• Hakkımda
  • Yazılarım

Öznur Doğan

Tag Archives: paganlar

İstanbul Efendisi / Kahkaha Mühendisi

17 Pazar Şub 2013

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

astrolog, astroloji, çağlar çorumlu, çengi afet, ümit daşdöğen, derya çetinel, engin altan, esaretin bedeli, esma hanım, ferhat ağa, iktidar egosu, istanbul efendisi, kadının metalaştırılması, menteş ağa, molla irfan, musahipzade celal, pagan, paganizm, paganlar, sadabad tiyatro sahnesi, safi çelebi, savleti efendi, sevil akı, sinem özlek, tankut yıldız, tarla kuşuydu juliet, tiyatro, tiyatro sahnesi, vişne bahçesi, volkan ayhan, zafer kırşan, şark dişçisi


istanbul-efendisi-5Tiyatro serüvenimize İstanbul Efendisi ile devam ediyoruz. Uzun zamandır gitmek istediğim ancak bir türlü denk gelemediğim tiyatro oyunu ile musmutlu bir gün geçirdim. İstanbul Efendisi’nin çok seveni olduğunu biliyordum ta ki otobüslerle gelen teyzelerimiz ve amcalarımızı görünce. Onlar da tüm tatlılıklarını takınarak, tontiş tontiş gelmişler oyunu izlemeye. Şark Dişçisi’ndeki “Ay bu sefer çok kişi yok bak.” diyen teyze renkli çorapları ile pıtı pıtı yürüyen teyzeler gibi en az 30 tanesi vardı. Onlar ile izledik oyunu.

Musahipzade Celal’in kaleme aldığı, günümüze kadar defalarca oynanmış, yüzlerce kişi tarafından canlandırılmış bir oyun İstanbul Efendisi. Vişne Bahçesi, Tarla Kuşuydu Juliet ve diğerlerinde olduğu gibi yöneten koltuğunda Engin Alkan oturuyor. Şark Dişçisi’nin replikleri henüz aklımdayken Şark Dişçisi kadrosunun 3/4’ünü bu oyunda görmek güzel bir deneyim yaşattı. Sahnede gördüklerimi parmağımla gösterip arkadaşıma anlatmak istedim Şark Dişçisi’ni. Şimdiye kadar farklı oyunculara  ve yönetenlere teşekkür etsem de tiyatro oyunun kemiğini oluşturan dramaturglara teşekkür etmeyi hep unuttum. Bu kez Sinem Özlek’e kostum seçimleri, dekor ve güzel oyun düzenlemesi için teşekkür ediyorum.

Gelelim oyunculara ve hikayemizin her bir can alacı noktasına. Hikayemiz 18. yüzyılda geçmektedir. Henüz esir alıp satmak yasaklanmamış, İstanbul’da toprak ve insan sahibi beyler var. Bir nevi derebeylik usulü ile yaşanmaktadır. Bizim derebeyimiz olan Savleti Efendi (Tankut Yıldız) burçlar konusunda usta bir astrologtur. Astrologtur astrolog olmasına ama bundan haberi var mıdır yok mudur belli değil. Savleti Efendi’nin oğlu Molla İrfan (Çağlar Çorumlu) ise onun peşinden gitmeye çalışan ancak yarım aklı ile anca takunyalarını takırdatarak giden ve bir sürü işi beceremeyen küçük efendidir. Savleti Efendi’nin kızı Esma Hanım (Derya Çetinel) bir gün gönlünü yakışıklı mı yakışıklı, yanağı benli bir yiğide kaptırır gönlünü. Safi Çelebi’den (Ümit Daşdöğen) başkası değildir o delikanlı. Ne yapacağını bilemeyen Safi hemen esir alıp satan Çengi Afet’in yanına koşar. Çengi Afet ona Esma Hanım’ın verdiği mendilin ne anlama geldiğini açıklar ve olaylar hızla gelişir.

İstanbul Efendisi günümüz tiyatro sahnesine cuk oturmayı başaran bir oyun. Her zamanki gibi tiyatronun daha doğrusu sanatın zamansızlığını görmüş oluyoruz ancak artık bundan bahsetmek bile istemiyorum. Biliyoruz ki yazılan bir eser ya da oynanan bir oyun yalnızca çağı için geçerli değildir. Kendisinden önceki dönemi, içinde bulunduğu dönemi ve gelecek dönemi bir yumak haline getirerek devam eder.

