• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Category Archives: Filmler, sinema, film inceleme

The Beach / Ölüm Gibi Gerçek

03 Perşembe Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ütopya, danny boyle, defamiliarization, distopya, ewan mcgroger, jeux d enfants, kumsal, leonardo di caprio, richard, sürreal, tayland, the beach, tilda swinton, trainspotting


The Beach Poster kumsal

Hadi bana bir insan Danny Boyle’u sevmeyebilir mi açıklayın? Zannediyorum ki ben neden sevilemez kısmına dair herhangi bir şey bulamayacağım. Danny Boyle sevilir, öpülür ve hatta beslenir çünkü çektiği her film ile farklı bir konsepti işler ancak  her şey ölüm kadar gerçektir. Sürreal gelen hiçbir şey yoktur, her şey muhtemelin çizgileri içindedir. Sahnenin içinde, odanın bir köşesinde kendinizi senaryoyu izlerken bulursunuz. Bu yüzden Danny Boyle belki de hem sizi tamamen içine alacak bir romance yaratır hem de yaşadığnız hayatın üzerine düşündürmesi nedeni ile defamiliarization etkisi yaratır. Şimdiye kadar sanırım blogta hiç Danny Boyle filmine yer vermedim. Bunun The Beach yerine Trainspotting olmasını isterdim ancak son 2 senede izlenen filmler klasöründe gidip geldiğim için ondan öncesini yazmaya henüz başlamadım. İzlenmeyi bekleyen 24 film var şu anda. Bu filmler izlenecek ve yazılacak. İzlenip de henüz yazılmamış olanları ise saymaya gücüm yetmiyor. Üzülüyorum.

Gelelim The Beach’e. Gencerek Leonardo Di Caprio / Richard Tayland’a gitmeye karar verir. Yaşayacağı maceradan habersiz Tayland’ın keşmekeşinde kendini kaybeder. Kaldığı otelde yan odasında yaşayan adam ile garip konuşmalar içerisine girer ve ütopya gibi yepisyeni bir kumsalın haritası eline geçer. Her şey bu harita ile başlar. Yola çıkmak ile çıkmamak arasında kalır önce Richard ardından yanına yeni arkadaşlarını da alır ve akla hayale gelmeyecek o güzel topraklara doğru yüzmeye başlarlar.

Jeux D’enfants’dan sevdiğimiz Guillaume abimiz de Leonardo abimiz ile yola çıkar. İki erkek bir kız adaya varırlar ve hayatın tüm gerçekliği, tam da o ölüm gerçekliğini kısa süre sonra hissetmeye başlarız. Narnia’dan tanıdığımız buzdan kadın Tilda Swinton adanın sahibesidir. Daha doğrusu adanın sahipliği söz konusu olmasa da orada yaşayan komünitenin başıdır. Gerekli ayarlamaları yapar, düzeni sağlar. Richard ve arkadaşları ada efsanesini yaydıktan sonra ve adaya vardıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamaya başlar.

Düşünün ki varlığını sürdüren ve daima dönen spiral var, ya da çember. Siz bu çemberin herhangi bir noktasına dokunursanız ya onu silikleştirirsiniz ya da döndüğü yörüngeyi bozarak onun bir daha asla eskisi gibi kalmamasına neden olursunuz. İşte Richard’ın ve ardından pek çok kişinin adaya gelişi çemberin üzerindeki etki gibidir. Bu kısımlar biraz spoilervaridir, dikkatli okuyunuz.

Adada oluşturulan bir ütopya var, herkesin iş bölümü yaptığı ama aslında kimsenin çalışmakta zorunlu olmadığı, herkesin birbirine sevgi ile baktığı ancak her ütopya bir hareket ile distopyaya dönmeye hazırdır. Kendi kültürünü yanında getiren, dışarıdan katılan her birey ütopyanın kirlenmesine neden olacaktır. Ne olursa olsun adaya ilk varıldığında kendi büyüsü altına almaktadır herkesi. Tamamen mavi, tamamen kum sarısı bir hayal içerisinde bulur herkes kendisini. Ne kadar güzel, insanlar mutlu, ot bedava. Yine de euphoria etkisi geçtiğinde ortaya saf açlık, insan egosu ve gerçekliği kalır. Aslına bakarsanız ortaya “insan insanın kurdudur.” kalır.

the-beach-leonardo-dicaprio-izle

Hayal ettiğiniz sürece var olan bir ütopyanın hayal alanına girer ve görüşünü  bozarsanız gerçekleri görmeye başlarsınız. Bu bir rüyadan uyanmak hatta rüyanın kabusa dönmesi gibidir. Görmek istediğiniz şekilde uzunca bir süre görürsünüz karşınızdakileri. O yüzden her şey aşk ve sevgi doludur çünkü siz sevgi dolu bakarsınız. Peki ya perdeler indiğinde? O anda ölümün bile insan kalbini yumuşatamadığını, insanların suçları bir başka noktaya atabilmek için ellerinden geleni yapacaklarını ve diğer tüm içgüdüsel ancak etik olmayan şeyi görürsünüz. Ne olursa olsun ne kadar içten geçen o hayvani içgüdüler zor durumda ortaya çıkarsa çıksın ölüme karşı kayıtsız kalınmaması gerektiğini düşünürsünüz. Eğer bir mutluluğunuz varsa ve yok olmasını istemiyorsanız gerçekleri de görmek istemez, başkasını suçlarsınız. Mutluluğu ortadan kaldıracak olan birden fazla ölü olsa bile.

The Beach’i izlediğinizde kendinizi çıplak hissetmeniz mümkün. Hangi tarafta yer alacağınıza karar vermek ise tamamen size kalmış ancak benim film sonunda alt üst olduğum bir gerçek. Ben karar veremedim. Umuyorum siz verebilirsiniz.

Filme dair notlar: Di Caprio yerine Boyle tabii ki McGregor’ı düşünmüş ancak kabul edilmemiş. O zamandan sonra McGregor ile Boyle konuşmuyorlarmış.

Film çekimi sırasında tüm ekip bir kaza geçirmiş ancak yaralanan olmamış.

Richard: And me, I still believe in paradise. But now at least I know it’s not some place you can look for, ’cause it’s not where you go. It’s how you feel for a moment in your life when you’re a part of something, and if you find that moment… it lasts forever… 

Richard: I had nothing left to offer but pure reflex. Pure reflex and mankind’s basic drive for survival, that somehow shouts, “NO – I WILL NOT DIE TODAY!” 

The Beach Trailer

Six Feet Under 2. Sezon / Ay Bana Bir Şeyler Oluyor

02 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

billy, breaking bad, brenda, david, it's the most wonderful time of the year, metafor, nate, oz, ruth, six feet under, six feet under ikinci sezon


six feet under ikinci sezon season 2Büyük bir heyecan ve istekle başladığım Six Feet Under nasıl oldu da bana fenalıklar getirmeye başladı? Bu yazımda sizinle bunu paylaşacağım.

Breaking Bad gibi kallavi ve bol bol psikolojik etmenler bulunduran bir diziden sonra arkadaşımın yoğun isteği üzerine başlamıştım Six Feet Under’a. Birinci sezon tam olarak alışma sezonuydu. Karakterler ile tanışıp hangisinin yanında olmak istediğinize karar verdiğiniz sezondu yani birini sezon. Yapılan göndermeler, yaşam ile ölüm arasında gidip gelen metaforlar, karakterlerin birbirinden farklı ancak temelde aynı noktaları vs. Six Feet Under’ı severek izlemek için yeterliydi. Aynı zamanda her bölümün başında gerçekleşen ölümler ve bu ölümlerin gerçekleşiş tarzları insanda farklı duygular yaratmaya yetiyordu. Ancak…

Her şey bir ancak ile başladı. Six Feet Under fazlası ile gerçek karakterleri barındırıyordu. Bu yüzden işin içinden çıkamaz hale gelip tamamen nefessiz kaldım. Ruth’un histerik tavırları, sürekli olarak dengesiz hareketleri, Keith’in bir bıçak kadar keskin davranışları, David’in paspas sendromu, Brenda’nın bitmek bilmeyen tam bir ucube hali ile çileden çıkmaya başladım. Bu karakterler normal hayatımda da katlanamadığım, gördüğümde koşarak uzaklaşacağım karakterler olduğu için diziden de yavaş yavaş uzaklaştım. Bana sürekli olarak karın ağrısı veren karakterler ile yüz yüze gelmek beni yormaya başladı. Brenda’nın daima haklı olmaya endekslenmesi, Ruth’un canı istediği şekilde yaşamaya çalışıp becerememesi, daha doğrusu sakilliği, Billy’nin psikopat tavırları ve çizgiyi aşma alışkanlığı ile yüzleştikçe kendimi daha da rahatsız hissettim. Oturduğum yer dar gelmeye başladı. Breaking Bad’de her sezonda maksimum 3 kere yaşadığım kendimi nereye atacağımı bilemem Six Feet Under’da her bölümde olmaya başladı.

Şimdi Six Feet Under’ı bayılarak, ayılarak, ölerek ve biterek izleyenlerin gazabını hissediyorum. Ateş gibi gözleri ile satırlara bakıyorlar fakat onlar için yapabileceğim bir şey söz konusu değil. Six Feet Under metaforik olarak oldukça yeterli bir dizi olsa da hatta ve hatta karakterlerin bu kadar canlı bu kadar gerçekçi olması dizinin en büyük özelliği olsa da benim gibi mutsuzluktan kaçan birisi için korkutucu derecede baskın bir dizi.

