• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Tag Archives: araf

Bir de Baktım Yokum

02 Pazartesi Tem 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

araf, öznur doğan, bir de baktım yoksun, can su boğuşlu, can yayınları, Cesare Pavese, dream tv, emre kongar, güven erkin erkal, maroia, merhmet barlas, oznurdogan.com, yekta kopan


Şimdiye kadar arkaya dönüp baktığımızda kimler vardı ki zaten? Bir de baktık en sevdiğimiz arkadaşlarımız, en sevdiğimiz dostlarımız, annemiz, babamız ya da diğerleri… Bir de dönüp baktık ki hayat bıraktığımız yerde değil.

Yekta Kopan’ı sadece televizyondan bilenlerin aksine kaleminin de iyi olduğunu bilmek beni rahatlatıyordu önceleri. Nasıl ki şişe dibi gözlüklü canım Emre Kongar’ın işi sadece Mehmet Barlas ile NTV’de didişmek değildi ve en sosyologtan daha sosyologtu, kitaplar yazıyordu. İşte Yekta Kopan da sadece tv’de var olan birisi değildi. Biliyordum fakat kitabını henüz okumamıştım. Bir Kopan gerçeği vardı ortada. Yeni bir kitap vardı bir de. Adı ile daha ilk anda bir kez dokunan hayata.

Arkadaşım kitabı bana hediye ettiğinde sevinmiştim bu yüzden. Uzun zaman sonra, uzun konuşmamazlıklardan sonra hediye etmişti hem de. İkimiz de ardıma baktığımızda yoktuk bir süre. Yok olmak hem acı verici hem acı çektiriciydi. Yok olmak aslında hep kötüydü.

Sonra kitabın kapağına baktım. Bir nefes alamama gibi oturuyordu boğaza. Arkasını çevirdim kitabın. Can Su Boğuşlu. Ne kadar uzun zamandır biliyordum seni. Dream Tv döneminden daha. Güven Erkin Erkal’a yardım ettiğin dönemden. Fotoğraf çekip yayınladığın dönemden. Kitap gittikçe anlam kazanıyordu. İçindekini merak ediyordum. Daha da merak ediyordum.

Kitabı bir solukta bitirdim.

Bir solukta arka bahçeye açılan gizli kapıya geldim. Araf’ta olmak gibiydi. Bir yanda ölüler vardı, yani asla yaşlanmayacak olanlar. Ölmek, bir yandan iyi bir yandan kötüydü. Ölmek demek, yaşlanmamak demekti. Daima o yaşta kalmak. Ve hatta bazı inançlara göre gençliğine bile dönecektin öldükten sonra.

Konuşmalar büyüyordu, yazılar çoğalıyordu. İki kişi kendi arasında konuşuyordu. Onları seyre dalıyordum. Ben okumaya devam ediyordum. Ne anlamlar çıkarıyordum.  Bir de bakıyorduk ki okuduğumuz sayfalar yok etrafımızda. Kitaplarımız başkalarında. Kitaplarımız ve kitapsızlıklarımız mağazalarda.

Arkamıza bakıyoruz ki en sevdiğimiz adam ya da kadın çok farklı olması gerekenden. Örneğin elinizi eskisi gibi tutmuyor. Örneğin anneniz sizi artık düzeltmeye çalışmaktan vazgeçmiş. E pes etmiş yani. Yani bezmiş.

Bir de baktım ki kitabın son sayfalarındayım. Bir de bakacağım ki iki sene sonra, kitabı yalnızca bu yazı ile hatırlayacağım.

Bir de baktım ki en sevdiğim insanlar çoktan uzaklaşmış ve yaşım 65. Ve kendimle konuşuyorum, Cesare Pavese olamadan.

İhsan Oktay Anar’a Saygı Saati

31 Cumartesi Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

amat, araf, öznur doğan, üç baş, bağdasar, cehennem, cennet, davut, denizci, efrasiyabın hikayeleri, efsun, emre, erkeklik organı, frenk, gemi, humbaracı, hıncal uluç, ibrahim dede efendi, ihsan oktay anar, iletişim yayınları, istiklal, kalın musa, kara kitap, karaköy lokantası, kirko, kitabül hiyel, kitap incelemesi, kitap okuma yarışması, kitap tanıtımı, konstantiniye, maroia, mephisto, orhan pamuk, oznurdogan.com, puslu kıtalar atlası, rafael, sevgili, suskunlar d&r


İhsan Oktay Anar. Bu yakışıklı, elmacık kemikleri çıkık adam… Kelimeleri ve cümleleri eski zamandan gelmiş, anlatıkları hep bildiğimiz ama hiç bilmediğimiz şeyler. İhsan Oktay Anar.

