• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Monthly Archives: Ocak 2013

Anne Kafamda Bit Var!

30 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

1 mayıs, 80'ler, abdullah çatlı, alev alev, allah allah, almanya, anne kafamda bit var, apolitik toplum, bayram, cannes film festivali, darbe dönemi, dayak, gülşen bubikoğlu, hürriyet gazetesi, müjdat gezen, müjde ar, mısır çarşısı, pınar selek, taksim, tarık akan, tercüman gazetesi, yol, yılmaz güney


anne-kafamda-bit-var-tarik-akan

Kafamda Bit Var elime geçtiğinde onu bu kadar çabuk ve çok sevebileceğimi düşünmemiştim. Tarık Akan mı yazmış? Allah allah diye düşündüm önce. Biraz cahilliğimden olsa gerek. Sonra farkına vardım ki pek çok arkadaşım okumuş bu kitabı. İyi de yapmışlar.

Anı olduğu için rahat ve okunabilir bir kalem ile yazılmış. Aslında Tarık Akan’ın yazarlık deneyimi olduğunu düşünürsek sade ve akıcı olması onun en doğal hakkı. Bir de başından geçen zorlukları insanlara zor bir dille mi anlatsın?

Koca bir toplumun apolitik olmasına neden olan o önemli zamanlara gidiyoruz. 80’lerden sonra doğan her çocuğun siyasetten uzak tutulduğu, canları yanan anne babaların gözleri gibi baktıkları evlatlarını korumak için ellerinden geleni yaptığı. Sıkı yönetim zamanında, evden dışarı çıkma yasağı da varken Tarık Akan Almanya’da verdiği bir demeç yüzünden tutuklanır. Demeç Tercüman gazetesi tarafından çarpıtılarak yazıldığı için Almanya’dan döner dönmez havaalanında tutuklanır Tarık Akan. Elindeki bavulu Müjdat Gezen’e verir ve abisinin evini boşaltmasını istediğini söyler. Tutuklana Tarık Akan önce Türk polisinin egosu ile karşılaşacak ardından da bit  ve pire içerisinde uzunca bir süre geçirecektir.

Tarık Akan’ın bu süreçte başından geçen olaylar gerçeklerin küçük bir yansımasıdır. 80’ler döneminde gerçekleşen baskı ve baskın rejim nedeni ile sağ ve sol çatışması alev alev yanarken cezaevlerinde ve ıslahevlerinde işkence en çok başvurulan tekniklerden bir tanesidir. Kişiden kişiye değişmekle birlikte o anda akıllarına hangi işkence yöntemi gelirse onu uygulayan polis, copla ayak altına vurma, cinsel organdan elektrik verme, kırılan kemikler ile oynama ve tabii ki dayak voltranı ile kendi çaplarında ifade almışlardır. Bu dönemde yaşanan her olay akıllara durgunluk verecek seviyede korkunçtur aslında.

Kitabı okurken de hızlıca akıp gitmesinin en büyük nedenlerinden bir tanesidir bu. Bildiğiniz, aşina olduğunuz bir durum ile karşılaşıyorsunuz. Hazmetmesi güç olsa da yeni olmadığı için anlaşılabilir. Bir düşünsenize, en çok sevdiğiniz insanlar, ailenizdeki kişiler bir dönem geceleri dışarı çıkamadı, çıktıkları için dövüldü, bir görüşü savundukları için dövüldü ve hatta sırf bazı kesimler istiyor diye yalan ifade verdirilip o ifade verdirilene kadar eşek sudan gelinceye kadar dayak yedi.

Ne kadar acı ve ne kadar gerçek. Ne kadar Türkiye. Tarık Akan’ın cezaevinde karşılaştığı insanlar ise tam anlamı ile Memleketimden İnsan Manzaraları. Sağcı, solcu, doktor, kimyager, öğrenci, katil zanlısı, düşünce suçlusu ve niceleri. Haklı ya da haksız orada bulunarak bir rejimin kurbanları olanlar. Aslında fikirlerin ve örgütlerin kurbanları olanlar. Abdullah Çatlı’ya silahı veren adamın küçük kardeşi örneğin. Hangi şartlarda yetiştiriliyor da birisini öldürmek, sonunda ölümün olduğu bir eylem için kıvanç duyabiliyor? Ya da nasıl bir polis sırf hemşehrisi olduğunu öğrendiği tutukluya daha iyi davranabiliyor ve diğerlerine kan kusturuyor.

Burası Türkiye.

Burada eğer öğrenciyseniz polisler coplarını hazırlamıştır sizi kovalamak için. Okulunuzun içindedirler. Protesto ettiğinizde aniden müdahale ederler. Sivil polisle kaynıyordur okulun bahçesi.

Burası Türkiye.

Burada sırf bir takımı desteklediğiniz ve taraftarı olduğunuz için de dövülebilirsiniz polis tarafından. Hem de yine gaz bombaları ve tazyikli sularla. Kaçmaya çalışırken kayıp da olabilirsiniz.

Burası Türkiye.

Öğretmen, öğrenci, işçi ya da her neyse olarak aradığınız her hakkın kaba kuvvet ile geri döndüğü yerdir. Taksim Meydanı’dır 1 Mayıs’ta.

Burası Türkiye.

Çok sevdiğin ama kıskandığın için bir kadını da öldürebilirsin, öldürte de bilirsin. Öldürmek problem değil, önemli olan erilliğindir.

Burası Türkiye.

Yıllar önce öldürülen gazetecilerin davaları “delil yetersizliği”nden bırakılır, ancak delil yetersizliği ile salıverilmiş bilim insanları hapse atılabilir.

Burası Türkiye.

Daha saymamı ister misiniz? Ben saymaktan yorulsam da burası gerçekten Türkiye ve burada her facia sıradan… Çok sıradan.

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz

29 Salı Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım, Sanat, resim, tiyatro

≈ 2 Yorum

Etiketler

anlatıcı, anşe, aziz nesin, çanakkale, bürokrasi, cezaevi, hakk, kara kaplı nizami, nesin vakfı, nizami, ozan geleneği, tiyatro, yaşar ne yaşar ne yaşamaz


yasar ne yasar ne yasamaz aziz nesin

“Böyle şeyler hepimizin başına gelir.”

Evet, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, bizim kahramanımız, bizim sahnede, radyoda, televizyonda hayat bulmuş halidir. Aziz Nesin’den bu eser yazılmasını istenildiğinde aklında kesin bir çizgi yokmuş. Yavaş yavaş 12 parçalık bir radyo oyunu olarak ortaya çıkmış. Ardından senaryo ardında da roman haline dönüşmüş.

Hikaye Yaşar’ın cezaevinde olduğu sahne ile başlar. Hakk yoluna kendini adayan Yaşar’ın imamı kızdırıp dayak yemesi üzerine arkadaşları onun ilk geldiği zamana döner ve Yaşar kendi hikayesini anlatmaya başlar. Daha önce koğuşun anlatıcısı gittiği için ozan boşluğu dolan koğuşta anlatıcı Yaşar olur. Doğduğu andan itibaren aksilikler kovalar da kovalar Yaşar’ı. Önce Çanakkale’de şehit olduğunu öğrenir. Ardından da başka bir yerde.

Devlet kayıtlarında ölü olan Yaşar söz konusu vergi ödemeye gelince canlı, miras almaya gelince ölü olur. Tüm hayatı ölmek ile yaşamak arasında gidip gelerek geçer. Kendi kimliğini kazanmaya çalışan Yaşar bir türlü kimliğine ulaşamaz, üstelik sevdiği kadına da bu yüzden ulaşamamaktadır. Anşe’si oldukça anlayışlı tatlı ve akıllı bir kadındır. Deli gibi aşık olduğu Yaşar’ın peşinden koca İstanbul’a gelir, hamile kalır yine de Yaşar’ını bırakmaz.

Yaşar tüm devlet dairelerinde akla hayale gelmeyecek bürokrasilerle karşılaşır. Ona inanmayacak olan cezaevi arkadaşları bir yandan “Yuh böyle şeyler olur mu?” diye düşünürken diğer yandan aslında bunların hepsi onların da başına geldiği için merakla bir sonraki anlatıyı beklerler.

Kimlik sürecinde olan Yaşar Yaşamaz, tüm yaşadıklarının sonunda aklını başına toplayıp o çok bahsedilen Kara Kaplı Nizami Bey oluverir. Artık hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Bir kimliğe kavuşmuş olur. Salla pati geldiği cezaevinden külhanbeyi gibi çıkar. Aslında Yaşar’ın yaşadıkları her birimizin başına gelen ancak söylemekten bıktığımız, devletin ve kurumların çürümüşlüğü, yok olmuşluğunun delaletidir.

Aziz Nesin’in yazarlığını tekrar yakından hissetme fırsatı buluruz. İçimizden bir adamın bizi bu kadar güzel anlatmasına şaşmamalı tabii ki de.

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ı ilk olarak sahnede izlemiş birisi olduğum için kitabı okumadan önce hiç düşünmedim. Direkt atladım hikayenin akışına. Tiyatrodan sahneler aklıma geldikçe mutlu oldum. Daha çok bağlantı kurdukça, okudukça ve gülmek ile gülmemek arasında kaldıkça Aziz Nesin’in kalemine bir kez daha saygı duydum.

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz yalnızca Yaşar’ın öyküsü değil ajan olduğunu ispat edemeyen ajanın da öyküsü. Bizim öykümüz, sizin öykünüz.

Kabare! / Cabaret!

27 Pazar Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ 2 Yorum

Etiketler

1. dünya savaşı, 2009 yılı tiyatro, almanya, özge borak, berlin, cabaret, clifford, emcee, fritzie, hitler, istanbul büyükşehir belediyesi, joe masteroff, john harold kander, kabare, kit kat club, lüküs hayat, life is a cabaret, lulu, müzikal, money money, paris, politika, rosie, sally bowles, selçuk borak, sherlock holmes, tiyatro sahnesi, yaşar ne yaşar ne yaşamaz


kabare-istanbul-buyuk-sehir-belediyesi-tiyatro-sahnesi

2009 yılında üniversiteye yeni başladığımda kendimi sanata vereceğime dair söz vermiştim. Ardından art arda film izlemeye, tiyatrolara gitmeye başladım. Kabare de ilk kez o sene oynanmaya başlıyordu İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tiyatroları’nda. Hemen biletimi aldım. Müzikal sevdiğimi Lüküs Hayat ve Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz ile anlamıştım.

