Uzun zamandır izlemeyip beklettiğim filmlerden bir tanesi idi Ronin. Demek ki bir şey biliyormuşum da bekletiyormuşum. Şu blog sınırları içerisinde görebileceğini en beğenmeme yazısı benden sevgili Ronin’e gitsin.
Kadroyu ilk gördüğüm anda dibim düştü, Robert De Niro, Jean Reno, Jonathan Pryce, Sean Bean var. Allah dedim, tam istediğim film. Eksikliği dolduracak. Ta ki…
Yersiz kovalamaca sahneleri, Quentin Tarantino gibi belirsizlik tripleri ve yersiz bir aksiyon.
Eğer hayatın boyunca izlediğin ve o normalde atomu parçalayacakken ayırdığın zamanı çalan, yok eden film hangisidir derseniz tek kelime ile Ronin derim.
Nicolas Cage’i sevmeme gibi bir moda türedi son zamanlarda. Bundan iki yıl önce kimsenin çıkıp da “Abi ben Cage’i sevmiyorum ya!” dediğini duymamıştım. Hep 9Gag sağ olsun, genel bir algı yaratıp bizi ona uydurur hale geldi. Aslında yalnız olmadığımızı hissettirdiği için ona çok şey borçluyuz ancak garip şekilde insanlardan da uzaklaştırması söz konusu.
Nicolas Cage’i Matchstick Men ile seven birisi olarak arkadaşımın tavsiyesi üzerine Lord of War’ı indirip izledim. Birden fazla göndermeye sahip, deyim yerinde ise intertexuallitysi ile insanı mutlu eden bir film Lord of War. Hele Oz’u izlediyseniz ve oradan tanıdık birini görmek sizi şaşırtacaksa hemen söyleyeyim Kareem Said karşımıza çıkıyor. Çok fazla spoiler vermiş olmadım hemen harala gürele sesleri gelmesin.
Lord of War dünya üzerinde var olan ve var olmaya devam edecek savaş sektörünün hangi yollar ile beslendiğini, kimlerin nasıl görev aldığını, ülkelerin kimleri maşa olarak kullandığını ve bu ülkelerin savaş sektörüne dair düşünlerinin neler olduğunu açıklıyor. Aslında aşina olduğumuz bir konu ancak biz işin içinden “Bunlar Amerika’nın oyunları!” deyip çıkmayı sevsek de Yuri Orlov adı ile çok farklı kimliklerin işin içine girdiğini görebiliyoruz.
Film başladığında yeni yapılan bir kurşunun peşinden hikayeye başlıyor. Kurşunun ilk damgası vurulduğunda yer Ukrayna, bir sonraki sahnede ise Afrika’da buluyoruz kendimizi. Lord of War’ın gerçekleri anlatıyor oluşunun da birbirinden farklı nedenleri mevcut. Daha önce de belirttiğim gibi var olan gerçekleri anlatsa da “based on a true story” hesabı, gerçek kişilere gönderme yaptığında ve hatta onları anlattığında işin rengi değişiyor. Yuri Orlov karakteri genel itibari ile tarihin en büyük silah tüccarlarından olan Viktor Bout’u temsil ediyor. Para kazanmanın en doğru ve hızlı yolunun silah tüccarlığını anlayan Yuri’nin çok zengin olup hayalini kurduğu kadına bile sahip olmasının hikayesi. Aynı zamanda insanların dillerine, dinlerine ve ırklarına bakılmadan yalnızca devlet ve politika çıkarları için yok edilebilmesinin, silahlar ve savaş endüstrisinin insanlar üzerinde denenmesinin, paranın ve gücünden gidilmesi sırasında ezilen insanların değersizliğinin ve sevdiklerini ego ile hareket etmesi sonucu kaybetmenin filmi Lord of War.
Daha önce hangi filmde bu konuya değindiğimi hatırlamamakla birlikte intertexuallity yani metinlerarasılık söz konusu olduğunda beni kalbimden vurmuş oluyor senarist ve yönetmen. Film boyunca dikkat çeken 3 önemli referans var. İlki Tom Waits abimizin de boy gösterdiği Rumble Fish’ten. Rumble Fish’te müthiş gencerek ve çirkin olan Nicolas Cage “Why? Why? Why? Why” dediğinde Rusty James ile Motorcycle Boy arasındaki konuşmaya gönderme yapmış oluyor.