Her yazarla nasıl tanıştığımı mutlaka iliştirir oldum yazılara. Lise birinci sınıfta yapılacak olan kitap okuma yarışmasında seçilmem üzerine elime okunacak kitaplar listesi geçti ve ben en başta İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası’nı gördüm. Daha hiç duymadığım bir kitap ve yazar ismi. Bir an duraksadım, acaba ne olabilirdi ki? İlk olarak adı çok acayipti. Puslu, kıtalar, atlası. Kafamda oluşturması gereken bir bütün ve resim varsa da oluşmuyordu. Bomboştu dimağım. Şekillenmeyi bekleyen oyun hamuru gibiydim. Ben kitaba bakıyordum, kitap beni süzüyordu. Aslında kitapta bir efsun vardı. Beni içine çekmeye çalışıyordu. Ve çekti de.

Fotoğrafta bulunan baskı ile kitabı okumaya başladım fakat kafam büyük karmaşalar içerisine giriyor. Bir sürü kelimeyi anlamıyorum, Türkçe olmadıklarını iddia ediyorum. Kitabı efsunu beni içine çekiyor, sözlüğü açmak için bile yanından ayrılamıyorum. Zaman oluyor bir çukur kazıyorum Dünya’nın öteki ucuna, zaman geliyor Konstantiniye’den çıkıyorum. Hayal dünyamın genişlediğini hissediyor, binbir çiçekle bezemeye başlıyorum yollarını. İhsan Oktay Anar sanki alnımın ortasından bir ışık şeklinde geçiyor. Ben tamamen kendimi yenilenmiş hissediyorum. Kitap bittiğinde büyük karmaşalar içinde de olsam, kitabı bir daha okuma aşkı ile de yanıp tutuşsam ne yapacağımı bilemiyordum. Yılanlar, böcekler, taşlar kafamın içinde geziniyordu. Böylesine karanlık fakat ferah bir yolculuğu bir daha bulamayacağımı düşündüğüm anda bile bir korku sarıyordu vücudumu. Puslu Kıtalar Atlası damarlarıma zerk edilmiş bir uyuşturucu gibiydi.

Aradan uzunca bir süre geçiyor. Ben üniversite birinci sınıftayım. Yazın Karaköy Lokantası’nda garson olarak çalışıyorum. Her gün işten çıktıktan sonra İstiklal’e gidip mağazaları dolaşıyorum. D&R senin, Mephisto benim iyice geziyorum ve görüyorum ki Suskunlar diye bir kitap var raflarda. Beşinci baskısını yapıyor o sene fakat ben ilk defa görüyorum. Yazarına bakıyorum, İhsan Oktay Anar. Tamam diyorum bu kitabı alacağım. Hafızama kazıyorum kitabı. Haftalığımı aldığım gibi kitabı alma derdindeyim fakat bir bakıyorum ki kitapyurdu.com’da İhsan Oktay Anar kendi kitabını imzalamış, sınırlı sayıda okurlarına ulaştırıyor. Fırsatı kaçırmıyorum. Hayatımın ilk imzalı kitabını alıyorum. Ve başlıyorum okumaya. Olamaz! Bu kitap da beni yeniden yaratıyor. Bağdasar, Kirko, Davut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael… “Bu adamın romanlarında” diyorum kendi kendime “bir efsun var.” Takmış durumdayım kitabın beni çeken bu efsununa. Bir yandan da şaşakalıyorum sürekli, eski kelimeler, tarihler, anlatılar, yaşananlar, isimler. Delireceğim. Bu adam bu kadar çok şeyi düşünüp nasıl hayal ediyor diyorum. Nasıl nasıl nasıl? Bir meyhane sofrası nasıl bu kadar ateşli olabiliyor mesela? Böylesi zor soruların cevaplarını bulamıyorum kolay kolay. Hemen kitabı bitiriyor, arkadaşıma okuması için veriyorum ve en büyük hatayı yapıyorum. Kitabı 1.5 sene sonra kirli bir şekilde geri alabiliyorum. Hayatımın en büyük hatasıdır. En büyük.