İkinci sezon bittiğinde elimde sadece bir kez gülümsediğim bir bölüm vardı. Geri kalan tüm bölümlerde hissettiğim baskı yüzünden yüzümün herhangi bir şekil aldığını sanmıyorum. It’s the Most Wonderful Time of the Year bölümüydü. Gerçekten mutlulukla izledim o anları. Üçüncü sezona geldiğimde ise ilk bölüm ile tatmin olmuş bir şekilde kapattım son olarak. İkinci sezonun rehaveti hala üstümdeyken üçüncü sezonda devam edip etmeme konusunda fazlaca kararsızım. Aynı darlanma eğer üçüncü bölümde de benimle olacaksa ben bu işte yokum. Hem zaten başlamamı bekleyen Oz’un 3. sezonu var. Akıllılık edip vaktimi ona göre dağıtırım ben de. Ne diyorsunuz? Tamam mı? Devam mı?

Ice Age / Buz Devri 4

01 Salı Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ali poyrazoğlu, buz devri, continental drift, dünyanın oluşumu, diego, haluk bilginer, ice age, korsanlar, manny, mitoloji, nuhun gemisi, sid, sirenler, yekta kopan, yunus peygamber


ice-age-buz-devri

Buz Devri’ni izleyip de sevmeyen olacağını zannetmiyorum. Animasyon filmler arasında benim için farklı bir yere sahip bu yüzden. En son Despicable Me’yi izleyip dört köşe olsam da Ice Age’in yeri bir başka. Çünkü Ice Age, art arda “şapşal, ahaha şapşal, şapşal” diye söyleyenerek izleyebileceğiniz bir animasyon serisi.

Peki Ice Age’i yani Buz Devri’ni bu kadar farklı ve güzel kılan nedir? Bence karakterlerin bizlere çok yakın olması en büyük etken. Her bir karakter etrafımızda kolayca bulabileceğimiz tiplerden. Yalnızca Sid, Diego ve Manny biraz daha kahraman bizden. Hatta ve hatta üç karakter aynı zamanda tek bir karakter yaratma konusunda da oldukça başarılı. Sid, daima tembellik yapmak isteyen, yedikçe yiyen, doymak bilmeyen tarafımız gibi. Bir nevi bizim idimiz. Manny, hem düşünceli hem de katı tarafımız. Göstermek istemediğimiz bir gururumuz ve bağlı olduğumuz önemli bağlar var. Manny bu yüzden egomuz. Diego ise her hali ile gururlu ve üstün olduğu, aslına bakarsanız da aslan familyasından olduğu için bile gücün sembolü oluşu ile superegomuz oluyor. İşte üç karakter bu yüzden bize bu kadar yakın geliyor. Her halimizi anlatabildikleri, her şekilde bize benzedikleri için.

ice_age_4_continental_drift-buz-devri-izle

Buz Devri’nin zamanda yaptığı göndermeleri de bilenler için Buz Devri 4 neredeyse derya gibiydi. Yunus peygamber, Nuh’un Gemisi, Sirenler gibi mitolojik ve dini göndermeler de vardı.

Korsanlar ile savaşta Karayip Korsanları aklımıza gelirken, Diego’nun aşk kıvılcımlanması bir Türk filmi bir Gülşen Bubikoğlu Tark Akan aşkını hatırlattı.

Doğa olaylarının başlangıcı ve dünyamızın şu anki haline gelişi sürecinde kahramanlarımızın başına daha neler geleceğini bilemiyoruz. Buz Devri 4 bu açıdan bir geçiş filmi gibi geldi bana. Aile sorunlarını da anlatarak, hayatın daha gerçek noktalarına parmak basmış oldu. Sid’in aile bağlılığına karşı terk edilmesi, bir anda ona bırakılan anneanne, Manny’nin ailesi ile imtihanı. Her şey aile mitinin üzerine kurulmuş durumdaydı. Manny’nin ailesi daima görmeye alıştığımız bir aile. Manny kızgın ancak kızına kıyamayan baba, annesi kızına daha yakın. Kız, biraz uçarı biraz ergen. Sid’in ailesi ise görüp de tasvip etmediğimiz ailelerden. Bir arada olmak yerine eksik ya da kendince kötü parçalardan vazgeçmeye karar vermiş olan.

Son olarak Buz Devri 4’e gülsem de hatta bazı yerlerde kahkaha da atsam Buz Devri 3 daha iyiydi diye düşünüyorum. Sid’in dinozorlara annelik etmeye çalışmasını ve belki de dinozorları sevdiğimden dolayı daha ilgi çekici ve eğlenceli bulmuştum. Filmin sonuna bakılırsa da Buz Devri 5 gelecek, bizi böyle Kestanepazarı’nın avlasunda mahzun bırakmayacak.

Ice Age – Buz Devri 4 Trailer

The Hobbit / Beklenmedik Yolculuk

24 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 4 Yorum

Etiketler

48 fps, beklenmedik yolculuk, bilbo baggins, cüceler, dövüşen taşar, elfler, frodo, heisengard, hobbit, hobbitler, imax, lonely mountain, lord of the rings, lotr, ortadünya, paganlar, tabula rasa, the hobbit, unexpected journey


The-Hobbit-An-Unexpected-Journey-

Vay efendim IMAX’e gidelim vay efendim izleyemeyeceğiz derken The Hobbit’i izlemiş bulunuyorum. The Hobbit benim için de Beklenmedik Macera olmayı başardı. Her şeyden önce çevremi gözlemleme ve insanların bilgileri üzerine yorum yapabilme şansı tanıdı. Örneğin filme girmeden önce tavlamaya çalıştığı kıza The Hobbit’i şöyle anlatan bir adam vardı: Şimdi bunlar Ortadünya’dalar. Cüceler var, onlar kısa, şişman. Savaşçı tabiatlı bunlar. Hobbitler var, onlar da kısa ama onların sakalı çıkmaz Allah tarafından. Bir de Elfler var. Onlar da Allah’ın sevgili kulları işte. Bu şekilde The Hobbit’i anlatmak sanıyorum farklı bir yetenek gerektiriyor. Filmin yarısında “Ya kızaaam bu film 3 saatmiş, hade gidiyoruz.” gibi hallenen ergenler ve çıkışta “Olm hemen de LOTR’a bağladılar yaa.” diyen gençler. Tanrım! Büyük bir hezeyanın içindeyim.

Filmin sosyolojik etkilerini bir yana bırakıp asıl konumuza dönersek The Hobbit, LOTR ateşinin içimizde bitmeyen hasretine su serpmeye gelmiş bir seri. Kitabı okumadığım için şu anda göreceğim yeni bölümleri merakla bekliyorum. Kitabı okuyanlar ise sadece filmde neler değiştiğini görmek için gitmiş oluyorlar. Tabii ki sinema görsellik açısından insanı doyuran bir sanat, bir filmin kitaba aktarılması sırasında özünden hiçbir şey kaybetmeyen LOTR’u düşünürsek aynı şeyi The Hobbit’ten beklemek de çok normal. Yalnız kitabı okuyan arkadaşların benim kadar heyecanla bekleyebileceğine pek ihtimal vermiyorum. Filme tabula rasa olarak girmiş oluyorum çünkü. Tertemiz, ön yargısız.

The Hobbit’i benden önce izleyenlerin yorumları ile iki keskin taraf olduğunu algılamıştım. Bir kısım filmi hiç sevmemiş, para kaygısı barındırdığını söylüyor, diğer kısım ise en az LOTR ayarında olduğunu. Bunu tabii ki kendi açımdan en iyi izleyerek gözlemleyebilirdim. Gözlemledim de.

The Hobbit, LOTR hikayesinin en başını, Frodo’lu zamanların 60 yıl öncesini anlatıyor. Yüzüğün ilk ortaya çıkışını, yüzük kardeşliğine neden olacak olan hikayeyi açıklıyor bize. Cücelerin Bilbo’nun evine teşrifi ile her şey başlıyor. Orklar, goblinler ve diğer yaratıklar ile eğlenceli bir macera çıkıyor. Bu sefer The Lord of the Rings’te sıkı sıkıya yaşamaya alıştığımız gerilim ve aksiyondan çok eğlence ile karışık bir aksiyon görüyoruz. Karakterlerin cüce olması nedeni ile etraf şenleniyor, hatta bazı yerlerde müzikal bir havaya bürünüyor. Cücelerin eğlenceli ancak sert dünyasında kendini bulan Bilbo da kahramanlığını gösteriyor ve güzelce burnunu tüm işlere sokuyor.

THE HOBBIT: AN UNEXPECTED JOURNEY

Şu anda spoiler vermemek için kendimi zor tutuyorum, sırf bu yüzden biraz da kısa kesmenin daha mantıklı olduğunu düşünüyorum. Daha gözlemsel yorumlarından bahsedeceğim sadece. İlk olarak hikaye anlatma geleneğinin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz Bilbo sayesinde. Henüz hazır olmadığı için Frodo’ya göstermek istemediği mektubu ile her hikayenin bir olgunluk zamanı olduğunu anlıyoruz. Çok erken ya da çok geç anlatıldığında ihtişamını kaybedecek o hikayelerden olduğunu görüyoruz. Ardından sözlerin hayat üzerindeki etkisine tanık oluyoruz. Karanlık denildiğinde ortaya çıkan karanlıklar ile insanın her bir kelimesinin evrende nasıl yankılanabileceğini görüyoruz. Ardından ormanların büyücüsü ile eski Pagan inanışlarına gidiyoruz. Küçük bir kirpiyi bile kurtarmak için verilen mücadeleden, doğayı anlamanın ne demek olduğunu, doğanın verdiği işaretlerin nelere delalet olduğunu öğreniyoruz. Paganların aslında doğayı tanıyan en iyi insanlar olduğunu, bazı büyücülerin de bu Paganlar ile aynı yapıya sahip olduğunu keşfediyoruz.  Aslında bu noktada Paganları ya da büyücüleri değil, doğanın kendisini koruyan insana ne kadar açık yüreklilikle yaklaştığını ancak içinde daima kötülüğü de barındırabilecek dengeye sahip olduğuna şahit oluyoruz.