İkinci gönderme Andre Baptist Jr’ın Rambo silahı istemesi. Yuri’nin ise ona hangi filmdeki silahını istediğini sorması.
Üçüncü gönderme bir kere izleyerek anlaşılabileceğini düşünmediğim Brazil’den. Nicolas Cage Ian Holm ile konuşurken Kurtzman adında birisinden bahsediyor. İşte bu Kurtzman denen arkadaş Brazil’de Ian Holm’un canlandırdığı Kurtzman.
Filmi sevmeniz için bir önemli noktayı da şu anda söylüyorum, Ethan Hawke. Bu kez manyak adam rolünde olmaması da ilgi çekici tabii ki. Bildiğimiz deli Ethan, bu sefer polis olarak takılıyor Cage’in peşine.
Filmde Yuri Orlov’un sözlerinin altını çizmek hatta onları gerçek hayatta kullanabilmek istiyorsunuz. Bir yandan var olduğu ekosisteme nefretlerinizi sunarken bir yandan da bunu değiştirmek için elinizden bir şey gelmeyeceğini bildiğiniz için çaresiz haklı buluyorsunuz. Silah tüccarları ne zaman haklıdır? Ne zaman haksızdır ve bu iş ne kadar etik ya da etik değildir? Lord of War size bunların sürüncemesini sunuyor.
“Yuri Orlov: There are over 550 million firearms in worldwide circulation. That’s one firearm for every twelve people on the planet. The only question is: How do we arm the other 11? “
“Yuri Orlov: I sell to leftists, and rightists. I sell to pacifists, but they’re not the most regular customers. Of course, you’re not a *true* internationalist until you’ve supplied weapons to kill your *own* countrymen. “
“Simeon Weisz: Bullets change governments far surer than votes. “
“Yuri Orlov: Selling a gun for the first time is a lot like having sex for the first time. You’re excited but you don’t really know what the hell you’re doing. And some way, one way or another, it’s over too fast. “
“Yuri Orlov: “beware of the dog”? You don’t have a dog. Are you trying to scare people? Vitaly Orlov: No, it’s to scare me – remind me to beware the dog in me. The dog who wants to fuck everything that moves, wants to fight and kill weaker dogs. “
Edit: Jared Leto’dan bahsetmediğim için kendimden şu anda utandım. Mr.Nobody’nın boncuk gözlü abisi Jared oyunculuğun üstesinden geldiğini bu filmde sağlam bir şekilde gösteriyor.
Hayatta kalma içgüdünüz ne kadar kuvvetli? En son ne kadar süreliğine nefessiz kaldınız ya da öleceğinizi düşündünüz? Ben en son öldüğüm anı düşündüğümde nefessiz kaldım. Tam da otobüste evime doğru gidiyorum. Bir anda ölüyor olduğumu düşünüp korktum ve nefessiz kalıp ağzımı açarak nefes aldım. Farklı bir içgüdü ile hayal ettiklerimden bile korkabildim. Peki 127 saat boyunca ölmek ya da yaşamak arasında kalıp sıkışsaydım ne yapardım?
127 Saat, ölüm ile kalım arasındaki o ince çizgiyi gözler önüne seren bir film. Filmin sonuna dair bir fikrim olduğu için ha düştü ha düşecek diye beklerken davul gibi gerim gerim gerildim. Gerilmekle de kalmadım garip bir bekleyiş içerisine girdim. Genel olarak konu itibari ile kimseye haber vermeden geziye çıkan bir gencin kayalıkta sıkışıp kalmasından bahsedebiliriz. Özellikle gerçek hayatta yaşanmış bir hikaye olması ve yaşayan adamın da hala görebileceğimiz, hakkında bilgi rahatça edinebileceğimiz bir yaşta olması insanı daha da garip yapıyor.
