• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Tag Archives: paganizm

İstanbul Efendisi / Kahkaha Mühendisi

17 Pazar Şub 2013

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

astrolog, astroloji, çağlar çorumlu, çengi afet, ümit daşdöğen, derya çetinel, engin altan, esaretin bedeli, esma hanım, ferhat ağa, iktidar egosu, istanbul efendisi, kadının metalaştırılması, menteş ağa, molla irfan, musahipzade celal, pagan, paganizm, paganlar, sadabad tiyatro sahnesi, safi çelebi, savleti efendi, sevil akı, sinem özlek, tankut yıldız, tarla kuşuydu juliet, tiyatro, tiyatro sahnesi, vişne bahçesi, volkan ayhan, zafer kırşan, şark dişçisi


istanbul-efendisi-5Tiyatro serüvenimize İstanbul Efendisi ile devam ediyoruz. Uzun zamandır gitmek istediğim ancak bir türlü denk gelemediğim tiyatro oyunu ile musmutlu bir gün geçirdim. İstanbul Efendisi’nin çok seveni olduğunu biliyordum ta ki otobüslerle gelen teyzelerimiz ve amcalarımızı görünce. Onlar da tüm tatlılıklarını takınarak, tontiş tontiş gelmişler oyunu izlemeye. Şark Dişçisi’ndeki “Ay bu sefer çok kişi yok bak.” diyen teyze renkli çorapları ile pıtı pıtı yürüyen teyzeler gibi en az 30 tanesi vardı. Onlar ile izledik oyunu.

Musahipzade Celal’in kaleme aldığı, günümüze kadar defalarca oynanmış, yüzlerce kişi tarafından canlandırılmış bir oyun İstanbul Efendisi. Vişne Bahçesi, Tarla Kuşuydu Juliet ve diğerlerinde olduğu gibi yöneten koltuğunda Engin Alkan oturuyor. Şark Dişçisi’nin replikleri henüz aklımdayken Şark Dişçisi kadrosunun 3/4’ünü bu oyunda görmek güzel bir deneyim yaşattı. Sahnede gördüklerimi parmağımla gösterip arkadaşıma anlatmak istedim Şark Dişçisi’ni. Şimdiye kadar farklı oyunculara  ve yönetenlere teşekkür etsem de tiyatro oyunun kemiğini oluşturan dramaturglara teşekkür etmeyi hep unuttum. Bu kez Sinem Özlek’e kostum seçimleri, dekor ve güzel oyun düzenlemesi için teşekkür ediyorum.

Gelelim oyunculara ve hikayemizin her bir can alacı noktasına. Hikayemiz 18. yüzyılda geçmektedir. Henüz esir alıp satmak yasaklanmamış, İstanbul’da toprak ve insan sahibi beyler var. Bir nevi derebeylik usulü ile yaşanmaktadır. Bizim derebeyimiz olan Savleti Efendi (Tankut Yıldız) burçlar konusunda usta bir astrologtur. Astrologtur astrolog olmasına ama bundan haberi var mıdır yok mudur belli değil. Savleti Efendi’nin oğlu Molla İrfan (Çağlar Çorumlu) ise onun peşinden gitmeye çalışan ancak yarım aklı ile anca takunyalarını takırdatarak giden ve bir sürü işi beceremeyen küçük efendidir. Savleti Efendi’nin kızı Esma Hanım (Derya Çetinel) bir gün gönlünü yakışıklı mı yakışıklı, yanağı benli bir yiğide kaptırır gönlünü. Safi Çelebi’den (Ümit Daşdöğen) başkası değildir o delikanlı. Ne yapacağını bilemeyen Safi hemen esir alıp satan Çengi Afet’in yanına koşar. Çengi Afet ona Esma Hanım’ın verdiği mendilin ne anlama geldiğini açıklar ve olaylar hızla gelişir.