Tüm oyunların neredeyse bir noktasında var olan aşk teması daima karakterlerin gerçeklerini ortaya çıkarmak için kullanılır. İstanbul Efendisi’nde de ilk bakışta gördüğümüz hikaye talihsizlikler yüzünden garip bir hal alan aşk hikayesidir ancak arka planda kadının metalaştırılması, iktidar egosu, din ve inanç gibi önemli konular sorgulanır. İlk olarak Çengi Afet (Sevil Akı) ile esir kadınlar ve erkeklerin dünyasına gireriz. Onları daha yüksek paradan satabilmek için kalifiye elemanlar haline getirmeye çalışan Çengi için tek önemli şey yatlara ve katlara esir yollayabilmek, bununla övünmek ve parasını çatır çatur harcamaktır. Menteş Ağa (Zafer Kırşan), Ferhat Ağa (Volkan Ayhan) için kadın bakmaya geldiğinde aralarında geçen konuşma kadının metalaştırılması ve insan esaretinin boyutlarını gösterir. Menteş Ağa Ferhat Ağa’ya nasıl bir kadın istediğini sorarken ne istersen yapar, istersen sana eş olur istersen eşek minvalinde şeyler söyler. İstersen o kadınla sadece yatarsın istersen de başka tüm işlerde kullanabilirsin. Aynı zamanda ellerine, dişlerine, gözlerine bakarak seçmek de mümkündür kadınları. Kadınlar orada iki kez kölelik hükmünü giymişlerdir. Çengi ile birlikte yaşarlarken kendileri olabildikleri bir esaretin altındadırlar ancak erkek egemenliği onlara kimliklerini kaybettirir. Handan’ı seçen Ferhat Ağa “Alayım mı seni?” diye sorduğunda Handan’ın herhangi bir şey söylemeye, reddetmeye hakkı yoktur.

istanbul-efendisi-caglar-corumlu-sadabad-sahnesi

Osmanlı’da kadı unvanına sahip olmadan kadılık yapma hakkına sahip İstanbul Efendilerine bir bakış atıyoruz oyun sayesinde. Küçük alanda ele geçen iktidar dolayısıyla egoların nasıl değiştiğini ancak hayati olaylar ile elinin kolunun bağlı kalabileceğini görüyoruz. Halkı teftişe çıktığında hiç düşünmeden esnafı falakaya yatıran Savleti Efendi söz konusu kızı olduğunda in cin, hacı hoca, üfürükçü tükürükçü ayırt etmez. Çengi kadına gider ve bir çare, bir medet umar. İktidar egosuna sahip olsa da Savleti Efendi zaaflara sahiptir. Bir çift meme ile egale edilebilir. Yardımcı konu olarak da erkeklerin zaafları işlenmiş oluverir bu sırada. Kadınların peşinden koşarak onlara ulaşmaya çalışan erkek elde ettiği sürece değer vermeyecek, kıymetini bilmeyecektir. Çengi Afet göğüslerini gösterip salladıkça Savleti Efendi’ye doğru, Savleti Efendi’nin de aklı gider gelir. Gider gelir. Erkeğin iktidarı bu yüzden hiçbir zaman sonsuza kadar sürmez. Dünyevi zevklere çabucak dönen erkek için bir imparatorluğu kadın lafı ile yıkmak bile mümkündür. Ancak bu olayı daha sonra “aşk” bahanesini kullanır, gözden çıkarmak gibi gösterirler. Kadınların kendileri için bir zaaf olmadığına bizi inandırmaya çalışırlar.

Türklerin ilk inançlarının paganizm olduğunu düşünürsek Savleti Efendi zamanının biraz gerisinde bir adamdır. Elinde burç kitabı ile gezer, gökyüzünü izler ve paganlar gibi yıldızların, dünyanın hareketine göre düşünür her şeyi. Batıl inançlarının yanı sıra büyük ölçüde yıldızlara itikadı vardır. Oğluna da bu yüzden öğretmeye çalışır 12 burcu. Molla İrfan’ın burçlar ile büyü yapmaya çalıştığını gördüğümüzde ise inançlar ile batılın çok ince bir sınırda yan yana gittiğini görürüz. Kutsal kitap diye içinde burçların olduğu kitabı öper, ona özen gösterirler.

