• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Tag Archives: sait faik abasıyanık

Mahkeme Kapısı’na Sait Faik Abasıyanık Bakışı

07 Salı Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

burgazada, mahkeme kapısı, sait faik abasıyanık, semaver, son kuşlar


Daha önce Semaver ve Son Kuşlar ile karşınıza çıkmıştım Sait Faik’in kitaplarından. Şimdi de Mahkeme Kapısı.

Mahkeme Kapısı, Sait Faik’in muzurluk yapıp evde duramadığı ve bu sürede o mahkeme senin bu duruşma benim gezdiği dönemde yazdığı bir kitap. Mahkeme Kapısı’nı benim gözümde güzel yapan nokta ise her zamanki gibi Abasıyanık’ın gerçekçi anlatımı ve asla kaybetmediği mizahı.

İçinde 26 tane mahkeme tanıklığı bulunan bu kitapta Sait Faik Abasıyanık kendi köşesinde aslında en büyük tanıklığı yapıyor. Küçük çocukların minik hırsızlıklarından, arkadaşların birbirine şakalarına kadar pek çok olayın mahkemeye taşınması ile yaşanan bazen güldüren bazen güldüren bu hayata mahkemelerin kapılarından bakmaya karar veriyorsunuz.

Okurken kıkır kıkır güldüğüm bölümler ile bir kez daha Abasıyanık sayesinde düşünmeye düştüğüm bölümler neredeyse art arda. Biri Çamaşır İpleri ve Don Gömlek Hayaletleri, diğeri ise Bu Senenin Meşhur Karakışı Cinayeti. Bu iki hikayede nedense kalıverdi aklım. Mahkemeler hem güldürücü hem de korkunç yerlerdi.

Önce

Dört davacıdan ikisi asker, ikisi kadın. 

Birinci asker:

– Efendim, çamaşırlarımı bahçeye asmıştım. Kurusunlar diye.

Hakim:

– Çamaşırların neydi?

Birinci asker:

– Gömlek ve şey efendim…

Hakim:

– Ne?

Asker: 

Şey?

Hakim:

– Söyle yavrum, ne olduğunu söyle. Bak iki defadır soruyorum.

Asker:

– Efendim, şeydi efendim…

Hakim: Neydi yavrum, fanila mı?

Asker: Hayır efendim, fanila değil…

Hakim:

– Öyleyse ne olduğunu söyle de, yazılacak.

Asker: 

– Don, efendim. 

Genç asker kıpkırmızı oldu.

…

Hakim:

-Senin neni aldı?

İkinci asker (bir Şarki Anadolu lehçesiyle):

– Dun gumlek…

Hakim:

– Senin de mi don, gömleğini? 

İkinci asker:

– Hayır efendim…

Hakim:

– Neyini öyleyse?

İkinci asker:

– Dun gumlek, efendim…

ile güldüm bir güzel. Nasıl inatçısın fakat asker denilen şey. Bir o kadar da utangaç.

Ardından da

Sokağa çıktım. İçimde hakiki bir metal vardı. Başım dönüyor, ellerim terliyordu. İnsanlara bakıyordum. Her mevsimde birbirlerini sevmek için yaratılmış bu bazan meyus, bazan şen, bazan gürültücü, bazan melankolik geçip giden kalabalıktan hiçbirinin kendi gibi sakalları büyüyen, kendi gibi gülen ve ağlayan, kendi gibi hislenen ve sevişen bir mahluku öldüremeyeceğini, bu mahkeme salonunda gördüğümün nesli tükenmiş bir insan numunesi olduğunu düşünüyor; hiç kimseye, ama hiç kimseye, kendisinin her hususta eşi bir mahluku öldürebileceğini isnat edemiyordum.

ile dalıverdim insan denen mahlukun ta içine. İnsan nasıl bir varlıktı? Gözlerini kırpmadan nasıl cinayetler işleyebiliyor ve bu kadar gaddar olabiliyordu? Anlayamayacağımı düşünmeye başladım fakat bir cinnet anının neler getirebileceğini tahmin etmeye çalıştım.

İnsan olmak zor…

İnsan olmak; emek istiyor.

Usta’m Doğmuş Dedim, Doğmuş

05 Pazar Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aziz nesin, james joyce, laurence sterne, nazım hikmet, sait faik abasıyanık, Turgut Uyar


Gün bugün sevinçli gün, umutlu gün bugün.

Usta’m  doğmuş -muş, – muş, -muş.

Gördünüz mü bu dünyada neler doğuyor  ve neler yaşanıyor?