Kabare ilk bakışta tamamen eğlence üzerine kurulmuş gibi görünen bir oyun. “Politikaya karşı eğlence, kavgaya karşı eğlence, savaşa karşı eğlence ve eğlenceye karşı yine eğlence.” I. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir buhran içerisinde bulunan Almanya’nın Berlin şehrinde geçen hikayede yaşananların acı yönleri gün yüzüne çıkarılırken zamanın  ideolojik düşünceleri de eğlence ile birlikte veriliyor. Kabare’yi ilk izlediğimde anladıklarım ile bugün izlediğim arasında oldukça fark var. Politikaya sağlam eleştirilerde bulunduğu algılasam da karakterlerin analizlerini şu anda daha rahat yapabiliyorum.

Joe Masteroff’un yazdığı, John Harold Kander’in müzikale çevirdiği eserin ana konusu bir kabare sanatçısı ile Amerikalı bir yazarın aşkıdır diyebiliriz. Bu aşk sürecinde Almanya’nın içinde bulunduğu korkunç çıkmaz da ustalıkla veriliyor.

Emcee (Mert Turak) konukları karşılıyor, tıpkı diğer Kabare’lerdeki gibi bize Kabare’de yer alacak kızları ve erkekleri tanıtmaya başlıyor. Rosie, Lulu, Frenchie, Texas, Fritzie, Helga, Juju, Bobby, Victor, Hans, Herman sırası ile bize tanıtılıyor. Hepsi kabareye özel kıyafetleri ile karşımızdalar her an dans etmeye. Ve dans başlıyor. Ardından Kabare’nin gülü Sally Bowles (Özge Borak) ve Clifford Bradshaw (Can Başak) ile tanışıyoruz. Şimdilik neredeyse her şey tamam.

Clifford daha iyi bir roman yazabilmek için Berlin’e kadar gelmiş bir adam. Kitabını bitirmek için yeni hikayelere ihtiyacı olduğunu biliyor. Berlin’e gidişi sırasında karşısına çıkan Ernst Ludwig sayesinde hayatının değişeceğini bilmiyor tabii ki. Ernst Ludwig Cliff’e kalabileceği ve gidebileceği yerlerden bahsediyor, onu kendi ülkesinde misafir etmeye hazırlanıyor. Cliff Kit Kat Club’u öğrenip de oraya gittiğinde Sally ile tanışmış oluyor.

Hikaye kısmını geçip Kabare’nin üzerinde durduğu ve vurguladığı noktalara gelmek bana daha cazip görünüyor. Eğer daha ayrıntılı anlatırsam belki gidebilme ihtimali olanlar için spoiler vermiş bile olabilir.

Yücel Erten’in yönetmenliğindeki oyuna bir dönem oyunu diyebiliriz. I. Dünya Savaşı’nın izlerini sarmaya çalışan halkın yanında Hitler’in prestij kazanmak için uğraşan orduları ve toplumu. Bu iki zıt etken bir noktada birleşiyorlar. Bu ikili zıtlığın en iyi anlatılabileceği yer olan Berlin’deyiz hikayede.

Sokaklarda yaşanan ölümler, kavgalar ve düşmanlıkların dışında insanlar kendi acılarını eğlence ile unutmaya çalışıyorlar. Sally her akşam yüzlerce kişinin gerçekten kaçtığı nokta oluyor. Cliff ise bir yazar olarak kendi sorumluluklarının daha farkında olan bir adam. İçinde bulunduğu ortamı yazar gözü ile değerlendirebilen, kişileri analiz edebilen birisi. Şarkılar söyleniyor, oyunlar oynanıyor, kadınlar ve erkekler Berlin’in iki yüzünü de görmeye başlıyor.

Vazgeçilmez olduğunu düşünen Sally iş yerinden kovulduktan sonra gidebileceği tek yere Cliff’in yanına gidiyor. Bu süreçte her şey ikisi için de hem zor hem de kolay bir hal alıyor. Normalde içinde bulundukları eğlence hayatı tamamen politikadan uzak olduğu ve bu hayatın içinde bulunanların da politika ile uzaktan yakından alakası olmadığı için Sally rahatça: Yani politika falan mı? Ama bunun bizimle ne alakası var ki diye sorabiliyor.

Nazilerin güçlenmeye başladığı zamanda artık Yahudilerin kendilerini güvende hissedebilmesi ihtimali de ortadan kalkıyor. Kit Kat kızlarının Hitler askerleri olarak  sahneye girip camı taşladıklarında kollarındaki kırmızı bant ile üzerlerine düşen kırmızı ışık verilmek istenen şiddeti gözler önüne sermiş oluyor.

Politikanın kirli işleri “Paris’ten biraz çorap ve parfüm” olarak değerlendirip insanları kullanmak amacı ile rahatça manipüle edilebiliyor. Cliff zor durumda kaldığında karşı olacağını bildiği bir görüş için yardımda bile bulunmuş oluyor. Bu sırada Sally için hiçbir değişiklik söz konusu değil. O hayatını dans etmek ve para kazanmak üzerine kurmuş hissediyor. Eğer Amerika’ya Cliff ile dönerse orada Berlin’de olduğu kadar rahat olamayacağını, aynı şekilde karşılanmayacağını biliyor.

Tüm bunların yanında savaş ve açlıktan ziyade insanı en çok yok etmeye çalışan şeyin para olduğunun da üzerinde duruluyor. Oyun boyunca herkes farklı şekillerde paranın peşinde koşuyor. Cliff yazarak ve kaçakçılık yaparak para kazanmaya çalışıyor, Sally erkekler ile yatarak ve Kabare’de şarkı söyleyerek. Fraulein Schneider sahip olduğu odaları birilerine satarak ve sırf bunu devam ettirebilmek için geleceğini bir kenara koyarak paranın peşinden koşmuş oluyor. Odaların bir tanesinde kalan genç Alman kız ise denizciler ile birlikte olarak onlardan para almanın peşinden gidiyor.

Şehir tiyatrolarında şimdiye kadar kötü bir oyunculuk ile karşılaşmadığımı özellikle belirtmek istiyorum. Geçen hafta gittiğim Sherlock Holmes’te daha çok canım sıkılmıştı hatta. Tamamen kararan sahne, kimseye göstermeden değişen dekor ve küçük alan. Buna karşılık şehir tiyatrolarında geniş sahne, geniş alan, sizi izleyici olarak kabul eden bir sistem var. Kabare hem şarkıları hem de hikayesi ile bizi mest eden bir oyun oldu.

Son olarak arkadaşım Buğra Batuhan Berah sırf bu oyun için güpgüzel bir ilüstrasyon çalışması hazırladı ve beni duvara çiviledi. Çok teşekkürler kuzucuk, blog artık çok daha güzel!

batuhan bugra berah kabare

Şarkıları da yazayım da madem buralardan ulaşabilsin tiyatroseverler.

Money Money 

Parayla döner dünya

Döner dünya

Dünya onunla döner.

Ya mark, ya yen, ya pound, ya dolar

Dünyayı döndürür bunlar

Şıngır mıngır pullar

Dünyayı kurgular.

Para para para para

Eğer çok paran varsa

Cozutmak istersin

Kaçamak yapması da

Çok kolay.

Eğer çok paran varsa

Arkadaş bulmak kolay

Zili çal “ting-e-ling”

Gelsin uşak.

Eğer çok paran varsa

Kaçmışsa sevgilin

Terk edip seni

Sakın ağlama

Sızlama,

Taksi çağır bin ve git

Sevgili seçmeye kendine

Üç direkli yatında.

Parayla döner dünya

Kesin olan şey şu

Sıç yoksulluğa.

Para para para para

Eğer yoksa hiç kömür sobanda

Donmuşsan soğuktan

Rüzgardan ve ayazdan

Kışlık pabuç yoksa ayağında

Eskimişse palton

Zayıflamışsan

Biraz güç almak için gidersin papaza

Sonsuz aşkı anlatıp durur sana

Ama açlık gelince kapına.

Tak ta tak tak ta tak

–          Kim o?

–          Açlık!

–          Oo açlık!

Bak, aşk nasıl kaçar… çünkü

Parayla döner dünya

O şıngır mıngır ses

Para para para para

Biraz al, biraz al.

Para para para para

Ya mark ya yen ya pound ya dolar

Şıngır mıngır şıngır mıngır

Dünyayı yönetir para…

Life Is A Cabaret

Yalnız kalmanın neresi iyi

Gel de müzik dinle

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye.

Bırak kitabı, dikiş nakışı

Hazır ol tatile

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye

Gel şarap tat

Müzik dinle

Gel çığlık at

Gel kutlamaya

Coşmaya

Hazırdır insan.

Kötü habere hiç izin verme

Keyfini asla bozma.

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye.

Elsie adlı bir arkadaşım vardı

Chelsea’deki odamız pis ve dardı.

Utangaç desen hemen alınırdı

Aslına bakarsan, saatlik kiralanırdı.

Üşüştüler ölünce dört bir taraftan:

“İşte zıbardı içkiden ve haptan”

Yatıyordu bir kraliçe gibi

Görebildiğim en mutlu cesetti.

Ne zaman Elsie aklıma gelse

Söylediği sözü hatırlarım yine:

Yalnız kalmanın neresi iyi

Gel de müzik dinle

Hayat bir kabare dostum

Kalk gel kabareye.

Bana göre, bana göre

Bu kararın yeri ta Chelsea.

Ölürsem örneğimden Elsie.

Hadi kabul et

Beşikten mezara

Zamanımız kısa

Hayat bir kabare dostum

Sadece kabare dostum

Ve tek aşkım kabare!

Popüler – Apopüler – Tüketicilik!

24 Perşembe Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

apopülerlik, cern, consumerism, consumers, deney, dinozor, edebiyat tüketimi, fast food, kapitalizm, mina urgan, moda, oğuz atay, popülerlik, popular, sabahattin ali, sosyal, tüketicilik, türk edebiyatı, Turgut Uyar, underground, yeraltı edebiyatı


Consumerism_by_sl33pyincognita

2000’li yıllarda teknolojide yaşanan gelişmeler ve hayatımıza giren internet sayesinde artık ulaşamayacağımız bir mecra söz konusu değil. 90’ların şarkılarını tekrar tekrar dinleyip, okumak isteyip okuyamadığımız köşe yazılarını okuyup CERN’de yapılan deneylere dair bilgi alabiliyoruz. Bilgi bu kadar yayılabilir, insanlar bu kadar sosyal iken yaşanan her gelişmenin ve ortaya çıkan her yeniliğin mantar gibi çevreye yayılması an meselesi.

