Etiketler
happy new year, iyi seneler, mutlu senelere, yeni sene, yeni yıl
31 Pazartesi Ara 2012
Posted Güncel, gündem, medya
inEtiketler
happy new year, iyi seneler, mutlu senelere, yeni sene, yeni yıl
31 Pazartesi Ara 2012
Posted Güncel, gündem, medya
inEtiketler
WordPress.com istatistik yardımcı maymunları bu blog için bir 2012 yıllık raporu hazırladılar.
İşte bir alıntı:
2012 Cannes Film Festivaline 4.329 film gönderildi. Bu blog, 2012 içinde yaklaşık 32.000 kez görüntülenmiş. Eğer her görüntülenen bir film olsaydı, bu blog 7 Film Festivaline ev sahipliği yapardı
28 Cuma Ara 2012
Etiketler
2012'de ne oldu, 2013 dilekleri, dilek listesi, grumpy cat, hediye
Evet gençler, 2013’ten neler beklediğinizi öğrenelim bakalım. Bu sene Santa olup herkese hediye dağıtabilirim. No.
Ben şimdilik,
– Yeni bir kitaplık
– Bol bol para
– İyi geçen sınavlar
– Ağrımayan boyunlar
– Sızlamayan sırtlar istiyorum.
Ya siz ya siz? Ya siz ya siz? Mutluluktan bir habeeer ver dilek taşı.
28 Cuma Ara 2012
Posted Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
in≈ 2 Yorum
Etiketler
2012 en çok satılan kitaplar, 2012 popüler kitaplar, albert camus, amin maalouf, aylak adam, çavdar tarlasında çocuklar, bir bilim adamının romanı, Dönüşüm, düşüş, doğudan uzakta, grinin elli tonu, içimizdeki şeytan, ihsan oktay anar, kürk mantolo madonna, korkuyu beklerken, kuyucaklı yusuf, mutlu ölüm, oyunlarla yaşayanlar, saatleri ayarlama enstitüsü, semerkant, siddharta, sineklerin tanrısı, taht oyunları, tuhaf alışkanlıklar kitabı, tutunamayanlar, yabancı, yaşar kemal, yedinci gün
Kitaplar! Asla vazgeçmek istemeyeceğim yegane parçalar. Şimdiye kadar burada hem kitaplardan hem filmlerden hem de tiyatro oyunlarından bahsettim. 2012’nin sonuna gelirken benim için de bir durum raporu vermek şart oldu. 2012’de en çok hangi kitaplar satılmış, neler varmış, kim yokmuş? Bu kitaplar neden böyle tutulmuş bir göz atalım. Daha sonra 2012’nin filmleri ve tiyatro oyunlarından da bahsederiz.
Listenin birinci sırasında Amin Maalouf – Doğu’dan Uzakta var. 2012’yi verimli bir şekilde geçirdim Amin Maalouf açısından. Bir tek satın alıp da okumadığım Ölümcül Kimlikler kaldı. Onun dışında Beatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl, Tanios Kayası, Uzaktan Aşk ve Doğu’nun Limanları‘nı okuma fırsatı buldum bu sene içinde. Semerkant ve Yüzüncü Ad’ı ise çok daha önce okuyabilmiştim. Doğu’dan Uzakta’yı henüz okuma şansına nail olmadım ancak kısa sürede alıp başlayacağım kesin çünkü Amin Maalouf beni Beatrice ile kırmış olsa da kolayca vazgeçemeyeceğim bir yazar.
“Doğu’dan Uzakta, bir yüzleşmenin romanı: Gençliklerinin en güzel dönemlerini bir arada geçiren, ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra farklı yerlere dağılan ve yıllar sonra, eski arkadaşlarından birinin cenazesi için tekrar ülkelerine dönen bir grup arkadaş… Açıkça belirtilmese de Lübnan İç Savaşının getirdiği yıkımlara ve Ortadoğu coğrafyasının kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunlarına dair çok çarpıcı gözlemlere de yer veren Doğu’dan Uzakta’da Maalouf, yine en iyi bildiği şeyi yapıyor: Doğuyu anlatıyor.” demişler. Bu da zannediyorum kitabı almak için yeterli bir açıklama.
Sıkı bir İhsan Oktay Anar hayranının uzun zamandır beklediği kitaptır Yedinci Gün. Benim gerçekten büyük bir merakla beklediğim kitaptı. Hepsinden çok daha iyi olmasını hatta bilmediğim bir şekilde tamamen bana ait olmasını istemiştim ancak en büyük hayal kırıklığını yaşadığım kitap oldu. Daha önce İhsan okumasaydım belki de bu okuduğum bana büyülü, aklın ötesinde gelecekti, ancak İhsan Oktay Anar’ın Külliyatı’ndan haberdar olan birisi olarak bir Suskunlar değil demek istiyorum. Yine de bu benim şahsi görüşüm, en çok satanlar listesinde ikinci sırada olmasına göre vardır helbet bir bildikleri.
“Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da hayâllere dönüştüğü bir hikâyedir bu. Sıradan insanların sıra dışılığı, bilinen hikâyelerin düşlere dönüşümü, zaafların asîlleşmesi, erdemlerin ardındaki günâhkârlık tüm içtenliğiyle akacak zihinlere. İnsan olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak.”
Listenin üçüncü sırasında Yaşar Kemal yer alıyor. İnce Memed ile Yaşar Kemal’i tanıma fırsatı yakalamış insanların son zamanlarda Kemal’den bekledikleri önemli bir eserdi Çıplak Deniz Çıplak Ada. Sait Faik aklıma geliyor her ada denilişinde, bu yüzden kitabı daha bir bağrıma basıyorum. Şimdiye kadar burada herhangi bir Yaşar Kemal yazmamış olmanın hüznünü yaşıyorum bir yandan.
“Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Yaşar Kemalin yerlerinden edilen insanların Egede bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarının destansı öyküsü Bir Ada Hikâyesinin dördüncü ve son kitabı. Dörtlünün bu son romanında, geçmişin yaraları kapanmaya yüz tutmuş ama izleri kalmıştır… Ağaefendiyle Melek Hatun, Poyrazla Zehra, Ali Hüseyin’le Nesibe muradına erecektir; Lena Ananın hasretle yollarını beklediği kayıp oğulları da geri dönmüştür ama balıkçıların reisi Hıristonun başına beklenmedik bir olay gelir.”