Nazım Usta, Aziz Usta, Sait Faik Usta, James Usta, Laurence Usta ve tabii ki Turgut Usta.

Kitaplar cümle dolu, cümleler anlam ve hayat dolu iken,

sadece bir adam bir şiirle binlerce yaşam dolduruyorken,

kelimeler kapıları açıp kapatıyor,

heceler hücrelerimiz yerine geçiyorken,

ustaların doğumlarından hangi hadsiz bahsetmek istemez?

Şiir ile daha anlamlı bu hayat, ustalarla daha güzel.

Ölmeyen ustaların bir kere daha doğması şerefine.

Dan Brown Külliyatı

13 Salı Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

altın yayınları, anagram, öznur doğan, bahis, bilgisayar, can yayınları, da vinci şifresi, dan brown, dijital kale, elmas, evan mcgregor, ihanet noktası, jean christophe grange, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kripteks, maroia, melekler ve şeytanlar, oznurdogan.com, sait faik abasıyanık, yunanistan


Çakmak çakmak bakan adamları severim. Aslında çakmak çakmak kim bakarsa baksın severim ben. Bir çocuk da olsa bu, bir kadın da… Biraz Sait Faik Abasıyanık’tır bir yanım, sevdiğim şeylere dair yazasım gelir.

Dan Brown ile tanışıklığım lise yıllarıma dayanıyor. Jean Christophe Grange var bir süredir ortalarda bir de bir Dan Brown’dır gidiyor. Hemen el atıyorum, ilk kitaba. Da Vinci Şifresi. Arkadaşlarım çoktan bitirmişler, ben o sırada benim diğer çakmak adamla ilgilendiğim için pek pas vermeme taraftarıyım Dan’e ama kan da çekiyor, işin içinde polisiye var gerilim var. Başlıyorum Da Vinci Şifresi’ni okumaya.

Şaşmaya hazır aklım dakikasına şaşıyor ve ben hayatımda ilk defa o kadar uzun bir kitabı 6.5 saat içerisinde okumuş oluyorum. Bunu gurur duyulacak bir şey olarak söylemiyorum fakat şu anda. Sadece belirtmek istediğim şey arada sadece yemek yediğim. O andan itibaren en acayip Dan Brown hayranı ben olabilirim, ama pek atak değilim bu konuda. Dur bakalım ihtiyatındayım, ya diğer kitapları kötüyse?

Da Vinci Şifresi serimi, düğümü ve çözümü ile bir bütün geliyor bana. Kripteksler çözülürken ilk ben bulamadığım için kendime kızıyorum bazen. Bazen de sayfaların çabucak bitiyor oluşuna takıyorum. Altın bu işi bilmiyor diye yakınacağım neredeyse, bak Can Yayınlarına! Öyle mi yapılır bu iş? Ama yine de doğru bir mantıkla ilerliyor, merak öğesini daima canlı, okunabilirliğini fazla kılıyor bu kısa yazılar. Kitabı okuduktan sonra arkadaşıma veriyorum ve Matematik hocamın elinde görüyorum kitabı. 5 teneffüs peşinden koşturduktan sonra kitap sonunda benim oluyor!

Ardından Melekler ve Şeytanlar geliyor, bunun da hastasıyız. Özellikle son sahnelerdeki aksiyonda nefesimin kesildiğini hissediyorum ve hatta çok uzun süre anagramlara takıyorum. Böyle bir dövme yaptırmaya bile karar veriyorum hatta yaptırmaya karar verdiğim dövme işte tam da kitapta geçen elmas dövmesi. Dan Brown ikinci kitabı ile de beni mest etmiş oluyor. Bir çakmak adam daha olmaya başlıyor kalbimde. Benim gönlüm geniş fakat, herkese yer var. Seviniyorum bu işe.

Melekler ve Şeytanlar’ı ayrımlarından ötürü de seviyorum. Kitapların henüz filmleri çıkmamış durumda ve her şey benim hafızamda benim kurduğum yerde. Karakterler hiç de filmdekilere benzemiyor sonradan fark edeceğim üzere.

Ardından Dijital Kale geliyor. Fakat buna pek ısınamıyorum. Fazla teknik geliyor bana. Sorsanız bilgisayar delileri bu kitaba vurgunlar, hesaplar işin içine girdi mi ben yokum. O yüzden dil bölümünü seçmedim mi zaten neredeyse?Tamamen sebep bu olmasa da etken olma oranı oldukça yüksek. Kitabın sonuna bir de bir şifre koymuş hain Dan, gözümden düşmeye yer arıyor sinsice. Ben o şifreyi nasıl çözeyim? Öyle bakıyorum olmuyor, böyle bakıyorum bir şeye benzetemiyorum. Kendi kendime sinir oluyorum, zaten üniversiteyi de kazanamam ben böyle dangalak kafayla. Dan Brown bana bir depresyon kıyısından dönmeye patlıyor.