Küçüklüğümden beri garip bir tutum ile (ki tahminimce benim gibi pek çok kişi vardır) birden ortaya çıkarak popülerlik elde eden şeylere karşı asiliğim söz konusu. Patlayıp da taşan akımlar, kimsenin daha önce umursamadığı fakat bir ünlü kişi bahsetti diye vazgeçilmez olduğu düşünülen kitaplar, eşyalar vs. Neden bu popülerlik peki? İşin özünde kendimizi o “çok sevilen” kişiler ile özdeşleştirmeye çalışmak olduğunu varsayıyorum. Onların algılarına ulaşmak için sevmediğimiz yemekleri sevmek zorunda hissediyor, okumaktan hoşlanmadığımız insanları okuyarak entelektüel birikimimizden bahsediyoruz. Var olan damak tadımızı ise hiçe sayıyoruz.

Evet, bir nesne popüler olduğu zaman onu tamamen yok edene kadar kullanıyoruz. Yıpratıyoruz ve kenara atıyoruz. Örneğin Türk Edebiyatı’nda naif duruşu ile bir kenarda okunmayı bekleyen Sabahattin Ali, Oğuz Atay, Turgut Uyar, sırf bir filmde bir şiirleri okundu, kitaplarından bahsedildi diye kısa süre içerisinde posası çıkarılana kadar kullanılıyor. Tüm sosyal medya platformlarında fast food gibi hızlı tüketimleri gerçekleşiyor. Bu güzel adamları daha önceden tanıyıp da onları anlamak için kafa patlatmış insanlar da bu duruma uzaktan kötü kötü bakıyorlar. Bu ikircikli noktada öne çıkan iki farklı tez var. Birincisi, yazarların veya popüler olan nesnenin aslında vaktinde hak ettiği ilgiyi alamaması ve ne olursa olsun eserlerin tanınırlığı ve bilinirliği açısından bu popülerliğin oldukça iyi bir olgu olması. İkinci konu ise hızlı tüketilen her şeyde olduğu gibi popülerliği yakalamış eserlerin de kısa sürede tozlu raflara dönecek olması.

Popülerlik meselesi sadece burada bitmiyor tabii. Yeni çıkan her kitabın, filmin de aynı şekilde yorumcusu çok oluyor. Herkes bir yorum yapıyor, filmin ya da kitabın sonunu söylemek için can atan insanlar ile doluyor ortalık. Bu yüzden sakin kafa ile bağlanmak istediğimiz o eserlere bir türlü entegre olamıyor, “daha sonra” ilgilenmek üzere kenara ayırıyoruz. Üzerinden altı ay ya da bir sene geçtikten sonra kaldığımız yerden devam ediyor ve kendi fikrimizi belirtmenin hazzını yaşıyoruz. Sırf herkes sonu hakkında yorum yapıyor diye Black Swan ve Inception’ı bir sene sonra izlediğimi itiraf edebilirim. Bu popülerlikten uzaklaştırma çabasının da zararları var tabii ki. Daha doğrusu arasında kaldığımız bir ikilem söz konusu. Ya herkesin yorum yaptığı bir dönemde, tam da o eserlerin en popüler olduğu anlarda okuyacak/izleyecek ve gündemden uzak kalmayacağız ya da zaman geçip de yorumlardan arındığımız bir dönemde izleyip/okuyarak fikirlerimizi daha küçük çapta paylaşabileceğiz. Bir yandan gündemi takip edip aktif bilgi sahibi olmak söz konusu, diğer yandan o popülerliğin içerisinde boğuluyor hissetme ihtimalimiz.

Madem popüler olandan uzak duruyoruz, işte o anda daha önce duyulmamış olanı keşfetmeye doğru adımlar da atmış oluyoruz. Underground denilen her türlü “bilinmeyen”e ilerlemek mübah o saatten sonra. Yer altı edebiyatı mı diyelim, amatör grupların güzel şarkıları, küçük imkanlar ile çekilen sanat filmleri mi… Bu kadar özele inmeden de tarihin tozlu raflarına bir yolculuğa çıkarak ve o çok sevdiğimiz interneti kullanarak yorumlardan uzak olan yüzlerce esere ulaşabilmemiz mümkün. Popülerlik mi apopülerlik mi? Bu sorunu kendi içimizde çözdüğümüz gün filmin sonunu söylememek için kendini zor tutan, her yeniliğin öncüsü olan birisi mi olacağız yoksa Mina Urgan gibi kendimize “dinozor” mu diyeceğiz? Seçim yapmak zor! Sizin seçiminiz ne?

Mutlu Yıllar Oznurdogan.com!!

24 Perşembe Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 3 Yorum

Etiketler

birthday cake, blog doğum günü, doğum günü, doğum günü pastası, filmler, pasta, web sitesi, wordpress doğum günü


222787512786648464_sEQpXitC_c

Mutlu yıllar sevgili blogum! 1 sene önce ittirmeler ve kaktırmalar üzerine blogu açıp “Ama ben bunu nasıl devam ettiricem yeaaa” minvalinde söylenmiştim ancak bugün WordPress doğum gününü kutladı blogumun. 🙂

İlk başta kitap yorumlamak ve günlük meselelerden bahsetmek için yola çıksam da şimdi içinde filmler, ödevler, tiyatro oyunları ve diziler var. Blogumu seviyorum, onunla mutluyum. Kedi canını onun. Haydi pasta keselim de yiyelim madem. 🙂

 

On The Road Üzerine

23 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

allan gingsberg, amerikan, amerikan kültürü, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, beat generation, beat kuşağı, consumerizm, dean moriarty, divan edebiyatı, howl, jack kerouac, kapitalizm, kristen stewart, moloch, on the road, para, puritanlar, quakerslar, sal paradise, sam riley, steve buscemi, tasavvuf edebiyatı, tüketicilik, viggo mortensenve, walter salles


on_the_road_

Amerikan Kültürü okuyup “Amerika’nın da kültürü mü varmış sorusuna maruz kalmayan neredeyse yoktur. Evet acı ama gerçek ki bu milletin kısa sürede geliştirdikleri ve domuz gibi baskı kurdukları bir kültürleri var. Kuruluşlarının ardından birbirinden farklı dönemlerden geçen bu millet ilk olarak Puritan sıkıcılığına gark olmuş ardından gelen Quakerslar ile biraz rahata ermişler. Sonrasında gel ve git zaman savaş öncesi, savaş sonrası 50’ler derken Beat Kuşağı olarak karşımıza çıkan kafa on numara bir dönem yaşamıştır. Beat Generation’ın manifestosu olarak kabul edilebilecek Allan Gingsberg’ün Howl şiiri ile birlikte dönem başlangıç çanlarını çalmış, kendilerinden önceki dönemi eleştirerek yeni bir akım olmuşlardır. Beat Generation’ın manifesto şiiri olan Howl’da hippielik ile ilhamlarını yok eden, yanlış yolda ilerleyen meslektaşlarından bahsedilir. Bunlar aydın adamlardır. Şiirin ikinci kısmında Beat’in karşı durduğu temeller Moloch adında bir kötü tanrıya atfedilir. Böylece Moloch hem para, hem tüketicilik hem kapitalizm hem de daha fazlası olur. Şiirin üçüncü ve son bölümünde tüm bu kötülüklere rağmen kurtuluş olduğunu optimist bir şekilde açıklar Gingsberg. Kendi akımları alternatif ve kuvvetlidir onlara göre.

Bir akımın hele de aydınlar tarafından ortaya çıkarılmış bir akımın manifesto şiiri varsa manifesto kitabı da vardır. Kendisi Jack Kerouac tarafından yazılmış ve yıllar sonra yönetmenliğini Walter Salles’in üstlendiği, oyuncular arasında ise Kristen Stewart, Sam Riley, Viggo Mortensenve son olarK Steve Buscemi’nin yer aldığı On The Road adlı kitaptır.

Kendi hayatından ilham alarak yazdığı kitapta Jack Kerouac pişme döneminden bahseder. Şimdiye kadar bu motifleri neden divan edebiyatına bağlamamış olduğumu da aynı anda düşünüyorum. Yolculk motifinin olduğu tüm hikayeleri bir “Hamdım, piştim, oldum”a bağlarsak gayet doğru yapmış oluruz. Her karakter yolculuğa çıkmadan önce edinmesi gereken bilgilerle dolu dünya içindedir. Ardından yol boyunca gördükleri ile pişmeye başlar. Hikayenin sonunda olmuştur artık. Kişiliğini keşfetmiş, kendi sesine sahip olmuştur. Şimdi neredeyse dünya üzerindeki tüm motiflerin birbirine benzediğini, bu yüzden edeniyatın evrensel olduğunu görüyoruz. Okuduğumuz her romanda ya da şiirde bulduğumuz duygular insana dair ve açıklanabilir.

Kitap Sal Paradise ve Dean Moriarty’nin tanışması ile başlar. Kendi başına yazılar yazan Sal, Dean ile tanıştırıldıktan sonra önüne geçemeyeceği bir sürece girmiş olur. Budeğişimi isteyip istemediğini düşünmeden yola çıkar ancak sonuçlarına ulaşmak için hikayenin peşinden koşmak zorunda olduğunu bilir. Filmin adı üzerinde On The Road. Tüm hikaye yollarda geçer. Sal kendi sesini bulmak amacı ile Dean’i takip eder. Dean belirli bir sanat algısına sahip, çapkın ve hükmedicidir. Sal ise bu ikilinin pasif tarafına denk düşer. Beat Generation bu noktada karşımıza çıkar. Hükümete ve düzene karşı çıkan Beatçiler kendi hikayelerini yazmak isterler. Sonunda onların hikayelerini yazacak kişi Sal olacaktır. Yola çıkmış olan Sal kitap boyunca sürekli hareket halindedir. Dean ilefarklı zamanlarda bir araya gelerek özlem giderirler. Kendi “yol”unu çizmeye çalışan Sal için attığı her adım önemlidir. Bu yüzden günlerini not alarak geçirir. Dean’den sonra yaşamaya başladığı hayattan aslında çok memnundur ancak hala bir outsider, efendime söyleyeyim yabancıdır. Ne homoseksüelliği kabul edebilir ne de tam olarak içinde bulundu Beat’e ayak uydurur.

on-the-road-kristen-stewart-araba-sahnesi

Normal gelirli bir ailede yaşayan Sal bu yolculuk boyunca fakirliği de görecektir. Ona yolcluğunda eşlik eden Dean kadınlara karşı olan zaafı yüzünden sürekli olarak gider. Sal ise kalır ve not alır. Sal, etrafından anlatmaktan mutlu olduğu bir grup ile birliktedir. Herkes hem eğlenceli hem sanat hem de hayat doludur. Onları izlemeyi sevdiği için uzakta kalır Sal. Yolculukilerledikçe macera seviyesi de artar ancak sona yaklaşması hızlanır. Kendisini Dean tarafından yatakta hasta bir şekilde bırakıldığını gçrdüğünde ilk gerçek dönüşüm gerçekleşir. Artık Sal olup bitenleri görebilmektedir be bu gördükleri araında Dean yoktur.

