustafa İnan sanki benim babammış gibi hissediyorum, acaba tanışsaydık ya da bir yerde ne derdi benim için? Ya da ben ne derdim bu sevgi dolu büyük yürekli adam için?

Mina Urgan’ın yerinde olmak istiyorum bazen, gerçek anlamlı bir yer değiştirme. Bir dinozor olayım ve fakat Oğuz Atay’ı da tanısaydım, Atatürk’le dans da etseydim. Mina, Oğuz, Mustafa, Cemal, Turgut… Canlarım.

Gökyüzünden Görüntüler

31 Salı Oca 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, Cemal Süreya, Cesare Pavese, Ece Ayhan, Edip Cansever, Gökyüzü, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, Turgut Uyar, yunanistan, Yıldız, İstanbul


Turgut Uyar’ı göğe bakabildiği için seviyormuşum meğerse bilmeden. Her sene buraya geldiğimde İstanbul’un o yıldızsız gökyüzünden uzaklaşmış oluyordum. Gökyüzüne bakmak çok zevkliydi çünkü burada. Aradan seneler geçti. Benim Yunanistan tatillerim azaldı ama gökyüzünün yıldızlı hali hiç bitmedi.

Balık tutmak zevklidir. Kaçınız balık tuttu bilmiyorum ama geceleri oltaları sabitleyip ucuna da çan takıp balık beklemek ayrı güzeldir sahil boyunda. Yere serersiniz birkaç örtü. Böceklerden de korkmazsınız ilginç bir biçimde. Halbuki taşların arasındadır onlar da sanki rahatsız etmek istemezler sizi.

Tam da dalarsınız gökyüzüne. Venüs’ü çoktan görmüşsünüzdür de başka yıldızlara kendinizce isim verirsiniz. Bir çan sesi gelir. Mırmır çıkmıştır denizden. Mis gibi tertemiz deniz size bir armağan verir. Mırmır da mutlu mudur bilinmez halinden sakince çıkar iğneden.

İşte öyle akşamlarda o balıktan sonra gök hep daha parlak ve yıldızlı görünür. İstanbul’da tutsanız aynı balığı aynı yıldızı göremezseniz. Sayıyladır İstanbul’da yıldız. Adam başı hesabı. Üç mü düşer beş mi?

Ama dün akşam kafamı kaldırıp da buz gibi havada göğe baktım. Sayamadım yine bana düşen yıldızları çünkü yine fazlaydı yıldız sayısı. Bulut da yoktu görüşümü engelleyen.

Turgut Uyar’la birlikte göğe baktım dün. Bir de yanıma baktım ki Süreya da burada Pavese de. Cansever diğer yanımda bir de yanında Ayhan.

Böyle zenginlik kolay nasip olmaz. Sadece gök değil dört bir yan ışık saçıyor.

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...