İstanbul Efendisi günümüz tiyatro sahnesine cuk oturmayı başaran bir oyun. Her zamanki gibi tiyatronun daha doğrusu sanatın zamansızlığını görmüş oluyoruz ancak artık bundan bahsetmek bile istemiyorum. Biliyoruz ki yazılan bir eser ya da oynanan bir oyun yalnızca çağı için geçerli değildir. Kendisinden önceki dönemi, içinde bulunduğu dönemi ve gelecek dönemi bir yumak haline getirerek devam eder.

Tüm oyunların neredeyse bir noktasında var olan aşk teması daima karakterlerin gerçeklerini ortaya çıkarmak için kullanılır. İstanbul Efendisi’nde de ilk bakışta gördüğümüz hikaye talihsizlikler yüzünden garip bir hal alan aşk hikayesidir ancak arka planda kadının metalaştırılması, iktidar egosu, din ve inanç gibi önemli konular sorgulanır. İlk olarak Çengi Afet (Sevil Akı) ile esir kadınlar ve erkeklerin dünyasına gireriz. Onları daha yüksek paradan satabilmek için kalifiye elemanlar haline getirmeye çalışan Çengi için tek önemli şey yatlara ve katlara esir yollayabilmek, bununla övünmek ve parasını çatır çatur harcamaktır. Menteş Ağa (Zafer Kırşan), Ferhat Ağa (Volkan Ayhan) için kadın bakmaya geldiğinde aralarında geçen konuşma kadının metalaştırılması ve insan esaretinin boyutlarını gösterir. Menteş Ağa Ferhat Ağa’ya nasıl bir kadın istediğini sorarken ne istersen yapar, istersen sana eş olur istersen eşek minvalinde şeyler söyler. İstersen o kadınla sadece yatarsın istersen de başka tüm işlerde kullanabilirsin. Aynı zamanda ellerine, dişlerine, gözlerine bakarak seçmek de mümkündür kadınları. Kadınlar orada iki kez kölelik hükmünü giymişlerdir. Çengi ile birlikte yaşarlarken kendileri olabildikleri bir esaretin altındadırlar ancak erkek egemenliği onlara kimliklerini kaybettirir. Handan’ı seçen Ferhat Ağa “Alayım mı seni?” diye sorduğunda Handan’ın herhangi bir şey söylemeye, reddetmeye hakkı yoktur.

istanbul-efendisi-caglar-corumlu-sadabad-sahnesi

Osmanlı’da kadı unvanına sahip olmadan kadılık yapma hakkına sahip İstanbul Efendilerine bir bakış atıyoruz oyun sayesinde. Küçük alanda ele geçen iktidar dolayısıyla egoların nasıl değiştiğini ancak hayati olaylar ile elinin kolunun bağlı kalabileceğini görüyoruz. Halkı teftişe çıktığında hiç düşünmeden esnafı falakaya yatıran Savleti Efendi söz konusu kızı olduğunda in cin, hacı hoca, üfürükçü tükürükçü ayırt etmez. Çengi kadına gider ve bir çare, bir medet umar. İktidar egosuna sahip olsa da Savleti Efendi zaaflara sahiptir. Bir çift meme ile egale edilebilir. Yardımcı konu olarak da erkeklerin zaafları işlenmiş oluverir bu sırada. Kadınların peşinden koşarak onlara ulaşmaya çalışan erkek elde ettiği sürece değer vermeyecek, kıymetini bilmeyecektir. Çengi Afet göğüslerini gösterip salladıkça Savleti Efendi’ye doğru, Savleti Efendi’nin de aklı gider gelir. Gider gelir. Erkeğin iktidarı bu yüzden hiçbir zaman sonsuza kadar sürmez. Dünyevi zevklere çabucak dönen erkek için bir imparatorluğu kadın lafı ile yıkmak bile mümkündür. Ancak bu olayı daha sonra “aşk” bahanesini kullanır, gözden çıkarmak gibi gösterirler. Kadınların kendileri için bir zaaf olmadığına bizi inandırmaya çalışırlar.