Tüm film boyunca ister istemez sorguluyor insan, ben olsam ne yapardım? Ben olsam nereye kadar dayanır, hangi cin fikirlikle nelerle uğraşırdım? Ya da durup dururken kör bahtım kara talihim garip bir hayvan tarafından sokularak mı ölürdüm? Tamamen hayatta kalma filmi 127 Saat hem de diğer tüm milliyetçilik pompalamalarının yanında gerçek bir hayatta kalma filmi. En sağlam, en dirayetli olanın neleri başarabileceğine dair bir hikaye.
Charles Darwin bu zamanları hep görmüş işte önceden. 127 Saat en iyi olanın değil en dayanıklı olanın hikayesi. Bir yanda ölecek olma hissi, diğer yanda kurtulmak isteme duygusu. Bir yanda elleri kolları bağlı sadece kuşların ve güneşin geçeceği zamanı beklemek bir yanda ise elinde olan her imkanı kullanarak kurtulmaya çalışmak.
Filmin gerçek bir hikayeyi anlattığını düşünürsek izlerken karakterin farklı ruh hallerine girdiğini görmek ve çaresizlik ile başbaşa kaldığında insanın ne kadar farklı bir psikolojide olabileceğini anlamak daha da geriyor insanı. Neden kimseye haber vermedin diye kendi kendine sorup küçük bir sahne yaratırken aslında kendine olan kızgınlığını ortaya çıkarmış oluyor.
Çok sağlam spoiler olmakla birlikte buradan sonrasını filmi izlemeden okumayınız:
Zannediyorum abimizin filmin sonunda işin üstesinden gelmesinin en büyük etkeni daha önce o hayata dair bir şeyler bilmesi ve hazırlıklı olması. Bu donanıma sahip olması. İlk defa yolculuk yapan birisini ele alalım. Daha ilk başında iki kayanın arasından kayıp mağaranın içine düştüğünde en güzelinden bir ölümle karşımıza çıkardı, kırık bir boyun bilemediniz bir bacak. Ama kahramanımız hem yapılı hem de güçlü bir adam olduğu için başarıyor hayatta kalmayı. Tutunmayı, hareket etmeyi ve zor bir durumda uyumayı bile biliyor. 127 saat dile kolay. Dile bile kolay değil aslında. O kadar sürede kafayı yemek de mümkün oracıkta kısacık sürede ölmek de. Ama kolunu orada bırakmak ve hayatına tutunmak bambaşka bir şey. Hele o sinir midir nedir onu koparma sahnesinde dünyanın en acı çeken insanının o olduğuna eminim. 127 Saat bu açıdan içimdeki siniri koparan, beni sağır eden bir film oldu.
Spoiler bitti, dağılabiliriz.
Son olarak gerip germelerin adamı Danny Boyle çektiği için filmi mutluyum. Seviyorum seni güzel adam.
Stand up dünyasının büyüyen hatta yaşlanan çocuğu Cem Yılmaz’ın son gösterisi Fundamentals’ı bugün izleme şansına nail oldum. Sinemada izleyemediğim yüzlerce eser arasına girdiği için kendisini en kısa sürede izlemek farz olmuştu. Hem zaten Cem Yılmaz’ın yeni gösterisini dört gözle beklemiyor muyduk?
Bekliyorduk. Fundamentals’ı bu yüzden hadi izleyelim gazı ile bir çırpıda izledik. Fundamentals’ın ilk dakikası itibari ile akıllara ilk gelen şey Cem Yılmaz’ın kilo alması ve yaşlanması oldu. Sanki hiç büyümeyecek, hiç yaşlanmayacakmış gibi gelen o adamdan eser yoktu. Hayatın onun için de devam ediyor olduğunu nasıl bir unutma isteği söz konusu ise bizde utanmadan adamın yaşlandığına kızacaktık. Bu travmayı atlattıktan sonra Cem Yılmaz esprileri ve tam bir ok-ay ilişkisi içerisinde ortaya çıkardığı tespitleri ile biraz daha kendimize aşina olmaya başladık.
Cem Yılmaz kadın ve erkek ilişkisi, televizyon dünyası, bireysel hatıraları derken özellikle ikinci bölümü daha komik olmak üzere bize güzel bir 2.5 saat yaşattı. Kadınların aylık gelgitleri, erkeklerin yaşamak zorunda oldukları o “boner”ları ve teknolojinin hızı ile yine bize “heh işte beh!” dedirtti.
