• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Monthly Archives: Kasım 2013

Melville Karanlığından Kafka Karanlığına

19 Salı Kas 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

bartelby inceme, dönüşüm incelemesi, Franz Kafka, herman melville, katip bartelby, metamorphosis, moby dick, moby dick incelemesi


Moby-Dick-3

Dünya edebiyatının başyapıtlarından bir tanesi olan Moby Dick’in yazarı Herman Melville, karakterleri ve işlediği konular ile yıllar sonra Franz Kafka’ya yol göstermiş, Kafkaesk olarak adlandırdığımız Kafka’ya has üslubunu büyük oranda etkilemiştir.

Moby Dick ile kendi serüveninde şeytanı arayan, Moby Dick’i şeytanın hayat bulmuş hali olarak gören en karanlık karakter Ahab ile çıkan Melville, Bartelby hikâyesinde “Yapmamayı tercih ederim.” diyerek sivil itaatsizliği başlatan ancak bu sırada duvarlara bakarken kör olmayı tercih eden Bartelby ile sözü okuyuculara bırakır. Büyük bir balina peşinde giden kocaman bir ekibin başarısının/başarısızlığının hikâyesidir Moby Dick. Bir görünen bir kaybolan, kendisini yalnızca beyaz balinayı öldürmeye adamış olan Ahab’ın her bir hareketi kitap boyunca farklı bir öngörüye açılır. Aynı zamanda ekibin başına gelen her olay da kitabın sonuna dair bilgiler verir. Ancak bu noktada kitabın sonu ya da başından daha önemli bir nokta vardır. Herman Melville’in Moby Dick’i (yıllar sonra torunu Richard Melville Hall’un müzik grubuna isim babalığı eden) yalnızca özelleştirilmiş bir dil sistemi kurmaz aynı zamanda semboller ve metaforlar ile edebiyat dünyasına büyük katkıda bulunur.

Moby Dick’te tutku haline gelen beyazlık bu yüzden Kâtip Bartelby’de karanlığa ve duvarlara denk düşer. Melville iki uç rengi bir arada kullanarak zıtlık yaratmış gibi görünse de uzun süre iki renge de bakıldığında görme yitinizi kaybetme ihtimaliniz vardır. Balinanın beyazlığı tüm gemi ekibini tekinsiz hissettiren cinstendir çünkü renk olarak beyaz ele alındığında hem tüm renklerin birleşimi olduğu görülür hem de oldukça sade. Ahab’in beyaz balinanın peşinden koşmasının en büyük nedenlerinden birisi de budur çünkü balina onun aradığı tüm iyilik ve kötülüğü bir arada tutar, korku ile sevgiyi içinde barındırır. Aynı zamanda beyaz renk anlamlandırmayı da zorlaştırır. Ishmael ve Ahab’in birbirinden farklı şekillerde bu beyazlığı yorumlaması kendi doğalarını balinada aramaları ve bundan korkarak hareket etmeleridir. Bu korku ve sevgiyi Sigmund Freud “The Uncanny” adlı makalesinde şöyle açıklar: Öncelikle bir nesneden korkarsınız. Ardından bu nesneyi incelersiniz. Uzun bir süre geçtikten sonra bu nesneyi sevmeye ona tutku ile bağlanmaya başlarsınız. Bu “uncanny” olarak adlandırdığı tekinsiz durum Ahab ve Ishmael için geçerli bir nokta. Bir diğer “uncanny” tanımı da şu şekilde uyum sağlıyor Moby Dick’le, bir nesneden ilk önce korkmazsınız. Onu diğer nesneler gibi kabul eder ve bu doğrultuda hareket edersiniz ancak bir süre sonra aynı şekilde görmeye başladığınız nesneler size korku vermeye başlar. Tekinsiz hissedersiniz. Tıpkı uzun süre tavana baktığımızda gördüğümüz garip görüntüler gibi. Ahab için balina avlamak en başında çok normal bir uğraştı, bu onun mesleğiydi ancak bir süre sonra yalnızca korkuya değil büyük bir tutkuya da dönüşecek tekinsiz bir noktası vardı yaptığı işin, Moby Dick. Devasa boyutu ile Ahab ve diğer tüm ekibi korkutan, peşinden koşturan ve tekinsiz hissettiren balina Melville’in karanlığında yer alır.