Filme dair yapılması gereken özel eleştiriler ise LOTR’un kemikleri titreten derinliğine sahip olmaması diyebiliriz. Bir de tabii ki şu 3D meselesi. Savaş sahnelerinin yarısı neredeyse bu saçma gözlükler yüzünden anlaşılamıyor. Filmi izlememiş arkadaşlara 3D olmayanına gitmelerini tavsiye ediyorum. Filmin derinliğinden kastım ise eleştiriye açık yönler bırakabiliyor olması. Daha çok Hollywood filmiymiş gibi algılanmasına neden olan komik elementlerle süslenmiş sahneler ve ah kendimi nasıl tutsam bilmiyorum, savaş sahnelerinin daima kazanılabilirliği. Belki de senaryoda keskin çizgiler olabilir ve bizi ayaklarımızdan sarkıtabilirdi.

The Hobbit, ikincisi ve üçüncüsü merakla beklenen bir film yine de. Maceradan dönenin kaşığı kırılsın, Troll olsun.

The Hobbit: An Unexpected Journey – Trailer

Oz / Bizim Hapishanemiz

22 Cumartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aryan, augustus hill, breaking bad, defamiliarization, em city, emerald city, italyanlar, oswald prison, oz 1. sezon, oz hapishanesi, oz prison, tim mcmanus, tobias beecher, zenci


oz

Herkes kendi hapishanesini kendi yaratır bu dünyada? Vay efendim laflara bakın siz laflara. Breaking Bad gibi kafayı sıyırmalı evrimli mevrimli bir dizi izleyince sonrakileri de o bağlamda değerlendirmeme gibi bir şansım yoktu. Oz da aynı şekilde bu algıma kurban giden dizilerden bir tanesi. Belki de gerçekten benim algıladığım gibidir herkesin algısı ve aslında tüm sanatçıların ortak bir bilinci vardır. Yazarken, oynarken ya da izlerken herkes aynı hayali yaşatmaya, aynı vurguları yapmaya çalışır.

Oswald Hapishanesi yüksek dereceli suçlular ile dolu bir hapishane. Toplumun her bölümünden insanlara rastlamak mümkün. Em City olarak adlandırılan bu yer Tim McManus tarafından kontrol altında tutulmaya çalışıyor. Tim’in amacı bu yeri diğer hapishanelerden farklı bir yere dönüştürmek. Kendi ütopyası ile hareket edip orayı gelişmiş bir ıslahevine çevirmeyi düşünüyor ancak hesaba katmadığı insan faktörü ters köşeye düşmesine neden oluyor. Ne demiştik, toplumun her bölümünden insan var. Evet, örneğin hapishanenin ortasında namaz kılan müslümanlar, domates yiyen İtalyanlar, kaslı abilerimiz Afrikalılar, sıradan Amerikalılar, azılı katiller, annesini ve babasını yiyenler, beyaz ırkçı Aryanlar ve diğerleri. Küçücük bir hapishane aslında büyük bir dünyanın yansıması. Neredeyse yaşadığımız  dünyanın maketi. Zenciler ile beyazların arası iyi değil, aynı zamanda İtalyanların da beyazlarla.  Bu hapishanede kimin nasıl yaşayacağı ya da öleceği hiçbir şekilde belli değil.

Oz’un en büyük özelliği beklenmedik anlarda gerçekleşen kırılımlar ve kopuşlar. Karakterlere değer yüklemeye ve gelişimini çözmeye çalıştıkça senarist tarafından korkunç olaylara maruz kalıyor hepsi. İnsan psikolojisinin en temel noktalarına inip arada kalmış, sıkışmış insanın nasıl hareket edeceğini yansıtıyorlar. Bu yüzden gördüklerimiz bizde bir şaşkınlık yaratmıyor. Çok içten, bildiğimiz duygular ile karşılaştığımız için garip bir rahatsızlık hissediyoruz. Sanki yıllar boyunca o en vahşi halimizi saklamış gibi, sanki bastırmış ve gün yüzüne çıkmaması için dua etmiş gibi.

Bir diğer özelliği ise aralarda anlatıya giren karakter ve tüm dünya düzenine güzel laflar hazırlamış olması. Toplum yapısı, ahlak, etik, insan egosu ve diğer konularda bayağı ağır laflar ile bizi dizinin gerçekliğine ve sertliğine alıştırıyor. Oz’un bu olayı onu hem diğer dizilerden daha mesajlı bir hale getiriyor hem de bu konuşmalar gerçekleşirken karakterlerin hepsinin bu ambiyansa ayak uydurması sizi defamiliarization etkisine sokuyor. Bir anda dizi izlediğinizi hatırlıyorsunuz ancak düşünmeniz gereken pek çok gerçek olduğunu da görüyorsunuz.

Tüm çıplaklık, tüm şiddet ve diğer etkenlerin hepsi gözler önüne seriliyor Oz’da. Tüm organlar açık, tüm uyuşturucular görülebilir, tüm çığlıklar duyulabilir ve her şiddet yaşanabilir durumda. Birinci sezon biterken Oz’un tamamen hayatımızı anlattığını algılamıştım ancak bu kadar gergin bir sonla biteceğini tahmin bile edemezdim. Breaking Bad’in her sezonunda bir kez olan o kasık ağrısı, karın sancısı bu sefer Oz’un birinci sezon son bölümünde oldu. Bittiğinde garip hissetmemek imkansızdı.

Her bir aktörün oyunculuğu üzerine söyleyecek bir şey bulamıyorum. 20 yaşındakinden 60 yaşındakine kadar her birisi sanıyorum daha iyi şekilde giremezlerdi rollerine. Ne bir dudak seğirmesi, ne göz kaçırma. Her şey en açık şekilde bizlerle buluşuyor. Karakterler ise görmek istemediğimiz ve hep kaçtıklarımız.

Augustus’un araya girdiği her sahnede ben kendimi biraz daha yakın hissettim anlatılanlara. Kareem Said’in toplumun bize yaptıkları nutkunu bile yedim neredeyse. Her karakterin söylediği doğru geliyordu, her karakter kendi çevresinde haklı ve gerçekti. Oz, gerçeklikti.

Augustus Hill: ‘Fuck’ is a four letter word. ‘Rape’ is a four letter word. ‘Wife’ is a four letter word. So is ‘love.’ 

Tobias ‘Toby’ Beecher: If God is in me, he’s a tumor. 

Augustus Hill: Death is certain. Life is not. 

Augustus Hill: I ain’t saying drugs are good. But when your past is past and your present sucks and your future holds nothing but broken promises and dead dreams, the drugs’ll kill the pain. Listen up, America, you ain’t ever gonna get rid of drugs until you cure pain. 

Augustus Hill: ‘At least you got your health.’ Don’t you hate that? You lose your job, you lose your wife, YOU’RE IN PRISON, and some punk ass do gooder says ‘At least you got your health’ like that’s supposed to make you FEEL better! So what if I’m broke? So what if some dealer wants to cap my ass; at least I ain’t got a tumor. I swear, the next person to say ALYGYH to me, I’ma make sure they don’t have THEIR health much longer. 

Augustus Hill: Remember when your high school history teacher said that the course of human events changes ’cause of the deeds of great men. Well, the bitch was lying. Fuck Caesar, fuck Lincoln, fuck Mahatma Gandhi. The world keeps moving cause of you and me, the anonymous. Revolutions get going cause there ain’t enough bread. Wars happen over a game of checkers. 

Augustus Hill: Yeah, who cares who lives or dies in prison? We read the names in the morning paper and they mean nothing to us. They’re faceless. Truth is, we don’t wanna put a face on ’em. We don’t want to know who they really are. Because then it might hit too close to home, and home is what it’s all about, right? Making a home no matter where you are, no matter who you are. At the end of the day, everybody wants somewhere to rest, somewhere to lay their bones, even if it’s in a land called Oz. Yeah, like Dorothy says when she wakes up in her own bed back at Aunt Em’s, “There’s no place like home.” There’s no fucking place like home. 

Six Feet Under – Ölüm ile Yaşam

17 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ölü restorasyon, breaking bad, cenaze evi, david, dexter, dizi, dizi izle, eşcinsel, fisher, gay, gilardi, inceleme, nate, natheniel, ruth, six feet under, yorum


six feet under season 1Breaking Bad’in sert çizgilerinden Six Feet Under’ın naif çizgisine atlamak benim için beklenilenin de üstünde bir etki yarattı. Hala uyumadan önce kafamda dönen Breaking Bad sahneleri ve isimlerinin yerini alabilecek yeni bir dizi ile karşılaşmak ve verilen tavsiye üzerine sevmek oldukça güzel ve eğlenceli bir durum.