Şu an hangi andan bahsedersem bahsedeyim gösteriyi izlememiş olanlar için spoiler verecekmişim gibi geliyor. Çünkü Cem Yılmaz’ın anlattığı her hikaye bir başka an ile neredeyse bağlantılı. Bir önceki gösterisinde bahsettiği dört koldan anlatma durumu ise gerçekten var. Yanlışlıkla kapatıp tekrar açmak istediğimizde gösteriyi bir anda “nerede kalmıştık biz yahu?” durumu yaşadık. E az önce kahkahalar ile gülüyorduk? İşte Cem Yılmaz’ı izlerken beynin ve hafızanın fakirhaneye dönüştüğü o anlar. Gösteriyi canlı olarak da izlesem zannediyorum ki ikinci ya da üçüncü seferden önce asla esprileri düzenli olarak yapamam. Aklıma gelmez. Sahneler bölük bölük var olsa da bir bütün içerisinde değiller.
Cem her gösteri ile birlikte toplumun aynası olduğunu bir kez daha gösteriyor. Şahan Gökbakar’ın tam da Fundamentals’ın patlama zamanlarına denk gelen filmi ve seyircilerini kaybetme korkusu ile küçük puppy köpecik gibi sağa sola saldırması sonrası Cem Yılmaz’ın Türk komedi dünyasında birinci olduğunu bir kez daha görüyoruz. Kulvarlarının farklı oluşunu göz önüne alamayıp daima kendini yarış içine sokan Şahan Gökbakar bu kez dikkat etmeliymiş neler yapıp neler yapmadığına. Gerçekten üzücü bir durum onun için.
Fundamentals gülüp eğlendiğimiz, arkadaşlarınız özellikle sevgiliniz ile izlediğinizde “aaa bak bak bizi anlatıyor” diyebileceğiniz bir gösteri olmuş. Adamın bahsettiği her noktaya katılmaktan neredeyse bir hal oluyorsunuz. Belki de katılmadığım tek nokta erkeklere yüklenildiği konusu olabilir. Genel olarak kadın canlısı (:D) üzerinden giderek onun kallaviliğini anlatan Cem Yılmaz erkeği pasifize gösteriyor. Dünya genelinde erkek ne kadar da aşağı mahalle ile hareket edip düşünse de Türkiye’de bir erkeğin kendini bu şekilde kabul etmesi neredeyse imkansız. Kadının bir alt modeli olmayı kabul edecek, erkekliğinin arkasında durmayacak adam bulmak çok zor. Bunlara ayna tutacak olan video aşağıdaki gibidir:
Ve son olarak Fundamentals’ın akışını bozan tek nokta Cem Yılmaz’ın kişilere ve alkışlara takılması. Ay bir alt edemedi bu çocuk bu huyunu diyesim geliyor. Baştaki alkışlar ile “Yapma yapma.” demesi ve gösterinin ortasında aynı kişiye yönelip aynı harekette bulunması izleyenleri orada olmadığı için gösterinin dışında bırakıyor.
Fundamentals’ı izlemediyseniz izleyiniz efendim. Türk komedi dünyasından her zaman Cem Yılmaz gibi adamlar çıkmıyor. Özellikle herkesin küçük büyük çapta, siyah giyince stand upçı olduklarını sandıkları bir camiada Cem Yılmaz öpülüp de başa konulası.
Tiyatro serüvenimize İstanbul Efendisi ile devam ediyoruz. Uzun zamandır gitmek istediğim ancak bir türlü denk gelemediğim tiyatro oyunu ile musmutlu bir gün geçirdim. İstanbul Efendisi’nin çok seveni olduğunu biliyordum ta ki otobüslerle gelen teyzelerimiz ve amcalarımızı görünce. Onlar da tüm tatlılıklarını takınarak, tontiş tontiş gelmişler oyunu izlemeye. Şark Dişçisi’ndeki “Ay bu sefer çok kişi yok bak.” diyen teyze renkli çorapları ile pıtı pıtı yürüyen teyzeler gibi en az 30 tanesi vardı. Onlar ile izledik oyunu.