İhanet Noktası’nı Yunanistan’da yengemin kitaplığında buluyorum. Deli gibi seviniyorum ama kitabın adını bir türlü aklımda tutamıyorum. Hala yazarken “Kehanet Noktası” diyorum. Nereden geldiyse artık bu? Kitap yine sarıyor başlarda beni fakat artık sabit bir Dan Brown mantığı esir alıyor beni. Nasıl olsa has oğlan ya da has kız halletmeyecek mi bu işi? Kaçıyor keyfim. Çakmak Christophe’a nasıl kırıldıysam çakmak Dan’e de öyle kırılıyorum. İhanet Noktası benim Grange’de yaşadığım hayal kırıklığının bir diğer noktası. Yine -aferin ki onlara – bizimkiler kazanıyor. Aklımda “Kızlaaar, yine kazandııık.” gibi cümleler mevcut. Ben Brown’un hep aynı kalmasına uyuz olmuşum, ters köşe olamamanın sinirini yaşıyorum. Ve nasıl ki Grange’ye arar veriyorsam, Dan’e de ara veriyorum.

Kayıp Sembol büyük bir gürültü ile çıkıyor ve fakat ben satın almıyorum. O yüzden onun fotoğrafını buraya koymak gibi bir niyetim yok. Okuduktan sonra belki hakkında bir yorum yapabilirim.

Toparlamak gerekirse – ki aslında toparlamak zorunda da değildim ama – Dan’in kitaplarında iyi bir çocuk olabilirsen şirinleri hep görebiliyorsun. Evet, müthiş aksiyon sahneleri geçiyor, evet gerçekten kapılıyorsun hikayeye fakat hayatın en büyük gerçeğini atlıyor Dan her seferinde. Hayatta sadece iyiler kazanmaz. Hatta, kötülerin kazanma oranı daha yüksektir, bahis oranları da bu yüzden düşük.

Melekler ve Şeytanlar, Da Vinci Şifresi film haline getirildiğinde, ikisi de bazı noktalarda benim için hayal kırıklığı oldu. Da Vinci Şifresi’ndeki kripteks sayısı azlığı ve Melekler ve Şeytanlar’daki son uçma sahnesinin düzgün bir şekilde verilmemiş olması bir hayal kırıklığıydı evet ama işin içinde de Evan McGregor var. Nasıl kötü der şu deli gönül? Diyemiyorum. Evan’ı her yerinden öhöm, her şekilde seviyor ve besliyoruz.

Salut!

Hişt Hişt Saif Faik!

28 Salı Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

öznur doğan, edebiyat, kalafat, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, martı, oznurdogan.com, sait faik abasıyanık, sema bulutsuz, semaver, sivriada, sivriada geceleri, son kuşlar, sotiri, tahir, yapı kredi yayınları


Size bir adamdan bahsedeceğim; bir deniz adamından. Bir güneş ve mehtap, yıldız ve ay, adalar ve Ege adamından bahsedeceğim. Sait Faik’ten bahsedeceğim.

İki isim o dönemler kullanılmazsa olmuyor, Abasıyanık ailesine gelen yeni bir değer Sait Faik olarak adlandırılıyor. Sene 1906 Sait doğduğunda, daha dönem Osmanlı. Büyüyor Sait, farklı ülkelerde eğitim görüyor. Yazmaktan hiç vazgeçmiyor. Diğerlerinden farklı bir hikaye tarzı var onun çünkü o durumları yazıyor.

Bir çocuğun gülümsemesi mi? Hay hay, Sait Faik yazacaktır en ufak kıpırtıdaki anlamı. Bir Semaver mi? Sait Faik etrafında dönen hikayeleri yazacaktır bu sefer de.

Sait Faik bir yazı makinesi, hikayelerini yazdıkça yazıyor. Uslanmayan bir çocuk gibi. “Yapma.” diyen de yok tabii bu çocuğa, o da fırsat biliyor bunu. Aslında iyi ki de biliyor.

