• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Tag Archives: yüzüncü ad

Yüzüncü Ad Yolculuğu

12 Pazartesi Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

allah, amat, amin maalouf, araf, öznur doğan, baldassare, izmir, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, konya, lübnan, lisbon, londra, maroia, odysseus, oedipus, oznurdogan.com, semerkant, yüzüncü ad, İstanbul


Tüm hikayeler bir yolculuk ile başlar ya da içinde mutlaka bir yolculuk vardır. Mitolojiden tutun da (Oedipus’un, Odysseus’un yolculukları), modern dönem kitaplarına kadar (Amat, Araf) hep yolculuk vardır. Bu yolculuk teması sadece normal bir gitme ya da dönme olayını simgelemez. Anlatacağı şeyler vardır.

Bu nam-ı diğer ‘journey motive’ karakterler üzerinden bir şeyler anlatmak ister. Yolculuğa çıkmak sıradan bir hadise değildir bu yüzden ve eğer bir kitapta giden birileri varsa o kişi asla eskisi gibi olmayacaktır gidişinden sonra. Mutlaka bir değişim geçirecektir. Farklı bir insan olarak geri dönecektir. Ya bilgelik yolunda adımlar atacaktır kocaman kocaman ya da bilge olmasa da öğrendiği şeyler ile devam edecektir yoluna. Yol ve yolculuk bir yenilenme, arınma, baştan yaşama biçimi olur bu yüzden.

Amin Maalouf’un Doğu’nun Limanları kitabında da görürüz bu yolculuğu, Fransa’ya yol alan bir başkahraman vardır ve hayatı bir daha asla eskisi gibi olmaz. Yine Yüzüncü Ad da tam bu yolculuk motifine örnek verebileceğimiz kitaplardandır.

Ebu Mahir el-Mazandarani tarafından yazılan, 1666’da kıyametin kopmasını içinde yazan Allah’ın 100. adı ile engelleyecek kitap Hacı İdris’e, Hacı İdris’ten de Baldassare’a kalır fakat Baldassare bunu yolculuk için para karşılığı satar.Sattığından pişman olarak da tekrar bulmaya çalışır.

Yolculuk başlar, yollar aşılmaya başlanır. Baldassare günlük tutar bu sırada. Her yaşadığını yazar, not eder. Konya’dan İstanbul’dan, Londra’dan, İzmir’den, Lisbon’dan bahseder çünkü yolculuğunun ayaklarıdır buralar.

Önemli olan ise Baldassare’ın nerelere gittiği değil, neler yaşadığıdır. Bu yolculuk sırasında Baldassare bir aşk yaşamaya başlar. Aşkı bulmuştur ve bırakmak istemez fakat bunun için de savaşmak zorundadır. Günlüklerine notlar almaya devam eder, kitaba daha çok yaklaştığını düşünürken hep engeller çıkar önüne. Kitap daha da uzaklaşmıştır ondan. Baldassare yorulmak ile yorulmamak arasındadır ama vazgeçmez gayesinden.

Bazen gerçek anlamda geride kaldığını hisseder, inançlarını yoklar ve sorar kendi kendine acaba ben neyi arıyorum diye. Ama sorgulamayı bırakır sonra. Aradığı şeyin ne olduğunu en sonunda anlayacaktır zaten, şimdi onun bir kitap olduğunu düşünse de.

Baldassare aramaktan yorulurken yüzüncü adı, siz vazgeçemezsiniz merak etmekten. Çünkü nasıl olsa birisi geziyordur sizin yerinize hem de sayfaların akışında. Bir yaprak çevirimi kadar hızlı hareket ediyordur haritanın üzerinde.

Kitabın sonunda -çok sevdiğim kitaplardan birisi olduğu için sonunu söylemiyorum ve okuma zevkinize bırakıyorum – Baldassare kendisini keşfetmiş oluyor. Boşuna başlamıyor çünkü kitap bir yolculuk ile. Baldassare’ın yaptığı tüm yolculuklar, benliğine doğru yaptığı yolculuklar aslında. ‘Ben neyim?’ ve ‘Ben kimim?’ sorularının cevabı saklı tüm sokaklarda, duvarlarda. Kitap sadece bir araç Baldassare’ın kendisini bulması için.