Six Feet Under’ın ilk sezonu her dizide olduğu gibi tamamen tanışma ve tanışma üzerine bir sezondu. Fisher ailesinin içine giriyor ve birbirinden farklı aile bireyleri ile tanışıyoruz. Bildiğimiz aile yapısından çok farklı gibi görünse de aslına bakarsanız ailenin evrenselliğini ve tekrarlanışını gözler önüne seriyor. Aile babası Nathaniel Fisher öldükten sonra cenaze evinin sorumluluğu tamamen iki oğula kalmıştır. Bu sayede yıllardır görüşmemiş olan kardeşler ve diğer tüm karakterlerin farklı yönlerini tanımaya, onların içinde gizledikleri hazinelere inmeye başlıyoruz. David cinsel tercihini erkeklerden yana yapmış bir adam. Nate ise her ailede bulunan başına buyruk, savruk genç. Claire görmekten ilk olarak korkacağımız fakat daha sonra alışacağımız evin ergeni. Ruth ise dengesizliği ve panikataklığı ile göz dolduran anne. Sanıyorum ki size de çok fazla uzak terimler olarak gelmemiştir. Hepimizin geçirdiği ergenliği, cinsel seçimleri ve özellikle Türk aile yapısında cinsel baskıyı düşünürsek tam da bize uygun türden bir drama. Aile yapısına tekrar döneceğim. Bunu detaylı kurcalamadan önce dizinin üzerine kurulduğu konsepti incelemek istiyorum.

Cenaze evi. Bizim hiç aşina olmadığımız bir durum. Biliyoruz ki bizde en fazla yapılacak şey ölüyü evin ortasına koyup üzerine de bir bıçak bırakmak. Gömme işlemini en kısa sürede gerçekleştirmek ve hayatın döngüsü içine bir ölü daha katmak. Hristiyanlarda farklı işleyen bir sistem ölüm ve cenaze. Öncelikle onları özel hissettiriyorsunuz. Ardından arkadaşlarının ve tanıdıklarının ölmeden önce onu iyi görmeleri için özel çaba sarf ediyorsunuz. Giydiriyor, makyaj yapıyor hatta saçını maşalıyorsunuz. Özel tabutların içine yerleştirerek küçük bir sergi yaratıyorsunuz. Bir ölüm üzerinden yepyeni bir yaşam formu yaratıyorsunuz. Ölümün yaşamını. Her bölümde ilk olarak ölen birilerini görüyoruz. O ya da bu şekilde ölüm ile tanışan bu insanlar dizinin her bölümüne hayat vermiş oluyor. Aynı zamanda onun ölümü sırasında Fisher ailesinde gerçekleşen değişimler de büyüyen ve gelişen bir organizma halini alıyor. Ruth’un kendini öğrenmesi, cinsel yaşantısındaki değişiklikler, Dave’in gitgelleri, Claire’in zor bir kız olması ve Brenda’nın değişmesini istemese de değişen fikirleri. Her bir karakterde farklı boyutlarda görülen değişiklikler, yeşillenmeler işte tam da ölümün olduğu o evde gerçekleşiyor. Korkutucu olduğu kadar da hayata ait olan ölümün yenileyici tarafını da görmüş oluyoruz. Ölüm sadece insanları üzmek için değil, aynı zamanda varlığın farkını yaratmak için de gerçekleşen bir eylem. Doğanın kendi sistemi. Doğanın kendi taşları ile oynadığı güzel bir Go oyunu bu. Uzaktan baktığınızda tüm hamleler aynı gelir. Taşlar birbirinin aynısıdır. Herhangi bir taşı yerinden oynatmak sanki hiçbir şeye neden olmayacak gibi. Ancak aslında tek bir hareket bile sizi yere serebilecek güçtedir. Bu yüzden doğa, ölüm gibi olgular insanı korkutur. Bu korkuyu yok etmek ve hayatın güzelliğine inanmak için ölümü onurlandırmak zorunda hissederler insanlar kendilerini. Güzel giyinirler örneğin cenazeye giderken. Ya da ölülerini güzelleştirirler.

Six Feet Under sadece karakterlerin evrim sürecinden geçtiği bir dizi değildir. En azından benim için bu durum tam olarak böyle. Aynı zamanda aile ve toplum yapısının, kadın ve erkek ilişkisinin karmaşıklığından da dem vurur. Homoseksüel ve antilerin yaşadıklarını görürüz. İki arada kalan ruhların çığlıklarını duyarız. Sevmek ile nefret arasındaki ince çizgide gidip gelen kadın ve erkek ilişkilerine tanık oluruz. İki taraftan birisini haklı görmek istesek de iki tarafın da ne kadar dibe batmış olduğunu görürüz. Bunların her biri, sadece kadın ve erkek değil aynı zamanda toplumun da nasıl istenilen şekle sokulmaya çalışıldığı fakat yine bu işlemi yapanın da toplum olduğunu anlarız. Hem gerçek bir karşı duruş ile insanların ilerlemesi için yardımda bulunur bu toplum hem de yanlış yapan her bir bireyi yolunun üzerinden ittirmeye hazırdır.

Tekrar aile yapısına döndüğümde ise toplum tarafından belirlenen aile çizgilerinin aslında ne kadar silik olduğunu görüyorum. Mutlu olarak tanık olduğumuz ailelerin de büyük sırları olduğunu anlamış oluyoruz bu sayede. Türk aile yapısındaki o kutsallığın aslında bir çırpıda yok olabileceğini görüyoruz. Ve aslına bakarsanız dünyanın her yerinde insanların etrafını çitlerle kapladığınızda onların mutsuz olduğunu göreceksinizdir. Bu sadece Türkiye ya da Amerika için geçerli bir durum değildir. Mutsuz bir anne ile mutsuz bir babanın evliliğinden asla iyi bir ortam doğmayacaktır. Toplum kendi ölü tohumlarını kendi elleri ile ekmiş olacaktır.

Six Feet Under’ın diğer sezonlarında ne ile karşılaşacağıma dair şu an hiçbir fikrim yok, yine de bu söylediklerimin pek çoğunu Oz için de söyleyeceğime inanıyorum. Aklın ve bilginin yolu bir olsa gerek.

“If we live our lives the right way then everything we do can become a work of art. “

Breaking Bad Sezon 4 – 5 / Beklemek Artık Çok Zor

14 Cuma Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

aaron paul, breaking bad, bryan cranston, flynn, jesse, metamfetaminin zararları, sezon 4, sezon 5, vince gilligan, walter junior, walter white


breaking bad season 4-5

Uzun zamandır bir dizi için gün saymanın ne demek olduğunu unutmuştum. Kitap ve filmler ile aram çok iyiydi, her gün bir yeni uğraş ediniyordum. Sonra Breaking Bad’e başladım. Ne kadar çok sevdiğimi ve gerçekten Breaking Bad konusunda tatlı tatlı kafa patlattığımı düşünürsek bitişinin de beni üzmesi oldukça doğal oldu.

İlk üç sezonda ipini koparmış olan Walter White’a uyuz olma, kıl olma yolunda devam ettik bu iki sezonda. Artık bizim yanında olabileceğimiz, koruyabileceğimiz bir adam değildi Walter White. Öldürme konusunda düşünmeyen, önüne geçen her şeyi ezmeyi başarabilecek olan bir adama dönüştü. Kanser olduğu için ne yapsa müstahaktır diye düşünenlerin ters köşede kaldığını gördük. Tüm karakterlerin neredeyse içi dışına çıkmış oldu bu sayede. Her bir karakter dönüşümünü tamamlamanın eşiğine gelmiş oldu. Walter White nereye kullanacağını dahi bilemediği bir para için delicesine çalışmaya devam etti, elinden geleni yaptı. Evet, büyük adımlar atarak pislik adama dönüşmek için devam etti yolunda. Bizi de üzdü tabii ki. Sempati duymaya alışık olduğumuz baş kahraman çizgisinden uzaklaşmış oldu ki bu da Vince Gilligan’ın belki de en çok yapmak istediği şeydi. Sağ gösterip sol vurmak ya da insanların değişebileceğini, çok farklı insanlara evrilebileceğini göstermek. Belki de bize Darwin’i doğrulamak istiyordu: evrim gerçektir.

Jesse ise değişimin olumlu tarafındaydı. Her ağlayışında, her kendisini suçlu hissedişinde bir kez daha gördük ne kadar açık olduğunu duygulara. İçindeki kötüyü  görsek de duygusallığını kaybetmediğini görüyoruz. 25 yaşında bir adam olmanın olgunluğunu ve hamlığını yaşıyor daima. Jesse iki arada bir derece kalmanın resmi.

Skyler… Beni en çok zorlayan karakter. Nasıl desem, ne anlatsam onun için bilmiyorum. Benim için büyük bir muamma. Sinir bozucu derecede dengesiz, sinir bozucu derece insanı üzücü. Bir anne olarak çok duyarlı fakat aynı zamanda çok duyarsız. Bir insan olarak çok ahlaklı ama çok ahlaksız. Skyler belki de toplumun bir kadını görmek istediği her şekilde olabilen bir kadın. Belki de Skyler her açıdan kadın. Kötü kadın, iyi kadın, yardakçı kadın, gergin kadın. İnsan gerçekten çok sinirleniyor fakat sonra vazgeçiyor. Bir anne olduğunu düşünüyor ve hak etmedi diyor. Skyler madalyonun iki yüzü gibi.