Çok değil yaklaşık iki sene sonra Melville Bartelby karakteri ile gözlerimizi kör etmeye gelir. 1853 yılında basılan kısa hikâyede Wall Street’in arka sokaklarında yer alan bir yazıhanede çalışan kâtip Bartelby’den bahsedilir. Bartelby tüm diğer karakterler arasında tabiri caizse en çıkıntı olanıdır çünkü itaatsizliği yalnızca patronuna değil çevresindeki her şeyedir. Onun sözü: Yapmamayı tercih ederim’dir. Sivil İtaatsizlik’in Henry David Thoreau tarafından 1849’da yazılmasının ardından kulağa oldukça mantıklı bir hareket geliyor Bartelby karakterinin yaratılması. Kendi döneminin sosyal ve politik noktalarını alan, bunları kendi kitapları ile birleştiren Melville’in Bartelby’si belki de edebiyat tarihinin en inatçı karakteridir. Kasvetli bir ortamda çalışan kâtipler arasında Bartelby’nin masası daha önce hiç boyanmamış, kirden ve karanlıktan simsiyah hale gelmiş bir duvara bakar. Duvarlar yalnızca Bartelby’nin karşısında değil aynı zamanda ofisin içindedir. Her bir kâtip ve bu bağlamda işveren birbirinden ayrı odalarda paravanlar arkasında çalışırlar. İletişimsizlik ve Bartelby’nin bir önceki işinden kaynaklanan ruh bulantısı (Ölü Mektuplar Ofisi’nde çalışmıştır), Bartelby’nin beklediğimizin tam tersi bir karakter olmasına neden olur. Kendi ölüm yöntemini bir şey tercih etmeyerek tercih eden Bartelby’den bahsediyoruz. Patronu tarafından kovulduğunda hiçbir yere gitmeyen ve yalnızca ofisin girişinde durup orada yaşamaya devam eden, kitabı okudukça sisli ve gri bir hava hissetmenize neden olan isyanlar adam. Bu yüzden Melville’in karanlığı diye bahsedebileceğimiz, Ahab’in ruhunda başlayan çürümeler ile Bartelby’nin hayatında başlayan çürümeler kesif bir depresyon kokusu yayar. Amerikan Edebiyatı’nın içine bu sayede zamanın en bulanık iki karakteri girmiş olur.

Her iki karakter de yalnızca başkahraman değillerdir, aynı zamanda anlatının sonunda kendi idealleri doğrultusunda ölümü seçerler. Moby Dick’in beyazlığının peşinde koşarken Ahab, her seferinde farklı bir öngörü ile ölümü hatırlatan doğa olaylarına hiç dikkat etmez. İletişimsizliği kötüye yormaz ve bu yüzden hiç haberi yokmuş gibi gider ölüme. Balinanın beyazlığı karşısında yalnızca kör değil aynı zamanda sağırdır da. Kimsenin söylediğini dinlemez, yine yeniden kendi dediğini yaptırır. Ahab’in inadı ile Bartelby’nin sabitliği birbirine bu anlamda da yakındır. Hareketlerinin başına bela açabileceğini tahmin etse de Bartelby, hiç o şekilde hissediyormuş gibi davranmaz. Daima daha sakin, daima daha fazla tercih etmeyen. Ahab’in korsan görünümü ve Bartelby’nin gözlerindeki fersizlik… İki farklı karakteri tek bir noktada birleştiren ve Herman Melville karanlığı dediğimiz o nokta.