Üçüncü durağım Emre isminden yola çıkışımla birlikte Amat oluyor. Sevilenin adı Emre, Amat’ın Latince ‘sevilen’ anlamına gelme ihtimali var gibi cümleler okuduktan sonra hazır da İhsan Oktay gazım varken doğrudan alıyorum kitabı. 24.11.2010 tarihinde, yanımda sevilen varken D&R’dan alıp çıkıyorum. Bir ay sonra sevilen askere gidecek, bana da birkaç fotoğraf ve bu kitap kalacak. Kitabı okumaya başlıyorum. Okumak değil bu seferki, içiyorum. Rengi de kırmızı nasılsa şarap gibi. Şarap gibi kitap içilmez mi? Amat adlı gemi ile hem Cehennem’e hem Cennet’e hem de Araf’a yolculuk yapıyorum. Geminin tamiri gerektiğinde ben harekete geçiyor, olayları organize ediyorum. Ve fakat şimdiye kadar yaşadığım İhsan Oktay şaşkınlığına bir de “Bu adam bu kadar çok deniz terimini nereden biliyor?” şaşkınlığı alıyor. Sanki daha öncekiler çok normalmiş gibi… Delirecek seviyede bunu düşünüyorum, “Nasıl yazdın bre adam, önünde hangi ansiklopediler açıktı? Ama ansiklopedi olsa da bu kadar iç içe girmez ki gerçekler. Hangi gerçekle yazdın?” Br yandan da İhsan Oktay ile bir ortak noktamız oluşunu seviyorum bu kitapta. O da eşine ithaf etmiş bu kitabı, ben de. Böyle güzellik olamaz diyorum. Amat’ı da başucuma koyuyorum. Baş tacı ediyorum. Başımın üzerinde üç farklı kitap.

28.10.2010 tarihini attığım Efrasiyab’ın Hikayeleri başımın üzerindeki dördüncü kitap olmaya hazır. Bir kitabın kötü çıkabilme ihtimalini ne kadar çok seviyor, sinsice bekliyormuşum meğerse. Olmuyor da olmuyor. İhsan Oktay okurken bazen aklıma Orhan Pamuk geliyor, Kara Kitap geliyor bazen. Hikayeleri karıştırdığım bile oluyor. Beyin dediğin istemediğin anlarda bulamaç görevi görüyor. İhsan’ın her kitabında bulunan ince mizah Efrasibay’ın Hikayeleri’nde daha da gün yüzüne çıkıyor bana göre. Gülerek okuyabildiğim kitapları seviyorum çünkü. Daha sonrasında Kitab-ül Hiyel’de it gibi sırıtacağımın farkında değilim, “Ne kadar güzel güldürüyorsun İhsan.” mantığında hareket ediyorum. Stradivarius’lar, aşklar hikayeler gırla gidiyor. Benim İhsan Oktay Anar aşkım ve sevgim daha da fazlalaşıyor. Hatta üzülmeye başlıyorum sadece bir kitap kaldı geriye okunacak diye. Ama hayat hain, hemen geliyor sıra Kitab-ül Hiyel’e.

Ve hüzünlü son geliyor. Son kitabımı elime alıyorum. Ne geleceğini bilmiyorum, okumaya başlıyorum ve bu sefer gerçekten it gibi gülerek okuyorum kitabı. Gerçek zekanın pırıltılarının matematik ya da fenle değil espiri ve anlama kabiliyeti ile olacağını biliyorum. İhsan Oktay benim babam olsa ya diyorum, olmadı amcam olsun. Ne bileyim canım, üç beş yakın olsun. Erkeklik organları mı desek, sevişmeler mi, üç başı arzulamak mı desek. İktidar pek önde bu kitapta ve iyi dalgasını geçiyor İhsan. (Böyle adı ile de söyleyince kendimi iyice Hıncal Uluç hissettim.)