İstanbul Efendisi kahkalara boğar, avuçlarının içi kızarana kadar alkışlamayı gerektirir. Ben gerçekten çok sevdim ve biliyorum ki siz de izlerseniz seversiniz. Sevinç Erbulak’ı izlemek istemez mi insan canım? Harikalar yaratan küçük kadın, seni seviyoruz.

 

The Hobbit / Beklenmedik Yolculuk

24 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 4 Yorum

Etiketler

48 fps, beklenmedik yolculuk, bilbo baggins, cüceler, dövüşen taşar, elfler, frodo, heisengard, hobbit, hobbitler, imax, lonely mountain, lord of the rings, lotr, ortadünya, paganlar, tabula rasa, the hobbit, unexpected journey


The-Hobbit-An-Unexpected-Journey-

Vay efendim IMAX’e gidelim vay efendim izleyemeyeceğiz derken The Hobbit’i izlemiş bulunuyorum. The Hobbit benim için de Beklenmedik Macera olmayı başardı. Her şeyden önce çevremi gözlemleme ve insanların bilgileri üzerine yorum yapabilme şansı tanıdı. Örneğin filme girmeden önce tavlamaya çalıştığı kıza The Hobbit’i şöyle anlatan bir adam vardı: Şimdi bunlar Ortadünya’dalar. Cüceler var, onlar kısa, şişman. Savaşçı tabiatlı bunlar. Hobbitler var, onlar da kısa ama onların sakalı çıkmaz Allah tarafından. Bir de Elfler var. Onlar da Allah’ın sevgili kulları işte. Bu şekilde The Hobbit’i anlatmak sanıyorum farklı bir yetenek gerektiriyor. Filmin yarısında “Ya kızaaam bu film 3 saatmiş, hade gidiyoruz.” gibi hallenen ergenler ve çıkışta “Olm hemen de LOTR’a bağladılar yaa.” diyen gençler. Tanrım! Büyük bir hezeyanın içindeyim.

Filmin sosyolojik etkilerini bir yana bırakıp asıl konumuza dönersek The Hobbit, LOTR ateşinin içimizde bitmeyen hasretine su serpmeye gelmiş bir seri. Kitabı okumadığım için şu anda göreceğim yeni bölümleri merakla bekliyorum. Kitabı okuyanlar ise sadece filmde neler değiştiğini görmek için gitmiş oluyorlar. Tabii ki sinema görsellik açısından insanı doyuran bir sanat, bir filmin kitaba aktarılması sırasında özünden hiçbir şey kaybetmeyen LOTR’u düşünürsek aynı şeyi The Hobbit’ten beklemek de çok normal. Yalnız kitabı okuyan arkadaşların benim kadar heyecanla bekleyebileceğine pek ihtimal vermiyorum. Filme tabula rasa olarak girmiş oluyorum çünkü. Tertemiz, ön yargısız.

The Hobbit’i benden önce izleyenlerin yorumları ile iki keskin taraf olduğunu algılamıştım. Bir kısım filmi hiç sevmemiş, para kaygısı barındırdığını söylüyor, diğer kısım ise en az LOTR ayarında olduğunu. Bunu tabii ki kendi açımdan en iyi izleyerek gözlemleyebilirdim. Gözlemledim de.

The Hobbit, LOTR hikayesinin en başını, Frodo’lu zamanların 60 yıl öncesini anlatıyor. Yüzüğün ilk ortaya çıkışını, yüzük kardeşliğine neden olacak olan hikayeyi açıklıyor bize. Cücelerin Bilbo’nun evine teşrifi ile her şey başlıyor. Orklar, goblinler ve diğer yaratıklar ile eğlenceli bir macera çıkıyor. Bu sefer The Lord of the Rings’te sıkı sıkıya yaşamaya alıştığımız gerilim ve aksiyondan çok eğlence ile karışık bir aksiyon görüyoruz. Karakterlerin cüce olması nedeni ile etraf şenleniyor, hatta bazı yerlerde müzikal bir havaya bürünüyor. Cücelerin eğlenceli ancak sert dünyasında kendini bulan Bilbo da kahramanlığını gösteriyor ve güzelce burnunu tüm işlere sokuyor.