Peki Melville neden bu kasveti seçmiştir? Neden Bartelby gibi itaatsiz bir karakter ile Ahab gibi karanlık bir karakter yaratmıştır? Melville’in bu iki karakteri yaratmasında en büyük amaçlardan bir tanesi tüketimciliğe ışık tutmaktır. Ölü Mektuplar Ofisi’nde iletişimsizlik içinde yaşayan ve buradaki işi yüzünden ruhunu kaybeden Bartelby, Wall Street’in hızlı tüketiciliği arasında yok olmayı tercih eder. Her bir ölü mektup Bartelby’nin hayatından parçalar götürür. Daha sonra kâtiplik yapa yapa kararacak olan gözleri ölü mektupların yorgunluğu ile yoğrulur. En az Ölü Mektuplar Ofisi gibi Wall Street de ölüdür, can sıkıcı ve kasvetlidir. Wall Street’te yalnızca iş vardır. Sabah binlerce insanın olduğu ancak akşamları sokak hayvanlarının bile gelmeyi tercih etmediği bir yer. Bu büyük kapitalin içinde Bartelby yalnızca çalışır. Kapitalden daha kapitaldir ancak kendi işi dışında hiçbir şey yapmayı kabul etmez, buna patronunun verdiği ufak tefek işler de dâhildir. Bartelby için hayat çok basittir: İşe gel, işe gel ve gitme. Bu nedenle Bartelby’nin Wall Street’te mutlu olmaması, kendisini ait hissetmemesi ve loş odalarda kimse yokken gizlice uyumasının nedeni insanları çepeçevre çevreleyen kapitaldir.

Yalnızca kendi kamarasında yaşayan ve günün belirli saatleri dışarı çıkarak George Orwell’ın “Winston Smith”ine benzeyen Ahab en büyük tutkusunun peşinden bıkmadan usanmadan koşar. Aynı zamanda kendini balina ile karşılaştıracak kadar çizginin dışındadır. Kendisini var olan her canlıdan üstün tutmaya meyli ile dikkatleri üzerine çeker. Ahab ne başka bir geminin onlara yardım etmesini kabul edebilecek yapıdadır ne de Moby Dick’i paylaşabilecek. Balinanın her parçası onun olmalıdır, her şekilde onu yakalamalıdır. Bu onur yalnızca Ahab’in olmalıdır. Hatta diğer ekip üyelerinin de açlığı ile tüm deniz ve okyanuslardaki tüm balıklar onların olmalıdır.

Tüketimciliği yalnızca insan doğası ve Bartelby ile sınırlamayan, içinde yaşadığımız doğaya da dikkat çeken Melville, günümüzde yaşasaydı belki de Ahab’i tüm ormanlık alanlara AVM dikmeye çalışan bir politikacıya dahi çevirebilirdi.  Böylece doğanın her alanından yararlanmak isteyen Ahab, hızlı değil toplu tüketimin en büyük simgelerinden birisi haline gelirdi.

Melville tüketimciliğe yaklaşımı ile önemli bir duruş sergilerken aynı zamanda toplumun iletişimsizliğine, medenileştirdiğimizin doğanın klostrofobik haline gönderme yapar. Yarattığı kaotik ve gri anlatım ile politika, sosyal yaşam ve ekonomiye gönderme yapar ancak en çok psikoloji hikaye anlatım alanlarında öne çıkar.

Moby Dick ve Bartelby ile şenlenen Melville karanlığı kendisinden ilham alan bir yazarın dokunuşu ile daha da karanlık bir hale gelir. Franz Kafka edebiyat dünyasında adım attığında ona örnek olabilecek onlarca yazar vardır ancak o Herman Melville’in gri alanına girmek ister.  Rus Edebiyatı’nın anlatım tokluğunu alan Kafka, Amerikan Edebiyatı’nın olmazsa olmaz adamı Herman Melville’in klostrofobik betimlemelerini kendi hikâyeleri ile harmanlayarak Kafkavari üslubu oluşturur. Bu üslupta yalnızca bir odanın içinde tıkılmış gibi hissetmez aynı zamanda bir anda böceğe dönüşmeyi bile gözlemleyebilirsiniz.