Popüleritesi ile dünyayı sallayan Grinin Elli Tonu var listenin dördüncü sırasında. Kitabı okumadım ve büyük bir önyargı ile okumak da istediğimi sanmıyorum. Pegasus yayınlarından çıkan kitapların neden böylesine popülerlik yakaladığını da tekrar düşünmek istiyorum. Hmm…
Beşinci sırada değil de daha yukarıda olmayı hak eden Yabancı var listede. Albert Camus’nün esrarengiz dünyasında, kelimelerinde ve düşlerinde hareket etmenin tek yolu belki de onun kitaplarını okumak. Albert Camus’nün de üç kitabını bu sene okumuş olduğum için mutluyum. Mutlu Ölüm ve Yabancı, ardından da Düşüş. İnsanın kendi gözlerinin içine bakması demek bana kalırsa Camus okumak.
“Ölümün egemen olduğu bir “varlık”ın en anlamsız olgularını saçma bir düzensizlik içinde yaşayan bu romanın başkişisi “Meursault”, bir simge kahraman değildir, “adı” olmayan bir “Yabancı”dır; bu eksik kimlik, gerçeklikten algıladığı şeyi yapılandıramayan, yeniden örgütleyemeyen, ama gerçekliğin yankılarını yakalamaya çalışan bir boş bilincin imgesidir. “
Zaman geçse de gerçekliğinden hiçbir şey kaybetmeyecek olan bir kitap var listede. Bu kitap her zaman listede kalmalı bence hatta ikinci ve üçüncü sırada yer alırsa hiç gocunmam. Sabahattin Ali okumuş olduğum için kendimi şanslı addediyorum. Böyle bir adam ile, böyle bir can ile tanışmak belki de insanoğlunun yaşayabileceği en güzel deneyimlerinden bir tanesi. Henüz tüm hoyrat ellerde yerini almadan tanışmak ise paha biçilemez. Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan ile kilitleri kapamış oldu Sabahattin Ali. Açabilmek için yürek gerek.
“Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.”
Liste şu şekilde devam ediyor: Lizbon’a Gece Treni, Özgürlüğün Elli Tonu, Satranç ve bir sonraki durak Tutunamayanlar olunca ben duruyorum.
Bu kitabın hala en çok satanlar listesinde olması Türk Edebiyatı için en onurlu gerçeklerden bir tanesi. Geç keşfedilmiş ancak peşinin bırakılmaması gerektiği anlaşılmış bir adam Oğuz Atay ve onu okumak ve onu anlamak ve onunla birlikte düşünmek. Oyunlarla Yaşayanlar, Korkuyu Beklerken ve Bir Bilim Adamının Romanı‘nı severek ve bayıla bayıla okurken onu okumanın vakti olduğunu anladığım adamın en baba, en kalın kitabının listede olması. İşte tarif edilemez mutluluk yaratan gerçeklerden bir tanesi.
“Tutunamayanlar, Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Berna Moran, Oğuz Atayın bu ilk romanını “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak niteler. Morana göre “Oğuz Atayın mizah gücü ve duyarlılığı ve kullandığı teknik incelikler, Tutunamayanları büyük bir yeteneğin ürünü yapmış, eserdeki bu yetkinlik Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır.” Küçük burjuva dünyasını ve değerlerini zekice alaya alan Atay, “saldırısı tutunanların anlamayacağı, rededeceği türden bir romanla yapar.”
Okumadığım kitaplar ile karşılaştıkça listede üzülüyorum yetişemiyorum diye. Liste sırasıyla şu şekilde devam ediyor:
Hikayem Paramparça,
Sinek Isırıklarının Müellifi,
İçimden Geçen Zaman,
Taht Oyunları serisi,
Sineklerin Tanrısı,
Siddharta
Ve ardından okuyup en çok okunan listesinden olmasından mutlu olduklarım geliyor:
Suç ve Ceza,
Çavdar Tarlasında Çocuklar,
Kuyucaklı Yusuf…
Ah kitapların mutluluğu bir başka. Bir başka onların kokuları ve hatta satın alma duygusu.
26 Çarşamba Ara 2012
Posted Sanat, resim, tiyatro
inEtiketler
1993 movie, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, film eleştirisi, m. butterfly, madam butterfly, rene gallimard, song liling
Bu eseri sahnede izleme fırsatı bulsaydım, sanıyorum gözlerim çıkana kadar ağlardım. Bitişi ile insanı düşünmeye zorlayan, kemiklerine kadar sızlatan bir opera / tiyatro eseri Madam Butterfly. Puccini’nin Madam Butterfly’ından etkilenerek tiyatro eserini oluşturan David Hanry Hwang, gerçek hikayeye dayanan bu anlatıyı masalsılaştırmış ve onu kabuslara yakışır bir son ile bitirmiştir. 1993 yılında David’in eserinden yola çıkarak Madam Butterfly’ın filmi çekilmiştir. Filmi izleyenler hem opera hem de tiyatro oyunu hakkında kolayca bilgi sahibi olabileceklerdir çünkü film de diğer türler kadar etkili ve keskin bir tada sahiptir.