Musahipzade Celal’in kaleme aldığı, günümüze kadar defalarca oynanmış, yüzlerce kişi tarafından canlandırılmış bir oyun İstanbul Efendisi. Vişne Bahçesi, Tarla Kuşuydu Juliet ve diğerlerinde olduğu gibi yöneten koltuğunda Engin Alkan oturuyor. Şark Dişçisi’nin replikleri henüz aklımdayken Şark Dişçisi kadrosunun 3/4’ünü bu oyunda görmek güzel bir deneyim yaşattı. Sahnede gördüklerimi parmağımla gösterip arkadaşıma anlatmak istedim Şark Dişçisi’ni. Şimdiye kadar farklı oyunculara ve yönetenlere teşekkür etsem de tiyatro oyunun kemiğini oluşturan dramaturglara teşekkür etmeyi hep unuttum. Bu kez Sinem Özlek’e kostum seçimleri, dekor ve güzel oyun düzenlemesi için teşekkür ediyorum.
Gelelim oyunculara ve hikayemizin her bir can alacı noktasına. Hikayemiz 18. yüzyılda geçmektedir. Henüz esir alıp satmak yasaklanmamış, İstanbul’da toprak ve insan sahibi beyler var. Bir nevi derebeylik usulü ile yaşanmaktadır. Bizim derebeyimiz olan Savleti Efendi (Tankut Yıldız) burçlar konusunda usta bir astrologtur. Astrologtur astrolog olmasına ama bundan haberi var mıdır yok mudur belli değil. Savleti Efendi’nin oğlu Molla İrfan (Çağlar Çorumlu) ise onun peşinden gitmeye çalışan ancak yarım aklı ile anca takunyalarını takırdatarak giden ve bir sürü işi beceremeyen küçük efendidir. Savleti Efendi’nin kızı Esma Hanım (Derya Çetinel) bir gün gönlünü yakışıklı mı yakışıklı, yanağı benli bir yiğide kaptırır gönlünü. Safi Çelebi’den (Ümit Daşdöğen) başkası değildir o delikanlı. Ne yapacağını bilemeyen Safi hemen esir alıp satan Çengi Afet’in yanına koşar. Çengi Afet ona Esma Hanım’ın verdiği mendilin ne anlama geldiğini açıklar ve olaylar hızla gelişir.
İstanbul Efendisi günümüz tiyatro sahnesine cuk oturmayı başaran bir oyun. Her zamanki gibi tiyatronun daha doğrusu sanatın zamansızlığını görmüş oluyoruz ancak artık bundan bahsetmek bile istemiyorum. Biliyoruz ki yazılan bir eser ya da oynanan bir oyun yalnızca çağı için geçerli değildir. Kendisinden önceki dönemi, içinde bulunduğu dönemi ve gelecek dönemi bir yumak haline getirerek devam eder.
Tüm oyunların neredeyse bir noktasında var olan aşk teması daima karakterlerin gerçeklerini ortaya çıkarmak için kullanılır. İstanbul Efendisi’nde de ilk bakışta gördüğümüz hikaye talihsizlikler yüzünden garip bir hal alan aşk hikayesidir ancak arka planda kadının metalaştırılması, iktidar egosu, din ve inanç gibi önemli konular sorgulanır. İlk olarak Çengi Afet (Sevil Akı) ile esir kadınlar ve erkeklerin dünyasına gireriz. Onları daha yüksek paradan satabilmek için kalifiye elemanlar haline getirmeye çalışan Çengi için tek önemli şey yatlara ve katlara esir yollayabilmek, bununla övünmek ve parasını çatır çatur harcamaktır. Menteş Ağa (Zafer Kırşan), Ferhat Ağa (Volkan Ayhan) için kadın bakmaya geldiğinde aralarında geçen konuşma kadının metalaştırılması ve insan esaretinin boyutlarını gösterir. Menteş Ağa Ferhat Ağa’ya nasıl bir kadın istediğini sorarken ne istersen yapar, istersen sana eş olur istersen eşek minvalinde şeyler söyler. İstersen o kadınla sadece yatarsın istersen de başka tüm işlerde kullanabilirsin. Aynı zamanda ellerine, dişlerine, gözlerine bakarak seçmek de mümkündür kadınları. Kadınlar orada iki kez kölelik hükmünü giymişlerdir. Çengi ile birlikte yaşarlarken kendileri olabildikleri bir esaretin altındadırlar ancak erkek egemenliği onlara kimliklerini kaybettirir. Handan’ı seçen Ferhat Ağa “Alayım mı seni?” diye sorduğunda Handan’ın herhangi bir şey söylemeye, reddetmeye hakkı yoktur.