Yüzüncü adın yazılı olduğu kitap Baldassare için bir araç olsa da, Yüzün Ad kitabı da bizim için bir araç oluyor. Durup da düşünenler bu konu üzerinde, kafalarında küçük de olsa bir soru işareti olanlar kitap bittiğinde, kendilerine baktıklarında eski benliklerini bulamıyorlar çünkü bir soru daha eklenmiş oluyor hayatlarına ve bu soru sıradan sorular gibi cevabı çabuk bulunan türden değil.

İnsanın kendi varlığını sorgulaması, hayatı sorgulayabilir hale gelmesi, sorularını doğru şekilde yöneltmesi, sahip olabileceği en büyük hediyedir dünyada. Akıldan kalbe, kalpten de akla doğru yapılan yolculuk, maddi olarak yapılabilecek her yolculuktan daha eğlenceli, daha yorucu, daha masraflı ve daha masrafsızdır.

Yol, siz onla ilgilenmediğiniz sürece bir şey yapmaz. Yol durur öylece. Tıpkı içimizde keşfedilmeye bekleyen benliğimiz gibi. Tıpkı bebekliğimizde bıraktığımız bir sürü alışkanlığımız gibi; avucumuza konulan parmakları refleksle sıkmak gibi ilk altı ya, ya da ilk üç ay gözyaşı gelmeyişi gibi gözümüzden. Tekrar hatırladığınız anda birisinin elini sıkıca tutabileceğinizi ya da aslında ağlamanın da ne kadar önemli olabileceğini, işte ilk çakılları hareket etmiştir yolunuzda.

Büyük hazırlıklara da gerek yoktur kendinize yapacağınız yolculukta. Size patlasa patlasa iki sinirlilik, üç duygusallık, yedi de gözyaşına patlasın. Kendinizi olduğunuz yerden ötede hissetmek ve eskisi gibi olmamak için bunları feda etmek nefes aldığımızı fark etmememiz gibi. Çünkü siz en açık halinizle, keşfedilmeyi bekliyorsunuz. En samimi ve savunmasız halinizle, sorularınızla birlikte…

Semerkant Maceraları

11 Pazar Mar 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amin maalouf, ömer hayyam, öznur doğan, Cemal Süreya, edgar allen poe, hasan sabbah, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, nizamülmülk, oznurdogan.com, rubaiyat, semerkant, titanic, yüzüncü ad, İstanbul


Kitaplar zamanın içinde hareket edebilen araçlardır. Kapaklarını açtığınızda size tek kişilik bir yolculuk vaat ederler. Kimi zaman milattan önce bir tarihte dinozorlarla yemek ararsınız kendinize, kimi zaman zamanın ötesinde uçan arabaların olduğu bir dönemde uzay aracınızı park edecek bir boşluk.

Amin Maalouf’un en iyi yaptığı şeylerden birisidir bana göre bu yolculuğun şoförlüğü. Hem de naziktir, kapıyı açar bazen sizin için. Siz istemediğiniz sürece klimayı kapamaz, arabesk şarkılar dinlemez. Ama klasik şoförlerden farklı olarak, çok güzel hikayeler anlatır.  Şimdiye kadar beni hiç hayal kırıklığına uğratmamış hikayeler.

Okulun kitaplığında Semerkant’ı aldığımda ne ile karşılaşacağımı henüz bilmiyordum. Amin Maalouf ile ilk karşılaşmam olduğu için nötrüm kitaba karşı. Daha önce sadece birkaç elde karşılaşmışlığım var Semerkant ile, şöyle bir uzaktan bakmışlığım.

İlk sayfasını çeviriyorum Semerkant’ın ve bir alıntı buluyorum. Edgar Allen Poe. Garabet tipli adam diye hatırlıyorum. Ürkütücü ve korkutucu. Sonradan öğreniyorum ki adam değil adamın yazdıkları ürkütücüymüş ve hatta adı da varmış bu korkutuculuğun; gotik.  Alıntı ise şöyle diyor; Ve şimdi  bakışlarını Semerkant üzerinde gezdir! O, yeryüzünün kraliçesi değil mi? Tüm kentlerin kaderini elinde tutmuyor mu?