THE HOBBIT: AN UNEXPECTED JOURNEY

Şu anda spoiler vermemek için kendimi zor tutuyorum, sırf bu yüzden biraz da kısa kesmenin daha mantıklı olduğunu düşünüyorum. Daha gözlemsel yorumlarından bahsedeceğim sadece. İlk olarak hikaye anlatma geleneğinin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz Bilbo sayesinde. Henüz hazır olmadığı için Frodo’ya göstermek istemediği mektubu ile her hikayenin bir olgunluk zamanı olduğunu anlıyoruz. Çok erken ya da çok geç anlatıldığında ihtişamını kaybedecek o hikayelerden olduğunu görüyoruz. Ardından sözlerin hayat üzerindeki etkisine tanık oluyoruz. Karanlık denildiğinde ortaya çıkan karanlıklar ile insanın her bir kelimesinin evrende nasıl yankılanabileceğini görüyoruz. Ardından ormanların büyücüsü ile eski Pagan inanışlarına gidiyoruz. Küçük bir kirpiyi bile kurtarmak için verilen mücadeleden, doğayı anlamanın ne demek olduğunu, doğanın verdiği işaretlerin nelere delalet olduğunu öğreniyoruz. Paganların aslında doğayı tanıyan en iyi insanlar olduğunu, bazı büyücülerin de bu Paganlar ile aynı yapıya sahip olduğunu keşfediyoruz.  Aslında bu noktada Paganları ya da büyücüleri değil, doğanın kendisini koruyan insana ne kadar açık yüreklilikle yaklaştığını ancak içinde daima kötülüğü de barındırabilecek dengeye sahip olduğuna şahit oluyoruz.

Filme dair yapılması gereken özel eleştiriler ise LOTR’un kemikleri titreten derinliğine sahip olmaması diyebiliriz. Bir de tabii ki şu 3D meselesi. Savaş sahnelerinin yarısı neredeyse bu saçma gözlükler yüzünden anlaşılamıyor. Filmi izlememiş arkadaşlara 3D olmayanına gitmelerini tavsiye ediyorum. Filmin derinliğinden kastım ise eleştiriye açık yönler bırakabiliyor olması. Daha çok Hollywood filmiymiş gibi algılanmasına neden olan komik elementlerle süslenmiş sahneler ve ah kendimi nasıl tutsam bilmiyorum, savaş sahnelerinin daima kazanılabilirliği. Belki de senaryoda keskin çizgiler olabilir ve bizi ayaklarımızdan sarkıtabilirdi.

The Hobbit, ikincisi ve üçüncüsü merakla beklenen bir film yine de. Maceradan dönenin kaşığı kırılsın, Troll olsun.

The Hobbit: An Unexpected Journey – Trailer

Breaking Bad 3. Sezon / Devin Uyanışı

10 Pazartesi Ara 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

3.sezon, üçüncü sezon, big brother is watching you, breaking bad, breaking bad inceleme, darwin, george orwell, gus, hank, jesse pinkman, kartel, marie, meksika, metamfetamin, metamfetamin nasıl yapılır, mike, mor, paganlar, saul goodman, skyler, tuco, walter white


breaking bad season 3 üçüncü sezon3. sezon olayların hızlı bir şekilde akmaya başladığı sezon. İlk sezonda hiç tanımadığımız bir adamın hayatına girdik, kanserini öğrendik ve kurtulması için içimizde garip bir hisle dolaştık. İkinci sezonda tüm dizi boyunca gördüğümüz herkesin küçük ve büyük değişimlerine, evrimlerine tanık olduk. Üçüncü sezonda ise bu evrimlerini tamamlamaya çalışan karakterler kozalarından çıkmalarına az kalmış sabırsız birer tırtıl olarak karşımıza çıkıyor.

Breaking Bad’in insan sağlığı üzerinde zararları olmadığını söyleyemeyeceğim. Örneğin bende uykusuzluk ve bağımlılık yaptı. Metamfetaminin ne olduğunu öğrenmekle de kalmadım, oldukça steril ortamlarda yapılması gerektiğini öğrendim. Pek çok kişinin aksine Breaking Bad’in uyuşturucunun gerçek yüzünü ortaya çıkardığı için neredeyse bir belgesel olarak kabul edilebileceğinden de bahsedebilirim.