Osmanlı’da kadı unvanına sahip olmadan kadılık yapma hakkına sahip İstanbul Efendilerine bir bakış atıyoruz oyun sayesinde. Küçük alanda ele geçen iktidar dolayısıyla egoların nasıl değiştiğini ancak hayati olaylar ile elinin kolunun bağlı kalabileceğini görüyoruz. Halkı teftişe çıktığında hiç düşünmeden esnafı falakaya yatıran Savleti Efendi söz konusu kızı olduğunda in cin, hacı hoca, üfürükçü tükürükçü ayırt etmez. Çengi kadına gider ve bir çare, bir medet umar. İktidar egosuna sahip olsa da Savleti Efendi zaaflara sahiptir. Bir çift meme ile egale edilebilir. Yardımcı konu olarak da erkeklerin zaafları işlenmiş oluverir bu sırada. Kadınların peşinden koşarak onlara ulaşmaya çalışan erkek elde ettiği sürece değer vermeyecek, kıymetini bilmeyecektir. Çengi Afet göğüslerini gösterip salladıkça Savleti Efendi’ye doğru, Savleti Efendi’nin de aklı gider gelir. Gider gelir. Erkeğin iktidarı bu yüzden hiçbir zaman sonsuza kadar sürmez. Dünyevi zevklere çabucak dönen erkek için bir imparatorluğu kadın lafı ile yıkmak bile mümkündür. Ancak bu olayı daha sonra “aşk” bahanesini kullanır, gözden çıkarmak gibi gösterirler. Kadınların kendileri için bir zaaf olmadığına bizi inandırmaya çalışırlar.
Türklerin ilk inançlarının paganizm olduğunu düşünürsek Savleti Efendi zamanının biraz gerisinde bir adamdır. Elinde burç kitabı ile gezer, gökyüzünü izler ve paganlar gibi yıldızların, dünyanın hareketine göre düşünür her şeyi. Batıl inançlarının yanı sıra büyük ölçüde yıldızlara itikadı vardır. Oğluna da bu yüzden öğretmeye çalışır 12 burcu. Molla İrfan’ın burçlar ile büyü yapmaya çalıştığını gördüğümüzde ise inançlar ile batılın çok ince bir sınırda yan yana gittiğini görürüz. Kutsal kitap diye içinde burçların olduğu kitabı öper, ona özen gösterirler.
İstanbul Efendisi kahkalara boğar, avuçlarının içi kızarana kadar alkışlamayı gerektirir. Ben gerçekten çok sevdim ve biliyorum ki siz de izlerseniz seversiniz. Sevinç Erbulak’ı izlemek istemez mi insan canım? Harikalar yaratan küçük kadın, seni seviyoruz.
Leonardo Di Caprio izlemeyi sevenlerin izlerken “Vay aman, aman anam.” diye dolanacakları bir film olmuş Total Eclipse. İki ünlü Fransız şair Paul Verlaine ve Arthur Rimbaud’nun gerçek hayatını anlatan filmde gencecik bir Leonardo Di Caprio ile orta yaşlı bir David Thewls görüyoruz. 16 yaşında yepyeni bir tarz ile Fransız Edebiyatı’na giriş yapan ve dahi olmak için yola çıkan Rimbaud’yu Verlaine’in kol kanat germesi ile büyürken buluyoruz. Bu ikilinin eşcinsel ilişkileri her ne kadar filmin ana noktasında dursa da mesele yalnızca bir ilişki sonunda olgunlaşmayı bilen iki adam değil iki farklı şair zihniyetinin ortaya çıkması oluyor.