Yaptığı çapkınlıklar yüzünden çocuğu olan veaile babası kıvamına gelen Dean ise girdiği hayattan ve Sal’a yaptıklarından pişman olacaktır.

On The Road – Yolda – Trailer 2012

Thelma & Louise

21 Pazartesi Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

80'ler, 90'lar, ceena davis, deconstruct, do the right thing, eril toplum, erkek egemen toplum, erkekleştirme, journey motive, kovboy filmleri, louise, susan sarandon, taxi driver, thelma, thelma and louise, western filmleri, yolculuk motifi, yıkma


thelmaandlouise

Ders ve not dolu bir yazımızla daha karşınızdayız. Bu yazıda yine Kültür İncelemeleri dersinde işlediğimiz bir filmi inceleyeceğiz. Thelma and Louise baş kahramanları iki kadın olan tatlı bir film. Onu diğerlerinden farklı ve incelemeye değer kılan ise yarattığı yıkımlar. Edebi tabir ile deconstructionlar. Erkek egemen toplumdan sıkılmış ve bu baskıyı çok uzun zamandır hissediyor olan kızlarımız çareyi kaçmakta buluyor. Doğaya, batıya doğru hareket etmeyi seçiyorlar. Thelma daha önce herhangi bir yolculuk yapmamış oldukça pasif bir karakter. Kocasına söylemek istediklerini kolayca söyleyemiyor. Küçük bir çocuk gibi hayatını idame ettiren bir kadın. Tam olarak 80 ve öncesinde kadının naifliğini yansıtan uzun etekleri ile cinsiyetini yaşayan bir barbie bebek gibi. Louise ise ondan çok farklı. Saçlarını toplayan 90ların moda anlayışına göre giyinen çağının kadını. Erkeklere karşı sert durması gerektiğini bilen ve hatta geçmişinde bilmediğimiz önemli olaylar yaşamış olan. Bu iki karakterin çıktığı yolculukta değişeceğini tahmin edememek aptallık olur. Adı üzerinde yolculuk, yani ne diyoruz journey motif. Yola çıkan her karakter o yol bittiğinde değişmek zorundadır.

Bir “yol” filmi olan Thelma ile Louise’de karakterler ne kadar batıya kaçarlarsa o kadar başları derde girer. Normalde biliriz ki Western filmlerinde batıya giden o kovboylar büyük bir hiçliğe karışırlar. Sorunlardan uzaklaşır, o noktada sakinleşirler ancak Thelma ve Louise her ne kadar kendi güçlerini görmeye vakıf olsalar da hiçbir şekilde peşlerindeki kabustan kurtulamazlar. Bu kabus yalnızca polisler değildir. Aynı zamanda atarrkil toplumun her yönü peşlerinden geliyordur. Kadınların rahat nefes alabildikleri tek bir an yok gibidir. İlk önce barda taciz edilirler ardından yolda tır şoförü tarafından söz ile taciz edilirler. Son olarak bir hırsız tarafından kullanılmış olurlar. Tüm bunlar kadının savunmasızlığını ve kendi vahşi içgüdülerini kullanan erkekler tarafından gerçekleştirilir. Bu noktadan sonra bu iki kadın farklı insanlara dönüşmeye başlarlar. Filmi sırasıyla belirli ana başlıklar altında anlatarak rahatça çözümleyebiliriz. Filmin tarihsel boyutuna baktığımızda 70 ve 80lerde ortaya çıkan akımlar sonrası kürtaj ve doğumun çoğalmasıyla kadını kapılar ardında bırakma fikrini görürüz. Filmin geçtiği dönemde bunu en iyi yansıtan karakter Thelma’dır. Toplum tarafından bastırılmıştır, evinden çıkmaz ve kocasını dinler. Akıllarda kurulan kadın imgesine tamamiyle uyan bir kadındır.

thelma-and-louise-iki-kadin

Filmi mekan boyutunda ele aldığımızda birden fazla açıdan incelememiz gerektiğini görürüz. İlk olarak kadınların dar alanlardan yani evlerinden ve iş yerlerinden geniş bir yere kaçmak istediklerini görürüz. Dağ olarak bahsettikleri yere giderek özgürlüklerini ele alacaklardır ancak düşündükleri gibi gerçekleşmez. Ne kadar çok hareket ederlerse ve geniş alana giderlerse o kadar çok batağa saplanırlar. Sanki doğa bile eril bir hal almıştır ve onların başını belaya sokmak için çalışır. Bu açıdan doğanın koruyuculuğu da deconstruct edilmiş olur. Kadınlar doğanın farkındadır ancak erkek egemenliği peşlerindedir. Mekanın bir diğer önemli noktası ise iki kadını erkekleştirmesidir. Elleri silah tutan güçlü kadınlar haline gelirler. Normalde biliyoruz ki silah ancak erkekler tarafından kullanılır ve keskin zeka ile hareket etmek onlara özgüdür. Ancak film ilerledikçe Thelma ve Louise’nin bu yetenekleri ellerine aldıklarını, erkek algısını yıktıklarını görüyoruz.

Madem değişimlerden bahsediyoruz, bahsetmemiz gereken en önemli nokta tabii ki de iki kadının baştan ayağa değişmesidir. İki karakter hikayenin farklı zamanlarında değişimlere uğrarlar. En başta naif ve çıtkırıldım olan Thelma yaşadığı zorluklar karşısında evrilir. Eli silah tutan bir kadın, arkadaşını koruyabilecek hale gelir. Hatta Louise’in aklı karıştığında onu doğru noktaya o yönlendirir. Onlar erkek gibi gelişim gösterirken erkekler de kadın gibi olurlar. Kızlarımızın macerasını uzaktan izleyen, daha doğrusu bir filmmiş gibi izleyen bir erkek topluluğu oluşur. Görebileceğimiz gibi tüm bunlar farklı zamanlarda gerçekleşen değişimlerin aynasıdır. Aslına bakarsanız bu değişimler olmasa ne hikaye bir yol hikayesi olur ne de değişimler anlamlı kalır.

Final dönemi boyunca havadan dört tane film izlemiş olmanın mutluluğu ile hayatıma devam ediyorum. 🙂

Thelma And Louise Trailer

Tiyatro Ak’la Kara’da Sherlock Holmes

20 Pazar Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

beril şenvarol, bismillah, burak karaman, dr watson, engin alkan, hakan çeliker, intertexuallity, kadıköy, kerem kobanbay, mainstream theatre, modernist, sherlock holmes, sir arthur conan doyle, tiyatro akla kara, şark dişçisi


sherlock holmes akla kara tiyatroÖzel tiyatro serüvenime uzun zamandır ara vermiş, sürekli olarak İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Tiyatrosu’na gidiyordum. Son gittiğim oyun Engin Alkan’ın Şark Dişçisi’ydi. Biraz ara verdikten sonra yeni yılın ilk oyununa özel tiyatroda gitmeye karar verdim. Tiyatro Ak’la Kara’da Sherlock Holmes oyununu seçip biletleri çook önceden hazır ettim ve gün geldi çattı.

Karşı yakada (Anadolu) şimdiye kadar hiç tiyatroya gitmemiş olmanın heyecanı ile nasıl bulacağız diye panik yaptık önce. Ardında hemen ayaküstü olduğunu görüp sevindik. Oyun başlamadan önce lobide toplanan elit teyzeleri ve ablaları görünce acaba yanlış mı yaptım diye sormadan edemedim. Genç nüfus yoktu neredeyse. Salonun yaş ortalaması 38 diyebilirdik. Ancak oyunu da müthiş bir şekilde merak etmekteyim. Haydi bismillah dedik ve dünyanın en meşhur dedektifinin hikayesine girmeye hazırlandık.

Oynayanlar arasında Burak Karaman, Hakan Çeliker, Beril Şenvarol, Kerem Kobanbay’ın olduğu tiyatro oyunumuz izleyiciler ile buluştu. Geleneksel tiyatronun bir örneği sayabileceğimiz oyunda Sherlock Holmes’a gelen bir mektup üzerine olayların gelişmesini izledik. Başa bela güzelliğini kullanarak pek çok erkeğin yüreğini yakan ve bir kralı dahi kendisine aşık eden İrene’nin aşk hayatına doğru yelken açtık. Bu sırada Sherlock Holmes ve sadık dostu Dr. Watson’ın garip soruşturma stratejileri ile karşılaşmaya başladık. Daha ilk andan itibaren Sherlock Holmes’un garip tabiatı ile karşılaşarak sempati mi antipati mi duysak bilemiyoruz.

Karmaşık sorunları kolayca ele alabiliyor oluşu ve doğru sonuçlara varması ile gönlümüzde yer etmeye başlıyor. Soğuk ve uzak bir adam olmasına rağmen bu durumu göz ardı edebiliyoruz ancak Dr. Watson bizim için daha yakın bir karakter olarak yer alıyor. Parayı daha çok önemseyen, düzgün bir yemek yemek için Sherlock’u sıkıştıran, bizim seviyemizde bir adam. Olaylara daha düz bakarak bizim aklımızdan geçenleri Sherlock’a sormuş oluyor.

sherlock-holmes-kadikoy-tiyatro

Sir Arthur Conan Doyle’un yazdığı ve polisiye romanların babası sayılan Sherlock Holmes’da algının farklı noktalarına tanık oluyoruz. Dr. Watson’ın en güvenilen yer aslında ne kadar güvenlidir diyerek güven meselesine farklı bir açıdan bakmamıza yardımcı olan nutku ile bizleri düşünmeye de sevk ediyor.

Tiyatroyu yapısal açıdan incelediğimizde modernist değil de geleneksel bir tiyatro oyunu ile karşılaşıyoruz. Sahneler arasında kararmalar, ölüm ve diğer görüntüsü kötü olabilecek durumların görsellik ile anlatılması, bunun haricinde ses efektlerinin hikayenin güçlendirilmesi için kullanılması ve son olarak Shakespeare’e yapılan ithaf. Intertextuallity. Güzel bir geleneksek tiyatro özelliği. (mainstream theatre)

Sherlock Holmes karakteri ile karşımıza çıkan Burak Karaman da zannediyorum o dedektif ukalalığı için doğmuş. 🙂 Karakter ile oyuncunun uyumundan güzel bir oyun çıkmış ortaya. Gözlerini kapaması, ani hareketleri, düşünmek için baykuşa bağlaması gibi nev-i şahsına münhasır hareketlerde bulunuyor.