Song Liling bir opera sanatçısıdır ve o dönemde Çin’deki Fransız büyükelçiliğinde görevli olan Rene Gallimard ile aşk yaşamaya başlar. Kadınlığını Rene ile keşfetmeye hazırlanan Song’u Gallimard karısını terk edecek kadar çok sever. Onun istediği şekilde, onu utandırmayacak şekilde sevişir onla. Tam bir geyşa olarak yetişen Song’un tek bir saç teline bile kıyamaz. İstediği her şeye boynu kıldan incedir. Fransa’nın Çin’deki hakimiyetinin bir sembolü olan Rene ve film boyunca göreceğimiz Çin’in sosyalist duruşu film boyunca çatışma oluşturacaktır. Song Çinli bir kadındır ve geleneklere göre Avrupalı bir adam ile birlikte olması hiç de iyi bir şey değildir. Aynı şekilde Avrupalı Rene’nin de bu durumdan aşağı kalır yanı yoktur. Avrupa kültü ile yetişmiş olan Rene’ye Çin mistikliği çok farklı ve büyüleyici gelir. Film boyunca sadece bu iki kişinin normları yıkmaya çalıştığını, sevgileri için ayakta durmaya çalıştıklarını görürüz. Bu aşkın bir meyvesi de Rene ortalarda yokken doğmaya mahkum olan çocuktur. Rene ile Son buluştuklarında çocuk 3 yaşındadır. Seneler boyunca birbirinden uzak kalan iki aşık için bu aşkın meyvesi gerçek bir ilaç gibidir. 20 sene boyunca ilişkileri devam eder. Ancak kan donduran ilk gerçek Song’un erkek olduğunun öğrenilmesi ile gelir. Bu sürede Gallimard çoktan Fransa’ya ihanet etmiş, Çin’in çıkarları için sevgilisinin sevgisi ile hareket etmiştir. Bu durumda hapise atılan Gallimard bir tören gerçekleştirir. Bu tören tüm filmin çözümüdür.
Madam Butterfly yalnızca politik açıdan bilgi veren bir oyun değil aynı zamanda karakterlerin davranışları ile insan psikolojisine de ışık tutar. 20 sene boyunca nasıl olur da Song’un erkek olduğunu anlamaz diye düşünmeye koyuluyor insan ancak görmek istemeyen bir kişiden daha kör kimsenin olamayacağını hatırlamak gerekir. Rene’nin durumunu tam olarak bilemiyoruz bu açıdan. Belki de Song’un erkekliğini fark etti ancak görmek istemedi ya da gerçekten eksilmeyen bir aşkla bağlı olduğu için görmedi. Bu iki durumda da aşkın buldozer etkisini ve insan soyunun ikinci yüzünün ortaya çıkışını görüyoruz. Hangi amaçla olursa olsun insanın yalan söylemeye, rol yapmaya ne kadar yatkın olduğunu anlıyoruz. Belki de devlet için attığın bir adım, belki de kendin için. Yine de insan, insanoğlu, hani şu ademoğlu tam olarak yalana dönük, içindeki kötülüğe dönük bir yaratık.
Politik konularda ise tamamen ülkelerin aralarındaki stratejilerine göndermeler söz konusudur. İki uç tarafın birbirini nasıl yok edeceğini düşünmesi, proleter kesimin daima eziliyor oluşu, eğlenmeye vakit bulabilen zenginlerin dünyayı yöneten zenginler olduğu, gerektiği sürece sanatın da politikaya dahil edilişi gözler önüne serilen önemli gerçekliklerden.
Madam Butterfly ya da M.Butterfly nefesi bir süreliğine kesip sevilen eserler arasında hızlıca yükselebilir. Bahsettiğim olgunluğa uçuş metaforunu filmi izleyenler ya da tiyatroyu okuyanlar tahminen anlayacaklardır. Spoilerdan kaçınıyorum.
M. Butterfly Trailer
24 Pazartesi Ara 2012
Posted Filmler, sinema, film inceleme
in≈ 4 Yorum
Etiketler
48 fps, beklenmedik yolculuk, bilbo baggins, cüceler, dövüşen taşar, elfler, frodo, heisengard, hobbit, hobbitler, imax, lonely mountain, lord of the rings, lotr, ortadünya, paganlar, tabula rasa, the hobbit, unexpected journey
Vay efendim IMAX’e gidelim vay efendim izleyemeyeceğiz derken The Hobbit’i izlemiş bulunuyorum. The Hobbit benim için de Beklenmedik Macera olmayı başardı. Her şeyden önce çevremi gözlemleme ve insanların bilgileri üzerine yorum yapabilme şansı tanıdı. Örneğin filme girmeden önce tavlamaya çalıştığı kıza The Hobbit’i şöyle anlatan bir adam vardı: Şimdi bunlar Ortadünya’dalar. Cüceler var, onlar kısa, şişman. Savaşçı tabiatlı bunlar. Hobbitler var, onlar da kısa ama onların sakalı çıkmaz Allah tarafından. Bir de Elfler var. Onlar da Allah’ın sevgili kulları işte. Bu şekilde The Hobbit’i anlatmak sanıyorum farklı bir yetenek gerektiriyor. Filmin yarısında “Ya kızaaam bu film 3 saatmiş, hade gidiyoruz.” gibi hallenen ergenler ve çıkışta “Olm hemen de LOTR’a bağladılar yaa.” diyen gençler. Tanrım! Büyük bir hezeyanın içindeyim.
Filmin sosyolojik etkilerini bir yana bırakıp asıl konumuza dönersek The Hobbit, LOTR ateşinin içimizde bitmeyen hasretine su serpmeye gelmiş bir seri. Kitabı okumadığım için şu anda göreceğim yeni bölümleri merakla bekliyorum. Kitabı okuyanlar ise sadece filmde neler değiştiğini görmek için gitmiş oluyorlar. Tabii ki sinema görsellik açısından insanı doyuran bir sanat, bir filmin kitaba aktarılması sırasında özünden hiçbir şey kaybetmeyen LOTR’u düşünürsek aynı şeyi The Hobbit’ten beklemek de çok normal. Yalnız kitabı okuyan arkadaşların benim kadar heyecanla bekleyebileceğine pek ihtimal vermiyorum. Filme tabula rasa olarak girmiş oluyorum çünkü. Tertemiz, ön yargısız.
The Hobbit’i benden önce izleyenlerin yorumları ile iki keskin taraf olduğunu algılamıştım. Bir kısım filmi hiç sevmemiş, para kaygısı barındırdığını söylüyor, diğer kısım ise en az LOTR ayarında olduğunu. Bunu tabii ki kendi açımdan en iyi izleyerek gözlemleyebilirdim. Gözlemledim de.