İhsan Oktay Anar masalı acı bir şekilde bitiyor, okunacak başka kitap yok. Otursam da ağlasam mı? Kendimi dağlara mı vursam? Fakat bekliyor olacağım yeni bir kitabı. İletişim Yayınları’nın baskı yapması gerekiyor bence “Adam adaaam, sevenlerin kitap bekliyor!” diye. Belki de Anar şu anda bir şeyler yazıyordur evinin bir köşesinde, yeni kitabı için. Uzanıp yanaklarından öpüyorum. Sen yaz, lütfen yaz…

Elif Şafak Külliyatı (Üç eksikle)

15 Perşembe Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

amerika, araf, öznur doğan, baba ve piç, doğan kitap, eceg, elif şafak, ermeni, firarperest, gazete, isimler, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, mahrem, maroia, med cezir, metis yayınları, mevlana, otobiyografi, oznurdogan.com, pinhan, politics of fiction, roman, siyah süt, türk, tebriz, uçanev, uludağsözlük, zündüg, şehrin aynaları, şems, şişman


Bir hemcinsi anlatma süreci her zaman acılı olmuştur. Söylediğiniz her şey yanlış anlaşılmaya teşnedir çünkü. Kötülerseniz; kıskanıyorsunuzdur, iltifat ederseniz; yaranıyorsunuzdur. İşte bu yüzden biz kadınlar fikirlerimizi söylemeye çekinir hale geliriz. Söylediğimiz her olumsuz şeyin suçlusuyuzdur ve her iyi şeyin de sebebi.

Elif Şafak ile benim tanışma hikayem arkadaşımın Araf isimli kitabı bana vermesi ile başladı. Her kitapta olduğu gibi bunda da birazcık bekledim tavlanmasını kitabın ve sonrasında okudum. Nedenin bilmediğim bir yakınlık duydum kitaba, kelimelere. Sanki bu cümleler çok daha öncesinde kulağıma söylenmişti diye. Elif yakın gelmeye başladı bana.

İsimlerden bahsediyordu Araf, yabancı bir ülkede yabancı olarak kalmaktan ve insanın neleri kaybedip neleri kazanabileceğinden. İsimlerin öneminden bahsediyor, söylemenin öneminden. Yaşamanın ne demek olduğunu anlatmaya çalışıyor bir de zamanı şarkılara göre tahmin etmeyi öğretiyor. Araf tam da damağımda kapağında olduğu gibi tatlı bir tat bırakıyor, ben Elif’i bir başka yere koyuyorum. Bir kadının böyle efsunlu yazabilişini kutluyorum bir çikolata ile.

Aradan zaman geçmezse olmaz, illa bırakırım bir yazarın birden fazla kitabını okumaya karar verdiysem. Med-Cezir’i gazete ile birlikte alıyorum, baskısı oldukça kötü ama kitap kitaptır. 1 liraya kitap almanın hazzı ise dayanılmazdır.

Med-cezir Araf’tan farklı olarak deneme formatında. Bu yüzden parçalar alınabilecek, üzerine konulabilecek tarzda. Siyasi görüşüme aykırı olduğunu düşündüğüm birkaç yerden sebep hafiften bir kıpırdama olsa da yüreğimde aynı şekilde sevmeye devam ediyorum Elif’i. Elif olmak zordur çünkü bu ülkede. Parça parça Ay’ın dönüşünü izliyorum, Med ve Cezir’den haberdar oluyorum insan ruhunun. Med-Cezir’i tekrar okumak istiyorum bir süre sonra. Tam algılayamadığım şeyler olduğunu düşünüyorum.

Bir sonraki durağım arkadaşımın bana hediye etmesiyle Şehrin Aynaları oluyor. İlk başta kitabın rengini seviyorum ve bir de üzerindeki fotoğrafları. Sonra başlıyorum büyük bir iştahla kitaba, aradan da süre geçmişken hazır. Şimdiye kadar okumumuş olduğum iki Elif Şafak kitabından daha farklı geliyor fakat bu kitap. Takip etmekte zorlanıyorum, bir sürü kişi var bir sürü cin var ortalarda gezen. Kitabı başladığım gibi bitirme hırsım ise ortalıkta kol geziyor. Dünya’da birden fazla kişinin tek hikaye etrafında buluşabileceğini anlatıyor tekrar bana. Zaten o kadar çok isim geçiyor ki kitapta takip edilemiyor olmasının bir nedeni de o. Aklı karışıyor insanın, Elif Şafak kafa karışıklığını seviyor. Kitabın son sayfalarını okuyabilmek için otobüsten inip durakta okuyorum. Kitabı durakta bitiriyorum. Bir sonraki otobüs gelene kadar üşüdüğümü hiç hissetmiyorum. Sanki Eceg ve Zündüg benimleler o anda.