Müşfik Kenter Sahnesi olarak adlandırılan sahnede böyle güzel bir oyun izlediğimiz için tüm oyunculara teşekkür ediyorum. Tiyatroya dair belki de tek eksik nokta koltuklar arasındaki mesafe. Ön koltuk ile oturduğunuz koltuk arasında benim gibi pigmeler sığabilse de uzun abiler ablalar sığamıyor.

 

Tiyatro Akla Kara – Sherlock Holmes – Trailer

Bir Zamanlar Anadolu’da

19 Cumartesi Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 5 Yorum

Etiketler

ahmet mümtaz taylan, arap, bir zamanlar anadoluda, doktor cemal, elma imgesi, kenan, komiser naci, nuri bilge ceylan, once upon a time in anatolia, savcı nusret, yılmaz erdoğan


bir_zamanlar_anadoluda_once_upon_a_time_in_anatolia

Nuri Bilge Ceylan’ın demir leblebilerinden bir tanesi Bir Zamanlar Anadolu’da. Daha önce Üç Maymun’u izlemiş olmak Ceylan’ın tarzına ışık tutuyor olsa da Bir Zamanlar Anadolu’da Ceylan’ın kendi tarzının daha dışında kalmış bir film.

Peki, nedir Bir Zamanlar Anadolu filmini yutulması zor bir lokma haline getiren? İlk olarak Hollywood sinemasından uzak olması diyebiliriz. İlk kareden itibaren bir mesaj vermeye çalışan ve aksiyonlar ile tüm ekranı dolduran filmler yerine Nuri Bilge Ceylan her zamanki gibi sakinliği ve sadeliği tercih ediyor. Filmin ilk sahnesinde kameranın karakterlerin olduğu alana girmemesi seyirciye hikâyenin doğrudan içine giremeyeceğimizi anlatıyor. Bunu destekler şekilde cesedi arama sahnelerinden kameranın uzaktan çekimi ile izleyenleri sadece seyirci haline getiriyor. Komiser Naci ya da tutuklu Kenan herhangi bir kanıt ortaya çıkarmadan gerçekleşen cinayete yaklaşamayacağımızı biliyoruz. Aynı zamanda Anadolu’da geçiyor olması nedeni ile alışageldiğimiz bir Anadolu soğukluğu mevcut. Nuri Bilge bizi izleyici olarak bıraktığı noktada aslında Anadolu topraklarında heyecan ile gezmemizi de engellemiş oluyor. O toprakların kendi kuralları olduğunu görüyoruz.

Sahnelerin ilerlemesi ile birlikte doğanın üstünlüğünü daha da iyi anlıyoruz. İnsanın küçücük kaldığı, uzaktan bakıldığında neredeyse bir hiç olduğu kocaman tarlaları ve yolları görüyoruz. Tüm bu alana yayılmış bir şekilde huzur içinde varlığını sürdüren ancak varlığından da daima haberdar eden bir doğa var. Çakan şimşekler ile birlikte kayalara kazılı şekillerini göstermekten çekinmeyen, esen ve yağmurla bir araya gelen, insanı içine aldığında kendi doğasına uyduran bir doğa. Medeniyetten uzaklaştıkça daha da çok ortaya çıkan ve daha mistik bir hal alan. Bu doğada hayatta kalabilecek olan kişiler de yine doğanın insanları oluyor. Şehirli olarak adlandırabileceğimiz Doktor Cemal şimşeğin gürültüsünden ve kayalarda oluşan şekillerden korkarken araştırma yaptıkları tarlanın birisinde elma ağacına denk gelen Arap hemen dalları silkeleyerek elmalardan topluyor. Yine aynı şekilde ölünün bulunduğu tarladan da kavun toplamayı ihmal etmiyor. Hangi koşulda olursa olsun Arap doğa ile büyüdüğü için onun dilinden anlıyor.

Doktor Cemal ile Arap’ın Anadolu toprakları hakkında konuştukları bölüm de doğanın ve ölümün ne demek olduğunu bize açıkça veriyor. Arap yalnız kalmak istediğinde silahı ile doğanın tam göbeğine gittiğini söylüyor. Doktor silahı olup olmadığını sorduğunda ise “Buralarda silahı olmayan mı var doktor, iyisi var, kötüsü var…” şeklinde cevap veriyor. Arap’ın bu cevabı onun doğaya kaçışının en büyük nedeni. Anadolu topraklarında medeniyetin getirdiği karmaşaya yer olmadığını kavrıyoruz. Her şey olması gerektiği renkte. Ancak insan doğasındaki “id” aynı şekilde öldürmeyi de emrediyor. Yeri geldiğinde öldürmeyi de bileceksin diyen Arap yaşama isteğinin ağırlığını gözler önüne seriyor. Bu sahnede kamera önce iki karakterden uzaklaşıyor ve ardından yüzlerine doğru yakın çekim yapıyor. Konuşma devam ederken ne Arap’ın ne de Cemal’in dudaklarının hareket etmediğini görüyoruz. Ceylan o anda bizi bir ikileme sürüklüyor. Acaba gerçekten konuştular mı? Konuşmadılar mı? Daha sonraki konuşmalardan ağızları hareket etmese de konuşmuş olduklarını anlıyoruz. Yavaş giden film akışında Nuri Bilge Ceylan takip mekanizmamızı yoklamış oluyor. Aynı zamanda bu sahne Anadolu’da ölüme bakış açısına ışık tutmuş oluyor. En az yaşadıkları yer kadar normal bir ölüm ve önemli. Belki de Anadolu’da ölmek bir “gelenek”.

Filmi izlemeye devam ederken cesedi bulup bulamayacakları konusunda şüpheye düşüyoruz. Kenan’ın sakinliği ve hatırlamama ısrarı bizim şevkimizi kırıyor. Bildiğimiz kahraman hikâyelerinden farklı olduğu için Ceylan tahmin etme amacımızı da kırmış oluyor bu noktada. En başından beri yalnız bir ipucunun peşinden koştuğumuz için fazlasını tahmin etmekte zorlanıyoruz. Geçilen her tarla ile

birlikte bulabilecekleri umudunu yitirmiş oluyoruz. Bu arayış sürecinde farklı arayışları da kapı açmış oluyoruz. Savcı Nusret uyanmak istemediği bir gerçeğe uyanıyor. Doktor Cemal de bulunduğu yere aidiyetini bir kez daha sorgulama şansı buluyor. “Bir arkadaşım” olarak bahsettiği hikâyeden kendi karısı olduğunu anladığımız Savcı Nusret iki adet ölü hikâyesini keşfetmiş oluyor bu süreçte. Karısının intiharının soğukluğu ve peşine düştükleri cinayetin sıcaklığı tek bir noktada kesişiyor. Bu yolculuk Nusret için gerçeğe giden bir yol haline geliyor. Aslında Nusret’in savcı olduğunu hatırlayarak gerçeği bildiğini ancak inanmak istemediğini anlayabiliyoruz. Onun tek sığınağı olan doktorun kendisini telkin etme fikri onu bu pasif sorguya itiyor. Yine de doktorun bir bilim insanı olduğunu unutuyor.

bir-zamanlar-anadoluda-nuri-bilge-ceylan-izle

Doktor Cemal’in yaşadığı değişim ise ölü vücut üzerinde gerçekleşiyor. Otopsi sırasında ölünün canlı bir şekilde gömüldüğü ortaya çıktığında kararı aksi yönünde veriyor. Çocuğun gerçek babasının yani Kenan’ın daha ağır bir cezaya çarptırılmaması için bu kararı dile getiriyor ve belki de haklı buluyor Kenan’ı. Fotoğraflarını gördüğümüz ve aynada da kendisi ile yüz yüze kalan Cemal için Anadolu’nun kurallarını anlamak bu noktada başlıyor.

Gözlerimizi Komiser Naci’ye çevirdiğimizde ise tam anlamıyla bir Anadolu insanı görmüş oluyoruz. Çabuk sinirlenebilen ama aynı zamanda yufka yürekli… Ölünün vücuduna saygı duyulması gerektiğini söyleyebilecek ve ölüye bunun için daha da üzülebilecek bir karakter. Karısı aradığında sesini alçaltarak konuşsa ve karşılık veremese de sinirlendiğinde Kenan’ı pataklayabilecek yapıda. Tanıdığımız bildiğimiz Türk insanı tiplemesini görmüş oluyoruz Naci’de ancak onu diğerlerinden farklı kılan bir nokta var. Samimiyeti. Duygularını açık etmekten korkmuyor o yüzden. Gizlediği ya da sakladığı bir şeyler yok. Cemal’in hayatına dair fikir yürütmekte zorlansak da Naci bizim için anlaşılır ve kolay bir karakter.

Kadının filmdeki yerinden bahsettiğimizde ise Anadolu’daki yerini görürüz. Kadın daima geri planda kalır, misafirlere hizmet ederler. Muhtarın kızının yalnızca bir hayalet gibi görünüp yok olması, muhtarın karısının hiç görünmemesi, Yaşar’ın konuşma konusunda geri planda kalan karısı gibi. Toplum içinde yalnızca araçtırlar, bu yüzden de pasif bir hayat yaşarlar. Kadınlar bulunmayı beklerken erkekler ararlar. Cesedi ararlar, savcı gibi başka bir kadın ararlar ve doktor gibi başka şehirlerde yalnızlığı ararlar. Ancak bu arayışta kadının yeri neredeyse yoktur. Evindedir, beklemededir, çocuğu ile ilgilenmektedir. Köy kahvesinde oturan adam imgesi ile evde sobanın başındaki kadın simgesi gelir bu anda aklımıza. Anadolu’nun en gerçek sahnelerinden bir tanesidir.

Bahsetmemiz gereken ve filmin neredeyse temeline oturan sembollerden bir tanesi Arap’ın ağacı silkmesi ile düşen ve su yatağında hareket eden elmadır. Elma bir süre yuvarlanmaya devam eder, bu sürede Komiser Naci ile Savcı’nın konuşmaları sürmektedir. Soruşturmanın ilerleyeceğini ve son bulacağını bu elma sayesinde ön görmüş oluruz.