The Hobbit, LOTR hikayesinin en başını, Frodo’lu zamanların 60 yıl öncesini anlatıyor. Yüzüğün ilk ortaya çıkışını, yüzük kardeşliğine neden olacak olan hikayeyi açıklıyor bize. Cücelerin Bilbo’nun evine teşrifi ile her şey başlıyor. Orklar, goblinler ve diğer yaratıklar ile eğlenceli bir macera çıkıyor. Bu sefer The Lord of the Rings’te sıkı sıkıya yaşamaya alıştığımız gerilim ve aksiyondan çok eğlence ile karışık bir aksiyon görüyoruz. Karakterlerin cüce olması nedeni ile etraf şenleniyor, hatta bazı yerlerde müzikal bir havaya bürünüyor. Cücelerin eğlenceli ancak sert dünyasında kendini bulan Bilbo da kahramanlığını gösteriyor ve güzelce burnunu tüm işlere sokuyor.
Şu anda spoiler vermemek için kendimi zor tutuyorum, sırf bu yüzden biraz da kısa kesmenin daha mantıklı olduğunu düşünüyorum. Daha gözlemsel yorumlarından bahsedeceğim sadece. İlk olarak hikaye anlatma geleneğinin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz Bilbo sayesinde. Henüz hazır olmadığı için Frodo’ya göstermek istemediği mektubu ile her hikayenin bir olgunluk zamanı olduğunu anlıyoruz. Çok erken ya da çok geç anlatıldığında ihtişamını kaybedecek o hikayelerden olduğunu görüyoruz. Ardından sözlerin hayat üzerindeki etkisine tanık oluyoruz. Karanlık denildiğinde ortaya çıkan karanlıklar ile insanın her bir kelimesinin evrende nasıl yankılanabileceğini görüyoruz. Ardından ormanların büyücüsü ile eski Pagan inanışlarına gidiyoruz. Küçük bir kirpiyi bile kurtarmak için verilen mücadeleden, doğayı anlamanın ne demek olduğunu, doğanın verdiği işaretlerin nelere delalet olduğunu öğreniyoruz. Paganların aslında doğayı tanıyan en iyi insanlar olduğunu, bazı büyücülerin de bu Paganlar ile aynı yapıya sahip olduğunu keşfediyoruz. Aslında bu noktada Paganları ya da büyücüleri değil, doğanın kendisini koruyan insana ne kadar açık yüreklilikle yaklaştığını ancak içinde daima kötülüğü de barındırabilecek dengeye sahip olduğuna şahit oluyoruz.
Filme dair yapılması gereken özel eleştiriler ise LOTR’un kemikleri titreten derinliğine sahip olmaması diyebiliriz. Bir de tabii ki şu 3D meselesi. Savaş sahnelerinin yarısı neredeyse bu saçma gözlükler yüzünden anlaşılamıyor. Filmi izlememiş arkadaşlara 3D olmayanına gitmelerini tavsiye ediyorum. Filmin derinliğinden kastım ise eleştiriye açık yönler bırakabiliyor olması. Daha çok Hollywood filmiymiş gibi algılanmasına neden olan komik elementlerle süslenmiş sahneler ve ah kendimi nasıl tutsam bilmiyorum, savaş sahnelerinin daima kazanılabilirliği. Belki de senaryoda keskin çizgiler olabilir ve bizi ayaklarımızdan sarkıtabilirdi.
The Hobbit, ikincisi ve üçüncüsü merakla beklenen bir film yine de. Maceradan dönenin kaşığı kırılsın, Troll olsun.
The Hobbit: An Unexpected Journey – Trailer
22 Cumartesi Ara 2012
Etiketler
aryan, augustus hill, breaking bad, defamiliarization, em city, emerald city, italyanlar, oswald prison, oz 1. sezon, oz hapishanesi, oz prison, tim mcmanus, tobias beecher, zenci
Herkes kendi hapishanesini kendi yaratır bu dünyada? Vay efendim laflara bakın siz laflara. Breaking Bad gibi kafayı sıyırmalı evrimli mevrimli bir dizi izleyince sonrakileri de o bağlamda değerlendirmeme gibi bir şansım yoktu. Oz da aynı şekilde bu algıma kurban giden dizilerden bir tanesi. Belki de gerçekten benim algıladığım gibidir herkesin algısı ve aslında tüm sanatçıların ortak bir bilinci vardır. Yazarken, oynarken ya da izlerken herkes aynı hayali yaşatmaya, aynı vurguları yapmaya çalışır.
Oswald Hapishanesi yüksek dereceli suçlular ile dolu bir hapishane. Toplumun her bölümünden insanlara rastlamak mümkün. Em City olarak adlandırılan bu yer Tim McManus tarafından kontrol altında tutulmaya çalışıyor. Tim’in amacı bu yeri diğer hapishanelerden farklı bir yere dönüştürmek. Kendi ütopyası ile hareket edip orayı gelişmiş bir ıslahevine çevirmeyi düşünüyor ancak hesaba katmadığı insan faktörü ters köşeye düşmesine neden oluyor. Ne demiştik, toplumun her bölümünden insan var. Evet, örneğin hapishanenin ortasında namaz kılan müslümanlar, domates yiyen İtalyanlar, kaslı abilerimiz Afrikalılar, sıradan Amerikalılar, azılı katiller, annesini ve babasını yiyenler, beyaz ırkçı Aryanlar ve diğerleri. Küçücük bir hapishane aslında büyük bir dünyanın yansıması. Neredeyse yaşadığımız dünyanın maketi. Zenciler ile beyazların arası iyi değil, aynı zamanda İtalyanların da beyazlarla. Bu hapishanede kimin nasıl yaşayacağı ya da öleceği hiçbir şekilde belli değil.
Oz’un en büyük özelliği beklenmedik anlarda gerçekleşen kırılımlar ve kopuşlar. Karakterlere değer yüklemeye ve gelişimini çözmeye çalıştıkça senarist tarafından korkunç olaylara maruz kalıyor hepsi. İnsan psikolojisinin en temel noktalarına inip arada kalmış, sıkışmış insanın nasıl hareket edeceğini yansıtıyorlar. Bu yüzden gördüklerimiz bizde bir şaşkınlık yaratmıyor. Çok içten, bildiğimiz duygular ile karşılaştığımız için garip bir rahatsızlık hissediyoruz. Sanki yıllar boyunca o en vahşi halimizi saklamış gibi, sanki bastırmış ve gün yüzüne çıkmaması için dua etmiş gibi.