Favori karakter Saul. Daha önce hiç bahsetmemiş olsam da en doğru karakter bana göre Saul. Kendisini, ne olduğunu bilen bir adam Saul. Bu yüzden çevresindekileri de açıkça görebiliyor. Gördüğü tamamen gerçekler. Buna rağmen en sadık karakter Saul. Zor durumlarda daima yanlarında, her zaman için koruyucu. Kazandığı paranın hakkını veren bir adam. Zor durumda kaldığında her insanın yapacağına inandığım şeyi yapıyor, sabun gibi kayıyor insanların ellerinin arasından.

Breaking Bad beni sarsarak farklı bir boyuta geçiren dizi oldu. Her şeyi ile sevdim onu. Hank’in ısrarları, Marie’nin boşboğazlılığı, Walter Junior’ın sert tatlı hali, Ted’in gururu ve diğerleri. Sadece dizi hakkında beni rahatsız eden iki konu var, bu da tüm dizinin gelişimini etkiliyor zaten. Birincisi Jesse’nin peşini polisler neden bırakıyor? İkincisi Hank her halükarda bu kadar işlere gömülmüşken Marie neden “Bu aileyi bu hale getiren sensin!” diyemiyor. Bunlar evet bana kalırsa dizinin açık noktaları. Geri kalan her şey için MasterCard.

Breaking Bad 3. Sezon / Devin Uyanışı

10 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

3.sezon, üçüncü sezon, big brother is watching you, breaking bad, breaking bad inceleme, darwin, george orwell, gus, hank, jesse pinkman, kartel, marie, meksika, metamfetamin, metamfetamin nasıl yapılır, mike, mor, paganlar, saul goodman, skyler, tuco, walter white


breaking bad season 3 üçüncü sezon3. sezon olayların hızlı bir şekilde akmaya başladığı sezon. İlk sezonda hiç tanımadığımız bir adamın hayatına girdik, kanserini öğrendik ve kurtulması için içimizde garip bir hisle dolaştık. İkinci sezonda tüm dizi boyunca gördüğümüz herkesin küçük ve büyük değişimlerine, evrimlerine tanık olduk. Üçüncü sezonda ise bu evrimlerini tamamlamaya çalışan karakterler kozalarından çıkmalarına az kalmış sabırsız birer tırtıl olarak karşımıza çıkıyor.

Breaking Bad’in insan sağlığı üzerinde zararları olmadığını söyleyemeyeceğim. Örneğin bende uykusuzluk ve bağımlılık yaptı. Metamfetaminin ne olduğunu öğrenmekle de kalmadım, oldukça steril ortamlarda yapılması gerektiğini öğrendim. Pek çok kişinin aksine Breaking Bad’in uyuşturucunun gerçek yüzünü ortaya çıkardığı için neredeyse bir belgesel olarak kabul edilebileceğinden de bahsedebilirim.

İki sezonun karmaşaları ile en son bölümü izlediğimde üçüncü sezonda neler olacağına dair tahmin yürütemedim fakat ayrılan sevgililer Jesse ve Walter’ın bir noktada birleşeceklerine emindim. En azından üçüncü sezonun posteri bana öyle söylüyordu.

İlk iki sezondan farklı olarak üçüncü sezonun daha mistik bir yapısı var. Açılış bölümü olan birinci bölümde gördüğümüz türbevari yer, paganların gerçekleştirmekten bıkmadıkları ve sıkıca bağlı kaldıkları törenlerini temsil ediyor ve bizi materyal dünyadan başka bir dünyaya çağıracağına haber veriyordu. Adını sanını bilmediğimiz fakat dişlerimizi gıcırdatan seviyede canımızı sıkan iki eleman Meksika’nın kızılımsı topraklarında zamanlarının gelmesini bekliyordu. İlk sahnede gördüğümüz gökyüzünün ve yeryüzünün kızıllığı sezon boyunca hakim olacak olan puslu ve kanlı atmosferi temsil ediyor diye düşünüyorum.

Tarihin en garip cezalandırıcılarından biri olmaya aday bu iki SPAM ALERT ON -daha sonradan Tuco’nun kuzenleri olduğunu öğreneceğiz- SPAM ALERT OFF sadece  bir intikamın peşinde koşmuyorlar. Aynı zamanda geçmişe dönük kanla bağlanmış bir hikayenin de peşinde koşuyorlar. Kendi ailelerinin hikayelerinin peşinde. En gösterişli şekilde ayinlerini yapan gösterişli bir ailenin. Kartel! Her ne kadar alt yazı ile izlerken bu ismi küçük harfle yazmaya ısrarcı olsalar da özel isim olduğuna inandığım. Tüm bunların yanında Walter’ın daima yanında taşıdığı ve garip pozisyonlarda görmeye alıştığı ikinci sezonun başında parçalanan ayıcığa ait göz var. Bu göz “Big brother is watching you”nun gözü olması büyük bir ihtimal. Yatağın altına düşse de pozisyonu Walter’ı izleyecek şekilde. Bu sayede Walter’ın daima izlendiğini, sadece Kartelboy’lar tarafından değil daha büyük bir güç tarafından da korunduğunu anlıyoruz.

Breaking Bad noktalar ile ayrıntıları bir araya getirip güzel bir kurgunun etrafında dolandırıyor insanı. Bu yüzden izlediğinizde iki üç bölüm art arda izlemek istiyorsunuz. Madem bu bölüme Devin Uyanışı dedik, o zaman neden böyle dediğimi de açıklamanın vakti geldi. Bahsettiğim gibi karakterlerin evrilişi ve kendi içlerinde var olan insanlara dönüşmesine artık çok küçük bir adım kalmış durumda. Kimyanın da en temelinde bulunan değişime ayak uydurmaya başlıyorlar. Sessiz bir adam olarak tanıdığımız Walter’ın artık sesi daha da gür çıkmaya başlıyor, eli titremiyor ve kendisini en kötü hissettiği anlar genellikle ikinci varlığı olan, benim pek de uyumlu görmediğim fakat basite indirgersek, “kötü yanı” bir başka kişi tarafından hafife alındığında. Walter artık içinde var olan gücün farkında bir adam haline geliyor. Sadece yalnız kaldığında değil başkaları ile birlikteyken de hissettiği bir gerginlik var. Yaptığı işten zevk almaya başladığını bile görebiliyoruz. Yine de iki şeytan iki tarafında var olmaya devam ediyor. Walter’ın değişen tarafı %60’lık bir alanı kapsıyor.

Diğer yandan daha önce de bahsettiğim, kendisini doğruluk ve gurur abidesi olarak anlatmaya çalışan Skyler’ın içinde değişen özü de görmüş oluyoruz. Daha profesyonelce yalan söylemesi, Ted ile olan ilişkisinde garip bir şekilde istikrarlı olması fakat hala bağlılık duyduğu adamın Walter olması… Skyler, yarışa katılan bir oyuncu gibi. Değişime ne kadar hızlı ayak uydurursa aralarında kaybolmama ihtimali işte o kadar yüksek. Eğer geride kalırsa ayaklarının altından çekilen taşların boşluğunda kalmaya mahkum olacak. Bu yüzden Skyler da koşuyor. Bir yandan hala Walter’a çok kızgınken bir yandan da onun hayatına dahil olmak için adımlar atıyor.

Hank, kilit karakter olmak üzere hızlı adımlarla ilerliyor. İnatçı yapısı, vakadan vazgeçmemesi ve Darwin’in gurur duyacağı “the fittest” adam olması ile takdirimi kazanıyor. Yine de ben istiyorum ki Hank hiç dokunmasın bizimkilere, onlar kumrular gibi bir barışık bir ayrı gezse de pişirsinler methlerini, bize düşmesin üzülmek. Hank’in en zorlu sınavı verdiği sahne, üçüncü sezonun karın kaslarımı gerdiğine hissettiğim, ellerimin sımsıkı kapalı kaldığı sahne oldu. Bu konuda spoiler vermeyeceğim, sadece son bölümlere kadar beklemek gerekecek. Yine de Hank’in kendisinden beklenmeyen çevikliği ve kendisinden beklenmezse olmaz kıvrak zekası ile bir bütün oluyor.

Şu anda 4. sezonu izliyor olduğum için bunu rahatça söyleyebilirim ki, eğer dikkat etmediyseniz 3. ve 4. sezonda Marie’nin gerçek bir mor manyağı olduğunu anlayacaksınız. Yatak örtüleri, kıyafetleri, aldığı çiçekler, alışveriş çantası, mutfağı… Her şeyi mor. Mora neden bu kadar takıntılı olduğunu henüz herhangi bir durum ile bağdaştırabilmiş değilim. Mutluluğun ve cinselliğin renklerinden birisi olduğunu biliyorum morun fakat Marie’ye uygun düşen konum tam olarak nedir? Bir bilgim yok, bu konuda yardımınızı istiyorum.

Garip bir şekilde evrilmeyi seçen son adam ise Jesse. Bizim bıçkın, zıpır delikanlı. Bir ileri gidiyorsa iki geri gediyor. Mehteran takımı gibi mübarek. Bir yandan duygularına çok bağlı ve aslına bakarsanız mahvolmaya çok açık bir yapısı var. Bir yandan da dünyanın en sağlam adamı gibi görünmeye çalışıyor. 25 yaşında bir adamın alabileceği tüm sorumlulukları aynı anda sırtına almaya çalıştığı ve aslına bakarsanız çelimsiz olduğu için nefreti daha da artıyor. Birden fazla konuda düşünmeye, yaptığı şeyleri sorgulamaya başlıyor. Jesse, şeytanın yanında olmaktan hem çok mutlu hem de çok üzgün bir adam. Walter ile bir türlü barışmayan yıldızlarının yanında ikisinin de birbirlerini baba oğul gibi seviyor olmaları var. Bu yüzden belki de bu kadar çok kavga ediyorlar. Bir düşünelim bakalım biz nasıl kavgalar ediyoruz ailemizle? Meth ailesinden gelen bu iki adam da bu yüzden o kadar çok sürtüşüyor ve ayrılığa düşüyorlar.