Son olarak Nuri Bilge Ceylan nasıl ki bizi filmin başında kapının dışında bırakıyor, filmin sonunda da aynı şekilde kalıyoruz. Hikâyenin ayrıntıları elimize geçmiş olmuyor, kadın ile adamın arasındaki ilişkiye dair net bilgiler edinemiyoruz ya da Kenan’a neler olacağına. Sadece uzak bir görüntü ile biz de uzaklaşıp gidiyoruz Anadolu’dan.

Belki de Anadolu’nun en büyük özelliği budur; sırları tutmak…

(Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Film Eleştirisi Dersi Final Ödevi)

Bir Zamanlar Anadolu’da – Once Upon A Time In Anatolia – 2011 – Trailer

Do The Right Thing

16 Çarşamba Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

breaking the forth wall, brecht, brecht tiyatrosu, brooklyn, buggin out, bugging out, defamiliarization, do the right thing, etnisite, fight the power, gustavo fring, kernell, love daddy, love fm, mayor, mookie, radio raheem, rita, samuel jackson, samuel l jackson, spike lee, taxi driver, thelma and louise


do the right thing

Geldik Kültür İncelemeleri dersine. Okul hayatımın blog üzerindeki etkisini asla yadsıyamam. En basitinden bir hafta içinde 4 film izlemiş olarak girmemize yardımcı oluyor sınavda. Kültür dersinde işlenilen 3 film var söz konusu. Taxi Driver, Do the Right Thing ve son olarak Thelma and Louise. Bu üç filmi incelememizi istediği konu tabii ki de doğa ve kültür çerçevesi etrafındaydı. Biz de üç filmi nasıl ortak paydada buluştururuz diye düşünüp bir türlü gerçekleştiremedik. Sınav sorusunu görünce rahatlamıştık fakat. Taxi Driver’da “setting”in önemi nedir? Bir başka yazıda bu konuya ayrıntılı değineceğim ancak şimdilik üç film arasında. En yüksek seviyede beğenmiş olduğum Do the Right Thing’i yazmak istiyorum Spike Lee’nin.

Do the Right Thing Brooklyn’de bir zenci mahallesinde geçiyor. Mahallede birbirinden farklı etnik yapıda insanlar var. Öncelikli rolü olan İtalyanlar (Sal, Pino, Vito) alıyor. Koreliler, Porto Rikolular ve birkaç millet daha var içlerinde. Zenciler ile normal bir hayat geçiriyorlar. Mookie arkadaşımız ki kendisini garip bir şekilde çırpı bacak Spike Lee canlandırıyor, Sal’in mekanında yani pizzacısında çalışan bir zenci. Tüm hikayenin orta yerinde yer alıyor. Ardından müziği duymaktan usanacağımız Radio Raheem ve Buggin Out. Bu üç tipin yatacacak yeri yok. Hikaye ise havanın kaynar derecede olduğu bür gün başlıyor ve o gün bitiyor. Unutmamakta fayda var, Samuel Jackson da Dj olarak karşımıza çıkıyor: Love Daddy. Love Fm’in değişmez adamı. Hikayeyi daha fazla anlatmak yerine semboller ve temalar üzerinden gitmeyi yeğliyorum.

Do-The-Right-Thing-samuel-l-jackson-izle

İlk karşımıza çıkan konu film boyunca dikkatimize çarpan zıtlıklar. Bir mahallede var olan beyaz ve siyah ırkı görüyoruz. Bu iki zıt milletin de yaşayız tarzı bu bağlamda farklı oluyor. Sal bir beyaz İtalyan olarak kapital tarafta. Aynı şekilde Korelilerin de bu tarafta kaldığını görüyoruz ancak yaşlılar heyetinin de farkına vardığı gibi hiçbir zenci satış işi ile ilgilenmiyor. Onlar sürekli satın alma derdindeler. Tüm film boyunca bir satın alma eğilimde daha doğrusu tüketme eğiliminde olduklarını görüyoruz. Aynı zamanda beyazlar çalışıyorken işe yarar bir iş yapan tek zencinin Mookie olduğunu görüyoruz. Zencilerin tek yaptığı iş gösterişli kıyafetleri ile sadece var olmak. Bir diğer zıtlık Radio Raheem’inelindeki “love” ve “hate” yüzükleri. Bu yüzükler tüm film boyunca karşımıza çıkabilecek en sembolik nesneler. Aynı boyda ve ağırlıkta olan bu iki yüzük anlamları doğrultusunda farklı ellerde bulunuyor. Abil’i öldüren Kabil’in kardeşini öldürdüğü eli olan sol elinde hate, sevmenin ve vermenin eli olan sağda ise love bulunuyor. Bu ikisini bir araya getiren adamın Radio olması garip yine de. Aynı şekilde Sal’in oğullarında da bir zıtlık söz konusu. Sarı saçlı olab Vito siyah renkte tişört giyerken siyah saçlı Pino beyaz tişört giyiyor. Bundan ziyade bu ki kardeşe dair en büyük zıtlık ise zencilere karşı tutumları ve çalıştıkları yeri sahiplenme biçimleri. Son olarak karşımıza çıkan zıtlık filmin sonu da akan yazı ile Martin Luther King ve Malcolm X’in kendi davalarında nasıl devam etmeleri konusunda verdikleri demeç. Martin abimiz adam gibi barıştan ve defanstan bahsederken Malcolm hızını alamayıp eğer sizin başınıza birileri iş açıyorsa o kişiler ile savaşmalısınız diyor.

Zıtlıkların yanında paralellikler de söz konusu. Filmde sıcaklık arttıkça ortaya çıkan şiddet de artıyor. İnsanlar bir o kadar saldırganlaşıyor ve gerginleşiyor. Aynı şekilde artan sıcaklık ile yangın ve söndürme arasında da paralellik var. Ne kadar çok ateş o kadar çok su demek oluyor. Sal’e duyulan öfke artıkça dükkana verilen zarar da artıyor ve son olarak Radio Raheem’in sidik yarışında sesler devamlı yükseliyor.

Filmi izlediğinizde hissettiğiniz garip bir duygu var ayrıca. Sanki film size bir mesaj vermeye çalışıyormuş ama siz bulmalıymışsınız gibi. Biz bu noktaya Brecht’in tiyatro geleneği dedik. Spike Lee’nin Brecht tiyatrosunu filminde kullanması beni mest eden nokta oldu. İlk olarak geleneksel tiyatroda görmediğimiz ancak Brecht ile birlikte gelen anlatıcının sahne ortasında görülmesinden bahsedeceğim. Bildiğiniz üzere modern tiyatroya kadar sahnede bir anlatıcı yer almaz. Bunun yerine sesini duyarız. Yani anlatılan hikaye ya da verilmek istenen mesaj daima arkadan, görmediğimiz kişilerce verilir ancak Brecht tiyatrosunda anlatıcı sahnenin tam ortasında yer alır. Brecht’in yaratmak istediği yabancılaştırma “defamiliarization” bu noktada ilk kez gerçekleşmiş olur. Filmde bu örneğimiz Love Daddy’e denk düşer. Mahallenin ortasında durur ve herkesin ne yaptığını bilir, hikayeler anlatır. Bir diğer Brecht etkisi de sahnede seyirci ile konuşmak olarak tezahür eden ve insanlara “o neydi lan” tepkisi verdirten “breaking the forth wall”dur. Bu sayede seyirci izlediğinin bir tiyatro eseri olduğunu unutmaz kendisini oyuna vererek ağlayıp sızlanmaz. Filmde oyuncuların kameraya bakarak milliyetlere sayıp döktükleri sahneler ve aynı zamanda Raheem’in aşk ve nefreti anlattığı sahne bu teknik ile eş düşer.

Bahsetmemiz gereken bir diğer mesele filmdeki herkesin bir tip olmasıdır. Bireysel olarak bir değişim geçirmezler. Nasıl başladılarsa o şekilde sonlanır onların hikayesi. Bugging Out olarak gördüğümüz ve Breaking Bad’ten Gustavo Fring olarak tanıdığımız abimiz, Sal, Rita ve diğerleri… Hepsi birer tiptir.

Filmde kadının rolü yok denecek kadar azdır çünkü kadınlar o dönemde söz hakkına sahip değildir. Bağırabilirler ama dinlenmezler. Filmin başında Rita’yı Fight the Power şarkısı ile dans ederken ve boks yaparkan görürüz ancak Rita’nın karşısında kimse yoktur. Kadınlar güce karşı savaşabilecek nitelikte değillerdir. Ya hiç olacaklardır ya da bilmedikleri, anlamadıkları bir gruba dahil olup var olmaya çalışacaklardır.

Gelelim filme adını veren Do the Right Thing meselesine. Bu cümle filmin tek bir yerinde geçer, o da Mayor’ın Mookie’ye söylediği andır. Tüm zenciler arasında gerçekte bir misyonu olan tek kişi Mayor’dır. Mookie’e bunun neden söylediğini ilk başta anlamayız ancak en sonunda yapılan güzel bir çıkarım ile bu desteklenebilir. (Benim çıkarımım olmamakla birlikte) Mookie doğru şeyi yapmaya filmin en sonunda karar verir. Sal’e saldırmak isteyen kızgın grubu çöp tenekesini dükkana atarak dükkana yönlendirir bu sayede üç kişinin hayatını kurtarmış olur. Ben filmi izlediğimde hiç böyle düşünmemiştim ama eğer do the right thing diye bir şey varsa ve bu Mookie’e söyleniyorsa yapılabilecek en doğru açıklama bu olur. Bunun dışında filmde gözümüze çarpan bireysellik diye bir konu vardır. Her tip kendi bireysel istekleri üzerinden hareket eder. Radio’nun son ses müzik dinlemek için diretmesi, Bugging Out’un duvarda görmek istediği zenci ünlüler ve diğer tüm konular bireyseldir bu yüzden topluö tarafından kabul görmezler. Bugging boykot yapmak istediğinde halkın yanında olmamak istemesi de buna denk düşer. Çünkü mantıklı ve gerçekçi bir gerekçi değildir sadece bireysel bir istektir. Kernell (bir dost), bunun üzerine şu yorumu yapar: zenciler bu şekilde bireysel istekler ile hareket edip bir olmazlarsa istediklerini başrmalrı çok zordur. Bu bence her topluma uygulanabilir tabii ki de.

Do the Right Thing oldukça eğlenceli ve renkli bir filmdi. Yine de insan mustehak bu zencilere demekten kendisini alamıyor film boyunca. Unutmadan belirtmekte yarar var, Spike Lee bu filmi bir sınıf ayrımını anlatmak için çekmediğini belirtiyor. Ancak biz farkı yaratanın sınıf değil etnisite olduğunu görüyoruz.