Bir diğer özelliği ise aralarda anlatıya giren karakter ve tüm dünya düzenine güzel laflar hazırlamış olması. Toplum yapısı, ahlak, etik, insan egosu ve diğer konularda bayağı ağır laflar ile bizi dizinin gerçekliğine ve sertliğine alıştırıyor. Oz’un bu olayı onu hem diğer dizilerden daha mesajlı bir hale getiriyor hem de bu konuşmalar gerçekleşirken karakterlerin hepsinin bu ambiyansa ayak uydurması sizi defamiliarization etkisine sokuyor. Bir anda dizi izlediğinizi hatırlıyorsunuz ancak düşünmeniz gereken pek çok gerçek olduğunu da görüyorsunuz.
Tüm çıplaklık, tüm şiddet ve diğer etkenlerin hepsi gözler önüne seriliyor Oz’da. Tüm organlar açık, tüm uyuşturucular görülebilir, tüm çığlıklar duyulabilir ve her şiddet yaşanabilir durumda. Birinci sezon biterken Oz’un tamamen hayatımızı anlattığını algılamıştım ancak bu kadar gergin bir sonla biteceğini tahmin bile edemezdim. Breaking Bad’in her sezonunda bir kez olan o kasık ağrısı, karın sancısı bu sefer Oz’un birinci sezon son bölümünde oldu. Bittiğinde garip hissetmemek imkansızdı.
Her bir aktörün oyunculuğu üzerine söyleyecek bir şey bulamıyorum. 20 yaşındakinden 60 yaşındakine kadar her birisi sanıyorum daha iyi şekilde giremezlerdi rollerine. Ne bir dudak seğirmesi, ne göz kaçırma. Her şey en açık şekilde bizlerle buluşuyor. Karakterler ise görmek istemediğimiz ve hep kaçtıklarımız.
Augustus’un araya girdiği her sahnede ben kendimi biraz daha yakın hissettim anlatılanlara. Kareem Said’in toplumun bize yaptıkları nutkunu bile yedim neredeyse. Her karakterin söylediği doğru geliyordu, her karakter kendi çevresinde haklı ve gerçekti. Oz, gerçeklikti.
Augustus Hill: ‘Fuck’ is a four letter word. ‘Rape’ is a four letter word. ‘Wife’ is a four letter word. So is ‘love.’
Tobias ‘Toby’ Beecher: If God is in me, he’s a tumor.
Augustus Hill: Death is certain. Life is not.
Augustus Hill: I ain’t saying drugs are good. But when your past is past and your present sucks and your future holds nothing but broken promises and dead dreams, the drugs’ll kill the pain. Listen up, America, you ain’t ever gonna get rid of drugs until you cure pain.
Augustus Hill: ‘At least you got your health.’ Don’t you hate that? You lose your job, you lose your wife, YOU’RE IN PRISON, and some punk ass do gooder says ‘At least you got your health’ like that’s supposed to make you FEEL better! So what if I’m broke? So what if some dealer wants to cap my ass; at least I ain’t got a tumor. I swear, the next person to say ALYGYH to me, I’ma make sure they don’t have THEIR health much longer.
Augustus Hill: Remember when your high school history teacher said that the course of human events changes ’cause of the deeds of great men. Well, the bitch was lying. Fuck Caesar, fuck Lincoln, fuck Mahatma Gandhi. The world keeps moving cause of you and me, the anonymous. Revolutions get going cause there ain’t enough bread. Wars happen over a game of checkers.
Augustus Hill: Yeah, who cares who lives or dies in prison? We read the names in the morning paper and they mean nothing to us. They’re faceless. Truth is, we don’t wanna put a face on ’em. We don’t want to know who they really are. Because then it might hit too close to home, and home is what it’s all about, right? Making a home no matter where you are, no matter who you are. At the end of the day, everybody wants somewhere to rest, somewhere to lay their bones, even if it’s in a land called Oz. Yeah, like Dorothy says when she wakes up in her own bed back at Aunt Em’s, “There’s no place like home.” There’s no fucking place like home.
20 Perşembe Ara 2012
Posted Güncel, gündem, medya
inEtiketler
21 aralık, 21 aralık 2012, kıyamet, maya takvimi, mayalar, sinoplu teyze
20 Perşembe Ara 2012
Posted Sanat, resim, tiyatro
in≈ 4 Yorum
Etiketler
Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, amerikan kısa öyküsü, arlene, arlie, getting out, kaçış, kadın suç oranları, marsha norman, realism, toplumda kadının yeri
Marsha Norman’ın drama tiyatrosudur Getting Out. Çift karakterli bir kadına dönüşecek olacak Arlene’in hayatı değişmektedir. Daha önce fahişelik yaparak hayatını geçiren ve çocuğuna bakamayan Arlene, hapishaneye gittikten sonra oradaki peder tarafından ıslah edilir. Hapishaneden çıktıktan sonra eski hayatı ile yeni hayatıı arasında bir seçim yapmak zorunda olduğunu hisseden Arlene kendisine Arlie ismini verir. Yeni bir isim ile yeni bir kimlik kazanacağına inanmaktadır. Eski hayatına bir daha asla geri dönmemeyi, ondan alınan çocuğunu geri almayı düşünmektedir. Bu yüzden yepyeni bir eve taşınır, orası güzelce boyar. Hayatına yeni bir heyecan getirir. Aynı zamanda iş başvurularında da bulunur, hatta hapishaneden çıktığı öğrenilene kadar bir yerde çalışır bile fakat geçmişi asla yakasını bırakmaz. Eski zamanlardan kalma bir nam-ı diğer pimp ve ailesi onu geçmişinden kurtarmak yerine daha da geçmek isterler. Gelip taciz eden eski erkek arkadaş ve annesinin kızının değişmeyeceğine inanması, onu fahişe şeklinde etiketlemeleri ve toplumun verdiği bu etiketlerden bir türlü kurtulunamaması özellikle işlenmiştir oyunda.