Firarperest çıktıktan sonra hemen alıyorum. Elif yine ne yazmış diye merak ederek. Çünkü beklentilerim oldukça yüksek o anda. Daha iyisini yazmış olmalı diyorum. Şehrin Aynaları ile Firarperest arasında bayağı bir vakit var çünkü. Fakat kitabı okudukça bir boşluğa düşer gibi hissettim kendimi çünkü kitap kendi köşe yazılarından bir seçki. Böylesine gaza gelip farklı bir roman beklerken Elif’ten bu kazığı yemek hoşuma gitmiyor tabii ki. Birazcık kızıyorum kendime. Neyse diyorum, telafi edeceğiz.

Siyah Süt’ün bir otobiyografi olduğunu bilerek okumaya başlıyorum fakat sanki Elif tekrara düşüyormuş gibi hissediyorum. Yani hep aynı duygu minvalinde hareket ediyormuş gibi. Yaşadığı şeylere de üzülmüyor değilim tabii, depresyonla geçirilen ilk annelik dönemleri gerçekten zordur, şahit olmuşluğum vardır fakat işin içine yine cinler giriyor, yine bir şeyler oluyor. Kitabı okuma sürem uzadıkça uzuyor. Bitsin diye gözünün içine içine bakıyorum kitabın fakat kısa bir şey de değil namussuz. Kitapta en çok sevdiğim noktalar ara ara farklı Elifleri gösteren çizimler oluyor. Onlara geldim mi yenileniyorum, gücüm artıyor. Kitap bitiyor, ne diyelim iyi ki anne olmuş Elif Şafak diyorum fakat toptan aldığım Elif kitaplarına bir bakıyorum. Daha sırada Mahrem, Baba ve Piç ve Pinhan var. Hey gidi.

En uzun kitaptan en kısa kitaba doğru gitmeye karar veriyorum. Uzun zaman sonra Elif’ten güzel bir roman okumanın zevkini yaşıyorum fakat bu sefer. Ermeniler, Türkler birbirine karışıyor. Uzun zamandır aradığım çeşitliliği tekrar buluyorum Baba ve Piç’te. Yakın olan kültürler ile uzak olan insanları, uzak olmaya çalışan insanlarla kendini zorla yakın eden kültürleri görüyorum. Gülümseme tam da dudağımın kenarında, kitap okumayı sevdiğimi hatırlıyorum. Baba ve Piç’te geçen bar sahnelerini seviyorum. Saçma sapan ve amaçsızla yapılan konuşmaları seviyorum. İnatçı kadın figürleri ile lanetli erkeklerin hikayelerini seviyorum. Kocaman bir ailede yaşamadığım için üzüldüğüm dakikalar da olmuyor değil. Kitap bitiyor, üzerime hüzünle karışık bir mutluluk çöküyor. Birleşen hayatların varlığını seviyorum çünkü çok.

Mahrem, Baba ve Piç’in bıraktığı o arafı çözmeye geliyor. Mahrem’i diğerlerinden farklı bir yere koymam gerektiğini biliyorum. Şişman şişman gezesim geliyor, bir şişmanın ne hissettiğini bildiğim için kendime gülüyorum. Mahrem üst sıralara doğru ilerliyor, son bir kitap kalıyor Elif’ten ama artık Elif biraz tat vermemeye başlıyor. Sorun bende mi Elif’te mi bilmiyorum. Mahrem’deki sözlüğü en çok ben merak ediyorum, aralarda sinsilik yapıp sayfaları karıştırıyor ve kelimelere bakıyorum. Sözlük karıştırma tutkumun böyle bir kitap üzerinde yer alabilmesine seviniyorum. Sabırsızlığıma ise tekrar tekrar gülüyorum. Başımıza gelecekler var, kediyi öldüren meraktır.