Do The Right Thing Trailer

The Color Purple

14 Pazartesi Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

afro amerikan, alice walker, celie, color purple, Danny Glover, kadın dayanışması, Margaret Avery, mor tarla, nettie, nora hurston, Oprah Winfrey, shug, Steven Spielberg, tanrı figürü, tanrı imajı, the color purple, their eyes, Whoopi Goldberg


the color purple alice walker

Their Eyes Were Watching God ile The Color Purple’ı tek derste işleme şerefine nail olmuş az öğrencilerdeniz. Derse gitmediğim için doğrudan hocanın anlatımını bilmesem de filmi izleyip biraz araştırmasına daldığımda Alice Walker’ın yıllar önce Nora Hurston’ın yaktığı ateşi devam ettirdiğini görüyoruz.

Genel olarak hikayeden kısaca bahsedersek, Celie ve Nettie zalim bir üvey babanın egemenliği altındadır. Üvey baba Celie’ye tecavüz etmekte ve doğan çocukları ona buna satarak para kazanmaktadır. Celie yaşadığı hiçbir şeyi anlamaz, neden bunların başına geldiğini bir türlü çözemez ve tanrıya mektuplar yazmaya başlar. Bir süre sonra köle / eş olarak Mr. Johnson’a verilir. Burada 4 çocuk ile baş etmek zorunda kalan Celie, Nettie’den ayrılmak zorunda kalır. Her türlü aşağılamaya maruz kalan Celie için her şey kocasının metresi olan Shug geldiğinde değişir. Shug ona kadınlığını gösterir, olması gerektiği kişi olabilmesine adına yoluna ışık tutar. Bir mentordür Celie için. Yıllar sonra Celie özgür bir kadın olduğunda kendi ayakları üzerinde durur ve yaşamın tadını çıkarır.

Celie’nin hüzün dolu, gariplik dolu hikayesini anlatan kitaptan çıkarabileceğimiz notlar sırası ile şöyledir:

Alice Walker karakterlere dair özel bir bilgi vermez. Biz ilk olarak Celie’nin tanrıya yazdığı mektuplar ile başlarız her şeyi yaşamaya. Kitap mektuplardan oluşmuş durumdadır. Bu yüzden zaman geçişlerini algılayabilmemiz için hem biraz geçmişe hakim olmamız gerekir hem de dikkatle takip etmemiz gerekir. The Color Purple bu yüzden diğer romanlardan daha zor bir romandır.

Celie’nin yazdığı mektuplarda bir dil sorunu ile karşı karşıya kalırız. Standart İngilizce ile yazmaz Celie. Nasıl konuşuyorsa, kelimeleri nasıl telaffuz ediyorsa işte tam o şekilde anlatır her şeyi. Bu yüzden onu dinlerken yerel şiveye, Afro-Amerikanların halk ağzına yaklaşmış oluruz.

The Color Purple aslında herkesin değişim geçirdiği bir romandır. En başında Celie bu değişimin en büyük göstergesidir. Babası tarafından iki kere hamile bırakılan ve bir adama karı olarak satılan Celie’nin kitabın sonuna doğru bıçağı köle olarak gittiği kocasına dayaması, cinselliği keşfetmesi ve diğer tüm etkenler onun olgun ve özgür bir kadına dönüştüğünün göstergesidir.

Kitabın başlığına dair söylememiz gereken en önemli nokta ise Celie ile Shug mor çiçeklerle dolu bir tarlada gezerken Celie’nin tanrı algılayışını değiştirecek olan sözlerin Shug tarafından söylenmesidir. Shug Celie’den etrafına bakmasını ve tüm güzelliklerini iyice görmesini ister. Bu şekilde hayatı anlayabilecektir. Celie’nin düşündüğü tanrı imajına karşılık güzellikler yaratan ve bu güzellikleri görmeyenlere küsen bir tanrı imajı oluşturur Shug.

Celie, tanrıya yakarmayan ancak yaşadıklarını anlatan bir karakterdir. Çevresinde yaşadıklarını anlatacak hiç kimse yoktur çünkü kardeşi çok küçüktür ayrıca babası ona sadece bunları tanrıya anlatabileceğini söylemiştir. Kendi cümlelerini kurup doğru şekilde anlatabilmek de oldukça zordur Celie için çünkü tam bir okur yazar değildir. Köle olarak yaşamak zorunda olduğuna inandırılmaya çalışılmaktadır. Ancak Celie tüm bu ataerkil enstitülere baş kaldırır ve özgürlüğünü eline alır.

color-purple-izle

Shug, roman boyunca oynak bir karakter gibi görünse de Celie’nin özgürlüğüne önayak olan en büyük kişidir. Celie Shug sayesinde kendi seksüelliğini, hayatını keşfeder. Kendi sesine sahip olmuş olur. Bağımsız ve eğlenceli bir kadındır Shug. Bir kadının ne istediğini anlayabilir ve ona sahip çıkabilir.

Roman boyunca özellikle vurgulanan temalardan bir tanesi anlatı ve sesin gücüdür. Bu bahsi geçen ses Celie’nin sahip olacağı, konuşma kendini ifade etme ve varlığını kabullenme, varlığını başkalara da kabul ettirme içgüdüsüdür. Normalde kendisine hiç değer vermeyen hatta adının üzerini karalayan Celie kendi sesine sahip olduktan sonra tanrıya yazdığı mektuplarda daha da açık yürekli olabilir.

Kadın ilişkileri bir diğer önemli temadır. Walker, kadınların güçlerini birleştirerek yapabileceklerini vurgulamak istemiştir. Shug’ın Celie’ye kadınlığı ve hayatı öğretmesi, aynı şekilde Sofia’nın Celie’ye bu hayatta daha sağlam durabilmesi için önerilerde bulunması, Squek’in beklenmeyen anda gelen yardımı. Tüm kadınların en sonunda erkeklere karşı “hop bakalım!” demesi. Bu durumların hepsi kadın dayanışmasının önemine vurgu yapar.

The Color Purple çıkarılacak pek çok sembol, motif ve tema ile karşımıza çıkıyor. Alice Walker’a bu kitaptan dolayı teşekkür ediyoruz. Aynı zamanda filmi izlemenizi tavsiye ediyorum, birebir kitap ile paralel gidiyor.

The Color Purple Trailer

Sevgiyi Tanrı Yapanlar

12 Cumartesi Oca 2013

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

abelard, çöl, çölde çay, güneş, heloise, mitoloji, pagan tanrıları, paganizm, panteizm, paris, sevgi, tanrı


paganlar-tanri-sevgi-paganizm-panteizm

” Tanrım! Nasıl da gıpta ediyorum, sevgisi bizim gibi olmayanların mutluluğuna.”

Abelard böyle yazıyordu Heloise’e bir mektubunda. On ikinci yüzyılda yaşamış bir filozoftu Petrus Abaelardus ama asırlar sonrasına fikirleri değil, öğrencisi Heloise’la yaşadığı aşk ve o aşkın mektupları kalmıştı.

Büyük aşkları “büyük” yapan neydi… İnsanları “sevgileri kendilerininki gibi olmayanlara” gıpta ettiren şey olabilir miydi? Yani imkânsızlık…

Öyle bir imkânsızlık ki “yeni doğmuş bir kuzuyu, aç bir kurda teslim etmek”le başlayan sıradan bir “hikâyenin” Fransa tarihinin belki de en trajik aşkına dönüşmesine neden olacaktı.

İmkânsızlık aşkı büyüttüğü kadar acısını da derinleştiriyordu.

Bretanya’da 1709 yılında bir şövalyenin oğlu olarak doğan Abelard, felsefe öğrendi, eğitimini sürdürmek için gittiği Paris’te ilahiyat dersleri aldı.

Dönemin kabul gören düşüncelerini, Hıristiyan ahlakını sivri diliyle eleştirdi. Parlak zekâsı ve yenilikçi fikirleriyle, felsefe öğretmenleriyle çatışmaya girdi ve kendi methoduyla ders vermeye başladı. Güçlü hitabetiyle kısa sürede büyük ün kazandı ve gittiği her yerde öğrencilerin çevresini sardığı bir hoca oldu. Paris’teki Notre-Dame Okulu’na atandığında artık otuz altı yaşında, başarısı herkes tarafından kabul edilmiş biriydi.

O sıralar Notre-Dame Katedrali’nin rahiplerinden olan Fulbert, Abelard’a yeğeni Heloise’e özel ders vermesini teklif etti. Heloise öksüzdü ve dayısının koruması altındaydı. Fulbert, bu çok zeki ve çok güzel kızla övünüyordu. Aralarındaki pazarlığa göre bu derslerin karşılığında Abelard onların evinde oturabilecekti.

Böylelikle, eğer o beklenmedik feci olayla neticelenmese gayet klasik bir aşk öyküsü olarak kalacak, bugün hiç kimsenin bilmediği ve hiç hatırlanmayacak bir sevdanın tarihteki özel yerini alması için de ilk adım atılmış oluyordu. Abelard öyle yazmıştı: “Yeni doğmuş bir kuzuyu, aç bir kurda teslim etmek”ti bu. O, öyle görüyordu.

“Kuzu” dayanılmaz güzellikteydi ona göre. Ne dinsel yeminler ne ahlaki kurallar kâr edecek, Abelard, on beş yaşındaki Heloise’i baştan çıkaracaktı.

Bu öykünün klasik tarafıydı. Öğretmenin ve öğrencisinin aşkıydı. Mutlu sonla bitse hiç şüphesiz sıradanlaşacak, sadece onu yaşayanların yaşadıkları müddetçe hatırlayacakları güzel bir anı olarak kalacaktı. Gerçi Heloise’e çılgınca tutulan Abelard aşkının şiddetiyle tutkulu şiirler yazmaya başlamış, felsefe çalışmalarını boşlayıp bir şair olup çıkmıştı. Hatta onlardan yedi yüzyıl sonra yaşayan Fransızların büyük ozanı Lamartine, “Heloise’e ve Abelard’ın öyküsünün anlatılamayacağını, ancak şarkısının söylenebileceğini” dile getirecekti. Abelard’ın Heloise için yazdığı şarkılar Paris sokaklarını inletmişti zaten, onlar bir yandan büyük aşklarını doludizgin yaşarlarken.

Bu aşkı karasevdaya döndürmeye ise Fulbert sebep olacaktı. Aralarındaki ilişkiyi fark eden, bir rivayete göre “yatakta yakalayan” bir diğerine göre Heloise 1118’de bir erkek çocuk dünyaya getirince durumdan haberdar olan Heloise’in “dayısı” müthiş öfkelenecekti. İki aşığı birbirinden ayırdı.