Son olarak Gale, Mike ve Gus. Üç farklı karakter, üç farklı yapı, bir ortak nokta. Üçünün de sakin görünmelerinin ardında patlayan, neredeyse kocaman bir eyaleti altına alabilecek bir volkan olmaları. Özellikle Gale’in tekinsiz tavırları beni sürekli tedirgin ediyor. Sanki bir anda koşup bıçak ya da eline ne geçiyorsa alacakmış da sokuverecekmiş bir yerlere. Gale, garip bir adam. Garip bir tekinsizlik unsuru Freud’un bahsettiği.

Daha çok karakterler üzerinden gitmiş oldum bu sezon için fakat dünyanın en mantıklı hareketi sanıyorum bu. Artık olaylar daha tahmin edilebilir bir boyuta taşınıyor. Vince’in yapmak istediği ise tamamen farklı kamera açıları ile bizi hikayeye yaklaştırmak, germek ya da uzaklaştırmak. Tek yapmamız gereken dönüşümün tamamlanmasını beklemek. Bir sabah uyandıklarında kendilerini böcek olarak bulabilecek adamları uzaktan izlemek ve değneğin ucuyla uzaktan dokunmak…

Vizyondaki “Dağ” – Alper Çağlar Filmi

04 Salı Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 13 Yorum

Etiketler

alper çağlar, argo, bryan cranston, bulut atlası, cevahir, dağ, dağ arıza, dağ filmi, dağ oğuz, james bond, karpuz kabuğundan gemiler yapmak, skyfall


dag alper caglar

Bulut Atlası’na gitmek isteyip isteyip gidemeyince Cevahir’de gidilebilecek bir Skyfall, bir Argo ve bir de Dağ vardı. Evim Sensin denen saçmalığı saymıyorum bile. Sonuç olarak gidip en yanlış seçimi yaptık. James Bond filmlerini seri şeklinde izlemediğim için istememiştim Skyfall’u, Argo’da da Bryan Cranston’ın oynadığını bilmediğim için. Dağ belki de Nefes kadar vurguludur, o kadar serttir diye gittik. Hayal kırıklıkları ile çıktık.

Son iki senedir Türk yapımı filmlere küskünlüğüm biraz gidiyor gibiydi. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak o algımı kırmıştı benim. Nefes de çok fazla milliyetçilik kokmasına rağmen Şırnak’tan eve dönmesini beklediğim bir erkek arkadaşım olduğu için çok etkilemişti. Bu yüzden Dağ’a giderken içimdeki kurdu birazcık öldürmüştüm. Güzel bir şeyler çıkabilirdi. Sonuçta çok fazla şey beklememek gerekiyordu. Milliyetçilik zaten her yere kolayca zerk edilebilen bir şey. O yüzden burada da gider dedik, olmadı.

Dağ, Alper Çağlar’ın filmi. Daha önce kendisi ile hiç tanışma fırsatı bulmadığım için açıkçası pek üzüldüğümü söyleyemeyeceğim. Tüm klişeler ile birlikte üstünkörü geçilen bir hikaye ile karşımıza çıktığı için oldukça kızgınım kendisine. Hayatımdan …. saat çaldı gibi cümlelerden nefret ettiğimi her seferinde söylesem de Alper Çağlar bu film ile gerçekten beni zor durumda bıraktı. İlk olarak film gerçekten müthiş bir klişe üzerine kurulmuş durumda. Evet askeriye zaten başlı başına bir klişe fakat askeriyenin “arızası”, “poşet ile kavgası”, “şakacı fakat çok sert komutanı”, “babası asker olduğu için asker kalmaya çalışanı”, “kendini feda edeni” vs. Nereden tutsam hep bildiğimiz, hep bildiklerimiz. Bir askeri filmde arıza görmezsek sanki rahat edemeyeceğiz, saldırı sırasında “Komutanım, neden bizi koruyorsunuz?” denildiğinde “Benim babam askerdi, öldü, o yüzden ben de asker oldum. Sizi korumak benim görevim, sizin için ölmek görevim.” gibi cümleler söylemese örneğin çok duygulu komutan (rütbeleri bilmediğim için bana göre hepsi komutan) o çocuklar orada bu cevabı almasalar rahat edemeyecekler sanki.

dag-filmi-izle-fragman

Koskoca askeriyede sadece 4 tane asker görüyoruz bu arada. Sanıyorum ki onlara tahsis edilmiş özel bir alan var. Bunu özel olarak seçmiş olabilir Alper Çağlar fakat gerçeklikten kopuyor, sadece birkaç kişinin hayatına girmiş gibi algılamamıza neden oluyor. Fakat aslında biz hepsinin hayatlarından sadece şöyle bir geçiyoruz. Oğuz’un hızlı hayatından vazgeçip askere gitmek istemesi, arıza elemanın sırf orada kalmak için çabalaması, komutanın gizlice içki içmesi ve hemen araya sıkıştırılan karısının ölümü.

İnsanların duygularını kabartmak, milli duyguları coşturmak için tüm insanlığın başına gelebilecek her bir şeyi tek bir filmde vermeye çalışmak müthiş yersiz bir anlayış. Ölen anne, terk eden sevgili, açılamayan platonik aşık, ölen eş… Allahım daha fazla saymak istemiyorum.

Teröristlerin Oğuz ile arızayı yakalayacakları sırada es geçmelerini söylemiyorum bile. Aslında rollerini film boyunca en güzel yapanlar da teröristle. Özellikle ateş atmadan önce çıkardıkları ve neredeyse bir büyü haline gelen ses çıkarmaları.

Dağ’ı bu kadar yerden yere vurduktan sonra belki de severek ve gerçekten inanarak izlediğim tek sahne filmin son sahnesi. İki asker arasında geçebilecek en doğal ve en güzel sahne bana kalırsa. Geri kalanı için yetkili mercilere havale ediyorum.

Dağ Filmi Trailer

Breaking Bad 2. Sezon

03 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 1 Yorum

Etiketler

alterego, breaking bad 2. sezon, breaking bad inceleme, ego, hank, heisenberg, id, ikincii sezon izle, jane, jesse, pollos, saul goodman, skyler, ted, walter white


breaking bad ikinci sezon 2. sezonBirinci sezonun bitmesi ile hiç ara vermeden ikinci sezonun ilk dört bölümünü izlemiş bulunuyordum. Garip bir şekilde Breaking Bad’e sarmıştım. Hala da sarılı durumdayım. Hatta üçüncü sezondan 7 bölüm bile izleyiverdim bir oturuşta. Sanıyorum ki Breaking Bad’i her hafta beklemek benim için en zor işlerden bir tanesi olacak çünkü büyük bir iştah ve oburluk ile tüketiyorum şu anda diziyi.

Birinci sezonda işin içine çok girmeyen, büyük pişmanlıklar yaşayan Walter White abimizin daha büyük değişimine tanık oluyoruz. Aynı zamanda Vince Villigan’ın kamera ve anlatım tekniğinde daha da üste çıktığına tanık oluyoruz. Hikayenin başında evin havuzunda görünen oyuncak ayının ne olduğunu sezonun son bölümlerine kadar anlamamız imkansız bir durumda. Birinci sezonda görmeye çalıştığımız “bölümün başında ne görürsem bölüm sonunda onu anlarım” gevşoluğunu üzerimizden atmamızı istiyor Vince. Burası benim bölgem ve izin verdiğim sürece burada “anlak abi” olabilirsiniz diyor. Maşallah. Anlayamıyoruz da zaten.

Tuco’nun kendi öz elemanını öldürdükten sonra olayların gelişime ile başlıyor ikinci sezon. Tuco’nun büyük bir kompleks ardında olduğuna tanık oluyoruz. Sanıyorum ki Tuco tam olarak id’i temsil ediyor. İçindeki hayvansı dürtüler ve egolarına asla dokundurtmaması açısından, ağzından tükürükler gelene kadar bağırması ve hayvani iç güdüler ile kendisinden daha rütbeli birisine sarılmaya kalkmasını başka bir şekilde açıklayamıyorum. Gariplikler diğer bölümlerde de devam ediyor. Hikayenin girift yapısı ve insanların birbirine çok yakın oluşu nedeniyle sürekli bir nefes kesilmesi halinde kalıyorsunuz. Hank’in daima çevrelerinde oluşu fakat dizideki ha yakaladım ha yakalandım havası insanı çıldırtan bir hale itiyor. Karnınızda sürekli bir sancıma başlıyor. Aynı anda hem Walter, hem Jesse hem de Hank oluyorsunuz. Bu üç adam kendi dünyalarında yolculuk yapmak zorunda olan adamlar olarak karşımıza çıkıyor. Jesse en başından bulunduğu ortamı terk etmiş, kendi yolunu pişirerek çizmeye çalışan bir adam. Karmaşalar içerisinde bir ruh. Hem çok duygusal hem de oldukça kibirli. Walter, kötü ile iyi arasında arafta kalmış bir adam. Fakat ikinci sezonde tanık olduğumuz portre Walter’ın artık “kötü” olarak kabul edilen tarafa daha da yatkınlaşmaya başladığı. Kendi kendine gerçekleştirdiği sorgular, gerçeklerden kaçmak için söylediği yalanlar ve diğer her şey Walter’ın en büyük arafının simgesi. Hank ise diğerlerinden farklı bir adam. Kas kuvveti ile beyin gücünün birleştiği fakat handikaplara sahip bir insan. El Paso’da yaşadıklarından sonra akıl ve vücut sağlığının doğru orantıda gitmediği bir adam. Çok kuvvetli görünmeye çalışıp bazen savunmasız kalmanın, tam da o anda birileri tarafından vurulmanın ne demek olduğunu gören adam.