franz-kafka-donusum

Franz Kafka’nın karanlığında her şey daha karanlıktır. Belki de Freud’un “tekinsiz”i işte bu noktada devreye girer. Kafka’yı okumak daima zevkli olsa da ilk başlarda rahatsız edicidir. Emin olamadığınız ancak okumaya devam ettiğiniz bir havası vardır. Kim bir sabah uyandığında böceğe dönüşen bir adamın hikâyesini okumak ister ki? İşin özü Kafka’da gizli. Herkes. Aslında herkes kendi içindeki karanlığı biraz okuduklarında, izlediklerinde ya da dinlediklerinde görmek ister. İnsan içinde var olan ve çocukluktan itibaren bastırılmaya çalışılan o kötüye eğilim, karanlık ve tekinsizlik Kafka sayesinde ortaya çıkar. Bir anda o çok korkulan böcekler bir kahramana dönüşür. Oda dar ve karanlıktır. Her yer birbirine benziyordur ve hatta o odadan çıkış yoktur. Bartelby ile hissettiğimiz grilik Gregor Samsa ile siyaha dönüşür çünkü içinde korku ve tiksinme vardır. Akla gelen böcek, Samsa’dır. Belki de Kafka bu resme mutlu(?) bir koku da eklemiştir.

Julia Kristeva’nın metinlerarasılık ile vurguladığı nokta Bartelby, Ahab ve Samsa üçgeninde bir araya geliyor böylece. “Intertextuallity” olarak adlandırılan ve edebiyat dünyasının en çok kullanılan tekniklerinden bir tanesi olan metinlerarasılık, Ahab’in kibrini, Samsa’nın karanlığını, Bartelby’nin isyankarlığını birleştirir. Birbirinden ayrı ne Ahab Ahab’tir ne Samsa Samsa. Melville’in karanlığını alıp kendi karanlığına katan Kafka, romanları ile hepimizi klostofobiye davet ediyor.

“Aşiyan Dergisi 2013 Ekim sayısında yer alan Öznur Doğan yazısı”

Cüce Kalanların Annesi: Leyla Erbil

18 Pazartesi Kas 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, öznur doğan, edebiyat, feminist edebiyat, kadın ve toplum, kadınlık, leyla erbil, türk edebiyatı, türk edebiyatında kadının yeri, tezer özlü


leyla_erbil_canım_kadınBir yazarı ne zaman tanır ve sevmeye başlarsınız? Nasıl basarsınız bağrınıza onu ve bir anne ya da baba olarak kabul edersiniz?

Edebiyat dünyasının büyülü masalıdır yazarların bir anda aileye dönüşmesi. Aklın saati 12’yi geçti mi ne anne kalır yanında anne diye ne de baba. Artık edebiyatın saati çalıyordur, saat daima sevdiğin yazarı vuruyordur. Akrep ve yelkovan onun zamanını, onun zamansızlığını anlatıyordur.

Leyla Erbil ile ilk tanışmanızı şimdi hatırlıyor musunuz? Bir “vapur”da mı tutmuştu elinizi rıhtıma inerken düşmeyin diye yoksa bir deniz kıyısında mı vermişti gözlüğünüzü size; gözleriniz acımasın diye.

Ben Leyla Erbil ile tanıştığımda miniktim, küçüktüm çok ancak aklımı büyük sanıyordum. Okuduklarımın bana yetmeyeceğini biliyordum ancak yine de çok okudum sanıyordum. Ben Leyla Erbil ile tanışmadan önce kitapların anlamlarının yalnızca okuduklarımda olduğunu sanıyordum. Leyla Erbil, bir uyanış hikâyesidir bu yüzden. Yolculuğudur edebiyatseverin, yalnız başına yola çıkmayışıdır. Odysseus’a yardım eden tanrılar ve tanrıçalar gibidir kocaman bu küçücük kadın. Yalnız kalamayıştır.