İki sezonun karmaşaları ile en son bölümü izlediğimde üçüncü sezonda neler olacağına dair tahmin yürütemedim fakat ayrılan sevgililer Jesse ve Walter’ın bir noktada birleşeceklerine emindim. En azından üçüncü sezonun posteri bana öyle söylüyordu.

İlk iki sezondan farklı olarak üçüncü sezonun daha mistik bir yapısı var. Açılış bölümü olan birinci bölümde gördüğümüz türbevari yer, paganların gerçekleştirmekten bıkmadıkları ve sıkıca bağlı kaldıkları törenlerini temsil ediyor ve bizi materyal dünyadan başka bir dünyaya çağıracağına haber veriyordu. Adını sanını bilmediğimiz fakat dişlerimizi gıcırdatan seviyede canımızı sıkan iki eleman Meksika’nın kızılımsı topraklarında zamanlarının gelmesini bekliyordu. İlk sahnede gördüğümüz gökyüzünün ve yeryüzünün kızıllığı sezon boyunca hakim olacak olan puslu ve kanlı atmosferi temsil ediyor diye düşünüyorum.

Tarihin en garip cezalandırıcılarından biri olmaya aday bu iki SPAM ALERT ON -daha sonradan Tuco’nun kuzenleri olduğunu öğreneceğiz- SPAM ALERT OFF sadece  bir intikamın peşinde koşmuyorlar. Aynı zamanda geçmişe dönük kanla bağlanmış bir hikayenin de peşinde koşuyorlar. Kendi ailelerinin hikayelerinin peşinde. En gösterişli şekilde ayinlerini yapan gösterişli bir ailenin. Kartel! Her ne kadar alt yazı ile izlerken bu ismi küçük harfle yazmaya ısrarcı olsalar da özel isim olduğuna inandığım. Tüm bunların yanında Walter’ın daima yanında taşıdığı ve garip pozisyonlarda görmeye alıştığı ikinci sezonun başında parçalanan ayıcığa ait göz var. Bu göz “Big brother is watching you”nun gözü olması büyük bir ihtimal. Yatağın altına düşse de pozisyonu Walter’ı izleyecek şekilde. Bu sayede Walter’ın daima izlendiğini, sadece Kartelboy’lar tarafından değil daha büyük bir güç tarafından da korunduğunu anlıyoruz.

Breaking Bad noktalar ile ayrıntıları bir araya getirip güzel bir kurgunun etrafında dolandırıyor insanı. Bu yüzden izlediğinizde iki üç bölüm art arda izlemek istiyorsunuz. Madem bu bölüme Devin Uyanışı dedik, o zaman neden böyle dediğimi de açıklamanın vakti geldi. Bahsettiğim gibi karakterlerin evrilişi ve kendi içlerinde var olan insanlara dönüşmesine artık çok küçük bir adım kalmış durumda. Kimyanın da en temelinde bulunan değişime ayak uydurmaya başlıyorlar. Sessiz bir adam olarak tanıdığımız Walter’ın artık sesi daha da gür çıkmaya başlıyor, eli titremiyor ve kendisini en kötü hissettiği anlar genellikle ikinci varlığı olan, benim pek de uyumlu görmediğim fakat basite indirgersek, “kötü yanı” bir başka kişi tarafından hafife alındığında. Walter artık içinde var olan gücün farkında bir adam haline geliyor. Sadece yalnız kaldığında değil başkaları ile birlikteyken de hissettiği bir gerginlik var. Yaptığı işten zevk almaya başladığını bile görebiliyoruz. Yine de iki şeytan iki tarafında var olmaya devam ediyor. Walter’ın değişen tarafı %60’lık bir alanı kapsıyor.

Diğer yandan daha önce de bahsettiğim, kendisini doğruluk ve gurur abidesi olarak anlatmaya çalışan Skyler’ın içinde değişen özü de görmüş oluyoruz. Daha profesyonelce yalan söylemesi, Ted ile olan ilişkisinde garip bir şekilde istikrarlı olması fakat hala bağlılık duyduğu adamın Walter olması… Skyler, yarışa katılan bir oyuncu gibi. Değişime ne kadar hızlı ayak uydurursa aralarında kaybolmama ihtimali işte o kadar yüksek. Eğer geride kalırsa ayaklarının altından çekilen taşların boşluğunda kalmaya mahkum olacak. Bu yüzden Skyler da koşuyor. Bir yandan hala Walter’a çok kızgınken bir yandan da onun hayatına dahil olmak için adımlar atıyor.