Ve her açıdan ahlak gurusu olarak gezinmeyi kabul etmiş Skyler. Skyler benim için en zorba karakterlerden bir tanesi. Tüm yaşananlara tek bir pencereden bakmayı kabul ediyor. Kardeşinin kleptomanisine karşı takındığı tavır, Walter’dan intikam alma biçimi, kendi çocuğuna karşı guru olmasına rağmen yerine getiremediği sorumlulukları ve tüm bunlara aslında bir kadın olarak katlanamayışı. Skyler bir yandan kadınların duyarlı ve daima doğruyu, ortaya bulma çabalarının eseri. Bir yandan ise yine aynı kadın bünyesi ile çelişkilerin içinde varlığını sürdürüyor.

Bu sezonda yeni tanıştığımız bir karakter daha var. Skyler’dan daha zorba ve hırslı: Jane. Temizlenme döneminde olan Jane Jesse’nin farklı bir adam olmasındaki en büyük etken haline geliyor. Jesse’nin tamamen duygusal yanını ortaya çıkaran Jane katalizör görevi görüyor. Bir tepkimeye giriyor, değişikliklere neden oluyor fakat kendisi olduğu gibi çıkıyor. Jesse’nin ilk ve ikinci sezonda tanıdığımız adamdan çok daha farklı, duygusal, hırslı ve üşütük olmasının nedeni haline geliyor. Jesse’nin ruh eşi olarak görüyoruz ilk başta onu. İkisi de çiziyor, ikisi de güzeller fakat sonrasında Jane’in çabuk değişebilen fikirlerine tanık oluyoruz. Var olan gerçekleri yadsıması, işine geldiği gibi davranması ve kendi kurallarını koyması. Daha fazla spoiler vermeyeceğim bu kız önemli.

7. bölümün başında şarkı söyleyen elemanlar bizlere yeni birilerini tanıtıyorlar. Bu açıdan bölümlerin ileriki bölümler ile doğrudan bağlantısını da görmüş oluyoruz. Üçüncü sezonda göreceğimiz olaylar için ikinci sezondan bir gönderme yapılıyor. Tabii ki bu bir spoiler değil fakat karakterleri işin içine sokma açısından Vince düşünceli davranıyor. Aniden birilerini çıkarmak yerine yan karakterleri -ki bu karakterlerin ana karakterler için oldukça önemli olacağını da açıkça söyleyebiliriz- tanımış oluyoruz. Heisenberg’ün ününün tüm dünyaya yayıldığından bahsediyor şarkıda. Ayrıca Kartel’den de. Kartel ve sülalesini yakından tanıma fırsatı bulacağımızı muştulayan bu şarkının sonunda Walter’ın “hadi gidin bakalım evlerinize” demesini bekledim. 🙂 Şöyle bir tavuk kışlar gibi kovsaydı çok eyiydi.

Kilolarca meth yapmak için yola çıkan Jesse ile Walter’ın garip arkadaşlıklarına da şahit oluyoruz. Birbirleri ile hem uyumlu hem de bir o kadar uyumsuz olan bu iki adam hayatlarının araflarını maddi dünyada da yaşama devam ediyorlar. Spoiler alert -akünün bitişi nedeni ile ne ileri ne de geriye gidebiliyorlar. Walter’ın en büyük itirafı, kabullenişi burada geliyor. Ben bunu hak ediyorum diyerek kabullenmişliğini ifşa ediyor. Kocaman bir çölün ortasında aynı Lost gibi  kalıyorlar. Nereye gitseler çayır, gitmeseler ölüm. Gitseler yolda ölüm.- spoiler gider. Sadece ruhi durumları zorlamış olmuyor karakterleri, materyal etkenler de karakterleri üzerindeki değişimi hızlandırıyor.

Ve sezon ilerledikçe işin içine Saul Goodman “her noktayı kurtarır abi” ve büyük adamlar giriyor. Tabii biraz da ihanet. Spoiler gençler bu paragraf bitene kadar uzaklaşın, – Skyler’ın hafiften yeni işindeki Ted’e yaltaklanması ile birlikte birkaç gün sonra  “Ay ben boşluktayaaam” diye adamla yatması bir oluyor. Garip bir şekilde bunun gerçekleşmesini de istiyorsunuz fakat karşıda hiçbir aldatma gözetmeden parasını sırf ailesi için biriktirmeye çalışan bir adam var. Tabii ki onun artık eski Walter olduğunu söyleyemeyiz. Söyleyemiyoruz çünkü toplum kabul ettiği kötülük ve iyilik normları bir kere kişinin içinde yeşermeye başladıysa her şeyin gerisi geliyor. Bir süre sonra Walter paraya ihtiyacı olmadığı halde bu işi yapmaya devam ediyor. Karısını aldatmadan. Garip insan dürtüleri ile Skyler’ın yeni bir hayata girmeye çalışması, eski hayatından kaçarak güvenli bir limana sığınması göze çarpıyor. Tabii sevişmek zorunda da değilsin ablacım. Yapma lütfen. Ve tabii ki 17 kilo methi satacakları büyük abiler. Bu abinin kim olduğunu ve neler yapabileceğini üçüncü sezonda çok daha iyi görüyoruz. Burada karakter hakkında değil işin büyümesi ile birlikte artan sorumluluklardan bahsetmek istiyorum. Kendi çevresinde geliştiği sürece problem olmayan şeyler büyük alanda, tam o satranç tahtasında karmaşıklaşıveriyor. Eğer acemi iseniz tek hamlede yeniliyor ve karşı tarafın istediği pozisyona geliyorsunuz. – geri gelebilirsiniz.

Jane karakteri sezonun sonuna doğru en büyük atışını yapıyor ve tüm hikayenin çok farklı bir noktaya gitmesine neden oluyor. İşte tam burada aslında Jane’in sıradan bir insan olduğunu anlıyoruz. Hırsları doğrultusunda hareket eden, toplum tarafından eğitilmeye çalışılsa da aslından vazgeçmeyen bir karakter. Biliyoruz ki insanlar ne kadar çok değiştiklerini iddia ederlerse etsinler, değişmezler. Jane bunun ayaklı kanıtı oluyor. Paralar karşısında kendisini kaybedip demir yolunun rayını çevirince, ikinci sezon güçlü bir son ile bitiyor.

-Hangi telefon?

Thank You For Smoking / İç Anam İç

01 Cumartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

alkol, avukatlık, fracture, içki sağlığa zararlı mıdır, lobicilik nedir, nick naylor, senator ortolan finistirre, sigara, sigara sağlığa zararlı mıdır, silah, silah zararlı mıdır, thank you for smoking


thank you for smoking

Lise son sınıfta derslerden çok vakit ayırdığımız bir uğraş var: Sessiz Sinema. Turnuvası yapılıyor, taraflar önceden filmler için hazırlık yapıyor daha doğrusu karşı tarafa verilecek en kazık film bulunmaya çalışılıyor. Öyle herkesin bildiği filmler de olmasın, iş zorlaşsın diye uğraşıyoruz. İşin ucunda en sevdiğimiz yerden güveç ve ayran yemek var. Yenilen taraf bir güzel ısmarlayacak iki güveç bir ayran. Eh tabii ki de biz de kasıyoruz haliyle.

Thank You For Smoking o zaman tanıştığım fakat izlemediğim bir filmdi. Aslına bakarsanız şimdi düşününce anlatması da zor değil. Hem zaten bilenler de vardı bunu. Oyunlar oynandı, filmler bilindi ya da bilinmedi fakat benim de içinde bulunduğum grup güveçleri kaptı. Afiyetle de yedik. Oh, olsa da yesek şimdi. Hatıraları bir yana bırakıp da yıllar sonra izlediğim Thank You For Smoking’e dönersek severek izleyeceğiniz bir film ile tanışmış olursunuz.

Thank You For Smoking bir sigara şirketinin konuşmacısı ve aynı zamanda lobicisidir. En yakın arkadaşları ise silah ve alkol şirketlerinin moderatörleri, konuşmacıları ve reklamcılarıdır. Bir araya geldikleri barda hangi sektörde daha fazla insan öldüğünü tartışarak güç gösterinde bile bulunurlar fakat üçünün de garip bir avanaklığı vardır. Hem çeneleri laf yapan insanlardır hem de aslında kocaman bir topluma karşı açıklama yapmak zorundalardır. Hem de korumaları gereken şeyler herkes tarafından kötülüğü bilinen maddelerdir. Nick Naylor, baş kahramanımızın ayrı olduğu bir karısı ve onu heyecanla dinleyen bir oğlu vardır. Düşmanlarla nasıl savaşması gerektiğini oğluna yaşayarak öğretmiş olacaktır filmin sonunda.

thnak-you-for-smoking-sigara-ictiginiz-icin-tesekkur-ederiz-izle

Aslına bakarsanız bu filmde zararlı olduğunu bildiğiniz bir şey için savunma yapmanın ne kadar zor olduğunu görüyoruz. Bir teröristi savunmak zorunda kalan avukat gibi. Ya da karısını bıçaklayan bir adamı savunmak zorunda kalan avukat. Fracture’da da görmüştük bunu, karısını öldüren fakat akıllı hareketleri ile tahliye olmayı başaran bir suçlu. Nick Naylor, sigaranın suçluluğunu bildiği halde çalıştığı, para kazandığı şirket o olduğu için ve aslında bu işten para kazandığı için sigarayı korumak zorunda. Bu noktada ortaya en suçlu durumların, en öldürücü varlıkların bile savunabilme hakkı olduğunu görüyoruz. Ne kadar doğru? Toplumun göbeğine atılan bir atom bombasının da kimilerine göre açıklaması vardır. Hatta devletler bu doğrultuda stratejilerni belirtirler.