“Efendim “ diyordun bana.

Kafanın içini işe yaramaz laflarla,

Lüzumsuz sayılarla doldurduğum

O saatleri hatırlıyor musun?

Ne söylediklerimi dinledin

Ne ben hissettiklerimi söyledim.

Nasıl öğrettin öğretmenine gözlerinle dersini,

Nasıl da hızlı öğrendi öğrencin, dudaklarına birleşmeyi.

Sen saflığınla, bense özgürlüğümle,

Ödedik işte o derslerin bedelini,

Benden intikam alınca dayın.

Ha… Dayın diyorsam da gerçekten dayın mı bilmem.

Ama bana öyle geliyor ki, kıskançlığı kan bağından değildi.

Elde etmek istiyordu seni”

Hakikaten de kimilerine göre Heloise’i yetiştiren Fulbert aslında onun dayısı değildi, kimilerine göreyse, dayısı olsa bile Helios’de gözü vardı. Esas neden hangisi de olsa ok yaydan çıkmıştı bir kere…

Abelard, Fulbert’i yatıştırmak için, gizli tutulmak kaydıyla, Heloise’le evleneceğini söyledi. O tarihte felsefe hocalarının evlenmesi imkânsız değilse de sıra dışı bir durumdu. Ama Heloise katiyen yanaşmıyordu buna, var gücüyle karşı koyuyordu. Sevdiği adamın omuzlarına evlilik yükünü bindirmemek ve onu çalışmalarından uzaklaştırmamak için kendisi aşkı uğruna fedakârlık yapmayı, toplumun gözünde küçük düşmeyi, yapayalnız bırakılmayı göze alıyordu. Belki de gerçekten çok derin ve ağır bir aşkla seven bütün kadınlar gibi, sevdiği erkekle evlenmeyi istemiyordu. Her daim sevgili kalmak en büyük rütbeydi.

“Metresin olmak daha çekiciydi.

Çünkü özgürlüktü.

Evlilik bağları ticari bir anlaşma gibi,

Gereksiz yere bağlıyor insanları.

“Kan” lafından nefret ediyordum,

Metresin olarak pekala da yaşar giderdim.

Köpeğe tasma takmasan da sadakati bağlar onu sana.

Bilirsin ki isteyerek kalmaktadır yanında.”

Anlaşılan o ki evliliği “zül” kabul edecek derecede çok sevmişti Abelard’ı. O, ilahi aşkına resmi sıfatlarla gölge düşürülmesini kabullenemiyordu; ne var ki Abelard’ın ısrarları karşısında çaresiz kaldı ve evlendiler.

Abelard hocalık yapmayı sürdürürken, Heloise de bir türlü öfkesini yenemeyip olan biteni herkese anlatmaya devam eden dayısının evinde kalıyordu. Karısını bu sıkıntıdan kurtarmak isteyen Abelard, onu Paris dışındaki, Arqenteull Manastırı’na götürdü. Fulbert, Abelard’ın, yeğeninin sorumluluğundan kaçtığını düşünerek iyice kinlendi ve öcünü almak için kiraladığı adamları üzerine saldırtıp onu hadım ettirdi.

Abelard, utanç içinde, yine Paris yakınlarında bulunan Saint Denis Manastırı’na sığındı. Burada inzivaya çekilerek keşiş olan Abelard, Heloise’i de Argentulil Manastırı’nda rahibe olarak kalmaya zorladı.

Heloise’in örtünmesini istemesinin nedenlerini “ ‘Aşk mülkiyetçi olmamalı diyordum’ çünkü aşkın mülkiyetini kullanıyordum. İnsan aşkı hep mülkiyetçidir. Ne yazık ki apaçık görüyorum şimdi. Belki Tanrı’nınki de böyledir. Tarih beni bir şair, bir filozof olarak değil, bir sevgili, senin sevgilin olarak hatırlayacak. Ve ben sevmeyi bilmiyorum” diye itiraf ediyordu Abelard, İngiliz yazar Ronald Duncan’ın artık biri keşiş diğeri rahibe olan iki sevgilinin yaşam öykülerinden ve birbirlerine yazdığı mektuplardan yola çıkarak oyunlaştırdığı şiir-oyun metninde.

“- Bir zamanlar… Nasıl iç burkuyor bu sözler…-

Bir zamanlar, gövdesini gövdeme kattığım birine,

Rol mü yapayım, ketum mu davranayım?

Gecenin doruklarında dörtnala koşturmuştuk bedenlerimizi,

Daha da doruklara çıkmıştık doğan güneşlerle.

Biliyorum böyle yazmasa gerek benim gibi bir rahibe.

Özür diliyorum, ama yazan rahibe değil.

Örtüldük tepeden tırnağa ama kadınız biz.

Bu örtünün altındaki de Heloise, her dişiden daha fazla dişi.

Ve aşk… Ona bir Abelard öğretisi.”

“Ben sevmeyi bilmiyorum” demekte büyük ihtimalle haklı olabilirdi, tarihe geçen aşkın kahramanı Abelard. Hadım edilmese Heloise’e hep aynı tutkuyla bağlı kalmayabileceğini tahmin ediyordu. Bir erkek için sonsuza değin sürebilecek bir aşkın sadece yenisinin yaşanması imkânsız olduğunda mümkün olabileceğini anlamıştı. Yeniden cinsel bir aşkı tatma şansı yoktu onun. Hâlbuki Heloise, hissettiği öylesine büyük bir aşkın sonrasında gerçek bir rahibe olmadan da yıllarca rahibe gibi yaşayabilirdi; sevdiği erkeğe değil kendi duygularına ihanet etmemek için. Heloise üstün bir zekâya sahipti ve bu yüzden duyarlılığı zekâsı kadar keskindi.

“Ben böyle seviyorum işte: Zarafetini, gaddarlığını, inceliğini, kabalığını, olduğun şairi, olmadığın erkeği seviyorum. Hem gövdeni hem aklını seviyorum” diyordu Heloise. Bir daha asla ”erkek” olamayacak erkeği seviyordu o. Belki de hiçbir erkeğin beceremeyeceği bir sevgiyle. “Tanrı böyle sevemiyorsa” o da “sevgisini Tanrı yapıyordu”.

“Elin… Elin değmiş bu mektuba.

Teşekkür ederim; bana yazmışsın ama…

Elbette tanıdım yazını; değişmemiş hiç.

Değişen bir şey olmadı zaten, acı bile aynı acı.

Bana gönderilmemiş ama, mektubu ben okudum

Utanmadım, kimseye de ihanet etmedim.

Suskun geçen bunca yıldan sonra, hesap verecek değildim.

Şimdi de vermeyeceğim.”

Heloise böyle yazıyordu, ayrılıklarının üzerinden yıllar geçtikten sonra Abelard’ın bir başkasına yazdığı, tesadüfen eline geçen ve birlikte geçirdikleri yaşamın öyküsünü anlatan mektubu okuduğunda.

“Bırak, sana ait her şeye, sadakatle üzüleyim.

Bahtsızlık da olsa, her şeyi bileyim.

İç çekişlerim karışırsa seninkilere,

Belki ikimizin de acısı hafifleyecektir. Ne dersin?

İçimden hiç geçmiyor ama sen istersen,

Mektubumu şöyle de bitirebilirim;

Sonsuza kadar, elveda…”

Ve soruyordu Abelard’a dine adanmış bir yaşanda mutlu olmayı nasıl öğrenebileceğini. Abelard birbirinden habersiz yaşadıkları yıllarda yeniden yazmaya ve ders vermeye başlamıştı. Ortaya, eskisinden de parlak ve büyük tartışmalar yaratan fikirler atmaya sürdürüyordu.  Paraclete (şefaatçi) adını verdiği kendi dinsel topluluğunu kurmuştu, orada hocalık yapıyordu. 1125 yılında doğum yeri olan Bretanya’da bir manastıra başrahip seçilince kurduğu tarikatı terk etti, beş yıl sonra ise Paraclete Manastırı’nı Heloise ile cemaatine bağışladı.

Dertli bir arkadaşını teselli etmek için, yıllar öncesi Heloise ile yaşadıklarını tekrar hatırlayarak bir mektup yazan Abelard, bu sıralarda kendisine komplo hazırlayan Breton keşişleri tarafından tehdit ediliyordu.

Abelard’a göre Heloise’i ayartmak onlara felaket getirmişti. Bu felaketten Tanrı bir iyilik ortaya çıkarmış ve iki sevgili de Tanrı yoluna dönmüşlerdi. Heloise’in eline bir rastlantı eseri geçen mektupta bunlar yazıyordu işte. Oysa Heloise’in acılarını “ilahi” bir merhemin sarmasıyla bile hafiflemeyecek kadar derindeydi. O yarasına şifa olarak Tanrı’dan değil Abelard’dan bekliyordu.

Bunun üzerine Abelard, Heloise’e geçmişlerini bir daha hatırlattı. Heloise kendisinden çok sevmişti. Abelard ise ona sahip olmaya çalışmıştı.

Abelard ile Heloise’in aşkı mektuplarda devam etti. Yunanca ve Latince bilen Heloise, parlak zekası ve engin bilgisiyle ünlüydü, önce Arqenteull Manastırı’nda başrahibe oldu, ileriki yaşlarında birkaç manastır kurdu.

Eşsiz bir öğretmen olan Abelard ise Paris Üniversitesi’nin kurulmasına öncü olan bilim adamları arasında yer aldı.

Abelard ve Heloise bir daha hiç bir araya gelmediler.

Görüşleri yüzünden Kilise tarafından mahkum edilen buna rağmen inancından hiç vazgeçmeyen Abelard, 1142’de altmış üç yaşındayken Papa’ya kendini bağışlatmak için Roma’ya  giderken dinlenmek için uğradığı Cluncy Manastırı’nda veda etti hayata. Heloise ise sevdiği adamdan tam yirmi iki yıl sonra ve oda altmış üç yaşındayken verdi son nefesini.

İki sevgilinin buluşmaları, öldükten sonra da çok zor oldu. Nihayet Paraclete Manastırı’nda yan yana gömüldüler. Abelard’ın arzusuydu bu. Ancak cansız bedeni kavuşmuştu yirmi iki yıl sonra gelen sevgilisine.

On dokuzuncu yüzyılda ise iki aşığın kemikleri Paris’teki Pere-Lachase Mezarlığı’nda özel yapılmış kabirlere taşındı.

Onların aşkları birbirlerine yazdıkları şiirsel mektuplarla çoktan anıtlaşmıştı.

(Alıntıdır.)

← Older posts

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...