Hank, kilit karakter olmak üzere hızlı adımlarla ilerliyor. İnatçı yapısı, vakadan vazgeçmemesi ve Darwin’in gurur duyacağı “the fittest” adam olması ile takdirimi kazanıyor. Yine de ben istiyorum ki Hank hiç dokunmasın bizimkilere, onlar kumrular gibi bir barışık bir ayrı gezse de pişirsinler methlerini, bize düşmesin üzülmek. Hank’in en zorlu sınavı verdiği sahne, üçüncü sezonun karın kaslarımı gerdiğine hissettiğim, ellerimin sımsıkı kapalı kaldığı sahne oldu. Bu konuda spoiler vermeyeceğim, sadece son bölümlere kadar beklemek gerekecek. Yine de Hank’in kendisinden beklenmeyen çevikliği ve kendisinden beklenmezse olmaz kıvrak zekası ile bir bütün oluyor.

Şu anda 4. sezonu izliyor olduğum için bunu rahatça söyleyebilirim ki, eğer dikkat etmediyseniz 3. ve 4. sezonda Marie’nin gerçek bir mor manyağı olduğunu anlayacaksınız. Yatak örtüleri, kıyafetleri, aldığı çiçekler, alışveriş çantası, mutfağı… Her şeyi mor. Mora neden bu kadar takıntılı olduğunu henüz herhangi bir durum ile bağdaştırabilmiş değilim. Mutluluğun ve cinselliğin renklerinden birisi olduğunu biliyorum morun fakat Marie’ye uygun düşen konum tam olarak nedir? Bir bilgim yok, bu konuda yardımınızı istiyorum.

Garip bir şekilde evrilmeyi seçen son adam ise Jesse. Bizim bıçkın, zıpır delikanlı. Bir ileri gidiyorsa iki geri gediyor. Mehteran takımı gibi mübarek. Bir yandan duygularına çok bağlı ve aslına bakarsanız mahvolmaya çok açık bir yapısı var. Bir yandan da dünyanın en sağlam adamı gibi görünmeye çalışıyor. 25 yaşında bir adamın alabileceği tüm sorumlulukları aynı anda sırtına almaya çalıştığı ve aslına bakarsanız çelimsiz olduğu için nefreti daha da artıyor. Birden fazla konuda düşünmeye, yaptığı şeyleri sorgulamaya başlıyor. Jesse, şeytanın yanında olmaktan hem çok mutlu hem de çok üzgün bir adam. Walter ile bir türlü barışmayan yıldızlarının yanında ikisinin de birbirlerini baba oğul gibi seviyor olmaları var. Bu yüzden belki de bu kadar çok kavga ediyorlar. Bir düşünelim bakalım biz nasıl kavgalar ediyoruz ailemizle? Meth ailesinden gelen bu iki adam da bu yüzden o kadar çok sürtüşüyor ve ayrılığa düşüyorlar.

Son olarak Gale, Mike ve Gus. Üç farklı karakter, üç farklı yapı, bir ortak nokta. Üçünün de sakin görünmelerinin ardında patlayan, neredeyse kocaman bir eyaleti altına alabilecek bir volkan olmaları. Özellikle Gale’in tekinsiz tavırları beni sürekli tedirgin ediyor. Sanki bir anda koşup bıçak ya da eline ne geçiyorsa alacakmış da sokuverecekmiş bir yerlere. Gale, garip bir adam. Garip bir tekinsizlik unsuru Freud’un bahsettiği.

Daha çok karakterler üzerinden gitmiş oldum bu sezon için fakat dünyanın en mantıklı hareketi sanıyorum bu. Artık olaylar daha tahmin edilebilir bir boyuta taşınıyor. Vince’in yapmak istediği ise tamamen farklı kamera açıları ile bizi hikayeye yaklaştırmak, germek ya da uzaklaştırmak. Tek yapmamız gereken dönüşümün tamamlanmasını beklemek. Bir sabah uyandıklarında kendilerini böcek olarak bulabilecek adamları uzaktan izlemek ve değneğin ucuyla uzaktan dokunmak…

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Abone Ol Abone olunmuş
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 aboneye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Abone Ol Abone olunmuş
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucu'da görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...