Elif ile arkadaşlığımızın son durağı Pinhan. Evdeki Elif Şafak kitapları bittiği için biraz üzülüyorum, biraz da seviniyorum. Bu kadar üst üste okumuş olmanın verdiği rahatsızlığı duyuyorum ama hepsine söyleyecek birkaç şeyim olduğu için de seviniyorum. Elif beni araflardan araflara atıyor. Pinhan diğer tüm kitaplardan daha farklı, daha ağır dili şimdiye kadar okuduklarım arasında. Bir de ilk yazdığı kitapmış oysa ki bu Elif’in. Pinhan vurucu hali ile gözümde küçük ama etkili kategorisine giriyor. Ağdalı cümleler, devrik cümleler, şiirler… Hepsi Pinhan’da. Pinhan sadece hikayesi değil kapağı ile de beni etkiliyor ve ben Elif Şafak sayfasının kapanmasına 3 kitap kala bırakıyorum Elif okumayı.

O zamandan sonra tekrar Elif Şafak kitabı almadım ama hemen ardından TED’de şuna denk geldim;

http://www.ted.com/talks/lang/en/elif_shafak_the_politics_of_fiction.html

Ve okuduğum tüm romanlar, Elif hakkında düşündüğüm her şey Elif tarafından anlatılmıştı. Tekrar tekrar izlemek istediğim bir konuşmaydı bu. Hem İngilizcesi’ne hasta olmuştum hem de anlattıklarına. Elif’i %80 oranında sevdiğimi anladım sonra.

Seçtiği hikayeleri ve anlatış şeklini seviyordum Elif’in. Kadın olarak başarılı oluşunu seviyordum. Kadın olarak kadın olmanın ne demek olduğunu anlattığı için seviyordum Elif’i. Bir sürü şey daha vardı sevdiğim şey Elif’te. Sevmediğim şeyler onların yanında az olsa da vardı mutlaka; Mevlana ve Şems’e sürekli sırtını dayaması, günlük yazı şeklinin roman üslubu ile aynı olması gibi gibi.

Ama bazen idolüm dediğim kadına benzetirim Elif’i, severim içten içe. Siyasi görüşümüz üst üste gelmese de severim Elif’i.

http://www.uludagsozluk.com/e/12878106/

Bunu da yazmışım daha öncesinde, şöyle böyle işte.

Yüzüncü Ad Yolculuğu

12 Pazartesi Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

allah, amat, amin maalouf, araf, öznur doğan, baldassare, izmir, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, konya, lübnan, lisbon, londra, maroia, odysseus, oedipus, oznurdogan.com, semerkant, yüzüncü ad, İstanbul


Tüm hikayeler bir yolculuk ile başlar ya da içinde mutlaka bir yolculuk vardır. Mitolojiden tutun da (Oedipus’un, Odysseus’un yolculukları), modern dönem kitaplarına kadar (Amat, Araf) hep yolculuk vardır. Bu yolculuk teması sadece normal bir gitme ya da dönme olayını simgelemez. Anlatacağı şeyler vardır.

Bu nam-ı diğer ‘journey motive’ karakterler üzerinden bir şeyler anlatmak ister. Yolculuğa çıkmak sıradan bir hadise değildir bu yüzden ve eğer bir kitapta giden birileri varsa o kişi asla eskisi gibi olmayacaktır gidişinden sonra. Mutlaka bir değişim geçirecektir. Farklı bir insan olarak geri dönecektir. Ya bilgelik yolunda adımlar atacaktır kocaman kocaman ya da bilge olmasa da öğrendiği şeyler ile devam edecektir yoluna. Yol ve yolculuk bir yenilenme, arınma, baştan yaşama biçimi olur bu yüzden.

Amin Maalouf’un Doğu’nun Limanları kitabında da görürüz bu yolculuğu, Fransa’ya yol alan bir başkahraman vardır ve hayatı bir daha asla eskisi gibi olmaz. Yine Yüzüncü Ad da tam bu yolculuk motifine örnek verebileceğimiz kitaplardandır.

Ebu Mahir el-Mazandarani tarafından yazılan, 1666’da kıyametin kopmasını içinde yazan Allah’ın 100. adı ile engelleyecek kitap Hacı İdris’e, Hacı İdris’ten de Baldassare’a kalır fakat Baldassare bunu yolculuk için para karşılığı satar.Sattığından pişman olarak da tekrar bulmaya çalışır.