Peki, neden sevilir bu kadar Leyla Erbil ve nereye koymuşuzdur biz onu? Aslına bakarsanız kocaman, kapkalın romanların kadını değildir Leyla, az lafın çok şey anlatabileceğini bilir. O yüzden eğer Leyla’nın kitaplarını ararsanız raflarda, ince narin kitaplara bakmalısınız kendisi gibi.

İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümünde Sema Bulutsuz ile tanıştınız mı Leyla Erbil ile de tanışmış olursunuz. Belki de arkadaşlığındandır böyle yakın yakına anlatması Leyla’yı belki de daima saygı duyduğu bir kadın olmasından ancak Sema Leyla’dan bahsederken gözleri dolar bazen, sesi titrer. İşte ben de tam olarak öyle tanıştım Leyla ile. Bildiğim tüm yazılardan farklıydı yazıları. Örneğin imla önemli değildi onun için. Bir virgül yerine üç nokta koyardı. Şimdiye kadar ona dayatılmış şeyleri neden kabul etsindi ki? Etmezdi elbet. Türk Edebiyatı’nın en dişli kadınıydı belki de. Tezer Özlü ile arkadaşlığı da bu yüzden öylesine sağlam öylesine doğruydu. Tezer kendi karanlığında hayatına devam ederken bir yerlerde Leyla’nın olduğunu bilerek rahatlıyordu. Kendi peşinde kendini arayan, kitaplarında yaralarını insanlara açan Tezer’e Leyla’nın arkadaşlığı birebir geliyordu. Bu iki kadın birbirine bir o kadar bağlı ve bir o kadar birbirinden ayrıydı. Tezer kaçar gider, koşardı. Ama Leyla kalmalıydı. Kaçamazdı. Devlet vardı savaşması gereken, sistem vardı. Ve hatta kendi vardı aklında.

Minicik bir kadının devleşmesiydi aslında hikâyesi. Hayatı boyunca hiçbir ödül almamıştı ve bunu kendisi istemişti. Verilen ödülleri de almaya gitmemişti bu yüzden. Nobel’e aday gösterilen ilk Türk kadın yazardı. Peki, neden –di’li geçmiş zaman var hep Leyla’da? Çünkü Leyla Temmuz ayının sıcaklı soğuklu bir gününde bizi, cücelerini annesiz bıraktı. Uzun zamandır Parkinson tedavisi gören Leyla dayanamadı artık. Aslında 1931 yılından bu yana “üç başlı bir ejderha” gibi dayandı Sultanahmet’in ortasında dikilen. Bir sürü hayatı bir arada yaşadı ve bize gösterdi pek çok şeyi.

Önce kadının yerini öğretti bize Leyla. İkili karşıtlıklarda nerede kalıyordu kadın? Tam da gece/gecede’nin yanında. Kadın bilinmez bir varlıktı, bilinmek istenmiyordu. Bu yüzden her hikâyesinde deli kadınları anlattı. Ondan sonra pek çok kadın yazar Leyla’dan yola çıkarak yazdı hikâyelerini, romanlarını. Kadınlar neden delirirdi? Ne kadar çok soru vardı kadınlar ile ilgili… Hepsi, hepsi Leyla’nındı. Tüm sorular Leyla’ya çıkıyordu. Doğanın içindeydi kadın, Leyla bunu çok iyi biliyordu. Doğaya karşılık kurulan medeniyetin içinde, kadınların sesi olmaya çalıştı. Kadın olmaya çalıştı. Kadınlığın büyüsünü, kadının doğasını, doğadaki kadını anlattı. Tek tek, ilmek ilmek anlattı hem de. Ve tam bir kadın olarak.

