Etiketler

, , , ,


Köy yolları taşlıdır, bir ayağınızı bastığınızda diğer ayağınız yeni bir ses çıkarmaya hazırdır. Çakır dikenleri vardır yolların kenarlarında. Sarı ince oklarının ucunda siyah iğneleri ile, bir kere battı mı acıtması yaman olur namussuzun. Denizkestanesi gibi bekler durursun derinin üzerine çıkmasını. Ama her dokunduğunda diken ya da hareket ettiğinde derinin altında, hissettiğin bir acı vardır. Toprak acıtır, doğa acıtır seni.

Bebeğin doğduğu sene daha çakıl taşları serpilmemişti köyün yoluna. Topraklar undu, ufaktı henüz. Basılınca üzerine ses çıkarmazdı, sakindi ve bağışlayıcıydı. Sonra köye iki adam geldi, baktılar sağına soluna ve her yerine. Ölçtüler ve biçtiler. Bu adamlar ölçmede ve biçmede hep iyiydiler. Her evi ayırdılar, her çatı ve gökyüzü de çoktan ayrılmıştı birbirinden.

En çok minikler şaşırıyordu bu işe. Çünkü onlar sadece misket oynamak için çiziyorlardı toprakları. İnce toprak açılıveriyordu onların önünde, sakince izin veriyordu çizmelerine derisini. Ama çizdi adamlar en hassas noktalarından toprağı. Kimse çıkamadı evlerinden o anda. Altın saçlı minikten başka.

Kahverengi gözlerini dikti önce adamların gözlerine, tekinsizdi bakışları. Korktu adamlar. Bir çocuk nasıl böyle bakabiliyordu? Ama bakardı o. Şimdiye kadar ne zaman bir kediye eğilse bir tek uysallığı görmüştü. Köyde çok köpek yoktu, civar köylerdeki adamlar daha önce onları toplamıştı. Ne yapacaklarını söylemeden onların da götürülüşüne, tanık olmuştu minik.

Ama bakıyordu minik, hem de adamların gözlerine. Küçük bir çocuğun bakışları, iki adamı alt edecek kadar sert ve güçlüydü. Gitti adamlar, altın saçlı çocuk geri döndü evine.

Gün ve gece daha birbirlerine sırtını dönmemişti bu köyde. Güneş ve Ay hep birbirini takip ediyordu. Toprak hafif tedirgin, bu dostluktan pay çıkarıyordu. Bir şeyler hissediyordu hissetmesine de adlandıramıyordu. Üç gün sonra iki adam ellerinde 40 sayfa kağıt ile çıkageldiler köye. 40 haneli köyde, 40 ev sahibine  40 kağıt.

Altın saçlı miniği düşünmemişti iki adam da. Bir minik kağıt da ona getirmemişlerdi. Kızdı altın saçlı minik. Oysa giderlerken onların gözlerine bakmıştı. Geri gelmesinler diye bakmıştı belki ama, gördüğüne sevinmiş miydi sanki adamları?

Okumak kelimesi daha çok uzaktı ona, kelimeler uzaktı ve yarım yamalaktı. Annesinin ağladığını gördü, iki adamın 40 kağıt getirdiği akşam. Babası sakin duruyordu, babasını hiç ağlarken görmemişti ki zaten. Bir düşündü sonra, altın saçlı minik kendisini de ağlarken görmemişti hiç.

Aradan geçen günler ve geceler henü hala arkadaş iken, bir ses duyuldu köyün girişinden. Işıkları yanan bir traktör geliyordu günün ortasında. Düşündü altın saçlı kız, ne kadar gürültülü ve iz bırakan bir şeydi bu traktör. Kocaman lastiklerinin altında ezilip giden toprak büyük izler ile yaralanıyordu sanki. Traktörün römorkörü çakıl taşları ile doluydu. Döktüler taşları önce yollara. Ardından kamyonlar geldi ve gitti. Geldi ve gitti. Köy, şimdi bir taş yığınının ortasında kalmıştı.

Altın saçlı minik tuttuğu gibi kuzusunu, doğumuna tanık olmuştu onun, yürümeye başladı yavaş yavaş. Kolları yorulmamıştı henüz, ama her şey garipti etrafında. Toprak sızlıyordu sanki. Çakıl taşlarının sesleri, taşların değil miydi? Yürüdükçe yürüdü minik. Arada bırakıyordu kuzuyu yere. Oturuyordu yanına. Elini karnına koyuyordu, seviyordu tüylerini. Kuzu yorulmuştu sanki, derin nefes alıyordu. Sanki çakıl taşları, ayaklarına batıyordu.

Annesinden ayrılmanın acısı mı çökmüştü ikisinin de üzerine? Yoksa ait oldukları yerden mi? Geriye baktı altın saçlı minik, çok uzaklaşmış da değildi. Büyük bir yorgunlukla baktı bir köye, bir yere. Kuzu da yorgundu onun gibi, ama daha umut doluydu sanki. Bu sefer omzuna aldı minik kuzuyu minik kız. Geri doğru yürüdükçe koyun ağırlaşıyordu, ya da toprak ayaklarından çekiyordu onu içeri. Toprak, ait olduklarını istiyordu, sahip olduklarını.

Altın saçlı minik kız hiç bu kadar kararlı hissetmemişti, bu sefer çakıl taşlarının arasından geçecekti.

Reklam