Türklerin ilk inançlarının paganizm olduğunu düşünürsek Savleti Efendi zamanının biraz gerisinde bir adamdır. Elinde burç kitabı ile gezer, gökyüzünü izler ve paganlar gibi yıldızların, dünyanın hareketine göre düşünür her şeyi. Batıl inançlarının yanı sıra büyük ölçüde yıldızlara itikadı vardır. Oğluna da bu yüzden öğretmeye çalışır 12 burcu. Molla İrfan’ın burçlar ile büyü yapmaya çalıştığını gördüğümüzde ise inançlar ile batılın çok ince bir sınırda yan yana gittiğini görürüz. Kutsal kitap diye içinde burçların olduğu kitabı öper, ona özen gösterirler.

İstanbul Efendisi kahkalara boğar, avuçlarının içi kızarana kadar alkışlamayı gerektirir. Ben gerçekten çok sevdim ve biliyorum ki siz de izlerseniz seversiniz. Sevinç Erbulak’ı izlemek istemez mi insan canım? Harikalar yaratan küçük kadın, seni seviyoruz.

 

Sevgiyi Tanrı Yapanlar

12 Cumartesi Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

abelard, çöl, çölde çay, güneş, heloise, mitoloji, pagan tanrıları, paganizm, panteizm, paris, sevgi, tanrı


paganlar-tanri-sevgi-paganizm-panteizm

” Tanrım! Nasıl da gıpta ediyorum, sevgisi bizim gibi olmayanların mutluluğuna.”

Abelard böyle yazıyordu Heloise’e bir mektubunda. On ikinci yüzyılda yaşamış bir filozoftu Petrus Abaelardus ama asırlar sonrasına fikirleri değil, öğrencisi Heloise’la yaşadığı aşk ve o aşkın mektupları kalmıştı.

Büyük aşkları “büyük” yapan neydi… İnsanları “sevgileri kendilerininki gibi olmayanlara” gıpta ettiren şey olabilir miydi? Yani imkânsızlık…

Öyle bir imkânsızlık ki “yeni doğmuş bir kuzuyu, aç bir kurda teslim etmek”le başlayan sıradan bir “hikâyenin” Fransa tarihinin belki de en trajik aşkına dönüşmesine neden olacaktı.

İmkânsızlık aşkı büyüttüğü kadar acısını da derinleştiriyordu.

Bretanya’da 1709 yılında bir şövalyenin oğlu olarak doğan Abelard, felsefe öğrendi, eğitimini sürdürmek için gittiği Paris’te ilahiyat dersleri aldı.

Dönemin kabul gören düşüncelerini, Hıristiyan ahlakını sivri diliyle eleştirdi. Parlak zekâsı ve yenilikçi fikirleriyle, felsefe öğretmenleriyle çatışmaya girdi ve kendi methoduyla ders vermeye başladı. Güçlü hitabetiyle kısa sürede büyük ün kazandı ve gittiği her yerde öğrencilerin çevresini sardığı bir hoca oldu. Paris’teki Notre-Dame Okulu’na atandığında artık otuz altı yaşında, başarısı herkes tarafından kabul edilmiş biriydi.

O sıralar Notre-Dame Katedrali’nin rahiplerinden olan Fulbert, Abelard’a yeğeni Heloise’e özel ders vermesini teklif etti. Heloise öksüzdü ve dayısının koruması altındaydı. Fulbert, bu çok zeki ve çok güzel kızla övünüyordu. Aralarındaki pazarlığa göre bu derslerin karşılığında Abelard onların evinde oturabilecekti.

Böylelikle, eğer o beklenmedik feci olayla neticelenmese gayet klasik bir aşk öyküsü olarak kalacak, bugün hiç kimsenin bilmediği ve hiç hatırlanmayacak bir sevdanın tarihteki özel yerini alması için de ilk adım atılmış oluyordu. Abelard öyle yazmıştı: “Yeni doğmuş bir kuzuyu, aç bir kurda teslim etmek”ti bu. O, öyle görüyordu.

“Kuzu” dayanılmaz güzellikteydi ona göre. Ne dinsel yeminler ne ahlaki kurallar kâr edecek, Abelard, on beş yaşındaki Heloise’i baştan çıkaracaktı.