Yolculuk başlar, yollar aşılmaya başlanır. Baldassare günlük tutar bu sırada. Her yaşadığını yazar, not eder. Konya’dan İstanbul’dan, Londra’dan, İzmir’den, Lisbon’dan bahseder çünkü yolculuğunun ayaklarıdır buralar.

Önemli olan ise Baldassare’ın nerelere gittiği değil, neler yaşadığıdır. Bu yolculuk sırasında Baldassare bir aşk yaşamaya başlar. Aşkı bulmuştur ve bırakmak istemez fakat bunun için de savaşmak zorundadır. Günlüklerine notlar almaya devam eder, kitaba daha çok yaklaştığını düşünürken hep engeller çıkar önüne. Kitap daha da uzaklaşmıştır ondan. Baldassare yorulmak ile yorulmamak arasındadır ama vazgeçmez gayesinden.

Bazen gerçek anlamda geride kaldığını hisseder, inançlarını yoklar ve sorar kendi kendine acaba ben neyi arıyorum diye. Ama sorgulamayı bırakır sonra. Aradığı şeyin ne olduğunu en sonunda anlayacaktır zaten, şimdi onun bir kitap olduğunu düşünse de.

Baldassare aramaktan yorulurken yüzüncü adı, siz vazgeçemezsiniz merak etmekten. Çünkü nasıl olsa birisi geziyordur sizin yerinize hem de sayfaların akışında. Bir yaprak çevirimi kadar hızlı hareket ediyordur haritanın üzerinde.

Kitabın sonunda -çok sevdiğim kitaplardan birisi olduğu için sonunu söylemiyorum ve okuma zevkinize bırakıyorum – Baldassare kendisini keşfetmiş oluyor. Boşuna başlamıyor çünkü kitap bir yolculuk ile. Baldassare’ın yaptığı tüm yolculuklar, benliğine doğru yaptığı yolculuklar aslında. ‘Ben neyim?’ ve ‘Ben kimim?’ sorularının cevabı saklı tüm sokaklarda, duvarlarda. Kitap sadece bir araç Baldassare’ın kendisini bulması için.

Yüzüncü adın yazılı olduğu kitap Baldassare için bir araç olsa da, Yüzün Ad kitabı da bizim için bir araç oluyor. Durup da düşünenler bu konu üzerinde, kafalarında küçük de olsa bir soru işareti olanlar kitap bittiğinde, kendilerine baktıklarında eski benliklerini bulamıyorlar çünkü bir soru daha eklenmiş oluyor hayatlarına ve bu soru sıradan sorular gibi cevabı çabuk bulunan türden değil.

İnsanın kendi varlığını sorgulaması, hayatı sorgulayabilir hale gelmesi, sorularını doğru şekilde yöneltmesi, sahip olabileceği en büyük hediyedir dünyada. Akıldan kalbe, kalpten de akla doğru yapılan yolculuk, maddi olarak yapılabilecek her yolculuktan daha eğlenceli, daha yorucu, daha masraflı ve daha masrafsızdır.

Yol, siz onla ilgilenmediğiniz sürece bir şey yapmaz. Yol durur öylece. Tıpkı içimizde keşfedilmeye bekleyen benliğimiz gibi. Tıpkı bebekliğimizde bıraktığımız bir sürü alışkanlığımız gibi; avucumuza konulan parmakları refleksle sıkmak gibi ilk altı ya, ya da ilk üç ay gözyaşı gelmeyişi gibi gözümüzden. Tekrar hatırladığınız anda birisinin elini sıkıca tutabileceğinizi ya da aslında ağlamanın da ne kadar önemli olabileceğini, işte ilk çakılları hareket etmiştir yolunuzda.

Büyük hazırlıklara da gerek yoktur kendinize yapacağınız yolculukta. Size patlasa patlasa iki sinirlilik, üç duygusallık, yedi de gözyaşına patlasın. Kendinizi olduğunuz yerden ötede hissetmek ve eskisi gibi olmamak için bunları feda etmek nefes aldığımızı fark etmememiz gibi. Çünkü siz en açık halinizle, keşfedilmeyi bekliyorsunuz. En samimi ve savunmasız halinizle, sorularınızla birlikte…

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...