Lise yıllarında “Durumhikayesiniçabuksöyleçabukzamangeçiyorsınavsorusubitiyor!!!!!!” sorularına karşılık düşüyor Sait Faik Abasıyanık. Kitaplarda birkaç hikayesi yarım yamalak veriliyor. Kimse ağız tadı ile Sait Faik okumuyor çünkü o sadece bir sınav sorusu cevabı.

Alıyorum Son Kuşlar kitabını elime, başlıyorum okumaya. Ben bir kadın tanıyorum Sait Faik’i tanıdığım gibi; Sivriada Geceleri’ni okurken ve anlatırken sesi titreyen bir kadın. Sema Bulutsuz. Leyla Erbil’den okurken de böyle titrer sesi, gözleri dolar.

Kitabı okuyorum, hikayelere dalıyorum. Hikayeleri çiziyorum aklıma, aklımda tutuyorum. Ta ki gelene kadar Sivriada Geceleri’ne. Hemen tanıyorum hikayeyi, Sema Bulutsuz okutmuştu bize  bunu. Tekrar keyif alarak okuyorum bu sefer. Ve görüyorum ne kadar usta  bir yazar ile karşı karşıyayım.

Bir martıya hikaye yazıyor Sait faik, bir Sivriada gecesinde. Bir martı ölüyor bu hikayede, birkaç adam görüyor bunu. İkisi balıkçı ve birisi Faik. Şöyle anlatıyor Abasıyanık bu görüntüyü;

“Sotiri ile Kalafat, çalı çırpı aramaya gittiler. Ben kıyıda beyaz çakıllara oturdum. Üç adım ötede, akşamın şimdi güvermiş renklerine doğru kırmızı bacaklarını sallayan bir martıya daldım.

Martı arka üstü yatmıştı. Kırmızı ördek ayakları ara sıra havayı dövüyordu. Ne oluyor, diye martıya doğru gittim. Hayvanın gözleri açıktı. Güzel kafası da ara sıra sallanıyordu.

Sotiri, sırtında kıyıya düşmüş boş bir portakal sandığı ile tepemde gözüküverdi.

-Ne oluyor bu martıya, Sotiri? dedim.

-Ölüyor be! dedi, ne olacak?

-Sahi ölüyor mu?

-Yok, yalandan. Ölüyor işte…

…

Onlar ateşi yakıp topladıkları midyeleri bir teneke üstünde pişirirken ben hala martının yanı başındaydım. Kalafat:

-Ne oluyorsun be? dedi. Şair misin, ne boksun?

-Martı öldü de… dedim.

-Martı da ölür, dedi. İnsan ölmüyor mu?

Dünyanın yaratılışındaydık şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış ateşin karşısında okumak üzereydim.

…

Kalafat:

-Ee, dedi, anlat bakalım şu martının ölümünü…

-Martı, dedim, üç adım ötemdeydi. Güneş yeni batmıştı. Doğudan bir mavi karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı.

Kalafat’la Sotiri birbirlerine bakakaldılar.

-Ee, sonra? dediler.

Kalafat’a baktım. Gözlerini kapamıştı.

-Dinliyor musun Kalafat? dedim.

Cevap vermedi. Sotiri ondan tarafa döndü. Dikkatle baktı.

-Uyudu, dedi, bana anlat.

-Ölen martıyı tanıyordum, dedim. Hani iki hafta önce ölen Tahir’in martısıydı. Başka türlü bir martıydı o. Ötekiler gibi bağırmazdı. Bir kayanın tepesine çıkar, oradan Tahir’in sandalını gözlerdi. Uçardı doğru Tahir’in sandalına. Surattan da anlardı kerata. Tahir somurtkan adamdı. Pek keyifsizse yanına sokumazdı. Uzaktan gözlerdi. Pek keyifliyse gelir, sandalın kıçına otururdu. Yemlerin kafasını, kılçıklarını, bekçi balıklarını, ince izmaritlerini Tahir fırlatır ona atardı. Ara sıra konuşurlardı da. Ne Tahir onsuz, ne o Tahir’siz yaşayabilirdi. Üç gün sır sırta rüzgar esse, Tahir de balığa çıkmasa, martı tenezzül edip de çöp mavnalarına doğru kanat çırpmazdı. Tembel miydi, şair miydi bilmem ki?…”

İşte böyle bir adam Sait Faik. Bir martı üzerine bir hikaye yazabiliyor ve bam teline dokunabiliyor adamın. Hiç beklenmeyen masallar anlatıp inandırabiliyor bizleri.

Şair midir, ne boktur bilmem ama Sait Faik Abasıyanık kalbimdir.

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...