Bu öykünün klasik tarafıydı. Öğretmenin ve öğrencisinin aşkıydı. Mutlu sonla bitse hiç şüphesiz sıradanlaşacak, sadece onu yaşayanların yaşadıkları müddetçe hatırlayacakları güzel bir anı olarak kalacaktı. Gerçi Heloise’e çılgınca tutulan Abelard aşkının şiddetiyle tutkulu şiirler yazmaya başlamış, felsefe çalışmalarını boşlayıp bir şair olup çıkmıştı. Hatta onlardan yedi yüzyıl sonra yaşayan Fransızların büyük ozanı Lamartine, “Heloise’e ve Abelard’ın öyküsünün anlatılamayacağını, ancak şarkısının söylenebileceğini” dile getirecekti. Abelard’ın Heloise için yazdığı şarkılar Paris sokaklarını inletmişti zaten, onlar bir yandan büyük aşklarını doludizgin yaşarlarken.

Bu aşkı karasevdaya döndürmeye ise Fulbert sebep olacaktı. Aralarındaki ilişkiyi fark eden, bir rivayete göre “yatakta yakalayan” bir diğerine göre Heloise 1118’de bir erkek çocuk dünyaya getirince durumdan haberdar olan Heloise’in “dayısı” müthiş öfkelenecekti. İki aşığı birbirinden ayırdı.

“Efendim “ diyordun bana.

Kafanın içini işe yaramaz laflarla,

Lüzumsuz sayılarla doldurduğum

O saatleri hatırlıyor musun?

Ne söylediklerimi dinledin

Ne ben hissettiklerimi söyledim.

Nasıl öğrettin öğretmenine gözlerinle dersini,

Nasıl da hızlı öğrendi öğrencin, dudaklarına birleşmeyi.

Sen saflığınla, bense özgürlüğümle,

Ödedik işte o derslerin bedelini,

Benden intikam alınca dayın.

Ha… Dayın diyorsam da gerçekten dayın mı bilmem.

Ama bana öyle geliyor ki, kıskançlığı kan bağından değildi.

Elde etmek istiyordu seni”

Hakikaten de kimilerine göre Heloise’i yetiştiren Fulbert aslında onun dayısı değildi, kimilerine göreyse, dayısı olsa bile Helios’de gözü vardı. Esas neden hangisi de olsa ok yaydan çıkmıştı bir kere…

Abelard, Fulbert’i yatıştırmak için, gizli tutulmak kaydıyla, Heloise’le evleneceğini söyledi. O tarihte felsefe hocalarının evlenmesi imkânsız değilse de sıra dışı bir durumdu. Ama Heloise katiyen yanaşmıyordu buna, var gücüyle karşı koyuyordu. Sevdiği adamın omuzlarına evlilik yükünü bindirmemek ve onu çalışmalarından uzaklaştırmamak için kendisi aşkı uğruna fedakârlık yapmayı, toplumun gözünde küçük düşmeyi, yapayalnız bırakılmayı göze alıyordu. Belki de gerçekten çok derin ve ağır bir aşkla seven bütün kadınlar gibi, sevdiği erkekle evlenmeyi istemiyordu. Her daim sevgili kalmak en büyük rütbeydi.

“Metresin olmak daha çekiciydi.

Çünkü özgürlüktü.

Evlilik bağları ticari bir anlaşma gibi,

Gereksiz yere bağlıyor insanları.

“Kan” lafından nefret ediyordum,

Metresin olarak pekala da yaşar giderdim.

Köpeğe tasma takmasan da sadakati bağlar onu sana.

Bilirsin ki isteyerek kalmaktadır yanında.”

Anlaşılan o ki evliliği “zül” kabul edecek derecede çok sevmişti Abelard’ı. O, ilahi aşkına resmi sıfatlarla gölge düşürülmesini kabullenemiyordu; ne var ki Abelard’ın ısrarları karşısında çaresiz kaldı ve evlendiler.