Paul’un Mathilde adında güzel bir karısı var. Hamile ve Paul’u seviyor. Paul ise Arthur’un gelişi ile birlikte içme alışkanlığına iyice gem vuramayıp sarhoş bir şekilde karısına yapmadığını bırakmıyor. Duyguları da şiirleri kadar yoğun Paul’un. Yalnızca içerek unutabileceğine ve unutması gerektiğine inanıyor. Arthur ise yanımızda olsa dövmek isteyebileceğimiz tipten bir çocuk. Çok bilmiş, nobran, küçük çapta hırsız, büyük çapta bencil. İlk başta hiçbir şekilde Arthur’a sempati duyamıyoruz. Paul’un tüm değişiminin nedenini Arthur olarak görüyoruz. Bir açıdan durum böyle olsa da Paul’un zaten kendisini içkiye vererek yaşadığı hayattan mutlu olmadığını da anlamış oluyor.
Rimbaud Fransız Edebiyatı’nda yeni bir soluk olduğunu biliyor. Bu yüzden bunun eminliği ile hareket edip çevresindeki hiçbir şeyi kabul etmiyor. Yazı yazmanın zorlayıcı evrelerinden geçiyor.
Filmde gözümüze takılan ve hatta bariz bir şekilde sokulan eşcinsellik teması ise verilebilecek en naif şekilde verilmiş. Özellikle Arthur ile Paul’un ilk öpüşme anlarından rahatsız olabilmek imkansız. Öylesine gelişigüzel ve içten öpüşüyorlar ki tüm homofobileri yıkabilecek güçte neredeyse. Yalnızca bu eşcinsellik konusunda kafama takılan en önemli nokta Arthur’un 16 yaşındayken bu ilişkiye başlıyor oluşu. Yani bildiğiniz çatır çutur sevişiyor adam. Hep nasip.
Arthur Rimbaud: The only unbearable thing is that nothing is unbearable.
Paul Verlaine: Sometimes he speaks in a kind of tender dialect of the death which causes repentence, of the unhappy men who certainly exist, of painful tasks and heartrending departures. In the hovels where we got drunk he wept looking at those who surrounded us, the cattle of poverty. He lifted up drunks in the black streets. He had the pity a bad mother has for small children. He moved with the grace of a little girl at catechism. He pretended to know about everything, business, art, medicine. I followed him, I had to!
Sabahattin Ali’den sonra Raymond Radiguet’nin İçimizdeki Şeytan’ı bana biraz yavan geldi. Can Yayınları’ndan okuma fırsatı bulduğum ve 19 yaşında bir yazarın yazdığı kitap nereden baksanız meh.
İlk olarak kahramanımızın küçük bir çocuk oluşu dikkatimizi çekiyor. 1. Dünya Savaşı sırasında Fransa’da kendisinden büyük bir kız ile aşk yaşamaya başlıyor. O anda kendi ergenliğimize dönüyor, yaşamaya çalıştığımız aşkları nasıl yaşadığımızı hatırlıyoruz. En az onun kadar problemli ve sorunlu. Herkes bizi sevsin ama biz istediğimizi yapalım, sorumluluk kabul etmeyelim ama en büyük sorumlu biz olalım gibi. Bu yüzden küçük bir anlatıcının bize söyledikleri canımızı skıyor. Ergenliğe dönmüş oluyoruz, çoğumuzun istemediği o atarlı giderli zamanlara.
Ardından hikayenin kurgulanışı ile klasik bir aşk romanı okuduğumuzu anlıyoruz. Burada taraflardan bir tanesinin küçük olmasına gerek yok. Hikaye şehvetin ve aşkın bir araya geldiği topraklarda geçiyor. Hikayemizin dramatize kısmını seven genç kız oluşturuyor. İçimizdeki Şeytan’ın alınıp sevilesi tarafları olmasına rağmen bütüncül olarak bakıldığında geri planda kalıyor.
Bir annenin oğlunu evlendirmek isteyişi ancak daima gelini beğenmeyişi, işlediğimiz suçların aslında gerçekten su yüzeyine çıkmasını isteyişimiz gibi nokta atışlarının yanı sıra basit roman örgüsü ve beklenen son ile bitirmesi bize çantada keklik hissi veriyor. Şu anda kitabın yeni basımları yapılıyor mu bilmiyorum ancak arkakapakta abartılarak anlatılan genç dahi Raymond Radiguet’yi ya çok yanlış çevirdiler ya da o çok yanlış geldi.