Sosyolojik açıdan oldukça fazla konuya değinmektedir. İlk olarak ataerkil toplum ve din yapısına gönderme yapılır. Hapishaneler, peder ve diğer tüm enstitüler kadını ehlileştirmek ve onu sıradanlaştırmak için uğraşmaktadır. Aynı zamanda Arlene küçükken babası tarafından istismara da uğramıştır. Ortada kokuşmuş bir ataerkil sistem vardır ancak bu sistem devam etmektedir. Hapishaneden dışarı çıktığında da onu kimse kabul etmemektedir. Sistem ilk olarak insanları hapishane ile eğittiğini ve zararsız hale getirdiğini iddia etse de buradan gelen hiçkimseye de toplum içinde yer yoktur.
Bir diğer konu ise herkes tarafından kolayca kullanılabilen etiketler, lakaplar ve herkeste bulunan önyargıdır. Arlene yeni bir hayata başlamak ister ve bu yüzden adını bile değiştirir. Ancak annesi de eski sevgilisi de onun geçmişten kurtulamayacağını vurgularlar. Sözleri ile onu yoldan çıkarmaya çalışırlar. Kimse Arlene’in olmak istediği kadınla ilgilenmez. Herkesin onun bir önceki varlığına bakar ve ona göre yargılar. Bu açıdan tüm toplum için geçerli olabilecek bir gözlem ortaya çıkar; bir kere damgalandığınızda asla eskisi gibi olamazsınız. Evet, hiçkimse sizin ilerleme kaydettiğinizi görmek istemeyecektir. Gözlerini kapalı tutarak gelişmeyi görmeyi reddedecekler ve bununla gurur duyacaklardır. Hatta bulunduğunuz noktadan bir tık daha ileri gitmemeniz için geçmişi daima yüzünüze vurup onunla yaşamanız gerektiğine sizi inandırmaya çalışacaklardır.
Arlene Arlie olduktan sonra bir süre yeni hayatına tutunmaya çalışır ancak karşısında beton gibi sağlam bir yapı vardır. Toplum ve medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar. Bu yüzden hiçkimse onu kabul etmez ve çocuğunu ona vermeyi reddederler. Arlie artık bu dünyada yeri olmadığına inanır ve kendisini nehrin suları arasına bırakır. Bu bir kadının toplum tarafından kurban edilmesinin en güzel örneklerinden bir tanesidir. Kadınlar damgaları ile toplumun en önemli kurbanlarındandır. Onları kirletmek kolaydır, dedikolarını yapmak, seks işçisi olarak kullanmak oldukça kolaydır. Bu yüzden kadın, toplum süzgecinde hemen deliklere takılır. Ardından geriye sadece o kadını yok etmek kalır. Ah.
19 Çarşamba Ara 2012
Posted Sanat, resim, tiyatro
inEtiketler
absürd tiyatro, absudizm, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, amerikan kısa öyküsü, amerikan tiyatrosu, edward albee, ego, hayvanat bahçesi, ilkel benlik, jerry, peter, realizm, the zoo story, zoo story
Absürd tiyatro oyunları ile karşılaşmış olanlar Edward Albee’nin The Zoo Story’sini gördüklerinde oldukça tatmin olmuş hissedeceklerdir. Görünürde tamamen birbirinden aykırı bir olayı işliyor gibi görünse de gerçek mesajı hareketler arasında veren bir özelliği vardır The Zoo Story’nin. Soyutlanma, yalnızlık, iletişimsizlik, sosyal statüler ve medeniyetleşmenin insan üzerindeki etkilerine değinir. Sadece iki karakteri görürüz oyun boyunca, bu karakterlerin hayatların ve geçmişlerine dair bir şeyler bilmesek de görünüşleri üzerine fikir yürütebiliriz. Bir tanesi iyi giyinimli, görünüşünden bankacı ya da avukat diyebileceğimiz tiptendir. Diğeri ise iyi bir işte çalışmadığına adım gibi emin olabileceğimiz ve hatta toplum kuralıymış gibi serseri diyebileceğimiz bir adamdır.
İyi giyinimli Peter, düzenli bir hayata sahiptir. Çalışmaktadır, eşi ve iki çocuğu vardır. Kendi hayatının dışında herhangi bir yaşama ve aktiviteye ihtiyaç duymamaktadır. Jerry, yani bizim serseri oğlan ise insan ilişkilerinde müthiş zayıftır. Aniden sahneye gelir ve Peter’ı tanımamasına rağmen ona hayvanat bahçesine gittiğinde yaşadıklarını anlatmaya başlar. Hikaye akışkan bir moddadır ancak Jerry’den gelen bir tacize dönüşür. Peter son olarak Jerry’nin seviyesine indiğinde Jerry kendi gibi olanların ilk hıncını almış bulunur. Peter’ı oturdukları banktan dışarı atmaya çalışırken Peter kendisini yaşadığı alanı korumak zorunda olan bir kaplan gibi bulur. Kızdıkça kızar, sinirlendikçe sinirlenir. En sonunda Jerry’nin eline tutuşturduğu bıçak ile Jerry’i öldürür. Ölmeden önce Jerry tüm bunları planladığını söyler. Oyun bu şekilde sonlanır ancak etkisi altında kalırız. İnsanın içinde yaşattığı garip yaratık ortaya çıkmıştır.
Peter burjuva dünyasının adamıdır, ona ait değerleri yaşamaktadır. Bir parka gidip kitap okuyabilir bu yüzden ancak Jerry hiçbir zaman o kadar özgüvenli olamayacaktır. Alt sınıftan olduğu için istediği hareketleri yapamayacak, toplum tarafından dışlanmaya mecburdur. Hayat tarafından çoktan yenilmiş olan Jerry’nin karşısında kazanmış Peter vardır. Konuşmaya muhtaç olan Jerry, konuşma devam ederse Peter ile bir iletişim kurabileceğini düşünmektedir. Aslına bakarsanız Jerry o kadar çaresizdir ki bir insan ile kurabileceği iletişim ancak hayvani seviyelerdedir. Ancak kendisini öldürterek bir iletişime geçebilir. Başka türlü hiçbir önemi yoktur. Nasıl yaşadığı, neler yaşadığı ya da yaşamadığı. Ertesi gazetelerde bir günlüğüne görülecek ve yok olacaktır. Yapabildiği en büyük plan kendi hayatını feda etmektir.