Abelard hocalık yapmayı sürdürürken, Heloise de bir türlü öfkesini yenemeyip olan biteni herkese anlatmaya devam eden dayısının evinde kalıyordu. Karısını bu sıkıntıdan kurtarmak isteyen Abelard, onu Paris dışındaki, Arqenteull Manastırı’na götürdü. Fulbert, Abelard’ın, yeğeninin sorumluluğundan kaçtığını düşünerek iyice kinlendi ve öcünü almak için kiraladığı adamları üzerine saldırtıp onu hadım ettirdi.

Abelard, utanç içinde, yine Paris yakınlarında bulunan Saint Denis Manastırı’na sığındı. Burada inzivaya çekilerek keşiş olan Abelard, Heloise’i de Argentulil Manastırı’nda rahibe olarak kalmaya zorladı.

Heloise’in örtünmesini istemesinin nedenlerini “ ‘Aşk mülkiyetçi olmamalı diyordum’ çünkü aşkın mülkiyetini kullanıyordum. İnsan aşkı hep mülkiyetçidir. Ne yazık ki apaçık görüyorum şimdi. Belki Tanrı’nınki de böyledir. Tarih beni bir şair, bir filozof olarak değil, bir sevgili, senin sevgilin olarak hatırlayacak. Ve ben sevmeyi bilmiyorum” diye itiraf ediyordu Abelard, İngiliz yazar Ronald Duncan’ın artık biri keşiş diğeri rahibe olan iki sevgilinin yaşam öykülerinden ve birbirlerine yazdığı mektuplardan yola çıkarak oyunlaştırdığı şiir-oyun metninde.

“- Bir zamanlar… Nasıl iç burkuyor bu sözler…-

Bir zamanlar, gövdesini gövdeme kattığım birine,

Rol mü yapayım, ketum mu davranayım?

Gecenin doruklarında dörtnala koşturmuştuk bedenlerimizi,

Daha da doruklara çıkmıştık doğan güneşlerle.

Biliyorum böyle yazmasa gerek benim gibi bir rahibe.

Özür diliyorum, ama yazan rahibe değil.

Örtüldük tepeden tırnağa ama kadınız biz.

Bu örtünün altındaki de Heloise, her dişiden daha fazla dişi.

Ve aşk… Ona bir Abelard öğretisi.”

“Ben sevmeyi bilmiyorum” demekte büyük ihtimalle haklı olabilirdi, tarihe geçen aşkın kahramanı Abelard. Hadım edilmese Heloise’e hep aynı tutkuyla bağlı kalmayabileceğini tahmin ediyordu. Bir erkek için sonsuza değin sürebilecek bir aşkın sadece yenisinin yaşanması imkânsız olduğunda mümkün olabileceğini anlamıştı. Yeniden cinsel bir aşkı tatma şansı yoktu onun. Hâlbuki Heloise, hissettiği öylesine büyük bir aşkın sonrasında gerçek bir rahibe olmadan da yıllarca rahibe gibi yaşayabilirdi; sevdiği erkeğe değil kendi duygularına ihanet etmemek için. Heloise üstün bir zekâya sahipti ve bu yüzden duyarlılığı zekâsı kadar keskindi.

“Ben böyle seviyorum işte: Zarafetini, gaddarlığını, inceliğini, kabalığını, olduğun şairi, olmadığın erkeği seviyorum. Hem gövdeni hem aklını seviyorum” diyordu Heloise. Bir daha asla ”erkek” olamayacak erkeği seviyordu o. Belki de hiçbir erkeğin beceremeyeceği bir sevgiyle. “Tanrı böyle sevemiyorsa” o da “sevgisini Tanrı yapıyordu”.

“Elin… Elin değmiş bu mektuba.

Teşekkür ederim; bana yazmışsın ama…

Elbette tanıdım yazını; değişmemiş hiç.

Değişen bir şey olmadı zaten, acı bile aynı acı.

Bana gönderilmemiş ama, mektubu ben okudum

Utanmadım, kimseye de ihanet etmedim.

Suskun geçen bunca yıldan sonra, hesap verecek değildim.

Şimdi de vermeyeceğim.”