Bir yazarı seversiniz evet ve onu yüceltmeye dair yüzlerce nedeniniz vardır. Leyla’yı sevmek için sayılabilecek nedenler yalnızca yazar olmak değildi benim için. Leyla benim üniversite yaşamım oldu. Aydınlanmam oldu. Kendimi bir kadın olarak görmüyor muydum ki ondan önce? Belki de medeniyet denilen, tek dişi kalmış canavarın beni nasıl göstermek istediğine göre şekil alıyor, kabıma sığıyor ve taşmamayı kabul ediyordum. Leyla bana engin deniz olmayı öğretti. Bilir misiniz bilmem, deniz bazı dillerde erkek bazı dillerde kadındır. Bir rahim gibidir deniz ve ben de ona kadın demeyi tercih ederim. Karanlıktır çünkü geceye doğru. Yalnızca ayın ışığını kabul eder üzerinde. Güneşin heybeti, medeniyeti altında kavrulmak istemez. Bir anda ayın güzel göğsüne bırakır kendini. Onlar iki iyi arkadaşlardır. Doğanın içindendir ikisi de. Kadın doğasına yakındır.

Leyla Erbil’i sevmek için bir kitabını okuyup ilk bakışta anlamamak yetiyor sanırım. Özellikle işe Cüce ile başlıyorsanız gittikçe zorlaşıyor mesele. Bir yanda Leyla bir yanda Zenime. Bir yanda deliler ve diğer yanda da deliler. Bir deliye karşı kaç deli vardır toplumda? Aslında gördüğümüz tüm toplum delidir ve deliler “akil”ler. Kadın olduğunu bilmez Zenime, kadın olduğu için delileştirilmiştir. Onun deliliği toplumdan gelir kadından değil. Deli kadın Leyla’nın deliliği de öyledir. Cüce de şöyle der bu yüzden:

“Ah, işte o güç saçların ki (öteki kadınlara örttürdüler üzerini sımsıkı korku kefenleriyle; korkunç birer cinsel organdan başka bir şey olmadığına ikrar getirttikleri bedenleriyle birlikte.”

Zamanının içinde ve ötesinde bir kadın sözüdür bu. Kadınları kimler metalaştırdı? Hangi ellerde kızlıkları kadın oldu ve kadınlıkları delilik? Sorular niye bu kadar fazla? Gittikçe Leyla’nın aklına giriyorum.

Düşünüyordu Leyla, bir örtü ile neler yaratılabilir diye kadınların üzerinde. Aman diyeyim hanımım, dizin ve üzerleri görünmesin. Ve tabii ki başın! Haşa! Toplumun kadınla alıp veremediğini kadına vermek isterdi Leyla. Ne olursa olsun Sezar’ın hakkı Sezar’a, kadının hakkı kadınaydı. Bu yüzden aktivist bir kadın olarak TİP’te yer almıştı. Deliliği daha fazla insana duyurabilmek için.

Kadın kimdi, kimdi bu cüceler ve nerelerde dolaşıyorlardı, işte bunu anlatmak istiyordu Erbil. En başından, tarihin derinliğinden insanlığın kökeninden başlıyordu anlatmaya. Adem ile sinsi Havva’nın hikayesini bize anlatıyordu. Kadındı orada da bir olaya neden olan. Yarım akıl ve çelim akıl. Çelinmeye hazırdı kadın, yoldan çıkmaya. Kadın bir meyve uğruna tüm cennetinden vazgeçendi. Şimdi bir de böyle düşünelim, Adem’i düşünmemiş miydi ki Havva atlıyordu Leyla’nın kollarına? Havva yalnızca Adem’ini değil bahçesini ve geleceğini düşünüyordu. Hikâye başlatmanın ne demek olduğunu biliyordu. Bir hikâye başlatmak için bir suçlunun olması gerektiğini de. Adem’e kalsa bahçesinde her şey var, hurisi de yanında tabii ki. Esnaf deyimi ile işler oldukça güzel, hayat Adem’in yörüngesinde. Yörüngen çıkıntısı kadın ve yılan oldu. Yılan kadına fısıldadı. Adem’e fısıldasa Adem dinlemezdi elbette. Kadını seçti yılan. Yılanı seçti kadın. Kadın kirlenmek istedi aslında özüne dönmek istedi. Çamurdan değil miydi? Çamurdan bir gezegene düşmeye korkmazdı kadın. Leyla da korkmuyordu işte. Çamura bulanabilirdi istediği zaman. Kadını anlatmak için bahsedilen aydınlığın içinde çamuru bulmalıydı.