Gerçekte yaşadığı hayatın çok da hayat olduğunu söyleyemediğimiz için Jerry’nin bu girişimi bir intihardan çok bir çıkış yolu aramaktır ancak Peter’ın tüm burjuvazisini yok eden o cinayet anı iki insanın da ne kadar ilkel boyutlarda olduğunu gösterir. Kendini anlatmaya çalışmak için zor kullanan Jerry ile alanına müdahele edildiği için çıldıran Peter. Sanki mağaradan üç dakika önce çıkmışlar da öyle gelmişlerdir sahneye. The Zoo Story işte bu yüzden bu kadar absürd aynı zamanda realisttir.
17 Pazartesi Ara 2012
Etiketler
ölü restorasyon, breaking bad, cenaze evi, david, dexter, dizi, dizi izle, eşcinsel, fisher, gay, gilardi, inceleme, nate, natheniel, ruth, six feet under, yorum
Breaking Bad’in sert çizgilerinden Six Feet Under’ın naif çizgisine atlamak benim için beklenilenin de üstünde bir etki yarattı. Hala uyumadan önce kafamda dönen Breaking Bad sahneleri ve isimlerinin yerini alabilecek yeni bir dizi ile karşılaşmak ve verilen tavsiye üzerine sevmek oldukça güzel ve eğlenceli bir durum.
Six Feet Under’ın ilk sezonu her dizide olduğu gibi tamamen tanışma ve tanışma üzerine bir sezondu. Fisher ailesinin içine giriyor ve birbirinden farklı aile bireyleri ile tanışıyoruz. Bildiğimiz aile yapısından çok farklı gibi görünse de aslına bakarsanız ailenin evrenselliğini ve tekrarlanışını gözler önüne seriyor. Aile babası Nathaniel Fisher öldükten sonra cenaze evinin sorumluluğu tamamen iki oğula kalmıştır. Bu sayede yıllardır görüşmemiş olan kardeşler ve diğer tüm karakterlerin farklı yönlerini tanımaya, onların içinde gizledikleri hazinelere inmeye başlıyoruz. David cinsel tercihini erkeklerden yana yapmış bir adam. Nate ise her ailede bulunan başına buyruk, savruk genç. Claire görmekten ilk olarak korkacağımız fakat daha sonra alışacağımız evin ergeni. Ruth ise dengesizliği ve panikataklığı ile göz dolduran anne. Sanıyorum ki size de çok fazla uzak terimler olarak gelmemiştir. Hepimizin geçirdiği ergenliği, cinsel seçimleri ve özellikle Türk aile yapısında cinsel baskıyı düşünürsek tam da bize uygun türden bir drama. Aile yapısına tekrar döneceğim. Bunu detaylı kurcalamadan önce dizinin üzerine kurulduğu konsepti incelemek istiyorum.
Cenaze evi. Bizim hiç aşina olmadığımız bir durum. Biliyoruz ki bizde en fazla yapılacak şey ölüyü evin ortasına koyup üzerine de bir bıçak bırakmak. Gömme işlemini en kısa sürede gerçekleştirmek ve hayatın döngüsü içine bir ölü daha katmak. Hristiyanlarda farklı işleyen bir sistem ölüm ve cenaze. Öncelikle onları özel hissettiriyorsunuz. Ardından arkadaşlarının ve tanıdıklarının ölmeden önce onu iyi görmeleri için özel çaba sarf ediyorsunuz. Giydiriyor, makyaj yapıyor hatta saçını maşalıyorsunuz. Özel tabutların içine yerleştirerek küçük bir sergi yaratıyorsunuz. Bir ölüm üzerinden yepyeni bir yaşam formu yaratıyorsunuz. Ölümün yaşamını. Her bölümde ilk olarak ölen birilerini görüyoruz. O ya da bu şekilde ölüm ile tanışan bu insanlar dizinin her bölümüne hayat vermiş oluyor. Aynı zamanda onun ölümü sırasında Fisher ailesinde gerçekleşen değişimler de büyüyen ve gelişen bir organizma halini alıyor. Ruth’un kendini öğrenmesi, cinsel yaşantısındaki değişiklikler, Dave’in gitgelleri, Claire’in zor bir kız olması ve Brenda’nın değişmesini istemese de değişen fikirleri. Her bir karakterde farklı boyutlarda görülen değişiklikler, yeşillenmeler işte tam da ölümün olduğu o evde gerçekleşiyor. Korkutucu olduğu kadar da hayata ait olan ölümün yenileyici tarafını da görmüş oluyoruz. Ölüm sadece insanları üzmek için değil, aynı zamanda varlığın farkını yaratmak için de gerçekleşen bir eylem. Doğanın kendi sistemi. Doğanın kendi taşları ile oynadığı güzel bir Go oyunu bu. Uzaktan baktığınızda tüm hamleler aynı gelir. Taşlar birbirinin aynısıdır. Herhangi bir taşı yerinden oynatmak sanki hiçbir şeye neden olmayacak gibi. Ancak aslında tek bir hareket bile sizi yere serebilecek güçtedir. Bu yüzden doğa, ölüm gibi olgular insanı korkutur. Bu korkuyu yok etmek ve hayatın güzelliğine inanmak için ölümü onurlandırmak zorunda hissederler insanlar kendilerini. Güzel giyinirler örneğin cenazeye giderken. Ya da ölülerini güzelleştirirler.
Six Feet Under sadece karakterlerin evrim sürecinden geçtiği bir dizi değildir. En azından benim için bu durum tam olarak böyle. Aynı zamanda aile ve toplum yapısının, kadın ve erkek ilişkisinin karmaşıklığından da dem vurur. Homoseksüel ve antilerin yaşadıklarını görürüz. İki arada kalan ruhların çığlıklarını duyarız. Sevmek ile nefret arasındaki ince çizgide gidip gelen kadın ve erkek ilişkilerine tanık oluruz. İki taraftan birisini haklı görmek istesek de iki tarafın da ne kadar dibe batmış olduğunu görürüz. Bunların her biri, sadece kadın ve erkek değil aynı zamanda toplumun da nasıl istenilen şekle sokulmaya çalışıldığı fakat yine bu işlemi yapanın da toplum olduğunu anlarız. Hem gerçek bir karşı duruş ile insanların ilerlemesi için yardımda bulunur bu toplum hem de yanlış yapan her bir bireyi yolunun üzerinden ittirmeye hazırdır.