Heloise böyle yazıyordu, ayrılıklarının üzerinden yıllar geçtikten sonra Abelard’ın bir başkasına yazdığı, tesadüfen eline geçen ve birlikte geçirdikleri yaşamın öyküsünü anlatan mektubu okuduğunda.

“Bırak, sana ait her şeye, sadakatle üzüleyim.

Bahtsızlık da olsa, her şeyi bileyim.

İç çekişlerim karışırsa seninkilere,

Belki ikimizin de acısı hafifleyecektir. Ne dersin?

İçimden hiç geçmiyor ama sen istersen,

Mektubumu şöyle de bitirebilirim;

Sonsuza kadar, elveda…”

Ve soruyordu Abelard’a dine adanmış bir yaşanda mutlu olmayı nasıl öğrenebileceğini. Abelard birbirinden habersiz yaşadıkları yıllarda yeniden yazmaya ve ders vermeye başlamıştı. Ortaya, eskisinden de parlak ve büyük tartışmalar yaratan fikirler atmaya sürdürüyordu.  Paraclete (şefaatçi) adını verdiği kendi dinsel topluluğunu kurmuştu, orada hocalık yapıyordu. 1125 yılında doğum yeri olan Bretanya’da bir manastıra başrahip seçilince kurduğu tarikatı terk etti, beş yıl sonra ise Paraclete Manastırı’nı Heloise ile cemaatine bağışladı.

Dertli bir arkadaşını teselli etmek için, yıllar öncesi Heloise ile yaşadıklarını tekrar hatırlayarak bir mektup yazan Abelard, bu sıralarda kendisine komplo hazırlayan Breton keşişleri tarafından tehdit ediliyordu.

Abelard’a göre Heloise’i ayartmak onlara felaket getirmişti. Bu felaketten Tanrı bir iyilik ortaya çıkarmış ve iki sevgili de Tanrı yoluna dönmüşlerdi. Heloise’in eline bir rastlantı eseri geçen mektupta bunlar yazıyordu işte. Oysa Heloise’in acılarını “ilahi” bir merhemin sarmasıyla bile hafiflemeyecek kadar derindeydi. O yarasına şifa olarak Tanrı’dan değil Abelard’dan bekliyordu.

Bunun üzerine Abelard, Heloise’e geçmişlerini bir daha hatırlattı. Heloise kendisinden çok sevmişti. Abelard ise ona sahip olmaya çalışmıştı.

Abelard ile Heloise’in aşkı mektuplarda devam etti. Yunanca ve Latince bilen Heloise, parlak zekası ve engin bilgisiyle ünlüydü, önce Arqenteull Manastırı’nda başrahibe oldu, ileriki yaşlarında birkaç manastır kurdu.

Eşsiz bir öğretmen olan Abelard ise Paris Üniversitesi’nin kurulmasına öncü olan bilim adamları arasında yer aldı.

Abelard ve Heloise bir daha hiç bir araya gelmediler.

Görüşleri yüzünden Kilise tarafından mahkum edilen buna rağmen inancından hiç vazgeçmeyen Abelard, 1142’de altmış üç yaşındayken Papa’ya kendini bağışlatmak için Roma’ya  giderken dinlenmek için uğradığı Cluncy Manastırı’nda veda etti hayata. Heloise ise sevdiği adamdan tam yirmi iki yıl sonra ve oda altmış üç yaşındayken verdi son nefesini.

İki sevgilinin buluşmaları, öldükten sonra da çok zor oldu. Nihayet Paraclete Manastırı’nda yan yana gömüldüler. Abelard’ın arzusuydu bu. Ancak cansız bedeni kavuşmuştu yirmi iki yıl sonra gelen sevgilisine.

On dokuzuncu yüzyılda ise iki aşığın kemikleri Paris’teki Pere-Lachase Mezarlığı’nda özel yapılmış kabirlere taşındı.

Onların aşkları birbirlerine yazdıkları şiirsel mektuplarla çoktan anıtlaşmıştı.

(Alıntıdır.)

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...