Leyla’nın cücesi yalnızca Zenime değildi. Bizdik aynı zamanda. Her bir kadındı. Kocalarımız döverdi de severdi de. Biz ölsek de çocuklarımız onları döven babalarına geri dönerdi. Zenime’nin yaşaması için bir erkek gerekirdi kaburga kemiğinden doğduğu. Bir bağ gerekirdi tüm medeniyet ve toplum ve ataerkil yapı ve erkek ile. Erkek olmadan kadın hiçbir anlam ifade etmezdi bize göre. Leyla havanın kurşun gibi ağır olduğu bir gün bağır bağır bağırıyordu, UYAN.

Yıllar sonra Leyla’nın sesine bir ses geldi uzaklardan. Mine Söğüt’ün sesi yankılandı raflarda. Deli kadınları anlatmak istedi o da Leyla gibi. Deliliğe methiyeler düzmek istedi. Leyla gibi minik de değildi bu kadın. Kocaman gözleri, keskin çizgileri ile belki de delirmeye hazırdı. Deli Kadın Hikayeleri’ni yazdı ve gönüllerde taht kurmayı başardı.

Bir kadın, bir kadını iyi anlat ve bir erkekten daha fazla acıtır. Bir kadın deliliği bir kadına daima tekinsiz gelir ancak deli olmayan kadın bir gün ansızın delirebileceğini bilir. Mine Söğüt kadınların neden delirdiğine baktı derinlemesine. Söyledikleri Leyla’dan ne eksik ne fazlaydı. Bir kadını delirtebilecek yegâne şeyin bir erkek olduğunu buldu sonunda. İkili karşıtlıkta erkeğe denk düşen her şeydi kadını yok etmeye çalışan. Kadın yok olmak istemiyordu. Deli Kadın Hikâyeleri yüzlerce kadının aynı dünya üzerinde delirmesiydi. Aynı babanın ona tecavüz etmeye çalışmasıydı. Evlatlarının yine onlar tarafından çalınmasıydı. Kadınlardan çalınan yalnızca evlatları değil, kimlikleriydi de.

En az Leyla kadar gerçekti Mine’nin anlattıkları. Deli Kadın Öyküleri’nde şöyle diyordu Mine:

“Bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez. İşte bu yüzden, bu şehirde ben her gün kendimi defalarca öldürürüm.” Kendini öldüren, delilik ile öldüren kadınların hikâyesini yazarken daima göz kırptı Mine minik kadın Leyla’ya. İkisi de çok iyi biliyordu ki dünyanın neresinde olursa olsun bir kadın daima bastırılmak istenecekti. Delilik, büyücülük ve müzik, tekinsiz olan her şey kadına ait kalacaktı. Erkek kendini öne çıkarmak için kadının üzerine basıyor ancak onsuz da olamıyordu.

Leyla Erbil öldüğünde Mine Söğüt cenazesine gitti mi bilmiyorum ancak küçük cinlerini toplayıp Leyla’yı güldürmek için elinden geleni yapabileceğini biliyorum.

Leyla Erbil öldüğünde Sema Bulutsuz cenazesine mutlaka gitmiştir onu da biliyorum. Ve bir kardeşi ölmüş gibi hüzünlü, eski bir yaprağa dönüştüğünü hissediyorum.

Leyla Erbil öldüğünde ben ona dair daha bir sürü şeyi bilmediğimi biliyordum ancak hiçbir şey öksüz kalmak kadar sert değildi.

Leyla Erbil öldüğünde solgun ve naif Tezer Özlü ne yaptı bilmiyorum ancak olduğu yerde yalnız kalmayacağını bilmenin iyi hissettirdiğini tahmin edebiliyorum.

Aşiyan Dergisi Ocak Sayısı 

Öznur Doğan

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...