Tekrar aile yapısına döndüğümde ise toplum tarafından belirlenen aile çizgilerinin aslında ne kadar silik olduğunu görüyorum. Mutlu olarak tanık olduğumuz ailelerin de büyük sırları olduğunu anlamış oluyoruz bu sayede. Türk aile yapısındaki o kutsallığın aslında bir çırpıda yok olabileceğini görüyoruz. Ve aslına bakarsanız dünyanın her yerinde insanların etrafını çitlerle kapladığınızda onların mutsuz olduğunu göreceksinizdir. Bu sadece Türkiye ya da Amerika için geçerli bir durum değildir. Mutsuz bir anne ile mutsuz bir babanın evliliğinden asla iyi bir ortam doğmayacaktır. Toplum kendi ölü tohumlarını kendi elleri ile ekmiş olacaktır.
Six Feet Under’ın diğer sezonlarında ne ile karşılaşacağıma dair şu an hiçbir fikrim yok, yine de bu söylediklerimin pek çoğunu Oz için de söyleyeceğime inanıyorum. Aklın ve bilginin yolu bir olsa gerek.
“If we live our lives the right way then everything we do can become a work of art. “
14 Cuma Ara 2012
Posted Filmler, sinema, film inceleme
in≈ 2 Yorum
Etiketler
aaron paul, breaking bad, bryan cranston, flynn, jesse, metamfetaminin zararları, sezon 4, sezon 5, vince gilligan, walter junior, walter white
Uzun zamandır bir dizi için gün saymanın ne demek olduğunu unutmuştum. Kitap ve filmler ile aram çok iyiydi, her gün bir yeni uğraş ediniyordum. Sonra Breaking Bad’e başladım. Ne kadar çok sevdiğimi ve gerçekten Breaking Bad konusunda tatlı tatlı kafa patlattığımı düşünürsek bitişinin de beni üzmesi oldukça doğal oldu.
İlk üç sezonda ipini koparmış olan Walter White’a uyuz olma, kıl olma yolunda devam ettik bu iki sezonda. Artık bizim yanında olabileceğimiz, koruyabileceğimiz bir adam değildi Walter White. Öldürme konusunda düşünmeyen, önüne geçen her şeyi ezmeyi başarabilecek olan bir adama dönüştü. Kanser olduğu için ne yapsa müstahaktır diye düşünenlerin ters köşede kaldığını gördük. Tüm karakterlerin neredeyse içi dışına çıkmış oldu bu sayede. Her bir karakter dönüşümünü tamamlamanın eşiğine gelmiş oldu. Walter White nereye kullanacağını dahi bilemediği bir para için delicesine çalışmaya devam etti, elinden geleni yaptı. Evet, büyük adımlar atarak pislik adama dönüşmek için devam etti yolunda. Bizi de üzdü tabii ki. Sempati duymaya alışık olduğumuz baş kahraman çizgisinden uzaklaşmış oldu ki bu da Vince Gilligan’ın belki de en çok yapmak istediği şeydi. Sağ gösterip sol vurmak ya da insanların değişebileceğini, çok farklı insanlara evrilebileceğini göstermek. Belki de bize Darwin’i doğrulamak istiyordu: evrim gerçektir.
Jesse ise değişimin olumlu tarafındaydı. Her ağlayışında, her kendisini suçlu hissedişinde bir kez daha gördük ne kadar açık olduğunu duygulara. İçindeki kötüyü görsek de duygusallığını kaybetmediğini görüyoruz. 25 yaşında bir adam olmanın olgunluğunu ve hamlığını yaşıyor daima. Jesse iki arada bir derece kalmanın resmi.
Skyler… Beni en çok zorlayan karakter. Nasıl desem, ne anlatsam onun için bilmiyorum. Benim için büyük bir muamma. Sinir bozucu derecede dengesiz, sinir bozucu derece insanı üzücü. Bir anne olarak çok duyarlı fakat aynı zamanda çok duyarsız. Bir insan olarak çok ahlaklı ama çok ahlaksız. Skyler belki de toplumun bir kadını görmek istediği her şekilde olabilen bir kadın. Belki de Skyler her açıdan kadın. Kötü kadın, iyi kadın, yardakçı kadın, gergin kadın. İnsan gerçekten çok sinirleniyor fakat sonra vazgeçiyor. Bir anne olduğunu düşünüyor ve hak etmedi diyor. Skyler madalyonun iki yüzü gibi.
Favori karakter Saul. Daha önce hiç bahsetmemiş olsam da en doğru karakter bana göre Saul. Kendisini, ne olduğunu bilen bir adam Saul. Bu yüzden çevresindekileri de açıkça görebiliyor. Gördüğü tamamen gerçekler. Buna rağmen en sadık karakter Saul. Zor durumlarda daima yanlarında, her zaman için koruyucu. Kazandığı paranın hakkını veren bir adam. Zor durumda kaldığında her insanın yapacağına inandığım şeyi yapıyor, sabun gibi kayıyor insanların ellerinin arasından.
Breaking Bad beni sarsarak farklı bir boyuta geçiren dizi oldu. Her şeyi ile sevdim onu. Hank’in ısrarları, Marie’nin boşboğazlılığı, Walter Junior’ın sert tatlı hali, Ted’in gururu ve diğerleri. Sadece dizi hakkında beni rahatsız eden iki konu var, bu da tüm dizinin gelişimini etkiliyor zaten. Birincisi Jesse’nin peşini polisler neden bırakıyor? İkincisi Hank her halükarda bu kadar işlere gömülmüşken Marie neden “Bu aileyi bu hale getiren sensin!” diyemiyor. Bunlar evet bana kalırsa dizinin açık noktaları. Geri kalan her şey için MasterCard.