Thank You For Smoking bize sadece bu sektörler içinde geçen ve bizlere reklamlanış biçimlerini deşifre etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun nasıl manipüle edildiğini, insanların eğilimlerinin nasıl değiştirilebildiğini de gösterir. Film bunları göz önüne çıkarırken çok da güzel bir ironi noktayı koyar. Film boyunca hiç kimse sigara içmez, hatta sigara dahi görünmez. Ta ki Nick televizyonda film izleyene kadar.

Film ile birlikte salt bilgiye de ulaşmış oluyoruz eğlenmenin yanında. Nick sahip olduğu sorumluluğun farkında bir adam fakat ekmek derdi herkesin başında.

Nick Naylor: Few people on this planet know what it is to be truly despised. Can you blame them? I earn a living fronting an organizing that kills one thousand two hundred human beings a day; twelve hundred people. We’re talking two jumbo jet plane loads of men, women, and children. I mean there’s Attila, Genghis, and me, Nick Naylor the face of cigarettes, the colonel sanders of nicotine. This is where I work, the Academy of Tobacco Studies. It was established by seven gentlemen you may recognize from C-Span. These guys realized quick if they were gonna claim cigarettes were not addictive they better have proof. This is the man they rely on, Erhardt Von Grupten Mundt. They found him in Germany. I won’t go into the details. He’s been testing the link between nicotine and lung cancer for thirty years, and hasn’t found any conclusive results. The man’s a genius, he could disprove gravity. Then we got our sharks. We draft them out of Ivy League law schools and give them timeshares and sports cars. It’s just like a John Grisham novel. Well you know without all the espionage. Most importantly we got spin control. That’s where I come in. I get paid to talk. I don’t have an MD or law degree. I have a baccalaureate in kicking ass and taking names. You know that guy who can pick up any girl, I’m him on crack. 

Thank You For Smoking insana garip bir başarı hissi veriyor sonunda. İzleyin, görün. Derim ben.

Senator Dupree: Mr. Naylor, there’s no need for theatrics. 
Nick Naylor: I’m sorry. I just don’t see the point in a warning label for something people already know. 
Senator Dupree: The warning symbol is a reminder, a reminder of the dangers of smoking cigarettes. 
Nick Naylor: Well, if we want to remind people of danger why don’t we slap a skull and crossbones on all Boeing airplanes, Senator Lothridge. And all Fords, Senator Dupree. 
Senator Ortolan Finistirre: That is ridiculous. The death toll from airline and automobile accidents doesn’t even skim the surface cigarettes. They don’t even compare. 
Nick Naylor: Oh, this from a Senator who calls Vermont home. 
Senator Ortolan Finistirre: I don’t follow you, Mr. Naylor. 
Nick Naylor: Well, the real demonstrated #1 killer in America is cholesterol. And here comes Senator Finistirre whose fine state is, I regret to say, clogging the nation’s arteries with Vermont Cheddar Cheese. If we want to talk numbers, how about the millions of people dying of heart attacks? Perhaps Vermont Cheddar should come with a skull and crossbones. 
Senator Ortolan Finistirre: That is lu – . The great state of Vermont will not apologize for its cheese! 
Senator Lothridge: Mr. Naylor, we are here to discuss cigarettes – not planes, not cars – cigarettes. Now as we discussed earlier these warning labels are not for those who know but rather for those who don’t know. What about the children? 
Nick Naylor: Gentlemen, it’s called education. It doesn’t come off the side of a cigarette carton. it comes from our teachers, and more importantly our parents. It is the job of every parent to warn their children of all the dangers of the world, including cigarettes, so that one day when they get older they can choose for themselves. I look at my son who was kind enough to come with me today, and I can’t help but think that I am responsible for his growth and his development. And I’m proud of that. 
Senator Ortolan Finistirre: Well, having said that, would you condone him smoking? 
Nick Naylor: Well, of course not. He’s not 18. That would be illegal. 
Senator Ortolan Finistirre: Yes, I’ve heard you deliver that line on 20/20, but enough dancing. What are you going to do when he turns 18? C’mon, Mr. Naylor. On his 18th birthday will you share a cigarette with him? Will you spend a lovely afternoon – like one of your ludicrous cigarette advertisements? You seem to have to have a lot to say about how we should raise our children. What of your own? What are you going to do when he turns 18? 
Nick Naylor: If he really wants a cigarette. I’ll buy him his first pack. 

Thank You For Smoking – Trailer

Temple Grandin / Deli Dahi

30 Cuma Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

arizona state üniversitesi, deli dahi, dr. carlock, duke üniversitesi, hayvanbilim, hug box, insani edebiyatı fahri doktorası, perspektif, rainman, sarılma kutusu, temple grandin, yüksek lisans


temple-grandin-posterSiz benim deli dediğime bakmayın, Temple Grandin aslında otistiktir. 29 Ağustos 1947 yılında doğmuştur. Hayatı boyunca en çok değer verdiği şey olan büyükbaş hayvanlar için çabalayıp durmuştur.

Temple Grandin filmi Temple Grandin tarafından senaryo edilmiş bir filmdir. Bu yüzden hem doğruluğuna inanmış oluruz hayatının hem de ilk ağızdan dinlediğimiz için sanki bize anlatıyormuş gibi hissederiz. Özel bir anaokulu, ardından ilkokul, lise ve üniversite eğitiminden geçen Grandin kendisini sakinleştirecek düzeneği icad edene kadar bir işkence halinde yaşamaktadır her şeyi. Bıraktığı eşyalar bıraktığı gibi kalsın ister, başkalarının yanında kendisini rahat hissedemez. Rainman gibi akla hayale gelmeyen işlemleri yapabilir, bir sayfayı tek bakışta ezberleyebilir ve akıldan okuyabiliyor, perspektif algısını kıracak çok sağlam bir kutu yapabilir.

temple-grandin-izle

Amerika liselerinde filmlerden görmeye alışık olduğumuz yüksek oranda arkadaş alayına maruz kalmıştır, bu yüzden rahat bir çocukluk geçirdiği söylenemez. Üniversiteye gittiğinde de her şey istediği gibi devam etmeyecekti fakat o kendisi için özel bir yol çizmeye başlayacak, yapabileceğinin en iyisini hesaplayarak kocaman bir tesisi yeniden inşa edecektir. Arizona State Üniversitesi’nde Hayvanbilim bölümünde yüksek lisans yaptıktan sonra bu yolda devam edecek, doktorasını verdikten sonra Duke Üniversitesi’nde İnsanı Edebiyat Fahri Doktorası almıştır. Şimdi gelin de nasıl sevmeyin siz bu kadını.

Film boyunca ilk olarak Grandin’in hayatına giriyoruz. Yaşadığı zorluklar sonrası “hug box” olarak icat ettiği, 4 tarafı tahtalarla çevrili olan ve belirli düzenekler ile açılıp kapanabilen kutuyu üniversitesine taşımak istediğinde hem gülüyor hem de yine aldığı tepkiler dolayısı ile gülüyoruz. Temple Grandin bizde hiçbir zaman için acıma duygusu uyandırmıyor. O tamamen kendine yetebilecek birisi. Bunu da adım adım görüyoruz. Sadece kendi sorununu çözmekle de kalmıyor, insanlığa da yardım etmiş oluyor. Ürettiği kutu ile dünya üzerinde pek çok otizm hastasına da yardımcı oluyor.

Ve hatta benim gibi sulu gözlü iseniz filmin sonunda ağlıyorsunuz. Hayatı resimler ile görüp birbirine bağlayan bir bilim insanının dünyasında gezinmenin acı tatlı tadını alıyorsunuz.

“Temple Grandin: …They’ll be very calm. Nature is cruel but we don’t have to be; we owe them some respect. I touched the first cow that was being stunned. In a few seconds it was going to be just another piece of beef, but in that moment it was still an individual. It was calm… and then it was gone. I became aware of how precious life was. I thought about death and I felt close to God. I don’t want my thoughts to die with me. I want to have done something.”

“Temple Grandin: Of course they’re gonna get slaughtered. You think we’d have cattle if people didn’t eat ’em everyday? They’d just be funny-lookin’ animals in zoos. But we raise them for us. That means we owe them some respect. Nature is cruel, but we don’t have to be. I would’nt want to have my guts ripped out by a lion, I’d much rather die in a slaughterhouse if it was done right. 
Dr. Carlock: It seems to me that you should be the one to design… the slaughterhouse… 
Temple Grandin: [interrupting] We can easily do a way where they don’t feel pain and they don’t get scared. 
Dr. Carlock: Did you hearwhat I said, Temple? I think you’re the one who should design it. “

Temple Grandin Trailer

← Older posts
Newer posts →

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...