Anlıyorum ki bu kitabı çok seveceğim. Ve kitabı çok seviyorum. Atlantik’in dibindeki bir kitaptan bahsediyor kitap; Rubaiyat. Rubainin ne olduğunu biliyorum fakat mutluyum o yüzden. Ömer Hayyam’ın ise birkaç rubaisi ile karşılaşmışlığım da var. Ömer Hayyam’ı 24 yaşından itibaren anlatıyor Semerkant, araya Hasan Sabbah giriyor, Nizamülmülk de peşi sıra Sabbah’a.

Önce Ömer Hayyam ile oturup biraz şarap içiyoruz, şaraptan vazgeçme diyor bana. İnsanın kanı kadar yakındır şarap her daim. Bir güzel de şarapta gizlidir, bir çirkin de ve belki de Ömer Hayyam’dan etkilenerek Cemal Süreya, “Saat on ikiden sonra bütün içkiler şaraptır.” diyor. Ömer’in aklı zehir gibi çalışıyor ama asi de biraz. Kendime benzetiyorum Ömer’i, ben de onun gibi soru sormayı çok seviyorum. Sonra bakıyorum ki Ömer’e benzetsem de kendimi asla onun gibi olamam. Kabulleniyorum bu gerçeği, Ömer benim gerçekliğim olarak kalmalı.

Hasan Sabbah’ın hikayesini kim anlatmış bana bilmiyorum ama kitabı okurken, “Evet, bu hikayeyi biliyordum ki ben.” diyorum kendi kendime. Tekrar okumak, tekrar görmek daha iyi geliyor aklıma, beynime. Teröre uyuşturucu ve din katıyor. Bu karışım gerçek bir ‘afyon’ oluyor herkes için. Nizamülmülk’ü öldürtüyor adamlarına Hasan. Hasan da en az Ömer kadar zeki. Alamut kalesini donatmışlar. Girişi var kalenin ama çıkışı yok.

Kitabı okumak bir süre sonra bende yakınmalara yol açıyor. Çok değil çok çarpı çok derecede geç kalmışım doğmaya. Bir de inat etmişim yerli yersiz, postmatüre doğmak da neyse? 10 ay ne bulmuşum içeride kalacak acaba? Bilincimin altına bir geç kalmışlık yerleşiyor. Şöyle gerçek bir sofrada olamadığım için Ömerle, adamları ve kadınları sevemediğimiz, tütünümüzü istediğimiz gibi kullanamadığımız için. Bir çeşmenin başında soluklanamadığımız, yazılacak şeyleri yazamadığımız için. O Rubaiyat’ı yazıyor yine de, benim elim ise boş.

Titanic, batışı ile ünlü. Kitabı alıp götüren de Titanic, kendi ile Atlantik’in dibine batıran da. Filmi de sevmiyordum zaten, çok ağlıyorum sonunda diye. Şimdi bir nedenim daha var, Rubaiyat onunla birlikte gitti çünkü. Gerçek ile kurgu birbirine karışıyor bende. Çoğu kitap beni bu hale sokar, karakterler eğer gerçek hayattan alınmış kişilerse, reddeder beynim yazılanların kurgu olduğunu. Daha da büyük karmaşalara düşüyorum kitabın sonunda, ben artık Ömer kadar hafifim, Hasan kadar asi ve Nizamülmülk kadar ölü.

Amin Maalouf’un şoförlüğünü beğenmemek imkansız, kitaptan iniyorum. Yolculuk biraz tutmuş beni sanki, başım dönüyor güzelce.

Ağzımda ise nereden geldiğini bilmediğim bir şarap tadı.

Genç, gençliğimin güzel günleri,

Unutmak için içerim şarabı.

Acı mı? Öylesi gider hoşuma,

Bu acılıktır ömrümün tadı.

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...